Kitabı oku: «Mai ve Siyah», sayfa 2
3
Bakınız işte gözlerinin önünde gördüğü şeyler: Başının üzerinde açılan bu gökyüzünde, yazın şu sıcak gecesine özgü bir buğu ile örtülü sanılan bu mavilikler içinde titriyormuş duygusunu uyandıran bütün bu yıldız alayları, bunlar bir elmas yağmuru değil mi?
İçkinin etkisi altında bulanarak süzülen gözlerinin önünde donuk mavilikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş olan gökyüzü sallanıyor; şimdi karşıdaki tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek veya denize doğru akan belirsiz tablo yavaş yavaş yüksele yüksele yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde büyük, uzun, vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir öpüşle birbirine sarılarak tek bir varlık olacak sanıyordu.
Ah! Bu elmas yağmuru… Bahçenin durgun havasını dağıtan, bir aşk esintisi, sıcak ve baygın bir soluk gibi sanki ta göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu ezgiler… Kimi zaman yüreğin en derin noktalarından geliyormuşçasına içten gelen, hafif, sanki sessiz-suskun; kimi zaman bir duygulanma kaynayıp fışkırmasına yansımışçasına patlayarak, çığlık kopararak kimi zaman bir yakınma iniltisi kimi zaman bir kahrolmuşluk iniltisi…
Şimdi Ahmet Cemil, altından yer kaçıyor, başından gökyüzü uçuyor, bedeni bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor sanısındaydı.
Elmas yağmuru!..
İşte, işte, sanki göklerden dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ışıklar; işte, işte dans ediyor, yağıyor… Onlar da bir elmas yağmuru ama hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o göklere, o üzerinde gülümseyen nurlara, çalkalanan maviliklere doğru yağıyor.
Bir düş içinde veya büyülü bir dünya karşısındaydı. Kemanların titreyen iniltileri, flavtanın kahkahaları, sanki bu enstrümanlardan, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından büyülü bir solukla canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük ezgiler birbirine atılıyor; birden ötekine bir ayrılık acısının sesi, ötekinden bir ızdırap iniltisi, şundan bir özleyiş inlemesi, başka birinden bir umut cevabı çıkarak, bütün o zavallı insan ruhuna özgü acılıkların, tatlılıkların hazinesini taşıyor. Mavi, siyah kelebekler gibi uçuşarak birbirleriyle dudak dudağa bir birleşme-kavuşma içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar… Sonra bunlar o parlak gökyüzünün maviliklerine, şu karanlık denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte, işte şu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ışıklar! Elmas yağmuru…
Son bir ezgi tufanı ile birdenbire müziğin duruşu bütün bu hayaller zincirlemesine bir son verdi. Ahmet Cemil sanki bir düşten uyandı, yanına yöresine baktı. Şimdi her şey gerçeğe geri dönmüş oldu.
Başını çevirdi; burada niçin bulunduğunu anlamak için düşündü, baktı, o zaman aklına geldi. Arkadaşları şüphesiz orada, işte şuracıktan bir parçasını gördüğü, bahçenin kalabalığı arasında olacaklardı. Onların yanına gitmeye ne gerek var? Ta ötede dönen bir tablonun yalnız bir parçası biçiminde gözünün önünden akıp giden şu seyrancıklara, ağaçların arasında küme küme oturan bütün bu halka kendisinin bir bağı, ilintisi var mı ki gitsin de o kalabalığın içine atılsın? O, bu dünyada herkesten uzak, herkese yabancı değil mi?..
Şimdi kendisini biraz topluyor, şakaklarında hafif bir serinlik duyuyor, beynini ateşten bir bulutla örten buhar yavaş yavaş açılıyordu. Onun dünyası işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içindeki mavi bir gökyüzü, o mavi gökyüzünün içinde birçok gülümseyen umut yıldızlarından başka bir şey değildi.
Orada da bir elmas yağmuru…
İşte, gözlerini kapayınca görüyor: Mavi bir gökyüzü altında büyük bir kırsal yer ki sabahın hüzünden, neşeden, renkten ve karanlıktan, sessizlikten ve ezgilerden, gölgeden ve hayalden; o birbirinin hem aynısı hem de gayrısı sanılan zıtlıklardan meydana gelmiş hâli altında daha uykusundan tamamıyla ayılamamış mahmurluklarla yüklenmiş sisler arkasında boğulan ufuklara doğru uzayıp gitsin…
Üzerinde bir gökyüzü ki geceden kalma siyahlıklarla gündüzün ilk parıltılarının birleşmesinden oluşmuş esmer bir renkle gözleri lütuflandırır; bir belirsiz renk altında mavi bir atlas hâlinde görünen gökyüzünün derin bir köşesinden Çoban Yıldızı’nın beyaz gülücüğü hâlâ görünür; bakir bir katıksızlıkla aydınlanmış bir göz gibi bakmaktadır…
O lacivertliklerin bir yanında, daha belirsiz, bir nurdan toz savruluyor gibidir. Bu kırsal yerin üzerinden, o gökyüzünün altından, bir peri alayının kanatlarıyla dalgalanıyor denebilen hafif bir hava uçar ki dikkat edilirse bir ruhsal dünyanın ezgili sesine benzer melodilerle titrer. Bütün görüntüler, sabahlara özgü o renkli belli belirsizlik içinde hava ve hayalden oluşmuş bir gölge biçiminde durur. Ama bir zaman gelir ki birdenbire bir görkemlilik çağlayanı dökülür; biraz önce sönük duran gökyüzü sanki bir yangınla dolar. Ufkun bir köşesinden, güneşin göğsünden kırsal bölgeye bir nur tufanı döker.
