Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Akile Hanım Sokağı», sayfa 3

Yazı tipi:

5

KIRMIZI KONAK

Tarık’ın hareket ettiği günün gecesi hemen hemen sabaha kadar hiç uyumadım. İçimdeki huzursuzluk, ne yapacağımı bilmemek bana sarih22 bir acıdan, hatta felaketten daha kötü geldi. İçimde evini kaybedip sokak sokak dolaşan, ne yapacağını bilmeyen bir avare çocuk hali vardı.

Acaba Ankara’da kalsam daha iyi mi olurdu? Fakat orada Tarıksız yalnız bir akşam bana aynı hissi verebilirdi. Ankara deyince hâfızamda önce süslü bayanlar, iki dirhem bir çekirdek şık baylar canlandı. Kabul günlerimin haricinde evime gelip bana canyoldaşlığı edecek kim vardı ki… Mamafih hayat, Ankara’da Tarık’la beraber iyi geçmişti. Evimin işleri vardı. Boş vaktimde çok okurdum. Ondan başka da tiyatrosu, bilhassa operası ile insan oyalanıyordu. Sokaklarda da rahat dolaşabiliyordum.

Beraber getirdiğim iki kitabı bitirince acaba eniştemin kütüphanesinde beni oyalayacak romanlar, eserler bulacak mıydım?

Niçin teyzemin evinin işlerine yardım etmeyeyim? Fakat Güzide’nin becerikli elleri, gücü, kuvveti hiçbir yardıma muhtaç olmadan koca evi gül gibi çeviriyordu. Güzide deyince biraz canlandım, o, bütün aile için insana can veren, oyalayan bir mahlûk. Kimbilir bu sokak hakkında bana neler anlatacaktı? Bütün bu evler, sokaktan gelip geçenler, kendi başlarına insanı eğlendiren birbirinden başka birer hayat gösterisi.

Ortalık ağarınca başımdaki lâmbayı söndürdüm. Pencerenin önüne gittim. Sokağa baktım.

Henüz kimse yoktu. Fakat çok geçmeden: “Süüüüüt!” diye hem geldiğini haber vermek isteyen, hem de rahatsız etmek istemeyen ahenkli bir ses duydum.

Biraz sonra, Aksaray tarafından elinde süt güğümü ile perişan bir adam belirdi. Kırmızı konağın kapısında durdu. Zili çalmadan kapı açıldı.

Arkasından yeşil bir bahçe sahnesi belirdi. Ortasında büyücek bir öbek toprağın üstünde renk renk açmış çiçekler, duvarlarını sarıp yükselen sarmaşıklar, aralarında kırmızı, sarı güller, morsalkımlar ve hanımelleri saklı. Arka duvarın tam köşesinde alevden çiçekleriyle muazzam bir nar ağacı gözünüzü, gönlünüzü ısıtıyor…

Konağın iç kapısına iki tarafı mermer merdivenli, gene bir mermer sahanlıktan giriliyor. Üstü kapalı, etrafını asmalar süslemiş. Ortasında henüz söndürülmemiş yeşil bir fener duruyor. Bahçeye bakan tarafında, demir parmaklıkların yeşil yapraklı örtüleri arasında bir genç kız durduğunu tahayyül edebilirsiniz… Çünkü bu yer insana Romeo-Jülyet piyesindeki Jülyet’in kameriyesini hatırlatıyordu.

Huzursuzluğum biraz gider gibi oldu. O gün bu bahçeye gidip Âkile Hanım’la ahbaplık etmeye karar verdim. Âkile Hanım kendisi, elindeki bir kaba sütü boşalttırdı, entarisinin üstündeki iş önlüğünün cebinden para çıkarttı, sütçüye uzattı, kapıyı kapattı, çekildi.

Güzide bana, Âkile Hanım’ın da beni bahçeye davet ettiğini söylemişti. Fakat düşündüm, her halde Âkile Hanım bu konağın sahibi değildi. İlk işim konak sahipleri hakkında teyzemden malûmat almak olacaktı.

