Kitabı oku: «Aşk-ı Memnu», sayfa 5
Adnan Bey’in odasından çıkarken Mlle de Courton, sallanıyordu. Yemek zamanına kadar Nihal’den kaçtı, sofrada ona bakarken hep ağlamak istiyordu.
O gece Nihal’e mutlak haber vermek için kati talimat almış idi. Bülent uyuduktan sonra, yavaş sesle ikisinin arasında cereyan eden konuşmadan sonra Mlle de Courton, müsterih oldu. Kendi kendisine Galiba babasının hakkı var, dedi.
Nihal’e yalnız, eve bir kadın geleceğinden, bu kadının herkesle beraber sofraya oturacağından, onun da bir odası olacağından, bu kadının Nihal’i pek ziyade seveceğinden bahsetmişti. Nihal bütün bu şeyleri pek büyük bir sükûn ile dinlemiş, sanki yeni bir şey işitmiyormuşçasına küçük bir hayret eseri bile göstermemiş idi. Yalnız birtakım teferruatı merak ediyordu: Odası nerede olacaktı? Bu kadın güzel, kendisinden daha mı güzeldi? Bey babası ona ne diyecekti? Hangi odada yatacaktı? Bülent’e karışacak mıydı? Beşir yine Nihal’in olacak değil miydi? Ondan sonra… Bu suali en nihayet sormuştu: Ondan sonra babası Nihal’i gene eskisi kadar sevecek miydi?
Bu sualin cevabını aldıktan sonra Nihal, henüz kapanmamış cibinliğinin altında şüphesiz gene bir araba seyranında gülerek uyuyan Bülent’e bakarak uzun uzun düşünmüştü. Nihayet Mlle de Courton demiş idi ki:
“Şimdi bey baban senden izin bekliyor, eğer sen izin verecek olursan gelecek. Yarın sabahleyin bey babana söylersin, değil mi çocuğum?..”
Nihal yalnız başını hafifçe sallayarak sessiz bir “Evet!” demiş ve o gece yalnız kaldıktan sonra Bülent’in yataklığına eğilerek rüyasının saadetiyle gülen bu çehreyi, güya saadet tebessümünü orada tespit etmek isteyerek uzun bir buse ile öpmüş; daha sonra, bilinemez nasıl bir hisle, bu geceden başlayarak aralarına bir duvarın çekilmesi lüzumunu anlamışçasına babasının odasıyla kendi odalarının arasındaki kapıyı birinci defa olarak kapamıştı.
***
“Behlûl Bey!..”
“Nihal Hanım!..”
“Niçin bana bakmadan cevap veriyorsunuz?”
Behlûl bir iskemlenin üstüne çıkmış, duvarda bir levhanın köşesine resim sokuşturmakla meşgul idi. Nihal’in son sualine yine başını çevirmeyerek cevap verdi:
“Dargın değil miyiz?”
Nihal, kin tutmaz çocuklara mahsus bir barışıklık hevesiyle “A!..” dedi. “Ben tamamıyla unutmuştum. Gerçekten, dün akşam dargındık, değil mi? İstersen çıkayım…”
Behlûl iskemleden atladı. “Çerçevenin hiç aralığı yok. Biraz daha zorlansa cam kırılacak…” Elinde resmi sallayarak duvarlara bakıyordu. “Şimdi bunu nereye koymalı?.. Nihal! Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Sen benimle niçin dargın duramıyorsun, bilir misin? Çünkü dargın duracak olsan kavgaya imkân bulamayacaksın. Yeniden kavga etmek için mutlak barışmak lazım geliyor…”
Nihal gülerek Behlûl’ün indiği iskemleyi çekip oturdu. “Bak, bunda da yanılıyorsun. Sen bugün İstanbul’a ineceksin, değil mi? Sana ısmarlanacak birçok şeyler var. İşte barışmak için âlâ bir sebep…”
Behlûl birden reddetti: “Mümkün değil Nihal… Başkasına havale et. Bu ufak tefek beni yoruyor. Hem bugün…” Elini sallayarak işlerinin çokluğunu anlatmak istiyordu. Sonra aklına bir şey gelerek: “Çantanı göster bakayım Nihal… Ne kadar paran var?”
“İşte saygısızca bir sual…”
“Canın isterse! Ben şimdi ücret almadan hiçbir iş görmüyorum. Bana borç verecek kadar paran varsa mesele değişir.”
Nihal çantasını cebinden çıkardı, açtı ve içindekileri eteğine dökerek “Oh! Bilsen!..” dedi. “Bana bugün o kadar şeyler lazım ki… İpek alınacak bir; Bülent makası ikiye ayırarak beline hançer yapmış, makas alınacak, iki; Beşir ne kadar zamandan beri yalvarıyor, kıpkırmızı bir fesle mavi bir püskül istiyor, onlar alınacak, üç…”
Behlûl dönerek uzaklaştı. “Ben vazgeçtim. Bir de Beşir’in şeylerini havale ediniz, tamam olsun. Kırmızı fesle mavi püskül nereden bulmalı? Çarşıya kadar çıkılacak. Hem bana borç verecek kadar paran yok…” Tekrar Nihal’e döndü. “Evvela buradan çıkar, babana gidersin, paralarını gösterirsin, anlıyor musun?..”