Gökyüzünün bu görkemli yangını altında kırsal bölge karmakarışıklıktan sıyrılır, bütün ortalık taze bir hayatın canlılığı ile tutuşur…
Ahmet Cemil burada, hayalinin bu gösterişli tablosunu yaşatırken “Ah! O umut güneşi!..” diyordu. Onu ne kadar yıldır bekliyordu…
Daha yirmi iki yaşındaydı. Öyle bir yaşta, gençliğin öyle bir duygusal döneminde ki düşünüş, aydınlık bir gökyüzünün elmas yağmuru altında parlak hülya dünyalarında kanatları kırılmış bir kuş gibi daha topraklara düşmemiş; gözler ışıklı bir hayal ufkunun nurlarıyla dolu iken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzere olduğunu daha görmemiş; yalnız aydınlık, güler yüzlü bir sabahın düşüne dalmış; umut güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye hazır olduğunu anlamamıştı.
Daha yirmi iki yaşında; bütün ruhsal dünyası yalnız bir umudun gerçekleşmesini bekliyor…
Üne erişmek, edebiyatçı olmak, herkesçe tanınmak… Bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat dünyasının bir gün yüksek doruklarına çıkmak ve adını o kadar yükseltmek ki… O, düşünüp hayal ettiği o yüksek dereceye bir sınır bulamıyor; sonra da bu denli yükselme emellerine kapılıyor olduğundan dolayı kendi kendine utanıyordu. Edebiyatçı olmak, ün kazanmak… Yıllardan beri bütün düşüncesi bu değil miydi?
Daha okulda iken bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötedeki siyah tahtanın üzerinde unutulmuş, yarım kalmış bir cebir denklemine dalarak, düşünsel bir hayal rüzgârı üzerinde, bilinmez emeller uzayında uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını kaplayan emel, üne erişmek isteği değil miydi?
Ahmet Cemil her zaman aceleci ve telaşlı yürüyüşü ile sanki koşarak Babıali Caddesi’nin kenarından çıkarken şu kitapçı dükkânları, cam kapıların aralarından ayırt edilen şu kitabevi müşterileri, bu matbaalar; sabahtan akşama kadar düşünce ve sanat hareketlerinin yegâne mekânı olan şu cadde, bir gün gelecek kendisinin fethetmiş olduğu bir yer olacak…
Şimdi birkaç eski okul arkadaşıyla sekiz on kalem sahibinden başka herkes için tanınmayan biri olan bu genç, bugün koltuğunun altında bir iki kitapla buradan bir gölge gibi çıkarken, bir gün gelecek rastgele bir kitapçının dükkânına gözü ilişecek olursa okuldan yeni çıkmış iki genç edebiyat amatörünün birbirine, kendisini gösterdiklerini sezinleyecek…
Ah, o zaman göğsü nasıl bir kıvanç havasıyla şişecek! Şimdi oradan bilinmeyen bir cisim biçiminde geçiyor; gören yok, bakan yok; ama o zaman?.. Geçtiği yolun üzerinde adının yavaşça fısıldandığını işitecek ve ciğerlerinden sıcak bir şeyin aktığını duyacak…
Zaten bu sonuca, bu umudun gerçekleşmesine layık olmak için az mı acılar çekmiş, hayatın az mı dertlerine eziyetlerine, güçlüklerine katlanmıştı? Ama bu yaşa gelinceye kadar…
Ahmet Cemil’in düşüncelerine bir ara verme daha girdi: Uzaktan imtiyaz sahibi Hüseyin Baha ile yazı işleri memuru Ahmet Şevki Efendi’nin yaklaştıklarını gördü. İmtiyaz sahibi gelince dedi ki:
“Allah cezasını versin! Bir türlü kendisini toparlayıp düzelemeyecek. Evde kendisini bekleyen karısını, çocuğunu düşünmek yok ki… Gene oraya gitti; ötekilerini de birlikte sürükledi. Biz üç kişi kaldık; artık yavaş yavaş yola çıksak!..”
