Kitabı oku: «KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ», sayfa 2
“Gel, dinle, dinle…” (Öteki komşuya seslenerek): “Emeti Hanım. Hayriye Hanım anlatsın. Pek merakta kaldık. Biz de işitelim, neler olmuş.”
Emeti’yle Hayriye dipsiz küfeyi duvarın kenarına yan yatırıp ikisi de üstüne çıkarlar. Hayriye, işittiklerini bütün önemiyle anlatmaya girişerek: “Kuyruklunun velvelesi bütün cihanı tutmuş. Bu mayısta çarpacakmış. Şimdiden hazırlığa başlamışlar.”
Bedriye Hanım: “Ne hazırlığına?”
Hayriye Hanım: “Sultanahmet, Beyazıt meydanlarına seyirciler için kerevetler kurulacakmış. Kırkar paraya22 seyrettireceklermiş.”
Bedriye Hanım: “A… Hâzen kebira!23 Tören mi bu?”
Hayriye Hanım: “Törenden daha iyi olacakmış. Gökten üzerimize kangal kangal fişekler, dahmeler,24 maytaplar yağacakmış. Şenlik gibi olacakmış.”
Mebrure, korkuyu biraz unutarak: “Ay, anne biz de gideriz değil mi?”
Emine Hanım: “Sus, patlama, aman oğlan uyudu, gürültü etme.”
Emeti Hanım: “İşte gördünüz mü? Hanımlara iş, erkeklere de masraf çıktı. Şimdi kadınlar bu şenlik için kim bilir ne süslü çarşaflar yapınırlar?”
Bedriye Hanım: “Hani ya kuyruklu çarpınca bu dünyada kimse kalmayacak diyorlardı? Bir felâkete mi uğrayacağız, anlayamadım.”
Hayriye Hanım: “Birkaç türlü söylenti var. Bir söylentiye göre Frengistan’a25 çarpacakmış, burada bize bir şey olmayacakmış.”
Emeti Hanım: “Oh, ya Rabbi şükür!”
Bedriye Hanım: “Allah’ım bizi esirgesin.”
Hayriye Hanım: “Bir söylentiye göre çarpmayacakmış, sadece kuyruğu dokunacakmış.”
Mebrure: “Biz kuyruğunu okşarız, severiz de bize dokunmaz.”
Hayriye Hanım: “Nasıl dokunmaz? Kuyruğu zehirliymiş.”
Bedriye Hanım: “Yılan mı bu ayol?”
Hayriye Hanım: “Zehirliymiş. Dokunduğu kimseleri sam rüzgârı vurmuş gibi öldürecekmiş. Kibarlar, demir kapaklı mahzenlere girmeye hazırlanıyorlarmış. Fazlıpaşa’daki Binbirdirek’in26 tepe deliklerini kapatıp, parayla içine adam koyacaklarmış.”
Emeti Hanım: “Parası olmayanlar ne yapacaklarmış?”
Hayriye Hanım: “Parası olmayanları kim düşünür, ilâhî anne!”
“Emeti Hanım: “Biz de bodrumu hazırlayalım bari. Deliği deşiği tıkanırsa mahzen gibidir.”
Bedriye Hanım: “Bizde efendiyle gusülhaneye gireriz. Hiçbir yana penceresi yoktur.”
Mebrure: “Anne, biz de kömürlüğü boşaltalım. Tekir’i de beraber alalım. Zavallı zehirlenmesin.”
Hayriye Hanım: “Bu gece bütün mahalle kadınları Galip Beylerin evine toplanacaklarmış; orada bu kuyruklu hakkında bir konferans vereceklermiş.”
Emeti Hanım: “Ha, işte tamam… Kontras montras diye o cingöz oğlanlar kadınları bir âlâ seyredecekler. Ben, o İrfan’ın ağabeysi Ragıb’ı bilmez miyim? Eskiden beri gökyüzüyle bozmuştur. Koca bir dürbünü vardır. Tahtaboşa27 çıkarıp da Ay’ı, yıldızları seyretmez miydi? Hani ya önceki idare zamanında, ‘Efendim, bu herif dürbünle Yıldız’a28 bakıyor,’ diye jurnal etmediler miydi? Bilmem kaç gün hapis yattı. Anasının yüreğine iniyordu. Sonra dürbünü mürbünü ortadan yok ettilerdi. Baksana, şimdi yine meydana çıkarmışlar.”
Bedriye Hanım: “Herkeste bir telâş. Bakkal bile fitili almış. Sabun getirdiği zaman, neler söylediğini işitseydin güle güle bayılırdın.”
Emeti Hanım: “Ne diyor kızım, ne diyor?”
Bedriye Hanım, bakkalın söyleyişini taklide uğraşarak: “Bağa bah… Aman canım bavvv! Çatacahmış, batacahmış, maassâbirin deyip duruyor.”