Biraz sonra öteki evlerin kapıları birer birer açılarak işlerine giden genç, yaşlı, kadın, erkek, bir sürü de mektep çocuğu çıktı. Hepsi kendi başına bir şahıs.

Solda, ilâhi bir mavi kubbe gibi üstümüzü örten gök, biraz evvel, sanki bu lekesiz maviliğin üzerindeki bütün kirleri süpürmüş, ufuklara yığmış gibi, güneşin doğduğu yerde koyu kurşunî ve garip şekillerde bulut yığınları var! Şimdi, birdenbire, bu koyu renk bulut yığıntısı, arkasında muazzam bir ateş yanmış gibi kızarmaya başlamıştı. Bütün minareler, kubbeler ve birbirine benzemeyen garip meskenler de bu kızıllığın aksiyle meydana çıkıyorlardı. Kendi kendime, “Deli miyim?” dedim. İstanbul’un bu sokağı bütün dünyanın şehirlerindeki herhangi bir sokaktan bambaşka. Sonra bir de eniştem ve teyzem var… Sonra Güzide… Sonra, evde henüz mahiyetlerini öğrenemediğim kiracılar… Bunların hepsi dumanlar arasında müphem23 çizgili resim hayalleri gibi kafamdan gelip geçerken, bir akşam evvelki misafir toplantısını hiç itibara almamıştım. Çünkü o toplantı pekâlâ Ankara’da hatta Amerika’da da olabilirdi. Yalnız buraya sık geldiğini işittiğim Dick adlı genç ve sarışın Amerikalı’ya karşı Tarık’ın kıskançlığa benzer bir his göstermesini hatırladım ve güldüm.

Güzide kahvaltımı odama getirdi. Onun umumiyetle aksi ve pek az gülen karanlık yüzüne, benim varlığım yeni bir hayat ilâve etmiş gibiydi. Hemen onu karşıma oturttum. Teyzemle eniştem kahvaltılarını aşağıda, yemek odasında yapıyorlarmış. Beni bu sabah rahatsız etmek istememişler. Ben de hemen kırmızı konak hakkında onu sorguya çektim.

Konak, hemen yüz yıl önce, İstanbul’a gelmiş olan bir İtalyan mimar tarafından yapılmış. Son sahibi, Abdülhamid devrinde başmabeyincilik etmiş, Abdüllâtif Bey adlı bir zatmış. Karısı pek genç ölmüş, bir daha evlenmemiş ve çocuğu olmamış. Bu konak –anladığıma göre– Fransız edebiyatında gördüğümüz on sekizinci asrın kafalı, sanatkâr, yüksek mevki sahiplerinin toplandığı cemiyetleri hatırlatan toplantılara sahne olurmuş. Abdüllâtif Bey’in çok kıymetli bir kütüphanesi varmış ve misafir olmadığı zaman hep yazı yazarmış. “Her halde saltanat günlerini canlandıran hatıralar olacak…” diye düşündüm.

Bu konakta vaktiyle birçok uşak ve hizmetkâr varmış. Fakat hem Abdüllâtif Bey’e bakan, hem de bu tarihî, içtimaî toplantıları yirmi sene idare eden bu Âkile Hanım imiş.

Abdüllâtif Bey öldükten sonra tek vârisi olan Doktor Sadri Köksal, ailesiyle eve taşınmış. Şimdi evin üst katlarını onlar işgal ediyorlarmış. Selâmlık tarafını da kendisine muayenehane yapmış. Âkile Hanım, konağın alt katının beş odasını işgal ediyor ve onlara yemek pişiriyor, bahçeyi de tek başına güllük, gülistanlık haline sokuyormuş. Âkile Hanım’ın bir tane Nazilli’de, bir tane de İstanbul’da evli oğlu varmış.

– Bir gün gidip bahçesinde onunla konuşmak isterdim ama, Doktor Bey’in ailesini tanımıyorum, garip olur.