Ahmet Cemil, Raci’nin ikide bir de Palais de Cristal’de geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden başka yerde geçirdiğini bilirdi. Kaç kez talihsiz karısı gazetenin kapısına kadar gelerek beş altı yaşındaki yavrusu ile kocasını arattırmış; Ahmet Cemil’le birlikte bütün arkadaşlarını, nasıl bir karşılık vermek noktasında şaşkın bırakmıştı.
4
On dokuz yaşına kadar Ahmet Cemil tamamıyla -hayatta mümkün olabildiği kadar- mutlu idi. Ondan sonra babasını kaybedince geçim kaygısı, hayat mücadelesi başlamış; kendisinin deyimiyle ağzına göre bir “piyale-i telhî-i hayatın zehrâbesine” dudakları değmişti.
Babası dava vekili idi. Ailesini iyi geçindirecek kadar para kazanırdı. Zaten ailesi Ahmet Cemil’in annesiyle on sekiz yaşındaki oğlundan, on dört yaşındaki kızı İkbal’den oluşmaktaydı.
İyi bir aile babası, evine tutkun, eşine çocuklarına tamamıyla bağlı, özellikle namuslu… Ahmet Cemil ne vakit babasından söz etse namusluluğunu dile getiren öykülerin sonu gelmezdi. Onun anlattıklarına göre bir seferinde babası kabul etmiş ve ücretinin yarısını önceden almış olduğu bir davanın, sonradan haklı bulunmadığını anlayınca birden geri çevirmiş ve almış olduğu parayı geri vermeye karar vermişti. Ancak bu kararın yerine getirilmesine büyük bir engel vardı ki o da paranın Süleymaniye’deki minimini evlerinin onarımına harcanmış olmasıydı. O vakit saatlerce düşünüldü; bir çıkar yol bulunamadı. Annesi emniyet sandığına rehin edilmek üzere, küpesiyle yüzüğünü önerdi. O vakit babasının bütün duygusallığı nasıl taşmıştı…
Karısının elmaslarını rehine koymak!.. İşte bu mümkün değil… Kendisinin bir altın enfiye kutusu, bir güzel saatiyle bir ağır altın kösteği vardı; bunlar rehine konuldu. Fazla olarak çok aşırı bir faizle bir tefeciden para alındı; o haksız davadan vazgeçildi.
Bu adamın (Ahmet Cemil’in babası) yalnız bir kaygısı vardı: Ailesini mutlu etmek… Yıllarca bütün düşüncesini adadığı bu amacı sağlamak için kendisini, evet yalnız kendisini birçok şeylerden yoksun bırakarak, bir yere araba ile gitmek isteklerini yenip onlara üstün gelerek yokuşları, çamurlu sokakları yaya tırmanarak, geçen yılın giysisini bu yıl da giymeyi uygun ve faydalı bularak, bulmaya çalışarak, üstelik arkadaşlarının cimrilikle suçlamalarına gülümseyerek para biriktirmişti.
Ufak bir şey. Birçok insanın bir dakikada bir zan hevesine terk edebileceği kadar ufak… Ama bu ufak şey bu namuslu aile babasını yıllarca yormuş, yıllarca alnını terletmişti. O para ile işte şimdi karısını, çocuklarını sokak ortasında kalmaktan koruyan Süleymaniye’deki şu beş odalı evciği, Ahmet Cemil’in zaman zaman gülerek “Bizim konak!” dediği barınak alınmıştı.
Ahmet Cemil, bu evin nasıl alındığını hiç aklından çıkarmaz: O vakit on dört yaşında vardı. Tam okula yatılı olarak girdiği yıl… Babası oğlunu ev alınmadan önce okulda yatılı olarak bırakmadığı için o vakte kadar beklemişti. O gün, ilk kez olarak kira evinden kurtulup kendi evlerine geldikleri gün, nasıl bir telaş içindeydiler! Bütün eşya aşağıdaki mermer avluya, mutfağa, sokağa bakan odaya tıkılmış, her şey birbirine karışmış; babası, annesi, kız kardeşi bu gürültünün içinde şaşırmıştı.
Bu karışıklığın içinden hangisini almak, hangisini nereye koymak gerektiğini bilmediklerinden şaşkın, kararsız kalmışlardı. O vakit babasıyla annesi arasında bir süreden beri sürüp gelen konu yeniden canlanmış, o -babasına Kula’dan armağan olarak gelen- kilim döşemelerin yukarıdaki pembe odaya mı yoksa sofaya mı konacağı meselesi tazelenmişti. O vakit herkes kendi görüşünü ileri sürdü. Herkesten kastedilen de Cemil’le İkbal… Cemil, doğal olarak, babası gibi pembe odayı, İkbal annesine uyarak sofayı uygun görüyorlardı.
Sonunda hizmetçi kız -taşralı iri yarı bir kız- hakem olarak atandı. Hizmetçi şaşaladı. Bu egemenlik duygusunun önemi altında beyni darmadağın oldu. O hem pembe odaya hem sofaya yandaş çıkıyordu. Onun düşüncesini uygulamak gerekseydi kilim döşeme ikiye bölünecekti.