Ana kız, Bedriye Hanım’ın bu taklitçiliğine o kadar gülerler ki vücutlarının sarsıntısından ayaklarının altındaki çürük küfe göçerek ikisi de yere yuvarlanırlar.
2
İrfan Galip Bey, yirmi iki-yirmi üç yaşlarında, yeni edebiyat kuşağından; sinirli, güç beğenir; gururu, anlayış ve bilgisinden baskın… İstanbul okullarında, Avrupa ilim müesseselerinde okunan ilim ve fenne özgü kitaplardan burada da öğrenilebileceğine inandığı için, tabiat bilgisi ve felsefedeki derinleşmesinin ve tecrübesinin tamamını özel olarak elde etmiş. Şöhret kazanma hırsıyla inleyip, yirmi paralık haftalık dergilere bedava, büyük değerde satırlar kaleme almaktan usanmaz. “Venüs’e iniltili bir hediye” gibi aşk dolu yazılar yazar veya “Vicdan aydınlığı, ruh ve idealin işitilebilir bir aynasıdır” gibi fikir yüceliklerine boğulmuş; karanlık ama büyük, derin sözler… Bazen tutturur: “Bu kâinat içindeki benliğimin, varlığımın sınırıyla belli olması gerekir. O şey ki benden dışarıdadır. Ben, o değilim; fakat hissedebildiğim durumdaki bir şey, benliğimin dışında nasıl sayılabilir?” Sonra kitapları önüne açar. “Rationalite, realite, conscience, Le moi et non moi”29 ve benzeri kelimeleri açıklamanın enginliği içinde bunalır. Bir konu üzerinde derinleştikçe o şeyin aklındaki eski açıklığı da kaybolur. Büsbütün mana karanlıkları içinde kalır. Daha sonra en sade kelimelerin manalarını bile anlayamayacak bir hale gelir. Meselâ, işte manaca en basit olan bu “sade” tabiri öyle bir niteliktir ki bunu kullanırken manasını bildiğimizi zannederiz. Oysaki hiç de öyle değil. “Sade” ne demektir? Acaba kâinatta bunun tam karşılığını anlatacak bir zerre bulunabilir mi? Hesapta bir’i, geometride noktayı basit kabul ediyoruz; fakat bu, sırf bir varsayımdan ibarettir; gerçek değildir. Parçalardan meydana gelmeyen bir birimi tabiatta bulmak değil, bu kesinliği zihin bile kabul edemez. Nokta da öyle. Matematik ilimlerinin yapısının, bu temel gerçeklerin kesin olarak ispatlanması temeli üzerine kurulması gerekseydi matematik, ölçü olan bir’i nereden alıp belirleyecek? Kimyadaki basit cisimler denilen şeyler de böyle. Bir cismin yapı bakımından basitliği kabul edilse bile başka özellikleri bulunur, yani basit olamaz.
İrfan, memleketine faydalı bir adam olmak için gerçekten çalışır; fakat memleketimizde en gayretliler için bile ciddî öğrenim, hemen hemen elde edilmez bir şey olduğundan, bir kısım zamanını böyle bilmediği ilim incelikleriyle geçirirdi. İlim yolunda elde ettiklerinden gurur duyardı. Birçok konuda yaşıtı olan başka gençleri sığ görüşlü sayar, gözlüğünün altından acır gibi bir küçümsemeyle seyrederdi. Yabancı kitaplardan öğrendiği yeni fikirleri, İstanbul’daki bu hayatına uygulamakta pek güçlük çekiyor ve felsefenin, filozofluğun, ilim ve bilginin temelini şikâyet zannediyordu. Hiçbir şeyden memnun değildi. Memleketinden, milliyetinden, ailesinden, hemen her şeyden şikâyetçiydi. Ev halkının, mahalle ahalisinin, kısaca başkentte yaşayanların cehaletlerinden pek bezmişti. Aksaray’daki evlerinin en üst katında seçtiği yazı odasının penceresinden Topkapı taraflarına doğru bazen ümitsizce, acı acı bakardı. Uzun ve âdeta iyileşmez görünen bir sefalet altında yıkılmaya yüz tutmuş, kararmış, çarpılmış evlerin; koyu koyu yosun tutmuş damlarından sızan kederden sıkılır; sonra duvarlarının üstünde, kiremitlerinin arasında biten dam korukları, kuzukulakları, yapışkanlarla âdeta birer türbeye dönmüş delikleri, kovukları kargalara, çaylaklara, baykuşlara yuva olmuş bu damların altında geçirilen o sefil, o gamlı hayatı düşünür; gözleri sulanır, o üzüntüyle bütün bu memleket halkına şöyle bir hitapta bulunurdu:
“Ey hemşeriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten çok, kendinizde… Siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız. Fikirlerinizi gerçekten geliştirmeye uğraşanlara sövüp sayarak canlı, yeni, besleyici, güzel telkinlerini âdeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin cahilce hor görünüşünüzden korkmasalar, lânetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, kokuşmaya dönen bu derin gerilik yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları güzelce kabul etmek için anlama gücü kazanmaya uğraşınız.”