Nihal yerden paralarını toplayarak çantasına doldurdu. “Vazgeçtim!” dedi. Bugün gidip babasından para istemek fikri Nihal’i ani bir tesir ile değiştirmiş idi. Dalgın bir nazarla karşısında bekleyen Behlûl’e baktı, sonra dedi ki:
“Büyük meseleden elbette haberin vardır. O senden bir şeyi saklamaz ki…”
Şimdi birden birbirlerine karşı yine düşman gibi söylemeye başlamışlardı. Bu iki kardeş çocuğunun arasında böyle her dakika çocukluktan beri tutuşmaya hazır bir kavga kıvılcımı vardı.
Behlûl sordu:
“Kim?”
Nihal dudaklarını kısarak cevap verdi:
“O!..”
“Baban için ‘o’ demek terbiyeye pek uygun bir şey değil. Sen gittikçe büyüyeceğine günden güne şımarık bir çocuk oluyorsun Nihal. Evin içinde bunu sana söyleyecek kimse yok da onun için ben söylüyorum. Mlle de Courton şapkasının çiçeklerine, giysilerinin dantelalarına bakmaktan vakit bulamıyor ki… Dün akşam sofrada o ağlamak ne oluyordu sanki?..”
Nihal sapsarı idi. İskemlede, hareketsiz, Behlûl’ü dinleyerek duruyordu. Boğuluyor gibi yutkundu, şüphesiz ağzından çıkmak isteyen şeyleri güç zapt etti, dedi ki:
“Görüyorsun ki bugün seninle kavga etmeye hiç arzum yok…”
Sonra ellerini iki tarafına salıvererek ilave etti:
“Kuvvetim yok…”
Sesinde öyle acı bir bitkinlik manası vardı ki Behlûl birden başlayan bu mücadelenin bir çocukluk mücadelesinden başka bir şey olacağını anladı, birbirine bakışarak durdular.
Sonra Behlûl sakin bir sesle dedi ki:
“Nihal! Ben öyle zannediyorum ki sen bu meselede fena hareket ediyorsun. Bilsen, onu görsen, birden seveceksin… Bundan sonra senin için artık bir kadın olmak zamanı gelecek. O zamanın da bir hususi terbiyesi vardır ki onu ne Mlle de Courton’dan ne de Şaki-re Hanım’dan öğrenebilirsin. Daha sonra evin intizamı… İtiraf et ki şimdi bu bir evden başka her şeye benziyor. Buraya öyle bir kadın girecek olursa…”
Nihal gittikçe sararıyordu. O bu sabah babasının yanından çıktıktan sonra buraya Behlûl’ü kendisine müttefik bulmak ümidiyle gelmiş, onun hiç olmazsa bu meselede kendisiyle beraber olacağını zannetmiş idi. Hep öyle, hareket etmeden duruyordu. Behlûl devam ediyordu:
“Evet, öyle bir kadın girecek olursa bütün ev birden değişecek; bugün istedikleri gibi yaşayan bu hizmetçiler, bak, onun elinde ne olacak, hatta Bülent hatta sen, anlıyor musun Nihal?.. Senin için öyle şık, zarif, genç, güzel bir anne…”
Behlûl tamamlayamadı, birden mekanik bir kuvvetle yerinden fırlayan Nihal ellerini uzattı ve yorgun bir sesle bağırdı:
“Oh! Yetişir, yetişir, fena oluyorum Behlûl!”
Behlûl sustu, birden hatasını anlamıştı, her vakitkine benzer bir latife ile konuşmayı bitirmek istedi, kuvvet bulamadı. Nihal bir şey söylemeye çalışarak bakıyordu, sonra vazgeçti ve yavaş yavaş çıktı.
Behlûl o gençlerden biri idi ki onlar yirmi yaşında hayatı tamamıyla öğrenmiş olurlar, mektepten hayata çıkarken sahneye ilk defa çıkan acemi bir sanatkârın heyecanını bile duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarıyla öğrenilen bir komedi hükmündedir, onu o kadar iyi öğrenmişler, onun esas mahiyetini öyle nüfuz eden bir vukufla büyülemişlerdi ki sahneye çıkınca ufak bir başlangıç çekingenliğinden uzaktırlar. Behlûl bir seneden beri geniş bir komedi sahnesi olmaktan başka bir sıfatla telakki etmediği hayata girmişti: Burada hissettiği yegâne hayret, evvelden bilinip öğrenilmemiş, keşfedilip anlaşılmamış bir şey bulamamaktan ibaret idi.
Babası vilayetlerden birine memur olup gittikten sonra Behlûl Galatasaray’da yatılı olarak bırakılmış idi, haftada bir gece Adnan Bey’in yalısına giderdi; babası o kadar uzakta idi ki tatil zamanlarını uzun bir seyahat için israf etmektense İstanbul hayatı hakkında mektepte başlanan öğrenimi genişletmek ve tamamlamak için kullanmayı tercih etmişti.