Kendi evlerine gelmiş olmak, herkeste eğlenceye bir merak uyandırmıştı: En küçük nedenlerle bir şakalaşma yapılıyor, gereğinden fazla gülünüyordu. Bu önemli konuda bir eğlenceye yol açmış oldu: Ahmet Cemil’in fesini kura çantası yaptılar; iki kâğıt parçasına “pembe” ve “sofa” sözleri yazıldı. O vakit talih yargısını verdi; pembe odaya talih yâr oldu. Şimdi ne vakit Ahmet Cemil, o eskimek bilmeyen kilim döşemenin üstüne otursa babasının bir yargıç ciddiliğiyle elini fese sokarak “Göreyim seni pembe oda; senin acımana kaldı!” deyişi gözlerinin önüne gelir.
O vakit ne kadar mutlu idiler. Her akşam yemekten sonra saatlerce birlikte otururlar; babası yazısını yazar, kanun kitaplarını karıştırır; Ahmet Cemil bir köşeye büzülür, dersine çalışır; annesi oğluna bir gömlek veya kızına giysi dikmekle uğraşmaktadır; İkbal -kız çocuklarını her zaman annelerinin eteklerine sürükleyen bir duygu ile- annesinin yanında, örneğin babasının eskimiş para kesesinin yerine geçmek üzere, yeni bir kese örer; ara sıra bu dört kişiden birinin ağzından çıkıvermiş rastgele bir söz konuşmalara yol açar. Ahmet Cemil başını kaldırır, İkbal güler, babası bir öykü anlatır. Kimi zaman bütün bu uğraşmaların türü değiştirilir…
Babası yazılarını bitirmiştir. Ahmet Cemil dersini yapmıştır. Daha yatağa girmek için epey bir zaman vardır; o vakit ortaya bir başka iş çıkar: Babasının “Mesnevi”ye pek merakı vardır, kitabın gelişigüzel bir yeri açılır. Her yeri çekici ve sürükleyici olan bu kitabın bir öyküsü okunur. Ahmet Cemil’in küçük yaşından beri eğitim-öğretim ortamındaki bütün adımlarına yol gösterici olan bu baba o vakit oğluna ders verir: Bir inceliği, bir espriyi anlatmak, bir mazmunu yorumlamak için saatlerce yorulur; bu genç beyni bir gonca gibi nazik parmaklarla açmaya çalışır…
Kendi evlerine geldikten sonra bu gece çalışmaları haftada sadece bir kez olarak kaldı. Ahmet Cemil okulda yatılı olduktan sonra bu aile heyetinin önemli bir direği, haftada altı gece orada hazır bulunamaz oldu. Babasının deyimince “iskemle üç ayaklı” kaldı. Ama ne yapalım? Her şeyden önce çocuğu hayata hazırlamalı. Üstelik mümkün olsaydı da İkbal’i de okula yatılı verselerdi. O vakit iskemle iki ayağı üzerine durmaya çalışırdı…
Ne kadar yazık!.. Şimdi iskemle gene üç ayak üstünde ama bu kez eksilen ayak, o kadar önemli bir ayak ki iskemle duramıyor…
O vakitten sonra bu küçük mutlu aile nasıl değişmiş, ansızın bir kaza vuruşuna uğrayan bu yuvacık nasıl darmadağın, baş aşağı düşmüş gibiydi.
O vakitten beri o pembe odanın içinde o kilim döşemenin üstünde bir şey noksandı. Bu evin bütün havasında hayatın büyük bir ögesi eksilmişti. O noksana kendilerini alıştıramamışlardı. Hele ilk yas günlerinde bir akşamüstü, örneğin kapı çalınsa İkbal’in “Babam geldi!..” diyeceği tutardı. Yemek sofrasının başında toplandıkları zaman hepsinin beyninde çizili olan o yüz, sanki daha orada, karşılarında imişçesine o yemeğe başlamadan ötekiler ellerini uzatmazlardı.
O vakit acılı bir hüzün sessizliği başlar, bu sofra başında bir mezarın sessiz iniltisi egemenliği sürer, ciğerlerinden çıkan bir hıçkırık boğazlarına kadar gelir takılır, lokmaları geçmez; bu anne, yaşların saldırısı ile titreyen gözlerini oğlu ile kızına dikerdi. Bir an için bu üç kişinin gözleri birbirine rastlayıverse o hazır duran yaşlar birbirini uyandırır, taşardı. Yiyemedikleri lokmalarıyla hüzünlü duran tabaklara damlar, “Ne oldu, bu çocukların babaları ne oldu?” sorusu sofranın havasında uçar gibi olurdu.
Kaç sabah Ahmet Cemil yatağından, göğsünde bir ateşle kalktıktan sonra, sanki korkunç bir düşten uyanmış da sabahleyin o düşün altından mutlu bir gerçek çıkacakmışçasına odasından yavaşça yürüyerek babasının odasına gitmiş; onu daha yatağının içinde rahat bir uyku ile uyuyor hâlde görecekmiş umudu ile titremişti.