Bu üzüntüyle İrfan, “Feylozofi Kontanporen”30 kitaplığının açık tirşe31 kaplı kitaplarını masasının üzerine döker, haftalarca çalışarak “Evrim Kanunu”na ait uzun bir makale yazar; fakat yayımlamak için gönderdiği gazetelerin hemen hepsinden uzunluğu, açıklıktan çok, yeniliğe uğraşılmış acayip bir üslûpla yazılmış olması bahanesiyle reddedilirdi. Sonra, “Evrim Kanunu” makalesini kabul lütfunda bulunmayan gazetelerin sayfalarında fikri üslûbundan bayat, ne bayağı yazılar görerek üzülürdü. Niçin böyle faydalı, ciddî makalelere rağbet eden yoktu? Hiçbir sağlam ilim temeline dayanmaksızın, hemen her gün, fikir ve üslûpça aynı bayağılıkta tekrarlanan adi şeyleri kötü bir alışkanlıkla okuyorlar, bu bayağı yazıların okuyucuları ilk bakışta anlaşılır olmayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, bir zihin gücü harcamaya bağlı bir cümleye rastlamaktan neredeyse korkuyorlar. Beynin de tembel kalan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletmek, zihinlerini kuvvetlendirecek ciddîlikte okumaya üşeniyorlar. Halk şakalara, mizaha, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu” na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık Hokkabaz Çiçekçioğlu’yla32 yardağı Salamon’un kaba konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi, kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı. Öyle ciddî bir makaleyi yazmaya günlerce uğraştıktan sonra bunu bir gazeteye kabul ettirebilmek için âdeta koruyucular, iltimasçılar bulmak gerektiğini İrfan anladı. Eserlerini, gençlerin kalem sadakalarıyla yaşatmaya uğraşan, okurları sınırlı haftalık bir gazeteye göndermeye başladı. İlk uzun makalesi, çeşitli başlıklarla birkaç kısma ayrılarak yayımlandı. Bu birinci eserini, basıldıktan sonra öyle bilgince, derin ve nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Odanın kapısını kapatarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Sadece, imlâ ve tamlamalarda birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltilmesi gözünden kaçmış bir-iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla bütün okurların gözünde cehaletine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor; o satırların içinden kazımakla, koparmakla bu kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca tamamen kederleniyordu.
Makalesini yayımlayan gazeteyi, kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla iplere asılmış veya yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevî varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gururlanıyor ve gelip geçenlere:
“Şu gazeteyi alıp, Evrim makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddiyet, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır,” diye bağırmak istiyordu.
Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir takdir cümlesi işitebilmek için onun bunun ağzına bakıyor, o gazetenin ismini söze katmak maksadıyla türlü konular, lafı asıl konuya getirecek sözler buluyordu; fakat ne yazık ki hiç aldıran yoktu. Yayın dünyasına öyle bir makale çıktığından haberi olan bir kişiye rastlamıyordu. Sonra “Nankörler!” diye okurlara, o makaleden habersiz kalan okurlara kızıyordu.
İrfan, şöhret hırsıyla yanıyor, kavruluyordu. Kendini herkese tanıtmak istiyordu; fakat bu, elde edilmesi ne kadar zor bir işti. Acaba bu memleket, İrfan’daki zekâ cevherini takdir edebilecek bir anlayış seviyesine kadar hiçbir zaman yükselemeyecek miydi? Böyle ümitsizce düşünüyor, sonra çevresine karşı derin bir tiksinmeye kapılarak her şeyi, her şeyi insafsızca tenkide girişiyor, milli örf ve âdetlerimizden hiçbirini beğenmiyor; hepsini değiştirmek gerektiğine inanıyordu.
İrfan, gençliğin hayallerindeki evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır! O, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması gerekli bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti; çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu. Hele birbiri ardına iki çocuk doğurduktan sonra kadına bir çapulculuk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş; Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları evin dışında dolaşmaya başlamıştı. Karı koca bağlılığının bozulmasının ilk dönemlerinde, bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş; fakat sonraları buna da gerek görmeyerek gemi, tamamen azıya almış; karı koca, birbirlerinin başına âdeta birer belâ olup kalmıştı.
Bu etkili örnek, bu ümit kırıcı örnek, insanın gözünün önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan, kendine eş olarak el ele vereceği, gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın yaldızlı ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacağı bir melek arıyordu.
Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin ürünü olan bu benzersiz varlığı, bu hayal perisini İstanbul’da değil, en medenî memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile düşünemiyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere, bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızlar mı?