Hayallere kapılır değildi, hayatı bütün maddiyet ve yoksulluğuyla görürdü. Mektepte geometri kitabının üstüne başını koyup da pencereden bir köşesi görünen semaya dalarak fikrinin bir hülya seçkinliği arkasından uçuşu vaki olmuş bir şey değildi. Öğrendiklerini öğrenmek için, bilmemiş olmamak için öğrenirdi, ne geleceğine ait bir emel sarayı kurmuş ne gençliğine ait bir şiir demeti bağlamış idi. Hayat onun için uzun bir eğlence idi. En ziyade eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade hak sahibi olanlar nazarıyla bakardı.
Eğlenmek… Bu kelimenin manası da Behlûl’de değişikliğe uğramış idi. O hakikatte hiçbir şeyden eğlenmezdi. Bütün eğlence yerlerine koşardı, bütün gülünecek şeyleri arardı, ihtimal herkesten ziyade gülerdi fakat eğlenir miydi? Eğleniyor görünürdü, onun için eğlenmek, eğleniyor görünmek demekti. Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı olan bir can sıkıntısı vardı ki onu daima bir zevkten diğerine sevk ederdi. Geceyi Tepebaşı’nda bir opereti dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköy bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken görülürdü; bir pazar günü Konkordiya kadın şarkıcılarından birini araba ile Maslak’a kadar götürür, bir cuma günü Çırçır Suyu’nda saz dinlerdi. İstanbul’un hiçbir eğlence yeri yoktu ki Behlûl oradan bir zevk hissesi almasın. Ramazanda akşamları Direklerarası seyranına devam eder, kışın Odéon’un balolarında ortalığı neşesinin velvelesine boğardı. Henüz mektepte iken kendisine muhtelif dostluklar edinmişti. Mektebin her unsurla karışık hayatı içinde başlayan bu dostluklar mektepten çıktıktan sonra çoğalmış, ona memleketin bütün muhitlerinde selamlanacak çehreler, sıkılacak eller vücuda getirmiş idi.
O kadar çok adam tanır, muhabbetini o kadar muhtelif çehrelere taksim ederdi ki bunlardan bir tanesine biraz fazla bir bağlılık hissesi ayırmaya vakit bulamamıştı. Onun için lazım olan şey, Beyoğlu’ndan yalnız geçmemek Lüksemburg’a giderse kendisini dinleyecek bir muhatap bulmak, Kâğıthane’ye gidecek olursa arabada bir kişi kalmamaktı. İnsanlara bu yolda hizmetler, bu tarzda lüzumlar için yaratılmış nazarıyla bakardı; hiçbir zaman refakat edebilecek birisine tesadüf edememek vuku bulmamıştı.
Onu herkes sever, herkes arardı. Öyle kahkahaları vardı ki en derin sıkıntılara galebe çalarak yanındakine neşe verirdi; öyle nükteler, mazmunlar yağdırır ki bunlar geçtiği yerlere fikrinin israf olunacak çiçekleri kabîlinden serpilir, toplanır; memleket içinde gezerdi. Bir vaka olsa, bir yeni şey işitilse arkasından Behlûl’ün zarif bir sözü, hoş bir latifesi anlatılırdı.
Her vesile ile anlatılacak hikâyeleri vardı; bir kitapta okunmuş bir sahife, bir gazetede tesadüfen görülmüş bir fıkra Behlûl’e bir anlatma ortamı olurdu. Onu dinlerler ve mutlaka gülerlerdi. Nazarında kendisini bütün dinleyenler, dinlediklerine gülenler bir alay ahmaklardan başka bir şey değildi; asıl eğlenen kendisiydi. Etrafındakilere kendisinin zevki için ancak böyle lüzum görüldükçe kullanılacak aletler kadar ehemmiyet verirdi.
Başlıca merakı herkes tarafından taklit edilmekti. Bir sınıf gençlerin giyiniş ibresi hükmünde idi, ufak tefekler hakkında onun reyine bir nefis zevk düsturu hükmünde müracaat olunurdu. Kokular, kravatlar, bastonlar, eldivenler, bütün o lüzumsuz fakat o nispette mühim şeyler için Behlûl’de taklit olunacak mutlak bir yenilik vardı.
Bu adamın ahlak hüviyeti nasıldı?
Bu öyle bir sualdi ki Behlûl şimdiye kadar nefsine karşı bile söylemeye lüzum görmemiş, vakit bulmamıştı. Bazı şeylere inancı vardı: Parayı büyük bir kuvvet olmak üzere telakki ederdi, iyi bir adam olmak için güzel giyinmek başlıca bir şart olduğu zannına kapılmıştı; insanlara karşı vazifesinin onlarla mümkün mertebe beraber eğlenmek, memlekete karşı vazifesinin mümkün mertebe mesirelerden istifade etmek, nefsine karşı vazifesinin bu haşarı çocuğu mümkün mertebe sıkmamak noktalarından ibaret olacağında tereddüt etmemişti.