– Hanımefendi, Doktor Bey’in hanımıyla konuşur. Doktor da bazan buraya gelir. Onlar bahçe kapısından işlemezler. Muayenehane tarafında da ayrı bir kapı var. Git, git, Âkile Hanım’a hayran olursun.

– Demek okur, yazar bir hatun?

– O anasından okumuş, yazmış doğmuş… O, âlimlerle aşık atar. (Gözleri masanın üstündeki saate ilişti.) Aman çene yarıştırırken ne kadar geç kalmışım? Hamam boş, istersen yıkan, giyin. Eniştenle teyzen seni odalarında bekleyecekler. Bey şimdi yazı odasında. Onlar çok erken hamamda işlerini bitirirler. (Dişlerini gıcırtadır gibi) Malûm ya! Teyze Hanım ordu idare eden bir paşa gibi bu evi elinde çevirir.

Güzide tepsiyi yakalayıp odadan ayrıldı. Merdivenlerde ayak sesleri kesildikten sonra, kalktım, yıkandım, giyindim. Hamamın öbür tarafındaki odadan hiç ses gelmiyordu. Demek sofradan kalkmamışlar.

Aşağıya indim. Yemek masasında karşı karşıya oturmuşlar, ikisinin de ağzında sigara… Teyzemin yüzünde o daimî sükûn maskesi. Fakat uzun yıllar beraber yaşamış olduğum için bu maskenin arkasını biraz sezerim. Bugün bana, bu hareketsiz yüzün arkasında bir can sıkıntısı varmış gibi geldi. Evet, dudaklarındaki o daimî zayıf tebessümün, gözlerindeki tabiî mânanın arkasında bir ruh fırtınasının estiğini sezer gibi oldum.

Daha fazla on sekizinci asır Avrupasının içtimaî tavırlarını hatırlatan, bana hemen kalkıp iskemle çeken bir centilmen vaziyetine rağmen, eniştemin de teyzeme bakmadan onunla meşgul olduğu, onu tatmin ve teselli etmek istediği kanaatine vardım.

– Otur da biraz yemiş ye. Bak ne güzel şeftaliler. İyi uyudun mu bari?

– Evet, evet… Bugün, Âkile Hanım Sokağı’nı, Âkile Hanım’la başlayarak gözden geçireceğim.

– Güzide baksın, evde mi?

– Siz kırmızı konaktaki doktor ailesiyle konuşuyor musunuz?

– Sakın hasta olma!..

– Hayır teyzeciğim, korkma. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.

– Ne çabuk İstanbul tabirlerini kullanmaya başladın, Nermin?

– Çocukluğumdan beri sizin ağzınızdan işittiklerim. Bilhassa Enişte Bey’in ağzından. Âkile Hanım’la bahçelerinde konuşmak acaba, doktorlarla tanışmadan benim için doğru olur mu?

– Âkile Hanım, bahçeye de, konağın alt katına da tamamen hâkimdir. Bizim Güzide bahçeden tek çiçek koparmanın Gülbeyaz’ın bile haddine düşmediğini söylüyor.

– Gülbeyaz, doktorun kızı mı?

Teyzem biraz müstehzî:

– Hayır, kâtibi. Bir küçük hanım. Aynı zamanda tıp talebesi olduğu için biraz da asistanlık yapıyor ve hastalara yardımı dokunuyor, çünkü doktorlar muayenehaneye bakacak hizmetçi tutamıyorlar. Gülbeyaz da onlarda yatar, kalkar. Yer, içer, muayenehanenin temizliğini de o yapar. Doktor Sadri çok bambaşka bir insandır. Haftada bir gün hastalarından para almaz. Sonra nereye çağrılsa, ne verilse onu alır. Her halde, mesleği onun ancak karnını doyuruyor galiba.

Eniştemin sesi biraz daha sıkıntılı:

– Bu mahalledeki hastalara hep o kızcağız bakar, emsalsiz bir çocuk.