Hem böyle bir memlekette evlenmekten amaç ne olacaktı? Bu yosunlu damların altındaki kasvetli hayatın içinde yaşamak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde sürünmek veya evlât yetiştirmek için mi? Doğacak evlâdını, hayatın nimetlerine ulaştırmak için ona, zamanın ilerlemesine uygun bir okul hazırlamayı bile düşünmeyen bir milletin kahır ve sefalet içindeki nüfusunu artırmaya yardım etmek, insanlığın iyiliğini istemek midir?
İrfan, böyle kederli kederli düşündükten sonra siyah bir peçenin yarı koyuluğu altındaki fevkalâde güzelliği, bir çeşit ruh çarpıntısıyla hissedilen genç bir kadına sokakta bazen rastlıyordu. Onun narin iskarpinlerle attığı gönül okşayıcı adımlarda, çarşaf altından omuzlarının yuvarlaklığında, göğsünün kabarıklığında, vücudun üst kısmını ayıran bel çizgisindeki kıvrıntılarda; çarşafın, an kloş33 açıla açıla dökülüşünde öyle asalet dolu güzellikler, sanatlı incelikler, çekici ve yaraştırılmış ustalıklar keşfediyordu ki kadınlarımız hakkındaki kötü görüşlerini ve düşüncelerini unutarak, içyüzünü kestiremediği bir dalgınlıkla bu rastlanmış Venüs’ün çekici güzelliğine tutulup, onun endamındaki dalgalanışlardan gelen güzel kokulu havayı içine çekiyor ve kendi kendine: “İşte bu, mezarlıklara çömelip kâğıt helvası yiyen takımından değil. Bunun en ufak hareketinde bile bin asil incelik var. Allah bağışlasın… Acaba kimin?” diyordu.
Bir böylesi bulunsa İrfan’a hayat arkadaşı, gönül yoldaşı olamaz mı? Şimdi bu yolda yeni yeni ümitlere, fikirlere kapılarak öncekinden büyük bir dalgınlıkla takibe devam ediyordu. Bu güzel hanım, koyu renk güderi eldivenlere hapsedilmiş, bileğini dışa gelecek şekilde çevirip, çarşafını arkadan kendine özgü bir tavırla kavradığı zaman ilik, düğmenin pek örtemediği açıklıktan görünen avuç çukurundaki beyazlık, göze de âdeta dokunmasıyla anlaşılacak taze bir nemlilik hissi veriyordu.
Yaratılışın bir güzellik mucizesi olan bu el, İrfan’a yardım etmek için aşkla uzansa, onu bütün o ümitsiz, gamlı, karanlık fikirlerden kurtararak insanlığın üstünde, yüce bir mutluluk cennetine ulaştırabilirdi. Böyle büyük bir mucizeye gücü yetecek eli, taparcasına diz çökerek öpmek için gidiyor, gidiyor, gidiyordu.
Bu gerçek, gözünün önünden kaybolduktan sonra kendini günlerce oyalayacak bir hayal şekline bürünüyor; ona gizli gizli, haftalarca en ateşli öpüşlerini hediye ederek yalvarıyor, tapınıyor; fakat gitgide bu hayal, onun tapınan bakışında eski parlaklığını ve gücünü kaybediyor; yavaş yavaş siliniyor, sonra birdenbire bir yenisi parlıyordu.
İrfan, böyle şık ve güzel bir kadına rastladığı zaman bazen maddiliğe tapan bir insan olmaya çalışarak kendi akrabasından süslenip çıkan genç kadınları gözünün önüne getiriyor; bunların dışları kadar içyüzlerini de bildiği için o ipekli çarşafların, o dantelli korselerin altında ne kadar hırçın kalplerin gizlendiğini ve o bir günlük süsün, düzenin, evlerde aylarca süren ihmallere, ilgisizliklere, düzensizliklere çare olamayacağını ve duygu, terbiye, görenek ve yaşayış bakımından var olan birçok eksikliği affettiremeyeceğini düşünüyordu.