Hayatta hiçbir şeye şaşmazdı, yalnız bu ahlak felsefesine iştirak etmeyenlerin saflığına şaşardı, lehçesinde hayret kelimesini yalnız bunun için muhafaza etmişti. Edison’un yeni bir buluşunu mesela cambazhanede görüle görüle bıkılan bir sanat eseri kabîlinden öteden beri beklenilen bir şey hükmünde telakki ederdi. Hayatta bütün yeni şeyler için onda bir alışıklık, bir aşinalık vardı; sanki onlar eski imiş de herkes vâkıf olmak için kendisinden sonraya kalmışçasına garip addolunanlar Behlûl için eski zaman tarih-i marufiyetine inerdi.
Arkadaşlarını hayretlere düşüren bir vaka anlatılırken o “Bundan adi bir şey olamaz.” hükmünü vererek başını çevirirdi. Hatta Adnan Bey ona “Haberin var mı Behlûl? Firdevs Hanım’ın kızını alıyorum, sana bir şık yenge…” dediği zaman Behlûl’de küçük bir hayret eseri bile uyanmamış, “Ben zaten, bekliyordum.” demişti.
Nihal çıktıktan sonra Behlûl hatasının fena tesirini nefsine unutturmak isteyerek resmi tekrar eline aldı, etrafına baktı, nihayet bir Japon yelpazesinin arasına koymak için karar verdi. Oraya iliştirirken kendi kendisine, Bu izdivaç fena değil fakat Nihal için hiç iyi bir şeye benzemiyor. Zavallı çocuk!.. dedi. İkisi ta çocukluktan beri daima birbirine karşı kavgacı hatta kinci olmakla beraber, türlü küskünlüklere, kavgalara rağmen aralarında, şüphesiz kan bağlarıyla, büsbütün kaybolamayan bir dostluk vardı.
Onların münasebeti hiç bitmeyen bir cenkti. Behlûl, aralarındaki sekiz senelik yaş farkının verdiği salahiyetle bir büyük birader sıfatını alır, Nihal’in bütün çocukluklarını azarlar, ona verilen terbiye tarzının aleyhinde bulunur, bu kızın şımarık bir çocuktan başka bir şey olmayacağını söyler, ona azap vermekten garip bir haz alırdı. Bunlar Nihal’i çıldırtırdı: Keskin bir kelime ile, kaba bir vaziyetle Behlûl’ün hiçbir itirazını karşılıksız bırakmazdı; nihayet kavga başlardı. Bu kavgada Behlûl, Nihal’in hırçınlıklarını istihzalara, karşılık verilemeyecek kahkahalara boğarak galip çıkmaya çalışırdı. Aralarında her vakit halledilecek bir mesele, son verilecek bir kavga vardı.
Bu münasebet tarzı, onları, neticesiz kalmış bir çarpışmada galebe fırsatı bulmak için dakikaların tesadüf lütfunu bekleyen iki muharip sıfatında tutardı. Birbirlerini ararlar; her kavgadan sonra birbirine sokulurlar; önceden gülerek, bütün kavga hatıralarını unutarak başlarlar; sonra, birdenbire, bir kelime, bir nazar, bir hiç sebep olur; Behlûl güya bir çocuğu kızdırarak eğlenen bir adam sıfatından düşmeyerek, Nihal bu sahte taarruz hareketinden daha ziyade kudurarak kavga ederlerdi.
Hâlâ resme bakıyor fakat onu görmeyerek, zihninde hep o meseleyi takip ederek duruyordu. Bir aralık amcasının sözü aklına geldi, kendi kendisine, Evet… dedi. Şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir valide ile şık bir kız kardeş! Bütün şık!.. Biz de Melih Bey takımından oluyoruz. Odasının bütün duvarlarını dolduran resimlere bir fikir anlatmak isteyerek elini savurdu ve içinden gelen bir raks havasıyla coşarak iki vals devresinden sonra kendisini ta ötedeki koltuğa attı, bağırdı:
“Hurra!..”
4
Sıcak bir ağustos günüydü. On beş günden beri Mlle de Courton dersleri tatil etmiş idi. Sabahları bahçede uzun uzun birlikte oturuluyor, bunlara ara sıra Adnan Bey’le Behlûl bile iştirak ediyorlardı. Bu sabah kameriyede büyük meşguliyet vardı. Behlûl nihayet Beşir’in kırmızı fesiyle mavi püskülünü getirmişti fakat Beşir’e biraz büyükçe kafasının alışılmıştan ziyade uzayan kıvırcık saçlarıyla fes küçük geliyordu. Saçlarını makinenin sıfır derecesiyle kırkmaya karar vermişlerdi. Beşir iki günden beri makineyi saklayarak bu vazifeyi başka kimseye bırakmak istemeyen Bülent’ten bucak bucak kaçıyordu. Bülent’te o kadar arzu vardı ki nihayet Nihal aracılığa lüzum görmüştü. “Neden korkuyorsun Beşir? Bir tarafını kesmez ki…” demiş idi.