Teyzem müstehzî:

– Malûm, malûm, bütün mahalle ona hayran. Enişten onun için cama bile tırmanır.

– Ben senin ağzından böyle bir kaba şakayı hiç işitmemiştim, Ayşe. Güzide de bugün çaydan sonraki kahvemi getirmedi, acaba yukarı mı götürdü?

Ben derhal yerimden fırladım. Yemek odasının katından aşağıya inen bir kısa merdivenden sonra hemen mutfağın bulunduğu taşlık katına gidiliyordu. Fakat odadan çıkıp da kapıyı kapayınca içeriden duyduğum hırçın sesler beni bir an kapının önünde alıkoydu. Daha doğrusu eniştemle teyzemin arasındaki bu esrarlı hava beni kapının önünde durup içeriyi dinlemek ahlâksızlığına sevketti. Kendi kendime, radyoda ekseri söylenen, “Bir hadise var can ile canan arasında” şarkısını tekrar ediyordum. Evet, eniştemle teyzem arasında bu sabah Gülbeyaz denilen bir diken vardı.

– Bu kırmızı konak, kırk yıllık hayatımızın ahengini bozdu.

– Senin kuruntun bu, Ayşe.

– Bu sabah, Güzide’nin Gülbeyaz aşüftesi için senden para istediğini kulağımla duydum.

– Elin namuslu kızına aşüfte demek sana yaraşır mı?

– Sana da hizmetçi ile, benden gizli, komşu doktorun asistanına para göndermek yaraşır mı?

– Anasız, babasız bir kızcağız. Mektepte kitap filân alacak parası yok. Unuttun mu bana parasız iğne yaptığını?..

– Hayır, hayır, “Bu ay geç kaldınız” diyordu. Demek başka aylar da verdin. Bu kız bir yıldır karşımızda. Doktorun evine de onu Güzide’nin koyduğunu doktorun karısı bana söyledi. Güzide ile ne münasebeti var.

– Belki akrabası…

– Tamam! Acaba şimdiye kadar bu akrabadan neden bahsetmedi? Hem kız her halde İstanbullu. Güzide Kastamonulu. Hizmetçi bulmak kolay olsa karının kulağından tutup sokağa atacağım.

– Sen kaybedersin, Ayşe. Bu kadar sadık, bu kadar işimizi ele almış adam nerede bulacaksın?

– Ben onu önüme alıp sorguya çekeceğim.

– Onu sen bilirsin, Ayşe! Fakat kaçırırsan, başka hiç bir hizmetçi bizim evi bu kadar az para ile böyle çeviremez.

– Vay, şimdi de idare ha! Ben de sana sorarım. Bankada büyük parası olmayan bir tekaüt,24 komşu hanımlara neden aylık veriyor acaba? Elimizdeki son şey Şişli’deki dükkân ve Fatih’teki ev. Onları da satacaksın gibi geliyor bana. Bu sırrı mutlak öğrenmek isterim, yoksa…

Teyzemin sesi yükseliyordu. Yıllar yılı onun böyle konuştuğunu işitmemiştim. İçimi bir korku aldı. Onların arasında da mı bir “acaba” vızıltısı var? Fakat benimkinden daha mühim.

Bu defa eniştemin de sesi biraz kısık yükseldi:

– Rica ederim, kavga etmeyelim. Hem de Nermin’in burada olduğu zaman ayıp olur.

Bir sandalye çekildi. Eniştem sofradan fırlamıştı. Ben de derhal ayaklarımın ucuna basarak mutfağa indim.

Güzide mutfağın rafına bir tahta koymuş, üstünde hamur açıyordu.

Arkası kapıya dönük olduğu halde kimin geldiğini hemen anlamıştı:

– Sana sarılıburma yapıyorum, hani sen Washington’da arada bir bana “kırmalı hamur isterim” der dururdun. O sarı Amerikalı da buna bayılıyor…

– Sen eniştemin kahvesini unutmuşsun!

– Hay Allah…

Oklavayı attı, elini kafasına vurdu. Gazocağına koştu.