İrfan’ın böyle mutlu şekildeki rastlantılarından sonra uğradığı sevdalardan, çektiği üzüntülerden, azaplardan, bütün bu sinirlere ait hayal ürünü zevklerden, işkencelerden kimsenin haberi yoktu. Hep kendi kendine gelin güvey oluyordu. Yirmi iki yaşına kadar itiraf edilmemiş sevdalar, karşılık görmeyen ahlar, inlemeler, ağlamalar, açık bir gerçeğe yönelmeyen tapınışlarla yorulmuş; delice denecek hayaller arkasından koşmuştu. Aşk konusunda pek utangaç ve cesaretsizdi. Daima, böyle hayallere âşık oluyor; bir gerçek önünde sevgisini itiraf edeceği gün, iyi karşılanmayacağı hakkında düştüğü garip bir zan, kendisini öldürüyor; her türlü cesaretini kırıyordu. Kendileri için bu kadar gizli yaşlar döktüğü halde henüz güzel bir kadının azıcık iltifatına kavuşamamış olması, üzüntüsünü artırıyordu. Bu işte şansını mutlaka bir denemek gerekiyordu. Yine, bu güzellerden birine rastladığı bir gün, niyetlendiği şeyi yapmaya kalkıştı. Bütün cesaretini toplayarak kadının kulağının dibinde tutkunca birkaç kelime mırıldandı. O kadar acemice ki, birbirini takip eden her kelimede sesi kuvvetten düşüyor, sözler açıklığını kaybediyor, sonunda anlaşılmaz birer mırıltı halini alıyordu. Genç kadın, İrfan’ın bu tereddütlü, çekingen, şaşkınca saldırısına karşı cevap olarak derin bir hayret manasıyla kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büzdü; delikanlıyı, aşağılayıcı bir alaylı bakışla süzdü. Şemsiyesini indirip tek kelime söylemeden yürüyüverdi. İrfan, bu sessiz hakaret karşısında öldü, bitti, eridi. O günden sonra kadınlara düşman oldu. Erkeklere göre kadınların anlayış eksikliği, zaafları, birçok doğal durumdaki gelişmemişliği üzerine makaleler yayımladı. Bu yayınlara içerleyen birkaç hanım, basın sesiyle yine kırgın cevaplar verdiler. Konu kızıştı. Basın dünyasında İrfan, kadın düşmanlığıyla biraz tanındı; fakat ne yapsa, ne etse kadınlardan büsbütün hıncını alamıyordu.
1910 yılı Mayıs başlangıcında, dünyamızın Halley yıldızının kuyruğu içinden geçeceğine dair heyecan verici bir haber çıktı. Canlarına, herkesin hayatından çok önem veren kimseler telâşa düştü. Bazı genç hanımların endişeleri, uykularının rahatını kaçıracak dereceye vardı, hatta korkunun şiddetinden ağlayanlar olduğu bile işitildi. En çok korkanların kadınların arasında olduğunu fark eden İrfan: “İşte tamam, kadınlardan güzel bir intikam almanın sırası geldi,” dedi.
Yakınlardaki ihtiyar, genç bütün kadınları toplayarak birkaç “konferans” vermeyi kararlaştırdı. Bu konferanslar astronomi hakkında pek sade, basit, halkın anlayacağı ilkel bilgilerle başlayacak; hanımları gittikçe heyecanlandırmak amacıyla yavaş yavaş şiddet kazanacaktı. Bu kararını uygulamak için gereken hazırlığa başladı.
3
İrfan’ın babası Defterdar Galip Efendi, karısına ve çocuğuna geçinecek kadar gelir bırakıp dört-beş yıl önce ölmüştü. Bu aile, eski yaşayışlarını hemen hemen bozmayarak Aksaray’daki evlerinde oturuyorlardı. Bir gece, evin camekânlı büyük sofasında lambalar yakıldı. İskemleler, küçük minderler hazırlandı. İlim ve bilgi sahiplerinden İrfan Bey’in, dünyanın yakında geçireceği büyük tehlike veya uğrayacağı korkunç son hakkında vereceği bu meraklı konferansta bulunmak için yedi mahalleden ihtiyar, genç, çarşaflı, yeldirmeli,34 çocuklu, çocuksuz hanımlar sökün etti. Emeti, Bedriye, Hayriye, Mebrure, Emine Hanımlar hep toplandılar. O koca sofa kapı eşiklerine, merdiven basamaklarına kadar doldu.
İrfan zayıfça, orta boylu, kadınların tabiriyle sürahi yüzlü, uçuk benizli, ağzı burnu yerinde, açık kumral, bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlıydı. Üst dudağının ortası biraz kabarık, âdeta topça durması, gözlüğünün altında miyop olanlara özgü bir şekilde kıpışık kıpışık bakması yüzüne, devamlı bir soru sorma hali verirdi. Kadınlara karşı yatıştırılması imkânsız bir düşmanlığı olmakla beraber, yine onların takdirli bakışlarını ve ilgilerini çekmek için şiddetli bir içgüdüden kendini alamadığı için saçlarını taramış, en biçimli bonjurunu35 giymiş, koyu lâcivert boyunbağının üzerine inci iğnesini iliştirmeyi bile ihmal etmemişti.
Kuyrukluyıldız dünyamıza çarpmadan önce İrfan’ın halden anlayan, filozof yaratılışlı güzel bir kadına çatma ihtimali vardı.