Nihal’in bu sözü Beşir’in bütün korkularını birden söndürmüştü; şimdi orada, yere diz çökmüş, başını Bülent’e teslim etmiş idi. Bülent kahkahadan işleyemiyordu ki… Beşir gıcıklanarak kıvrandıkça, “Aman küçük bey!..” ricalarıyla ensesini kıstıkça Bülent’in gülmekten parmakları gevşiyor, diğer eliyle karnına basarak katılıyordu. Ötede dalgın gözlerle dudaklarında müphem bir tebessümün gölgesi uçarak Mlle de Courton Beşir’e bakıyor, kendisine “Oh! Fransızlar fena bir asır geçiriyor matmazel! Sizi temin ederim ki Fransa’yı terk etmekte isabet ettiniz. Damarlarında biraz asalet kanı dolaşanların bu pisliklere kayıtsız kalabilmesine imkân yok.” türünden sanki temizlik hislerinin isyanına tercüman olan nakaratları art arda söyleyerek Paris’in son gazetelerinden bütün iğrenç tafsilatıyla hikâye olunan bir rezalet vakasını anlatan Behlûl’ü galiba dinlememek için Beşir’e bakıyordu. Behlûl’ün başlıca zevklerinden biriydi: Bütün okuduğu açık hikâyeleri, gördüğü çapkın komedileri türlü ahlak mütalaalarıyla art arda söyleyerek ihtiyar asilzade kıza anlatır, onun azabından, sarı çehresini tabaka tabaka istila eden namus kızıllığından eğlenirdi. Kameriyenin kenarında, sedirin üstünde Nihal, Cemile’ye yeni öğrenilmiş bir el işi göstermeye çalışıyordu. Nihal’in tabiatı idi: Doğrudan doğruya öğrenmeye sabrının yetemeyeceği şeyleri Cemile’ye öğretmeye çalışarak öğrenmiş olurdu. Bu, gayet ince, muhtelif renkte kurdelelilerin nohut kadar boncuklarla tutturulmasından müteşekkil bir örgü idi ki, Mlle de Courton son gelen kadın işi risalelerinden birinde bulmuş idi. Bu örgüden bir sigara iskemlesi için örtü yapılacaktı; Nihal bir yandan yapmaya çalışıyor, bir yandan Cemile’ye ders veriyordu. “Şimdi…” diyordu, “sarı ile kırmızıyı ekledik, boncuğu geçirmeli, sonra bunun yanına mavi ile yeşil koruz…” Sonra karşıdan Mlle de Courton’a hitap ediyordu: “Değil mi matmazel? Sarı ile kırmızıdan sonra mavi ile yeşil?.. Oh!.. Hiç de iyi olmuyor, ben usanmaya başladım bile; şu sırayı bitirdikten sonra Cemile’ye vereceğim.”
Mlle de Courton renklerin uygunluğuna bakmak için fakat asıl Behlûl’den kaçarak onların yanına gelmiş, Behlûl nihayet Beşir’in saçlarını eğri büğrü kestikten sonra şimdi bitirmeye üşenen Bülent’e koşarak elinden makineyi almış idi. Cemile kendisine verilecek olan bu yeni işe heveslenerek tostoparlak çehresini uzatmış, ihtiyar mürebbiyenin Nihal’e tariflerini dinliyordu.
Bahçenin üstünde ağustosun sıcak gecesinden sonra henüz dağılmaya vakit bulamayan bir sis uçuyor; kameriyenin hanımellerinden, şebboylardan ağır bir koku, üstüne çöken bu sis arasında nefes alamayarak güya bunalmış, yüzüyordu. Bu sabah Nihal’le beraber bahçe seyranına çıkan Fındık -sarı kedi- ötede çekingen pençesini uzatarak bu kıvırcık siyah şeylerin mahiyetini anlamak isteyen temaslarla Beşir’in yere dökülmüş saçlarına dokunuyor, kameriyenin çardağında, çiçek kokularından mest olmuş bir arı sürekli bir vızıltıyla dönüyor, ta bahçenin bir köşesinde kelebeklerden korkan bir çift serçe oradan oraya sıçrıyordu.
Bahçenin üzerinde derin bir saadet sükûnu kanatlarını germiş, bu hayat köşesini bir huzur havası içinde uyutuyor gibiydi.
O günden beri yalıda büyük vaka unutulmuş denebilirdi. Hemen kimse bundan bahsetmiyordu. Şakire Hanım’ın o günden sonra başlayan baş ağrısına bile fasıla gelmiş, alnını sıkan yemeni çıkmış idi. Yalnız bir gün yukarıda, yatak odalarında bir değişiklik olacağından bahsedilmiş, Nihal’den yatak odalarıyla dershanelerinin birleştirilerek dördüncü odanın serbest kalmasına onayı elde edilmişti. Nihal yalnız başını eğerek rıza göstermişti; sonra bu da unutuldu, ne o ve ne etrafındakiler buna dair artık bir şey söylememişlerdi. Nihal tatlı bir rüya içinde gibiydi. Artık hiçbir şey olmayacak vehmiyle düşünmüyordu. Babasına her vakitten ziyade sokuluyor, onu her vakitten ziyade kendisine hasretmek istiyordu.