– Gülbeyaz senin nen, Güzide?

– Teyze Hanım gene onu mu tutturdu? Aman ne hasis! Fakir bir talebeye enişten yardım edecek diye aklı başından gidiyor. Şükür halimize…

– Peki ama senin onunla münasebetin ne oluyor?

Güzide’nin garip bir hususiyeti vardır. Umumiyetle çenesi makine gibi işlemeye bahane arar. Fakat cevap vermek istemediği bir sual sorulursa taş kesilir. Ne bir ses, ne bir akis duyarsınız.

İşte bu suale böyle mukabele etti. Kahve tepsisini tek lâf etmeden aldı, gitti.

Ben, mutfakta epeyce onun dönmesini bekledim. Nihayet yavaş yavaş odama çıktım. Yatağımı yapıyordu. Şilteyi öyle bir dövüyordu ki, bir can düşmanından hınç alıyormuş hali vardı. Pat pat sesleri ta sofadan duyuluyordu.

Ben odaya girince bir şey söylemedi. Ben de dolabı açtım, mantomu aldım, giydim.

– Ben kırmızı konağa gidiyorum. Acaba daha evvel haber vermek lâzım mı?

– Kapıyı çalar, girersin.

Fazla konuşmama meydan vermemek için odadan çıktı.

22

Belli.

23

Belirsiz.

24

Emekli.

6

AHBAPLIK BAŞLIYOR

Sokağı geçerken Gülbeyaz, Âkile Hanım kadar merak ettiğim bir insan oluvermişti. Bahçeye girer girmez, Jülyet’in kameriyesi diye düşündüğüm sahanlıkta bir güzel kızın, bizim eve baktığını, şimdilik bir ihtiyar Romeo mevkiindeki eniştemi gözleriyle aradığını göreceğim sandım. Mamafih, Âkile Hanım denilen sual işareti, hiç olmazsa orada geçirdiğim saatte Gülbeyaz muammasını bana unutturdu.

Kapıyı Âkile Hanım açtı. Bir elinde ucu karşıki duvardaki bir musluğa geçirilmiş lâstik, ağzında sigarası, bahçede âdeta morfin alan bir insanın her şeyi unutan şevkiyle çalışıyordu.

– Safa geldiniz. Bizim bahçenin en güzel vakti.

İçerden bana uzun bir bahçe sandalyesi getirdi. Beni nar ağacının altına oturttu.

Kendisi lâstiği tekrar eline aldı, bir taraftan bahçenin duvarlarına, ortasındaki bir çiçek sergisi gibi duran çiçeklerle dolu kümbete, hatta bazan havaya bile su sıkıyordu. O kadar sakin, fakat renkli ve güzellik modeli bir köşe ki…

– Hava sıcak bugün… Paltonuzu çıkarmaz mısınız?

Şimdi kendisi de yanıma bir iskemle getirmiş, ağzında sigarası, kırk senelik ahbapmış gibi bir alışkanlıkla konuşuyor. Lâkırdı icadına uğraşmıyor. Bazan susuyor, gözleri sevgili bir simayı seyreder gibi ortadaki çiçeklere tebessüm ediyor, bana isimlerini söylüyordu. Bu, benim için bir botanik dersi gibi… O kadar az çiçek adı bilirim ki…

Âkile Hanım’ın ne uzun, ne kadına, ne de erkeğe benzeyen bir vücudu vardı. Fakat en fazla dikkati çeken yüzü idi. Gözlerim takıldı kaldı. Yüzü de uzun, ipince, şakakları basık fakat sadece kemik ve deriden olan bu baş size zayıf tesiri yapmıyordu. Ağzı ufacık, kendisine mahsus bir tebessümü daima muhafaza ediyor. İnce dudaklarının etrafındaki ve küçük gözlerinin uçlarındaki buruşukların ihtiyarlıkla münasebeti olamayan bir ifadesi vardı. Adeta hayata hem gülerek, hem de biraz şaşarak bakan, bu hayat sahnelerini bir beyaz perde üstünde uçuşan hayaller gibi seyreden bir hali vardı.