Bir köşeye koydurduğu masanın önüne geçti. Not defterini eline aldı. Başladı; fakat söz işittirmek ne mümkün? Sofa, kadınlar hamamı gibi bir uğultu içinde inliyordu. Bu uğultuyu zor da olsa biraz hafifletmeyi başararak ağır ağır girişti:
“Hanımlar! Mademki bu dünyaya geldik, büyüdük, aklımızı şuna buna erdirmeye başladık, bizim için öğrenilmesi gereken bazı şeyler vardır. Bunlar için az çok bilgi edinmeliyiz ki oldukça medenî bir insan durumunda olmaya az çok lâyık olalım. Meselâ, yaşamak için her gün yemek yeriz; fakat bir lokmayı ağzımızda niçin çiğneriz? Bu çiğneme sırasında o lokma nasıl bir değişikliğe uğrar? Yutunca karnımızda nereye gider? İnceli kalınlı bağırsaklarımızı nasıl dolaşır? Bu yediğimiz şeylerden vücudumuz gıda payını nasıl ayırıp alır? Bunu bilmeyiz. Bilmek için de biraz düşünmek, eminim ki şimdiye kadar hiçbirinizin aklına gelmemiştir.
Kadının biri yanındakinin kulağına eğilerek: “Kuyrukluyıldızdan söz edilecekti. Bey, mideden başladı. Acaba yıldız, karnımıza mı girecek?” dedi, iki taze fıkırdaşmaktayken yaşlıca hanımın biri, İrfan Bey’in sözüne cevap olarak biraz kaba, kısık sesiyle:
“A, aklımıza nasıl gelmez evlâdım? Vücudumuzun içinde ne türlü âletler vardır diye ben daima merak eder dururum; fakat bizim için bunu görmek mümkün mü?”
Okuldan yeni çıkma genç kızın biri, kız arkadaşının kulağına: “Konferansçı beyefendi, lütfen bize bir kart versin de anatomi dersi görmeye tıp fakültesine gidelim,” fısıltısında bulundu. Kısık kısık gülüştüler.
İhtiyar hanım sözüne devam eti:
“Kurban bayramlarında evimizde koyun kesildiği zaman pencereden bakarım. Hayvanın içi âlet dolu. Gırtlağı, ciğerleri, el kadar yüreciği; hele o bağırsakları, kulaç kulaç çekerler de bitmek tükenmek bilmez… Hikmetine kurban olduğum Allah’ım, bunlara kimin aklı tamamen eriyor ki, bizim ersin?”
İrfan Bey:
Gerçi bir vücudun nasıl yapıldığını, nasıl beslendiğini layıkıyla bilmek, büyük büyük birçok ilimleri öğrenmeye bağlıdır; fakat bunların kısasının kısası pek açık bir dille herkese anlatılabilir. Avrupa’da bunların hakkında sade, hoş kitaplar yazılmıştır. Biz, tabiattan bir kısım; yani bir parçayız. Onun, aklımız erdiğince ve tahsil derecemize göre anlaşılabilir kısımlarını anlatmaya çalışırsak birçok yanlışlardan kurtulmuş oluruz; çünkü insanlar her felâkete cehaletleri yüzünden uğramışlar ve hâlâ da uğramaktadırlar. İnsanlık, çocukluk döneminde akıl erdiremediği konularda daima batıl inançlara düşerek işte bundan dolayı ilerleme yolunda gecikmiştir. Her gün gözümüzün önünde durup da çoğumuzun ona dair bilgisi çok eksik olan bir şey varsa o da gökyüzüdür. Gökyüzü mavi, yuvarlak bir sahan kapağı gibi dünyanın üzerine geçirilmiş görünür, hatta içinizden çoğunuz bunun, direksiz nasıl durduğuna şaşıp kalırsınız. Gök, bitmek tükenmez bir boşluktan ibarettir. Bu boşluğa astronomi dilinde “uzay” denir. Bu gördüğünüz koca mavi gök, tavan gibi kubbe biçimi, mavi, maddî bir şey değildir ki onu öyle durdurabilmek için direk dikmeye lüzum olsun? O mavilik, hava yığınının neden olduğu bir renktir. Birçok camı yan yana dizip de bunların arasından öbür tarafa baktığınız zaman nasıl bir yeşillik görünürse bu da tıpkı öyledir. Bulutsuz, duru havalarda başımızın üzerinde gördüğümüz o mavi kubbe, bir görme zannından başka bir şey değildir. Geceleri görülen yıldızların, gökte bir kubbenin yüzeyine çakılmış gibi görünmesi de göz aldanmasından ileri gelme bir şeydir. Bu yıldızların birbirine olan uzaklıkları akıllara hayret, zihinlere durgunluk verecek kadar fazladır. Bunlardan, ancak büyük rasat dürbünleriyle görülebilenlerin uzaklığını kestirebilmek için trilyonlarca mesafede uzaklara çıkmak gerekir. Uzayın akıl almayan derinliği içine gömülmüş olanlarla bizim aramızdaki mesafeyi ölçebilmek için kullanılacak mil, fersah,36 kilometre gibi en uzun ölçü birimleri geçersiz, hatta birer sıfır hiçliğinde kalır. Ucu bucağı, fen ve aklın ölçüsü dışında kalan bu boşluğun içi güneşlerle, gezegenlerle doludur. Güneş nedir? Gezegen nedir? En sade sözlerle şimdi size bunları anlatayım. Güneşler, çevrelerine ışık ve