Nihayet bir gün yalının içinde büyük bir telaş olmuş, rıhtıma bir mavna yanaşmış idi. Gürültüler vardı, mavnadan bir şeyler çıkıyordu. Nihal pencereden koşmuş, bakmış: Bir yatak odası takımı!
Bu, isfendan ağacından güzel bir takımdı. Nihal birden anladı. Odalarda yapılacak değişikliğin sebebi, asıl bu yatak takımının karşısında açıklık kazandı. Daha ziyade görmek istemeyerek bahçeye kaçtı.
İki günden beri takım yukarıda sofada duruyordu. Adnan Bey Nihal’in bir şey sormasını bekliyordu, iki günden beri Nihal sofayı dolduran bu kalabalığın önünden sanki görmeyerek geçiyordu.
Bugün Mlle de Courton “Hayır, hayır, mavi ile yeşil hiç uymuyor, başka bir şey bulmalı…” derken Nihal birdenbire sordu:
“Matmazel! Ne için odaları boşaltmadılar?”
İhtiyar kız başını kaldırarak baktı. Bu sual o kadar beklenmiyordu ki hemen cevap vermedi.
“Bugün boşaltsak nasıl olur?”
Mlle de Courton biraz tereddütle cevap verdi:
“Evet fakat sonra işçiler gelecek, perde değişecek, oda…”
Tamamlamadı. “Oda boyanacak…” diyecekti.
“… birçok iş var, bu gürültünün arasında kalacağımıza… Bu sene de adaya hiç gitmemiştik, değil mi Nihal? Halana gitsek, bir iki hafta misafir kalsak…”
Mlle de Courton bu fikri icat etmişti, ikide birde onu öne sürüyor, Nihal’i annesinin vefatından kaçırdığı gibi bu yeni annenin gelmesinden de kaçırmak istiyordu. Nihal hep dudaklarını burarak karşı gelirdi, buradan uzaklaşacak olursa bir şey olacağından ve o şeyin babasını büsbütün elinden alacağından korkuyordu. Bir gün, tereddüt etmeden muvafakat cevabı verdi:
“Bülent’le Beşir de beraber, değil mi? Öyle ise bugün, hemen şimdi gideriz. Yalnız ders odasını boşaltırken bekleriz, ondan sonra… Ondan sonra ne yaparlarsa yapsınlar…”
Odaların boşalacağına, adaya gidileceğine vâkıf olur olmaz son ameliyatta muvaffakiyetini görerek berberliğe hevesi tazelenmeye başlayan Bülent birden Beşir’i unuttu. Elinde Beşir’in kırmızı yeni fesini mavi püskülünden tutup savurarak bağırıyordu:
“Göç var! Göç var!.. Adaya gidiyoruz, merkeplere bineceğiz!..”
Sonra ablasına koşuyor, ona sarılarak yalvarıyordu:
“Merkeplere bineceğiz, değil mi abla? Ben artık düşmem. O vakit küçüktüm, şimdi büyüdüm…”
Bacaklarının üstünde dimdik durarak büyük görünmeye çalışıyordu. Hep beraber koştular, Bülent neşesinin kasırgasıyla onların hepsini yalıya sürüklemişti.
Adnan Bey’e haber verdiler. “Oda boşalıyor, çocuklar adaya, büyük halalarına gidiyorlar.” denildi. Mlle de Courton bunu söylerken Adnan Bey’le gözleri, başka bir lisanla fikirlerini anlatıyor gibiydi. Adnan Bey yavaşça, sessiz, yüzüne bakan Nihal’i çekti; galiba onu, teşekkür etmek için öpecekti. Öpmedi, Nihal’de öyle bir şey vardı ki şu dakikada, odanın boşalacağı, adaya gidilerek burasının serbest bırakılacağı için öpülmekten kaçıyordu.
Bülent bu göç etmek fikrinden çıldırıyordu: Şayeste, Nesrin, Beşir, evvela soğuk ve mahkûm bir itaat ile başlayan bu hizmetçiler, çocuğun sevincinin yayılmasından kurtulamıyorlardı. Piyanoyu dışarıda sofaya sürüklerlerken Bülent muşamba perdenin gaytanını piyanonun halkasına takarak, akıntıda yedek çekenlere mahsus bir vaziyetle asılıyor, olanca sesiyle “Varda, kimse olmasın, matmazelin eski potinlerini çekiniz, hepinizi çiğneriz!” diye bağırıyor, kahkahadan sinirleri gevşeyerek artık çekemeyen Nesrin “Aman paşam, güldürme de işimizi bitirelim.” diyor, fırsattan istifade ederek soluyan Şayeste, Nesrin’e çıkışarak “Çılgın kız! Gülecek ne var? Gülünecek zamanı buldun ya…” itabıyla bir mana kastediyordu.
Bülent ter içinde idi. Şayeste bir iskemleyi, Nesrin yazıhanenin gözlerini yüklenerek yürürlerken, o Beşir’in sürükleye sürükleye götürdüğü perdenin bir ucundan yapışarak “Yol verin, hamallar geçecek, bir tarafınıza çarpmasın!” nidalarıyla koşuyordu.
Bülent’in bu gürültüleri arasında Nihal birden sıkıldı, Mlle de Courton’a “Gidelim… Gidelim artık buradan!..” dedi.
Buradan, bu evden kendisine hıyanet eden birisinden firar edercesine uzaklaşmak istiyordu.
***
On beş günden beri adada idiler. Burada her şey unutulmuş gibiydi fakat Mlle de Courton, Nihal’de gizli bir hissin, yavaş yavaş tırnaklarıyla içini kazıdığını, çocuğun bahsetmek istemeksizin bir şeyi beklediğini her vakitten ziyade artan duramazlığından anlıyordu. Bugün yine Bülent’in zorlamasına dayanamayarak sabahleyin bir merkep seyranı yapıyorlardı. Adayı büyük bir halka içinde sıkan yolu dolaşacaklardı. Merkebe binmekten nefret eden Mlle de Courton ile Nihal, hala hanımın tek atlı, iki tekerlekli arabasında idiler; Bülent’le Beşir onlara yetişebilmek için çığlıklarla merkeplere biraz daha sürat vermeye çalışıyorlardı. Beşir’in kırmızı fesiyle çehresinin üstünde şimdi tozdan beyaz bir bulut vardı. Bülent’in fesinden taşan ince kumral saçları terden alnına, şakaklarına yapışıyordu, tombul yanakları al al yanıyordu.
Merkep süvarilerini pek geride bırakmamak için arabayı yavaş yavaş idare ediyorlar, arkalarında Bülent’le Beşir’in seslerini, merkeplerinin minimini ayak gürültülerini işitiyorlardı. Ara sıra Beşir arkada kalıyor, erkekliğini kaybetmiş Habeşlere mahsus ince ve narin sesiyle “Beyim, çok koşuyorsun, düşeceksin, beni bekle!” diye bağırıyor, o zaman Bülent ablasına sesleniyordu:
“Durunuz, bir parça dursanıza, işte benimkini zapt edemiyorum.”
Mlle de Courton Nihal’in elinden dizginleri kaparak, tek tük geçenlere yol bırakmak için kenara çekerek arabayı durduruyordu. Yine böyle durmuşlar, ta arkada, uzakta küçük bir arızaya uğrayan merkep süvarilerini bekliyorlardı. Galiba Bülent’in kamçısı düşmüş idi, Beşir inerek onu arıyordu.
Adanın üstünde sıcak bir gün hazırlanıyor; etrafta, ufkun müphem maviliklerinde yavaşça bir sis uçuyordu. Uzakta İstanbul, minareleriyle, camilerinin kubbeleriyle, tepelerinin yeşil ağaç kümeleriyle köpükten bir deniz içinde titriyor gibiydi.
Sabahtan beri aralarında nadir kelimeler konuşulmuş idi. Nihal başını çevirmiş, Beşir’in şimdi boş kalarak yavaş yavaş ilerleyen merkebine bakıyordu. Birden, on beş günden beri birinci defa olarak Mlle de Courton’a sordu:
“Ne vakit gideceğiz?”
“Ne vakit isterseniz çocuğum!”
Nihal ihtiyar kızın yüzüne baktı, ilk önce hayretini zapt edemedi: “Ah!..” Sonra biraz durarak ilave etti: “Demek artık bitti mi?”
Nihal, hayatı sınırlı bir daire içinde geçen, hayattan ancak babasıyla mürebbiyesinin, kitaplarıyla dadılarının söyledikleri kadar malumat alan, bilgiç eş dosta malik olmayan genellikle on iki yaşında çocuklardan fazla bir şey bilmezdi. Hayata dair bildikleri bütün tesadüfle işitilmiş, sokakta araba ile geçerken görülmüş şeylerden küçük muhakemesinin karışık sonuçlarıyla sınırlanmıştı.
Eve bir kadın geleceğini anlar anlamaz bunun esas mahiyetini düşünmeksizin sırf hissî, sırf sinirli bir eza duymuş idi; bu meselede muhakemesinin hiçbir tesiri yoktu. Bu his en doğru olarak kıskançlık tabiriyle özetlenebilir idi: O; gelecek kadından her şeyi, hele babasını, Bülent’i, daha sonra Beşir’i, bütün ev halkını, evi, eşyayı hatta kendisini kıskanıyordu; bu sevilmiş şeylerin içine girmekle o kadın bunları çalacak, elinden alacak; evet, nasıl, pek iyi çözümleyemiyor, açıklıkla düşünemiyor fakat ruhu hissediyordu ki o geldikten sonra kendisi şimdiye kadar sevdiklerini artık sevemeyecekti.
Bu söz çıktıktan sonra yanında fazla lakırtı etmemek için ev halkı kendisinden kaçıyor; o, Şakire Hanım’ın odasına girerken önüne diz çökmüş bir şeyler anlatan Şayeste birdenbire susuyor, Nesrin ikide birde göğüs geçirerek “Of!” diyor, bütün bu etrafındakilerden bir gizli mana yayılıyordu. Demek bir şey olacaktı ki o anlayamıyordu hatta Cemile’nin bile yuvarlak çehresinde parlayan gözleri bu küçük kızın Nihal’den ziyade bilgisi olduğunu gösteriyordu.