Benim onda en çok hoşuma giden şey tabiî bir şekilde susabilen tarafı idi. Siz bir şey sormazsanız, onun da söyleyecek bir şeyi yoksa susmasını bilen nadir bir insandı. Onda beni şaşırtan şey de ilk defa görmüş olduğu halde, tecessüse benzer bir his göstermemesi idi. Lâf benim suallerimle açıldı, uzun uzun konuştu. Hayatının bir safhasını açarken karakterinin de bir tarafının perdesini tutup kaldırıyordu. Fakat bir ucunu görebildiğiniz bu hayat sahnesinin hem geniş, hem de bütün perde kalksa dahi fark edemeyeceğiniz iç tarafları olduğunu seziyordunuz.

– Kimbilir, kaç yıldan beri bu konaktasınız?

Gözleri parladı. Önüne seriliveren bir ziyafet sofrası karşısında, masaya serilmiş olan nefis yemeklerin hangisini seçebileceğini düşünen, âdeta içten içe ağzını şapırdatan bir mâna yüzünü sardı. Biraz düşündükten sonra, galiba en göze çarpanını seçti ve söze başladı:

– Sayısını unutacak kadar uzun yıllar… Rahmetli Beyefendi, Hanım’ı kaybettikten sonra beni hiç bırakmadı.

Eliyle ikinci katta, salon olması lâzım gelen bir odayı işaret etti:

– Zamanın başta gelen ekâbiri sık sık, akşamları burada toplanırlardı. Ben de onlar dağılıncaya kadar, işte şuradaki taş sofada oturur beklerdim. Kahve, çay, limonata sık sık hazırlanır, gider, Cafer Ağa, arkasında bir efendi kostümü ile mütemadiyen merdivenlerden iner çıkardı. Bazan nısfılleylden25 üç saat sonraya kadar o kibar sohbetleri devam ederdi. Onlar gittikten sonra, Beyefendi yatıncaya kadar ben hizmetine bakar, sonra aşağı inerdim. Fakat Beyefendi kaçta yatarsa yatsın saat sekizde ayakta idi. Bazan bu gecelerde bütün mahalleye akseden saz ve şarkı sesleri de duyulurdu. Nurda yatsın! Hey gidi günler hey…

– Kimbilir kimler gelirdi?

Abdülhamid devrinin, benim adını bile işitmediğim bazı eski sadrazamlarını, İttihat ve Terakki’nin tarihe geçmiş birkaç simasını saydıktan sonra, bütün zaman için tarihimizde yaşayacak büyük şair ve muharrirlerden de birkaç isim zikretti.26 Gözleri tamamen maziye çevrilmişti. İşin garip tarafı, tıpkı o rahmetliler gibi en temiz bir Tanzimat Türkçesi konuşuyordu. Okumak, yazmak bilmediği söylenen bu kadının, bu üslûbu bu kadar benimsemiş olması mucize gibi bir şeydi.

– Sizin Rumelili olduğunuzu söylemişlerdi. Şivenizden hiç hissedilmiyor…

– Evet, Varnalıyım, fakat çocukken İstanbul’a geldik. Babam burada memurdu, bütün ömrüm burada geçti.

– Hiç gitmediniz mi bir daha?

Birdenbire, Âkile Hanım’ın hayat sahnesinin perdesinin başka bir ucu kalktı. Bu defa, mazisinin en yüksek sosyetesinin nâzımı ile değil, dairelerde, en karışık işleri gören bambaşka bir karakterle karşı karşıya idiniz.

– Bir defa gittim. Bir arazi meselesi vardı. Babamla amcam arasında yıllarca süren ve babamın hakkını yiyen bir mesele. İşte onu halletmek için gittim. Babam Bulgaristan’da geniş araziye sahipti. Amcam ile damadı tapuları kendi üzerlerine çevirmişler, üstüne oturmuşlardı.