sıcaklık saçan iri birer alev, ateş parçalarıdır. Gezegenler, bizim Güneşimizin çevresinde dönenlerle karşılaştırılırsa aslında onlar da birer ateş parçasıyken zaman geçtikçe üstleri, küremiz gibi kabuk bağlamış, parlaklığı artık kalmamış; fakat ışık ve sıcaklığını çevresinde döndükleri Güneş’ten alan dünyalardır. Dinleyici hanımların içinde, bugüne kadar astronomi hakkında hiçbir bilgi edinememiş olan hanımlar, bu sade sözlerimden pek açık bir gerçeğe ulaşamazlar zannederim. Tariflerimi daha sadeleştireyim. Bahçede, kırda, pencere kenarında, balkonda elbette rastlamışsınızdır. Tekerlek tekerlek örümcek ağları vardır. Örümceğin kendisi bu ağın göbeğinde oturur. Bu kurduğu tuzağa düşecek avları bekler. Şimdi böyle bir ağı gözünüzün önüne getirip, orta yerdeki örümceği güneş diye alarak onun çevresinde dolana dolana büyüyen örümcek tellerinin üzerinde de birbirinden uzak noktalarda ufak ufak gezegenler hayal ediniz. Uzay içindeki “Güneş Sistemi” denilen şekli, o genel görünüşü zihninizde canlandırmış olursunuz; fakat “gezegen” demek, gidici, yürüyücü demektir. Örümcek ağının çevresinde var kabul ettiğimiz gezegenler hareket etmedikleri halde, Güneş’in çevresindekilerin hepsi, kendilerince belirli hızlarla birer hayali halka üzerinde ta yaratılıştan beri hiç durmadan dolanmaktadırlar. Her gezegenin, Güneş’in çevresinde, üzerinde döndüğü kabul edilen hayali daireye o gezegenin “yörüngesi” adı verilir. Şimdi bu, “uzay, gezegen, Güneş Sistemi ve yörünge” tanımlamalarına iyice dikkat etmenizi rica ederim; çünkü ilerideki tanımlamaların güzel anlaşılabilmesi için bu ilk tanımlamaların akılda tutulması gerekir. Güneş’i, büyük bir muma, ışığı güzel bir muma; gezegenleri de onun çevresinde dolanan pervanelere benzetirsek pek bayağı; fakat eskileri andıran bir şairlik yapmış oluruz. İçinizde hiç okumamış olan hanımların, pek sade de olsa bütün bu tanımlamalardan memnun kalmadıklarını anlıyorum. Güneş’in uzayda, çevresinde dönen gezegenleriyle beraber bir tarafa düşmeksizin öyle boşlukta nasıl asılı durduğunu çoğunuzun aklı almıyor değil mi? Hakkınız var. Biz bu dünyada o kadar yanlış hisler, zanlar içinde yaşarız ki bilimin bize gösterdiği büyük büyük varsayımları, gerçekleri, biz bu küçük aklımızla çevremizdeki ufak tefek eşyaya uydurarak, benzeterek hep yanılırız. “Düşmek” nedir? Bir kere bunu düşünelim. Sokakta giderken düşmek, pencereden düşmek, damdan düşmek, minareden düşmek, nihayet yangın kulesinden düşmek… Bizim için düşmenin en büyük ölçüsü bu değil mi? Haydi, bir baloncuyu birkaç bin metre kadar yüksekliğe çıktıktan sonra kazaya uğrayıp düştü kabul edelim. İşte bu kadar… Düşmenin bundan ilerisi, bilim dışında düşünenler için bilinmeyen bir iş… Ondan öteye gidilmemiş ki nasıl ve nereye düşüleceğini bilelim? Uzayın ucu bucağı olmadığını söyledikti ya… Şimdi bir cismi, uzay dedikleri bu boşluğun derinliklerine doğru sürüp götürelim. Yerküreyi kaybedecek kadar uzak bir mesafeye götürerek orada bırakalım. Şimdi bu cisim nereye düşecek? Her tarafı bizim aklımızın alamayacağı derecede bir genişlikle kuşatılmış. Hem “düşmek” denilince bu olayın yukarıdan aşağıya doğru olduğunu biliriz. Bizim için aşağılık, yukarılık yeryüzüne göre beliren bir şeydir. Yerküremizden onu kaybedinceye kadar uzaklaşınca aşağı, yukarı kelimelerinin manaları da bu uzaklıkla beraber kaybolmuş olur. Uzayın böyle bir noktasında mademki artık aşağı yukarı kelimelerinin manaları yoktur. Yukarıdan aşağıya hızlı inmek demek olan “düşmek” kelimesinin de bir anlamı kalmaz. “Etrafımız böyle uzayla, yani sonsuz bir boşlukla çevrili olan bir noktada yukarısı aşağısı yok; inmek çıkmak, düşmek yok; fakat bunlara bedel, genel çekim denilen bir kuvvet vardır. Kâinattaki her cisim, bu kuvvetin hükmü altındadır. Bu kuvveti bilimde şöyle tarif ederler: “Bu âlemde var olan cisimler birbirini, cevherleriyle düz orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak çekerler.” Siz bu tariften hiçbir şey anlayamazsınız. Bu kanunların açıkça anlaşılabilmesi matematik bilgileri, mekanik bilgisi ve benzeri şeyleri bilmeye bağlıdır.
İşte bu çekim kanunu uyarınca uzaydaki hesapsız güneşler, gezegenler, kendi hacimleriyle birbirlerine karşı olan uzaklıklarına oranla öyle bir düzen meydana getirmişlerdir ki, her zaman matematiksel bir düzen içinde dönerler. Bizim Güneşimiz, uzaydaki sayısız yıldız arasında önemi olmayan bir yıldızdır. Güneş, Yerküre’den bir milyon iki yüz yetmiş bin defa büyüktür. Bize pek büyük görünen bu dünyadan bir milyon iki yüz yetmiş bin kere büyük olan bir şeyin artık, olağanüstü büyüklüğünü düşünün; fakat uzayın sınırsız genişliği içinde bu koca cisim, kaybolmuş bir noktacık kadar önemsiz kalır. Güneşimiz, bulunduğu merkezden çekiminin görünmez ağı içinde tuttuğu gezegenlere güya hasretle kollarını uzatmış da onları çevresinde sapan taşı gibi çeviriyor sanılır. Bu gezegenler, Güneş’in çevresinde, kendilerini çeken bu ateş merkezine düşmeyecek kadar büyük; fakat tutkulu bağlılıklarını, o merkezi çekimden ayırıp, uzaya fırlayabilecekleri kadar bir merkezkaç kuvveti meydana getirmeye yetmeyecek bir hızla dönmektedir. Sizin anlayacağınız bir kuvvet, gezegenleri Güneş’e doğru düşürüyor, başka bir kuvvet de uzaya doğru itiyor. Bunlar ne Güneş’e ne de uzaya gidemediklerinden bu iki zıt kuvvetin tayin ettiği bir ortamda dolanıyorlar.
Güneşin çevresinde sekiz gezegen vardır. Bunların hepsi kendi yörüngeleri üzerinde dolanırlar. Dünyamız üçüncü gezegendir. Yani Güneş’e bizden daha yakın Utarid37 ve Zühre38 adında iki gezegenden sonra bizim yörüngemiz gelir. En yakın olan Utarid’in Güneş’e uzaklığı 14.300.400 ve en uzak bulunan Neptün’ün 1.100.000.000 fersahtır. Bu saydığımız gezegenlerden başka Güneş’in kendinden pek fazla uzaklaşan uçarı tabiatlı birtakım gezegenleri daha vardır. Bunların yörüngeleri elips dedikleri şekildedir. Daha Türkçesi yumurtanın bir ucundan öteki ucuna olan uzun yuvarlağı biçimindedir. Güneş’in çekim kuvveti şimdilik son gezegen sayılan Neptün’de bitmez. Daha ondan öteye milyarlarca fersah mesafelere kadar sürer.
Bu kuyruklu veya perçemli dediğimiz sürtük gezegenler, Güneş’ten çok fazla uzaklaşırlar. Uzaklaştıkça hızları azalır. Sonunda uzayın karanlık, donmuş, o sonsuz ayrılık gecesi içinde bir korku hissi ve sevgiliye hasretle sarılarak ağır ağır geri dönerler. Bu dönüş sırasında sevgilinin hasreti güya her saniye artan bir şiddetle yükselir, çekim büyür. Işığını ve ısısını gittikçe artıran bir hızla, ateş saçan bir aşkla uzayları yırtarak, yakarak sevgililerinin yakınına koşarlar, koşarlar; Güneş’e en yakın noktaya gelirler. Bunlardan bazıları, Güneş’teki atmosfere kadar yaklaşır, adeta alevlerine sürtünecek kadar sokulur. Bu yaklaşmayla sanki hasretlerini giderdikten sonra yine o uzun uzay yoluna atılırlar. Güneş gezegenlerinin yörüngelerinden birer birer atlayarak Güneş’in hükmünün geçtiği son sınır olan Neptün’ün yörüngesinden çıkarak uzay boşluğuna dalarlar. Açılırlar, açılırlar. Yörüngelerinin en uzak noktalarına ulaştıkları zaman Güneş’in manyetizması bunları yine birer birer o ihtişama ve sevgi yakınlığına davet eder.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.