Evvela galebe çalınamaz bir öğrenme merakı hissiyle Mlle de Courton’un zorlamasına rağmen adaya gelmemek için inat etmiş idi. Orada hazır bulunmak, araştırıcı bir tarihçi özeniyle bütün vakanın tafsilatına müteyakkız bir şahit sıfatıyla kalmak istemiş idi. Kimseden bir şey sormuyordu, o vakaya dair bir kelime söylemiyordu; yalnız anlamak, görmek istiyordu. Sonra, odalarının dağılacağına, o güzel isfendan takımın oraya konulacağına vâkıf olunca artık daha ziyade durmaya kuvvet bulamamış, vakanın henüz şu ilk çarpışmasıyla mağlup olarak kaçmak istemiş idi.
İşte on beş günden beri, güya uzakta ölen kıymettar bir hastanın can çekişme ezasını duyarak fakat bir kelime söylerse neticeyi hızlandırmış olacağından korkarak hep onu düşünüyordu. Adaya gelmek için rıza gösterdiğine pişman idi. Daha ziyade, nihayetine kadar durmalıydı. Kalbinde öyle bir korku vardı ki dönüşlerinde yalı, babası, her şey kaybolmuş, bir rüzgâr onları savurmuş olacak zannettiriyordu. O, orada kalsaydı bu rüzgâr esmeyecek, bu rüzgâr hiçbir şey yapamayacaktı.
Daha sonra babasına açık olamayan bir kini vardı. Her vakit onlar adaya geldikçe o da ikide birde gelir, günlerce beraber kalırdı; bu defa hiç, hiç uğramamış hatta merak ederek bir adam bile göndermemiş idi. Son günlerde Mlle de Courton’a babasından asla bahsetmedi.
***
Adnan Bey çocukların dönüşünü mümkün mertebe geciktirmek istiyor, Bihter bilakis her gün onlardan bahsederek “Artık getirseniz! Bilseniz onları görmek için ne büyük hevesim var!” diyordu.
Çocuklarla ilk görüşmeden Bihter de korkuyordu, onlarla bütün müşterek hayatta münasebet tarzının bu ilk görüşmeyle meydana çıkacak tesire uyacağını zannediyordu.
Bugün Adnan Bey evlenmesinden sonra birinci defa olarak İstanbul’a inmek üzere Bihter’den, saçlarının üstüne kondurulmuş bir buse ile ayrılıyordu. Genç kadın yalvaran bir sesle “Bugün artık haber gönderirsiniz, değil mi?” diyordu.
Birden merdivenin aşağısında bir gürültüyle taze, şakrak bir kahkaha işittiler. Adnan Bey durarak “İşte onlar! Bülent’in kahkahası… Artık sabahtan akşama kadar Bülent’in bu kahkahasını her gün dinleyeceksiniz.” dedi.
Şimdi Bülent koşarak merdiveni çıkmış, arkasından takip edenlerden -Şayeste ile Nesrin’den- kurtulmuş idi. Doğru babasına atıldı, minimini kollarıyla sarıldı, dudakları babasının ancak yeleğine yetişebiliyordu; bu küçük küçük lacivert çiçeklerle beneklenmiş beyaz pikeyi on beş günlük özleminin feveranıyla öptü, öptü; sonra birden durarak, karşısında bir tebessümle bekleyen kadına bakarak gözlerini babasının yüzüne dikti. Ondan bir cevap, bu kadına ne yapmak lazım geleceğine dair bir emir bekliyordu. Adnan Bey sadece “Annen Bülent, onu da öpmez misin?” dedi. O zaman Bülent, belki biraz da çocukların şık, genç, güzel kadınlara sokulmak için duydukları arzuya tabi olup gülerek ilerledi ve iki ellerini Bihter’in uzanan ellerine teslim ederek yine bu güzel annenin latif bir buse hevesiyle uzanan dudaklarına dudaklarını uzatarak öpüştü.
Nihal’le Mlle de Courton bu sırada sofanın son merdivenini çıkıyorlardı. Adnan Bey kendisine kuvvet vermek için ilk önce mürebbiyeden başladı:
“Bonjur matmazel! Nihayet ihtiyar haladan sıkıldınız galiba… Nihal, beni öpmüyor musun?”
Nihal, hâlâ Bihter’in yanında, onun bir sualine gülerek cevap veren Bülent’e bakıyordu, kalbinde bir şey yırtılarak gözlerini oradan ayırdı, babasına ilerledi, küçük, ince elini uzattı. Adnan Bey bu eli tuttu, güya kızından bir af isteyerek onu sıkıyordu, çekti, çekti, baba kız evvela kısa bir buse ile öpüştüler, sonra bilinemez neden, birden doğan bir hisle, Nihal tekrar sivri çehresini babasına uzattı, o her vakit öptüğü yerden, çenesinin altında kılsız yerden, uzun bir buse aradı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.