– Bu işi nasıl hallettiniz?

Bu defa sarih bir zafer tebessümü ile yüzüme baktı. Bu karışık arazi meselelerini değme maliye memurunun kavrayamayacağı bir vuzuhla anlattı. Sonra, sadece ailesi arasında değil, Bulgar hükümeti memurları ve dairelerini de ezberden bilen bir hali vardı. Bütün teferruatıyla bir sürü karışık davayı apaçık izah ederken bütün resmî tabirleri kolaylıkla kullanıp duruyordu.

– Siz Bulgarca da biliyorsunuz demek?

– O zaman bilmek lâzım değildi. İmparatorluğumuzun asırlar boyunca bir parçası olan Bulgaristan’ın o zamanki memurları hâlâ birer Türk gibi dilimizi konuşurlardı. (İçini çekti.) Şimdi bizimkiler bile artık zorlukla Türkçe konuşuyor, ikide birde Bulgarca tabirler kullanıyorlar.

– Siz bu davayı hallettikten sonra bari aile arasında münasebet düzeldi mi?

– Ben bu işi hiç münasebeti bozmadan başardım. Ama babam çok üzülmüştü. O aralık amcama yazdığı bir mektuptaki şiiri size okuyayım:

Bundan evvel akrabaydık,

Akrep olduk biz bize.

Ayıbımız meydana çıktı,

Bakmaz olduk yüz yüze.

Hiç kimseden görmedim ben,

Akrabadan gördüğüm,

Akrep etmez akrabaya

Akrabanın ettiğin…

Her halde Âkile Hanım’ın babası da hayatı bir şaka gibi alan müstesna ruhlu bir insan olacaktı. Kızı Âkile Hanım’ın onu da geçtiğine şüphe yok. Âkile Hanım’a ne kadın, ne de erkek demek mümkündü. Erkeklerin halledemeyeceği en dolambaçlı işleri su gibi beceren, bir taraftan da kendisinden yardım istendiği zaman hiçbir zahmeti esirgemeyen bir insan… O, insanların akrep taraflarını tabiî buluyor, fakat onları bütün cepheleriyle yani iyi taraflarıyla da görüyordu. Güzide’nin dediği gibi bunları mekteplerde değil, hatta acı tecrübelerden sonra da değil, sırf bin bir taraflı bir kabiliyetle doğmuş olanlar kendi kendilerine öğrenebilirler.

Kapı çalındı. Bakkal çırağı kılıklı bir genç çocukla biraz konuştu. Çocuk ellerini sallayarak telâşlı telâşlı muhtar, ilâm gibi lâflar etti.

– Yarın öğleye kadar işini yaparım. Öğleden sonra uğra… diye savdı.

– Sahiden bu mahallenin muhtarı mısın, Âkile Hanım?

– Ne münasebet! Ama bunlar hep çoluk çocuk. Saçlı sakallılar bile bazan resmî muameleleri kıvıramıyorlar. Ne de olsa komşu… Bu gibi karışık işleri onlar günlerce yapamaz, halbuki muamele bilen, adamına göre konuşan bunları yarım saatte çıkarır. Bilseniz resmî dairelere ne kadar halk zaman verir. Bunu Doktor Bey de anladı da, onun bütün resmî işlerini ben takip ediyorum.

Gene kapı çalındı. Mavi kostümlü, güler yüzlü, temiz pak, oldukça genç bir adam içeriye girdi.

– Oğlum Hüseyin, diye bana takdim etti. İstanbul’da evli olan ve bir dairede çalışan oğlu ile de biraz konuştuk.

Kalktım. Öğle vakti geçiyordu:

– Ben yarın gene geleyim mi?

– Buyurun efendim.

– Vaktinizi almıyor muyum?

– Asla. Ben hem çalışır, hem konuşurum. Gene sulama vakti gelin. Serinlemiş olursunuz.