O günden sonra hayat mücadelesi ne korkunç başlamış, geçim yükü bu zayıf omuzlara nasıl çökmüştü!..
O zamana kadar hayatın daha ilk bölümünü bile okumamıştı. Ah, okulda geçirdiği zamanlar!..
Ahmet Cemil öğrenimini herkes gibi izlemişti. Önce ilk mektebe gider gelirdi. Ama bu zamana ilişkin anıları o kadar belirsizdir ki nasıl okumaya başladığını, bu mektepte ne yaptığını pek karışık bir biçimde aklına getirebilir:
Yalnız büyük bir oda, o odanın içinde sıra sıra kürsüler, ta karşıki duvarda iki büyük kara tahta, gene karşıki köşede yüksekçe bir minder üstünde beyaz sarıklı muallim…
Oh! Bu muallim ne güzel bir adamdı, seyrek sakallı, oldukça genç, temiz… Hele mavi bir cübbesi vardı ki kendisine pek yakışırdı. Ahmet Cemil bu ayrıntıları hafızasında pek iyi tutmuştur. Unutamayacağı şeylerden biri de mektep arkadaşlarının arasında biri, belki de gene mektebe gelip giden bir büyük adamın oğlunun bir hizmetlisi vardı ki başlıca Ahmet Cemil’e musallat olmuştu. Kaç kezler onu ağlatmış, hoca efendiye başvurmak zorunda bırakmıştı. Üstelik bir kez -bilmem, bir tokat meselesinden dolayı olmalı- babası bile mektebe gelerek hoca efendiyle oldukça şiddetle bir konuşmada bulunmuştu.
O gün… Ahmet Cemil’in bir şeyden haberi yoktu; sabahleyin her zaman olduğu gibi mektebe gelmiş, yerine oturmuştu. Dersler daha başlamamıştı. Çocuklar hep kürsülerin üstünde sallana sallana, yarı sesle derslerini yineliyorlardı. Odanın içinde bir uğultu vardı. Birdenbire bu uğultu durdu; derin bir sessizlik…
Ahmet Cemil başını kaldırdı; herkes bir yere bakıyordu. Bir de ne görsün? Babası… Ahmet Cemil şaşırdı, yanaklarından ateş çıktı, bunaldı. Neden? Babası neden gelmiş olacak? Şimdi hoca efendi ayağa kalkmış, onu karşılamış, oturmuşlar, görüşmeye başlamışlardı. O vakit bütün suskun ve şaşkın duran öğrenciler, şu küçücük halk da hocanın bu uğraşımından faydalanarak yerini değiştirmeksizin harekete başladı.
Komşu çocuklardan biri gözüyle başka birine Ahmet Cemil’i gösterdi. Bu işaret, bu önemli haber bütün odayı dolaştı. Bir dakika içinde herkes bilgi edindi ki bu gelen Ahmet Cemil’in babasıdır; o dünkü olay için geliyor. Gözler hep Ahmet Cemil’den hizmetliye -ola ki adı Bilal- Bilal’den Ahmet Cemil’e gidip geliyordu. Zenci çocuk nerdeyse ağarma derecesine geliyordu.
Sonra ne oldu? Ahmet Cemil artık ötesini bilmiyor, o kadarı aklında kalmış. Çocuklukta hep böyle değil midir? Anılar hava ve zaman etkisiyle yıpranmış, delik deşik olmuş bir sayfa biçiminde kalır. Zamanında en çok etki eden şeyler, anılar tablosunda en derin kazılır. Üstelik Ahmet Cemil gözlerini kapayınca anıları arasında bu olaydan sonra kendisini birden o mektepten ayrılmış ve başka bir mektepte bulur…
Bu kez büyük bir mektep, üstelik Ahmet Cemil’in resmî giysisi bile var. Küçük bir asker önemini almıştır. Öyle ya artık askerî rüştiyesinde. Önce ne kadar utanmıştı! O büyük okulun içinde ilk günleri korkarak yürür, kendi sınıfından başka bir yere giremezdi. Sınıflarında seksenden fazla çocuk vardı ama Ahmet Cemil bu seksen kişiyi iki yüz kişi gibi görürdü ve babasına da o yolda bilgi verirdi de bir türlü inandıramazdı.
Burada her şey başka türlüydü. Öteki okulda sıralar hâlinde birbirini izleyen saatte bir hocanın önündeki kürsüye gidip oturulduğu hâlde, burada her iki saatte bir başka hoca geliyordu.
Bu ilk yılda ne öğrendi? Onu kesinlikle bilmiyor. Yalnız matematikten pek sıkılırdı; hocası da ona musallat olmuştu, her zaman tahtaya onu kaldırırdı. Zavallı kaç kezler o iki yüz kadar önemli görünen seksen arkadaşının karşısında kara tahtanın başında perişan, utanılır, mahvolmuş hâle düşmüş, kendisini kaybetmiş, yavaş yavaş ağlamıştı…
Bununla birlikte bir süre sonra onu mümessil yaptılar. Bakınız, bu önemli olayın aslını hâlâ anlayamamıştır. Niçin mümessil oldu, mümessil olmak için ne yapmıştı? Matematik derslerinde tahta başında ağlamaktan başka bir erdemlilik göstermiş miydi? Daha da pek küçüktü ama bütün çocuklar ona saygı duymaya başlamışlardı. Örneğin sınıfın en gürültülü bir zamanında, bir etüt sırasında, bir telaşla içeriye dışarıdan girer, elindeki cetveli önemli bir tutumla bir sıraya vurur, “Efendiler!..” diye başlar, ince sesiyle bu söylev başlangıcı sınıfın ortasına düşer düşmez, bir sessizlik… Herkeste bir dikkat, bakalım mümessil ne diyecek?..
Minimini mümessil ne der? Sınıftakilere iletilecek müdür beyin bir emri… Bu bir oyundur; ne müdürün bir şey dediği var ne de bildirilecek bir emir. Amaç bir kez onların dikkatini çekip düzme bir şey söyledikten sonra ama tam bir ciddilikle, işin aslı esası olmadığını sezdirmeyerek, evet, ondan sonra bir kez sağlanan sessizliği korumayı sürdürmek…
Ahmet Cemil’i mümessil olduğu gün görmeliydi. Evet, nasıl göğsü şişkin, bu mutlu haberi bir an önce eve vermek için sabırsızlıktan nasıl koşarak gelmişti! Kapıyı açan hizmetçi kız Seher oldu. “Mümessil oldum.” sözünü önce onun yüzüne attı. Artık babasının geleceği zamana kadar annesine mümessilliğin önemini anlattı: İki yüz kişi! Şaka değil!.. Bunları gözetimi altında tutmak… Sabahleyin çoğunlukla yoklama defterini o okuyacak. Bu yoklama defterinden evde bezginlik getirdiler. Ahmet Cemil okuldan geldi mi başka bir oyun yoktu. Doğru yukarı sofaya çıkar, babasının mümessil oluşuna ödül olarak aldığı siyah tahtanın başına geçer, okuldaki ciddi tutumunu takınır, yoklama defterini okumaya ve sürekli olarak da karşılıklarını da vererek…
Mehmet Efendi, Kırkçeşme… Var! Necmi Efendi, Fatih… Var!.. Ruhsar Efendi, Zeyrek… Yok! Ve böylece sürüp gider.
Bu defter bir kez okunur; ondan sonra hoca efendi gelir. Örneğin matematik hocası -artık matematik hocasıyla arası iyileşmiştir- hoca efendi sanki yoklama defterini açar:
Hüseyin Nazmi Efendi, Saraçhane -bu Hüseyin Nazmi Efendi, şimdi “Gencîne-i Edeb” dergisinin yazarı olan gençtir- derse çağrılır; hoca efendi sorar:
“Efendi, darp neye derler?”
“Bir sayıyı başka bir sayı kadarınca yineleyerek çoğaltmaya darp derler.”
“Geçin tahta başına!”
Hüseyin Nazmi Efendi tahta başına geçer, tebeşiri eline alır, hoca efendi emreder:
“24605… Yazdınız mı? Ha! Şimdi bunu darp etmeli… 67 ile… Anladınız mı?”
Ahmet Cemil kimi zaman bu taklitle derse o kadar dalar ki babası gelmiş, yavaşça yukarıya çıkmış; arkasından annesiyle kız kardeşi gelmişler, orada bir yere birikerek sessiz ve tatlı bir gülümsemeyle kendisini seyre koyulurlar da o bunu sezinlemezdi. Sonra gözleri oraya ilişiverince donar kalır, elindeki tebeşiri nereye atacağını bilemezdi.
Babası, bu okuldan alıp kendisini Mekteb-i Mülkiye’ye götürünceye kadar bu oyun sürdü. Ama orada Ahmet Cemil’e bir ciddilik geldi. Artık kendisine büyük bir adam gözüyle bakmaya başladı. Üstelik -bu on dört yaşındaki çocuk- buraya gidip gelirken çanta taşımaya bile tenezzül etmez oldu; kitaplarını bir gazeteye sarar, koltuğunun altına yerleştirir, bir “kalem efendisi” tutumunu takınırdı.
Hayatının mutluluk sayfaları hep bu okulda geçen mutlu günlere ilişkin tatlı anılarla doludur.
Hüseyin Nazmi ile asıl sevgi iplikleri burada bağlanmıştı. İkisi de bir sınıfta idiler; ikisi de yatılı olmuşlardı. O vakit aile yaşayışından uzak düşen bu iki genç yürek, birbirleriyle içtenlilik dolu bir yakınlık oluşturdular; emelde ve düşüncede de bir ortaklık kurdular. Zaten duygularında, dış etkileri alıp bunları değerlendirmekte, düşüncelerin belirtilmesi ve kafaya yerleştirilmesi biçiminde aynı anlaşım içindeydiler.
Örneğin ikisi de bir şeyi tuhaf veya garip bulmakta, bir düşünceyi beğenmek veya geri çevirmekte, bir olaydan etkilenmekte veya ona ilgisiz kalmakta her zaman görüş birliğindeydiler. Onun için sevişmek, o insanlar arasında o kadar tatlı olmakla birlikte pek az rastlanılır biçimde gerçekleşen sevişmek, bu iki tertemiz yürek için pek kolay bir şey oldu. Hem de o kadar ki bütün öteki sınıf arkadaşlarına yabancı kaldılar.
Aralarındaki yakınlık, başka bir yüreğin kendilerine katılmasına katlanamayacak ölçüdeydi. İlk yıllarda arkadaşlıkları duygularını birbirlerine aktarmaktan fazla bir şey değildi; ama sonraları… Taze beyinleri gelişmeye başlayıp okuduklarını anladıkları zaman, işte o zaman, ikisinde de bir okuma deliliği başladı. İlk okuma heveslerine özgü doymak bilmez bir açlıkla, her ellerine geçeni okumak istediler.
Önce öyküler, kitapçılardan kira ile alınmış veya arkadaşlarından bin rica ile istenilmiş tercüme veya yerli bir alay öykü okudular. Çoğunlukla birlikte okurlardı. Sınıfın bir köşesinde, ıssızca bir yere çekilirler, kitabı çekmecenin içine yerleştirirler; Ahmet Cemil yavaş sesle okur, Hüseyin Nazmi dinler ve işitemediklerini göz ucuyla süzerek tamamlardı. Her iki arkadaş görüş ve düşüncelerini, yüreklerini bir kitabın bir sayfasında böylece ortaklaştırırlardı.
Bir ara öyküden tiksindiler; o ilk önce duydukları tat aldıkları istek ve merak kayboldu. Ama okuma ihtiyaçları olanca şiddetiyle sürdü. Tarih okumak istediler; ellerine geçen bir eski tarihi yarıda bıraktılar. Okulda zaten dersleri değil mi? O yetmez miydi? Hayale dalmaya -Ahmet Cemil’in Fransızcadan tercüme edip kullandığı “mâfevkal’arz”a-öylesine yönelik düşüncelerini, geçmiş zamanların mezarı demek olan tarihe sürüklemekten tat duymadılar. Ama utanarak bunu kimseye de açıklamak istemezlerdi. O kadar hayal arayan gençler olmaktan değil ama öyle görünmekten korkuyorlardı. Edebiyat sınıfına geçtikleri zaman hayal kurmaya elverişli bir alan aramakla dolu olan düşüncelerine yeni bir uçuş, gökyüzü açıldı: Şiir…
O vakit, şiir adına meydana getirilen bütün yeni ürünleri okudular. Okumak deyimi yeterli olmaz; onların arasından koştular. Sonra, serin bir kaynaktan ayrılamayan çöl yolcuları gibi gene o ciğerlerine taze bir canlılık veren kaynaklara geri döndüler; okuduklarını bir daha okudular, kimi parçaları ezberlediler. Sonra buldukları şey yetmedi, dahasını bulmak istediler; ama artık onları doyurabilecek türden şeyler bulamıyorlardı.
Ruhlarını tatlı bir uyuşukluk içinde kapsayıp çeviren bu ufuk, bu şiir ve hülya alanı o kadar dardı ki… O zaman aradıklarını bulmak için eski divanları okumak istediler: Fuzulileri, Bakileri, Nef’ileri, Nebileri, Nedimleri araştırdılar. Bir ara bunların kimisinde, hele Nef’i’de buldukları dil görkemi düşüncelerini örtüp kapladı, duygularını bunalttı. Söylenen sözlerin tantanası altında şaşırdılar. Aşırı süssüz gösterişsiz bir beste mırıldanmak türünden, yalnız bu dil musikisine aldanarak okudular; sonra o musikinin asıl temel ruhuna dikkat etmek istediler. Ama bunlar o kadar donuk ve sessiz veya o kadar patlamalar arasında o denli canlılıktan yoksun göründü ki ruhlarını istedikleri gibi titretmekten uzak kaldı.
Bir zaman geldi ki aradıklarını bulmak umutlarını kestiler; okumaya küstüler, okumaz oldular. Ama bu durgunluk, tembellik süresi -bir gün geldi ki- o yıllarca okumanın tohumlarından filizler çıktığını göstererek geçti. Sanki bir kıştan sonra bir bahar… Bu genç düşüncelerin baharı gelişmeye başlamıştı.
Bir gün Hüseyin Nazmi, utanarak Ahmet Cemil’e -gece yatağında iken yazmış- söylemiş olduğu bir ay ışığı tasvirinin ilk dört beyitini okudu. Ahmet Cemil karşı çıktı:
“Yatakta mehtabı tasvir etmek olur mu?” diyordu. Ancak biraz da kızarmıştı. Niçin? Ertesi sabah o da ay ışığı tasvirinin öteki dört beyitini yapmış bulundu.
Artık bir uğraşı alanı bulunmuş oldu. Ya okul kitapları?.. Oh! Onlarla uğraşılmayalı zaten pek çok zaman olmuştu. Okula girdikleri zamandan başlayarak sınıfın bir türlü yüksek derecelerine heves edememişlerdi. Sınıfın orta bölgesinde yaşamayı yeğliyor görünürlerdi. Önce okumalardan, şimdi karşılıklı şiir yazmalardan çalabildikleri saatlerle ders kitaplarına ayırdıkları zaman, kendilerini şu orta bölgede tutmaya yetiyordu.
Bir tatil günü birlikte geziyorlardı. Genç çocuklara özgü bir şiir hevesiyle her gezdikleri yerde her gördükleri şeyi buna fırsat sayarlardı. Örneğin o gün köprüden geçerken vapurun bacasından çıkan dumanlar için bir benzetme yapmak, Beyoğlu’na çıkarken rastladıkları kürklü bir başlık giymiş minimini sarı bir Alman kızı için bir manzume söylemeye yeltenmek gibi çocukça şeyleri olurdu. Ama artık böyle etkilenmelerden kendileri de bıkkınlık duymaya, bunları kendileri de gülünç bulmaya başlamışlar; beyinlerinin içinde büyük düşünceler bulup da onların büyüklerine oranla küçük kalanların kendilerinden duydukları bıkkınlığa benzer bir şey sezinler olmuşlardı.
O gün Beyoğlu’ndan geçerken bir kitapçı dükkânının önünde durdular. Vitrinde dizili kitaplara bakıyorlardı. İkisi de özel çalışmaları sayesinde Fransızcayı, okullarda mümkün olan dereceden çok daha fazla bir oranda öğrenmişlerdi.
Birden Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah! Bak başlığa… Herhâlde bir şiir kitabı olacak.”
Hüseyin Nazmi baktı. Ahmet Cemil’in gösterdiği kitap, Edmond Haraucourt’un “L’ame Nue” adlı şiirler kitabıydı. Ahmet Cemil bunu hemen kendi özgü dili ile “Rûh-ı Üryan” diye Türkçeye tercüme etti.
İkisinde de bu kitabı satın almak için birden bir istek uyandı. Utangaç bir tutumla içeri girdiler; Fransızca sormaya cesaret edemeyerek kitabı istediler. Hüseyin Nazmi parasını verdi.
Ahmet Cemil’in deyimince Hüseyin Nazmi, Maliye İşleri Müdürü’dür. Çünkü Ahmet Cemil’in her zaman boş veya boşa benzeyen cebine karşılık Hüseyin Nazmi’nin cüzdanı her zaman dolu veya doluya yakındır.
Kitabı aldıktan sonra bir yere gitmek istediler. Hava güzel ama soğuktu. Hüseyin Nazmi dedi ki:
“Ne zararı var, bak güneşe? Bu güneşin altında, bunu denize karşı, Taksim Bahçesi’nde, ta o tepede, Üsküdar’ın denize akan tablosunun karşısında okuruz.”
Oraya kadar gittiler. Şimdiye kadar Fransızca bir seçmeler dergisinde görebildikleri eski birkaç manzumeden başka bir şey okumamışlardı. Bu, ellerine aldıkları ilk şiir kitabı oldu.
Taksim Bahçesi’ne girdikleri zaman ellerinde tuttukları kitabın daha okumadan önceki lezzetiyle yürekleri sanki bir sırlar evinin çekici tatlılıklarına ulaşmak için ilk adımı atıyormuşçasına tuhaf bir hâlde duyguluydu. Ta bahçenin sonuna kadar gittiler. Orada yeşil tahta banklardan birine ters olarak, yüzlerini deniz yönüne çevirerek, kış güneşinin hafif sıcaklığıyla yarı kızgın taşlara ayaklarını dayayarak oturdular.
Kitabın neresinden başlamak gerekeceğini kestirmekte kararsızdılar. Anlayıp anlamamak meselesinden de korkuyorlardı.
“Bir yerinden aç bakalım, talihimize ne çıkar!..”
Talihlerine “Mezar” başlıklı manzume çıktı. Önce Ahmet Cemil, sesli olarak, biraz acemilere özgü kararsızlıkla okudu. Birden anlayamadılar. Şiirin ötesinde berisinde kafaları durakları; pek iyi bilmedikleri kelimelerin üzerinde bir süre durdular. Sonra anladıklarını anlamadıklarına birer çözüm basamağı edinerek manzumenin okunuşu bitince gözleriyle, susarak ikisi de ortaklaşa uzun uzun süzdüler.