Yüzüne baktım. Eski günleri ihya etmek27 biraz hoşuna gitmişti galiba. Ancak kapıdan çıkarken Gülbeyaz hakkında malûmat istemeyi unutmuş olduğumun farkına vardım.

Eniştemle teyzem sofraya oturmuşlardı. Teyzem on iki buçukta mutlak öğle yemeği isterdi. Güzide’nin aksiliği pek geçmemişti. Âdeta çemkirir28 gibi konuşuyordu. Fakat teyzemle eniştemin vaziyeti sabahki gerginliğini kaybetmiş gibiydi. Birbirleriyle şaka bile ediyorlardı. O akşam baş başa oturduk, radyo dinledik.

“Yanıyor mu yeşil köşkün lâmbası” diye söylenen bir türkü esnasında teyzem, “‘Yanıyor mu kızıl köşkün lâmbası’ demek vezni bozar mı?” diye eniştemle alay etti.

Eniştem de aynı alaylı sesle, “Bilâkis, daha güzel olur. Işık ve ateş kızıl sahalara yaraşır…” diye güldü.

Ertesi sabah Tarık’tan mektup almayı ümit ediyordum. Alamayınca biraz sinirlenmiştim.

Bilmem eniştem farkına vardı mı nedir, bizi aldı sokağa götürdü. Son yıllarda sokağa çıkmak onun için bir hadise olmuştu, evden ayrılmıyordu. Güzide’ye göre, bu, otomobile alışmış bir adamın yürümekten çekinmesinden ileri geliyordu.

Teyzem de, “Kırmızı konağın gözden ırak olduğuna tahammülü yok,” diye alay etmişti.

Her halde, ben çok memnun oldum. Bir elinde baston, bir tarafında teyzem, bir tarafında ben, Atatürk Bulvarı’nı ağır ezgi, fıstıkî makam yürüyerek çıktık. Tam bulvarın orta yerinde, karşımızda bir genç kız belirdi. Acele acele yokuşu iniyordu. Eniştem şapkasını çıkardı, selâmladı. Teyzem bana bir şeyler anlattığı için onu görmedi galiba. Âdeta rüzgâr gibi geldi, geçti. Ben de kim olduğunu sormadım.

Öğle yemeğini o gün Şark Kahvesi’nde yedik. Eniştem Saraçhanebaşı’nda bizi bir arabaya koydu, götürdü. Çok keyifli görünüyordu. Tabiî o gün Âkile Hanım’a gidemedim. Fakat Şark Kahvesi’nin sol tarafında, o rahat sedirlerden Adalar’ı seyrederken zihnim hep onunla meşguldü. Masmavi bir gök, sükûn ve saadet içinde bir dünya! Her köşede, yuva yapmaya hazırlanan çift kuşlar gibi, yan yana, omuz omuza, oturan gençler… Burası bir aşk ve yuva kurumu proloğu…29 Radyodan veya plâklardan çalınan caz havaları ortalığı biraz bozuyor. Eniştem garsonun eline bahşiş sıkıştırarak bu kulağı tırmalayan sesleri susturmak istedi. Meğer bu sakin, bu Şark’ın hakikî yavruları olan çiftler bunu isterlermiş. Çok geçmeden, başka bir garson, bu hava ve sükûn içinde falso yapan gümbürtüyü tekrar dile getirdi. Eniştem omuzlarını silkti, bana baktı, teyzem, “O, Ankara’dan geliyor, hem de eski Washington günlerini unutmamıştır, onu sıkmaz,” diye güldü

O akşam Tarık’tan kısacık bir mektup aldım. Olanca kuvvetiyle ertesi gün açılacak kongre hazırlığı ile meşgul olduğunu, işleri yoluna koyunca daha uzun yazacağını bildiriyordu.

25

Gece yarısından.

26

Saydı.

27

Canlandırmak.

28

Karşı gelir, sert cevap verir.

29

Başlangıcı.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
24 ağustos 2023
Hacim:
241 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
9789750722615
Telif hakkı:
Can Yayınları

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu