Kitabı oku: «Mai ve Siyah», sayfa 4
Yalnız tercüme de yeterli değil, izin peşinde de koşmalı. Matbaadaki başmürettip karşısında da yaltaklık etmeli, tashihlere bakmalı. Ahmet Cemil bunları düşünürken içinden kabaran geniş bir solukla “Off!..” derdi.
Bu biçimde yaşayabilmenin mümkün olmadığı kanısını edindi. Başka bir şey daha gerekli; bir çalışma alanı daha bulmalı, amma ne?..
Kitapçının dükkânına gidip geldikçe kimi şeyler öğrendi ki bunlardan faydalanmak yollarına başvurmak mümkündü.
Kitapçılar yayımladıkları dergiler için yazı yazanların önemine göre para veriyorlardı. Bunlardan birkaçına yazı yazsa? Hangi konuda olursa olsun. Fransızca eski, yeni dergilerde ve gazetelerde çevrilebilecek ne olursa olsun…
Hüseyin Nazmi’nin abone olduğu Fransızca dergilerin eskilerinden bayat sayılarından istedi. Bunlardan en yabancı olduğu konulara, en ilgi duymadığı şeylere ilişkin tercümeler yaptı; bunları dergi neşreden kitapçılara götürdü. Kimisini kabul ettirebildi, kabul ettirebildiklerinden kimisi için para alabildi; ama ne aşağılanmalar karşılığında!..
Her zaman kalabalık olan kitapçı dükkânlarında, her zaman “meşgul” görünen kitapçılardan, her zaman ayıp olan para istemelerine katlanmak…
“Şimdi yok…”
“Ha, o yazı mı? Yakında gereğine bakarız.”
“Üç gün sonra…” biçiminde; bir müşteriye bir kitap gösterilirken; “meşguliyet” arasında veya kuru fasulye pilakisi yenirken, iri lokmaları yutma sırasında verilmiş karşılıklarla çaresiz geri dönmek!
Edebiyat dünyası, basın mesleği bu muydu? Hiç olmazsa bu kadar zahmetine, zorluğa katlanmasına başladığı şu meslekte, altına imzasını kıvançla, seve seve koyabileceği şeyler yazabilse…
Bir gün gene bir yazı götürdüğü bir derginin sahibi -Faiz Efendi adında insaflı bir adam ki onun ne kadar paraya muhtaç olduğunu anlamıştı- dedi ki:
“ ‘Mir’at-ı Şuûn’ gazetesi için tefrika edilecek bir romana gerek varmış. Başkası kapmadan siz imtiyaz sahibine başvursanız… İyi bir adamdır; çekinmeyin.”
Çekinmek!.. Pek iyi anlamıştı ki çekinen aç kalır. Haydi kendisi aç kalsın ama evdekiler?
Hemen o dakikada yüreklilik göstererek “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine gitti; imtiyaz sahibinin odasına kadar çıktı. O vakte kadar bir gazete idarehanesine girmemişti. Kafasında gazete, yayın konularını, bu ve benzeri yerleri büyültüyor; yeşil örtülü büyük yazı masalarının yanlarında iri sakallı, altın gözlüklü, yüksek sesle konuşan, yüksekten bakan adamlar düşünüyordu. Şu bir iki aydan beri kitapçı dükkânlarında gördüğü örnekler, daha bu hayallerini büsbütün silememişti.
Hüseyin Baha Efendi’yi müdürlük odasında, kanepeye ilgisizce yaslanmış, Başyazar Ali Şekip’in parmaklarıyla ahenk tutarak aşağı perdeden okuduğu bir şarkının ninnisiyle uyumaya hazırlanıyormuş gibi görünce şaşırdı. Yerinden kalkmaksızın yüzüne merakla bakan Hüseyin Baha Efendi’ye nasıl seslenmek gerekeceğinde karar veremedi.
Ama Hüseyin Baha Efendi iri sakallı, altın gözlüklü bir imtiyaz sahibi olmamakla birlikte pek iyi bir adam etkisi bırakıyordu.
“Ne istiyorsunuz oğlum?” dedi; bu sesleniş Ahmet Cemil’e cesaret verdi. Ne istediğini anlattı. Hüseyin Baha Efendi doğrularak dinledi. Sonra Ali Şekip’i göstererek “Soralım da gerçekten ihtiyaç varsa…” dedi.
Ali Şekip döndü; o bu gence birkaç kez rastlamıştı. Şimdi sürmekte olan roman bir hafta sonra bitecekti.
“İşte. Ahmet Cemil Bey tercümeyi yapsın.” dedi.
“Aman, okudunuz mu bilmem…”
Ali Şekip o iyi yürekli adamlardandı ki beş dakikada dost olur, sohbete başlar, her gördüğünü sever. Dünyada her şeyi sevmek için yaratılmıştır.
Bir roman okumuştu, onu salık veriyordu:
“Durun bakayım, burada mı?”
Kitap bulundu, Ahmet Cemil’in eline tutuşturuldu, “Hemen başlayın.” denildi. O, utanmasa Ali Şekip’le Hüseyin Baha Efendi’nin boyunlarına sarılacaktı. Utana utana girdiği bu yere beş dakikada ısınıvermiş, beş dakikada bu adamlar üzerine derin bir sevgi edinmişti.
İşte, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine ilk girişi böylece olmuştu. Bu ilk buluşmanın sevinç ve neşesiyle Ahmet Cemil bir hafta içinde -tatilin son haftası- gazeteye bir ay yetecek kadar tercüme hazırladı. Ali Şekip’in salık verdiği bu roman da “Hırsızın Kızı” türünden bir şeydi ama artık Ahmet Cemil müşkülpesentliğe gerek görmüyordu. Mademki imza koymuyor…
O imzayı asıl yazmak istediği eser için saklamak istiyordu.
Para konusu için ikinci buluşmada, Ali Şekip’e açıldı. Artık senli benli bile olmuşlardı.
Ali Şekip hemen “Oh, bak, o nazik bir konudur… Hele başlayalım; ben sana para alıveririm. Elbette Hüseyin Baha Efendi’nin kara gözleri için çalışacak değilsin ya… Gazete yönetiminin para sandığı her zaman boştur ama… Sen bana biraz kendini tanıtsana bakayım…”
Başka birisinin ağzında terbiyeye aykırı sayılabilecek bu soru, onun ağzında öyle tertemiz bir yürekten çıkmış görülüyordu ki Ahmet Cemil, garipliğinin farkına bile varmadı. Dört beş cümleyle kendini tanıttı. O zaman Ali Şekip, hiçbir söz söylemeyerek elini uzattı; kendisine bir yardım eli arayan bu genç eli içtenlikle sıktı.
***
Bundan sonra Ahmet Cemil’in hayatı normalleşmişti: Her zaman çalışmak, öteden beriden -dağınık yerlerden olarak- ayda üç dört yüz kuruş kadar bir para kazanmak…
Okul açılmıştı. Hüseyin Nazmi ile birlikte artık son sınıfta idiler. Ama aralarında eski sıkı dostluk mümkün olamıyordu. Biri yatılı, öteki gündüzlüydü. Hüseyin Nazmi okuyor, Ahmet Cemil yazıyor; birinde düşünce alışkanlıkları zenginlik kazanıyor, ötekinde yetenekler yıpranıyordu. Bu yaşayış ayrılığı, eski ilişkilerin içtenliliğini biraz gidermiş gibiydi.
Bu son yıl Ahmet Cemil derslerini büsbütün savsaklar olmuştu. Sabahleyin, okula gidinceye kadar, akşam okuldan döndükten sonra, gece yarısına kadar işleyen, sürekli işleyen bir kafanın ve düşüncenin okul derslerine katlanabilme derecesi ne kadar, ne kadar olabilirdi?
Zayıflıyor, sararıyordu; buna annesi ilgisiz kalamadı.
Sabiha Hanım, çocuklarının hiçbir hâlini ve duygusunu incelemekten geri kalmayan annelerdendi.
Bir gün annesinin önüne, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinin idare memuru Ahmet Şevki Efendi’den aldığı beş mecidiyeyi koyduğu zaman, Sabiha Hanım dedi ki:
“Daha paramız bitmedi oğlum; sen beni israfa alıştıracaksın. Bizim geçimimizden ne olacak? Biraz da kendine baksana… Hem ben bu kadar yorulmana da razı değilim. Sonra hasta oluverirsin…”
O güldü; annelik sevecenliğinden doğan bu duygu dolu sözler, Ahmet Cemil’i birden, beş yaşındaki çocukluk günlerine geri götürdü. Kumral uzun saçlı başını annesinin dizine koydu:
“Ben çalışmayacak olursam nasıl olur anneciğim? Ben çalışmalıyım ki bir şey olayım. Ben şimdi yorulursam sonraları rahat edeceğim. Hele bir okulu bitireyim, bak ne olacağım!.. Oğlunu bir matbaa sahibi, bir gazetenin müdürü görürsen övüneceksin, değil mi anneciğim…”
***
Şimdi Ahmet Cemil’in yüreğine bu taze umut düşmüştü. Bu umudun üzerine ne hayaller kurmuş, kafasında neler düzenlemişti.
Kitapçı Faiz Efendi’ye bir gazete imtiyazı aldırtıyor, kendisi başyazar oluyor, Hüseyin Nazmi’yi beraberine alıyor, her biri beş liralık hisse senetleri çıkarıyor, bir matbaa kuruyor; hisse senetleri elde edilecek gelirlerle yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor, matbaa sadece Ahmet Cemil’in malı oluyordu.
Babıali Caddesi’nin uygun bir yerinde, örneğin Sirkeci’de dört yol ağzında, köşelerden birine zarif -kafasında planı bile çiziliydi- büro; küçük bir araba, tek atlı… Fazla görkeme ve gösterişe ne gerek var? O vakit gözlük de takacak.
Gözlüğe özellikle önem veriyordu. Sabahleyin Süleymaniye’den… Yok, yok, o evi satıyorlar, başka bir yerde, daha nerede olacağı karara bağlanmamıştı, bir ev… Sabahleyin arabasına bindiği gibi askerce bir sesle arabacısına emir verecek:
“Matbaaya!..”
Bu hayali her zaman süslerdi. Tek avuntusu ve mutluluk kaynağı sadece ve sadece buydu. Bunu gece yatağında rahat rahat düşünebilmek için üstelik yatmakta acele ederdi.
Daha neler düşünmemiş, bu umudun çevresinde neler neler yaratmamıştı? Bütün bu güler yüzlü hülyaların arasına bir hayal de girerdi ancak bu hayal pek akıcıydı, belli belirsiz bir şey…
Belirsiz bir çocuk yüzü… Kim bilir kimdi? Ahmet Cemil, bu yüzün adını bilmekle birlikte, onu kesinlikle belirlemeye cesaret edemezdi.
***
Okulun öğretim süresi bitmek üzereydi ki bir gün akşamüstü “Mir’at-ı Şuûn” matbaasına uğradığı zaman, Ali Şekip kendisini görür görmez “Ben de seni bekliyordum.” dedi. Sonra söyleyeceği şey -yanında tashihlerle uğraşmakta olan Raci’den, Saib’den saklı imiş gibi- Ahmet Cemil’i tuttu, Hüseyin Baha Efendi’nin odasına kadar çekti götürdü.
“Sana bir iş buldum.” dedi.
Ali Şekip’in bulduğu iş bir hocalıktı.
Ayda iki lira vereceklerdi. Haftada üç gece akşam yemeğinden sonra giderdi. Zaten kendisinin evine de yakındı. Çocuk pek küçük ama ne çıkar! Bir saat kadar ders; sonra yanına bir uşak katacaklar, gene evine döner. Sanki haftada kazandığı, o üç saatte kazandığından daha mı fazla tutuyor?..
***
Ahmet Cemil’in aylık bütçe dengesinde o iki liranın pek büyük önemi vardı. Ali Şekip’ten bu haberi aldıktan sonra, sanki demir yolları piyangosu çekilişinde büyük ikramiyeyi kazanmış gibi bir an önce eve müjdeyi vermek üzere Süleymaniye yolunu her vakitkinden daha erken tuttu.
O akşam önemli bir para oturumu açıldı. Sabiha Hanım’ın, İkbal’in arasında oy vermek üzere, üstelik Seher bile oturuma çağrıldı. Ahmet Cemil’in elinde kurşun kalem vardı, diyordu ki:
“Şöyle böyle eve dört beş yüz kuruş giriyor. İki lira daha zam olunca mademki ev kirası da yok… Başka ne harcama kaldı?..”
Seher, mutfak harcamaları konusunda görüşlerini söyledi. Ahmet Cemil kimi zaman annesine kimi zaman Seher’e gözlerini yönelterek dengeyi düzenlemeye çalışıyordu.
“Daha daha?..”
Harcamalar kalem kalem ilerliyordu. Listenin her noktasında uzun tartışmalar oluyor; karşı çıkmalarda da bulunuluyordu.
“Daha daha?..”
Hep arıyorlardı. Daha ne var? Şu yazıldı mı? Şeyi unuttun sanırım. Daha daha?..
Sonunda Ahmet Cemil listenin altını çizdi, toplam işine başladı. Toplamın sonuçlarını birer sayıyla işaret ederek çizginin altına indirdikçe yüreğinde bir çarpıntı duyuyordu. Toplam ne olacak?.. Toplam bitince şaşırdı. Herkes tam bir sessizlikle sonucu bekliyordu. O, toplamın sağlıklı oluşuna inanamadı, bir daha yapmaya başladı.
“Aman anne, zengin oluyoruz. Bir epey para artıyor!..”
Hiçbiri inanmadı. Ahmet Cemil’in yanına yaklaştılar. Listenin her sayısı yeniden okundu. Eksik bir şey olmasın diye dikkat edildi. Seher bir ara “Şey unutulmuş.” dedi.
“Ney?” dediler.
“Şey…” dedi; şeyin adını bulamadı. Kahkahayı salıverdiler. Seher utandı, kaçtı. Toplama bir daha yapıldı.
Ahmet Cemil, elindeki kâğıdı sallıyor, “Zengin oluyoruz!..” diye bağırıyordu. Sonra gözlerini İkbal’in gözlerine dikti.
“Artan para da gerek, değil mi anne? Gelin edecek kızımız var.” dedi.
“Aman ağabey sen de… Hep adamla alay edersin…”
***
Ali Şekip’in bulduğu ders, Vezneciler civarında idi. Büyük, eski bir konak. İyi terbiye almış, altı yaşlarında güzel, ince bir çocuk. Biraz okumak biliyor. Çocuğun babası -nazik bir efendi- Ahmet Cemil’e izlenecek metodu belirledi. Çocuğu idadi sınıflarına hazırlamak gerek. Artık ne yolda bir öğretim biçimi seçmek gerekeceğinde kendisini özgür bırakıyor. En çok dikkat edilecek şey çocukta öğrenim isteği uyandırmak. Çalışmasından memnun olmadığı zaman kendisine haber verir elbette…
Baba, bunları anlatırken hatırlatmalarının bu bölümünde çocuğuna hem tehdit hem de şaka anlamı taşıyan bir bakışla baktı. Çocuk gözlerini indirdi. “Ders saatlerine gelince: Şimdi kış girmek üzere, sanırım geceleri yeğlersiniz değil mi?” dedi. Dönerken kendisine bir uşak katılacak. Haftada üç kez ders yeterli.
O akşamdan başlayarak derslere başlandı. Ama hocalığın birçok güçlükleri konusunda daha bir düşünce edinememişti. Çocuğa biraz okuma yaptırdıktan sonra daha ne yapmak gerekeceğinde oldukça şaşkınlık geçirdi. Beş dakikada iş bitti. Şimdi ne yapılacak? Çocuk bekliyordu. Ahmet Cemil sanki sıkıntısından terledi. İmla yazdırmak istedi, söyleyecek bir şey bulamadı; sonra okuttuğu yerleri yazdırdı, yanlışları tashih etti.
Kimi kurallarla ilgili hataları açıklamak istedi. Çocuk devamlı yüzüne bakıyordu; bir şey anlamadığını çok iyi sezinlemişti. Büsbütün sıkıldı:
“Bu kez burada kalsın, gelecek ders için kitap getireyim de…”
Konaktan çıktıktan sonra enikonu geniş bir soluk aldı. Dün akşamki denge listesini şenlendiren iki liranın kolay kazanılamayacağını şu ilk deneme ile anlamıştı…
***
Okulun son imtihanları yaklaştı. Bu yıl dersleri büsbütün savsaklamıştı. İmtihan zamanı yaklaştıkça içine bir korku düşüyordu.
Ya sınıfta kalırsa?.. Bu korku kafasına iliştikçe -korkulu düşüncelerden kaçmaya sürükleyen bir duygu ile- bunu hemen oradan silip çıkarmak isterdi.
Yılın son ayında artık çalışmaya gerek gördü. Bir yandan bir kitapçıya tercüme verdiği “Çocuklara Bilgi” adlı dizi, bir yandan “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi için ikinci kez olarak başladığı bir tefrika roman, haftada üç gecesini alıp götüren Vezneciler yolcuğu dersleri, kendi derslerini çalışmaya vakit bırakmıyordu.
Uykusundan fedakârlık yaptı. Küçük odasında, herkes yazın sıcağıyla erkence yataklarında uyurlarken, o kitaplarının üstüne eğilmiş durmaksızın çalışmaktan yorulmaya başlayan zavallı başını iki ellerinin arasına almış, dirseklerinin üzerine dayanmış, artık dışarıdan gelen etkileri kabul etmek istemeyen düşüncesine, bir yıldır savsaklanmış bir hâlde kalan derslerini sindirmeye çalışırdı.
Korktuğuna uğramadı; diplomasını alabildi. Ama bir diploma ki…
Ahmet Cemil, bundan söz edilmesine izin vermez, zekâsına sanki aşağılık duygusu veren bu belgeden utanır.
Diploma aldıktan sonra hiç sevinmedi. Ondan zaten büyük bir umut beklemiyordu. Artık geçim biçimini bulmuştu. Bu diplomayı elde etmek için çalışması, başladığı bir şeyi bitirmiş olmak azminden başka bir şeyden ileri gelmemişti.
***
Okul bittikten sonra Hüseyin Nazmi ile hayat ortaklığı hemen büsbütün kesildi. O, Hariciye Nazırlığına girecek, ara sıra da dergilerde yazı yazacak… Ahmet Cemil hiçbir yere bağlanmayacak, bütünüyle basın dünyasına atılacak; bir iki ders daha bulacak, para kazanacak. “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi yazı heyeti arasında yeri zaten hazır…
Hüseyin Baha Efendi bir gün, gözlüğünün üstünden bakmaya çalışarak hizmetinden pek memnun olmadığı Osman Tayyar’ı göstermiş:
“Sen, mektepten çıktıktan sonra, buradasın!” demişti.
Onu bu gazete ve matbaada hemen herkes severdi. Başyazar Ali Şekip, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha, idare memuru Ahmet Şevki Efendi… Bunlar o temiz yürekli adamlardı ki onlarla konuşurken içten bir ferahlama duyar, sıkıntılarının birçoğunun ortadan kalktığını sezinlerdi. Bir de matbaanın müdürü Tevfik Efendi vardı ki işinin başına her gün herkesten önce gelir, küçük odasına girerdi.
Her zaman küskün, her zaman sessiz bir adam ki ortalıkta gölge gibidir. Kimseyle konuşmaz, hiçbir şeye karışmaz. Yalnız, Ahmet Şevki Efendi ile yönetim işlerine bakar. Matbaada öksürdüğünden başka sesi duyulmaz; hastalıklı bir çalışan… Yazın kürk giyer, odasından mangal mayıs ortasında kalkan bir yaşlı adam…
Ahmet Cemil bu adamla bir çift söz etmemiştir; niçinini, nedenini de bilmez. Matbaa müdürü?.. Ne demek olacak, matbaa müdürü ise kendisini göstersin. Odasında kül eşelemekten başka bir şey yapmayacaksa müdürlükten vazgeçsin…
Hüseyin Baha Efendi’nin buna, üstelik çarpık işlerine katlanışına bakılırsa bu adamın burada müdürlük sıfatını takınmak için bir özel hakkı olmalıydı. Kimi zaman kulağına çarpan sözlerden yavaş yavaş anlamıştı ki Tevfik Efendi, Hüseyin Baha Efendi’nin ortağı imiş; ola ki asıl sermaye de onun imiş…
Ahmet Cemil buna hiç önem vermezdi. Zaten bu üç kişiden başkaları her zaman gezgin hâlindeydiler. Altı ayda altı kez gazete ve matbaa değiştirir adamlar… Bugün “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinde, yarın başka bir yerde, kimi zaman iki yerde birden. Örneğin Osman Tayyar, dördüncü kez olarak bu gazeteye kapılanmıştı.
Diploma aldıktan sonra, bu dördüncü keze de son verildi. Üstelik bu kez Hüseyin Baha Efendi, Osman Tayyar’ın gazeteden ayrıldığına ilişkin iki satırlık bir yazı yayımlamaya bile gerek gördü.
Ahmet Şevki Efendi, o gün bir ara Ahmet Cemil’e “Oh! Hele şu çapkından kurtulduk. Şimdi gitsin de başka bir ‘Mir’at-ı Şuûn’ adına para alsın…” demişti.
***
“Mir’at-ı Şuûn”a kesin olarak girdikten sonra yaşayışı da bir düzene girmiş oldu. Kitapçılar için çalışmak, belli zamanlarda çıkan dergilere yazı yetiştirmek, “Mir’at-ı Şuûn” için her gün haberler ve değişik çeşitli yazılar sütunlarını doldurmak; sabahtan akşama kadar yönetimin havı uçmuş, değişik renklerde lekelerle, değişik biçimlerde yırtıklarıyla garip bir şey hâlini almış soluk yeşil çuha örtülü masasının kenarına ilişerek -Ali Şekip bir yanda olayların özetini hazırlarken, Raci ötede, bir dergideki güzel bir manzumenin yazarını küçültmeye çalışırken, Hüseyin Baha Efendi bir hesap konusu için Ahmet Şevki Efendi’ye çıkışırken, başmürettip mürekkepli elini kapının kenarına dayamış “Değişik yazılar ve haberler bölümüne bir buçuk sütun daha gerek.” derken- çalışmak; yazı imal eden bir araç gereç gibi uzunluğuna kesilmiş kâğıtlara, yeniden okumaya vakit bulamadan, doldurup bir yenisine başlamak…
Durmadan işleyen zavallı başını dumanla uyuşturabilmek için birbirinin ardından yaktığı sigaraların dumanı gözlerini doldurdukça durmaya, sulanan bu zavallı gözlerini dinlendirmeye vakit bulamayarak çalışmak, yazı yazmak…
Sonra yorgun kafasının bir sözü bulabilmekten veya bir cümleyi bağlayabilmekten irkilişi üzerine ileriye gitmek istemeyen kalemi, kâğıdın üzerinden ayırmayarak durmak; bir süre zihninin tembelliği içinde gözleri pencerenin rengi uçmuş, eğri takılmış yeşil astar perdesinin kenarından şurada duyma düşünme yeteneklerini öldürmekle uğraşan bu zavallılara bir alay etme bakışı yollayan güneşin parlayışına özlemle dalıp gitmek…
Bu uğraşı içinde yemek yemek için vakit bulamazdı. Çoğunlukla peynir ekmekle üzümün oluşturduğu öğle yemeğini güneşsizlikten, havasızlıktan her zaman iştahsız kalan midesine zorla indirdikçe gözleri bir yabancı dergide, tercüme etmeye yarayacak bir parça arar veya biraz önce doldurduğu kâğıtların birinde, yeri boş bırakılmış bir kelime için sözlük kitabını araştırırdı.
Kimi zaman uyuşmuş bacaklarına, sürekli oturmaktan yorulmuş bedenine bir taze hayat vermek için kalkıp biraz dolaşır veya pencerenin kenarında ayakta durarak karşıki kaldırımdan geçenleri seyreder; bir ara merdivenleri iner, sokağa çıkar, kitapçısına kadar gider; yeni çıkmış kitap varsa şöyle bir bakar veya kitapçının hatırı için tashihleri gözden geçiriverir ve böylece işin çeşidini değiştirmiş olmakla kendisini dinlenmiş sayarak gene gazeteye döner.
Bu yaşayış biçimi her zaman böyledir. Cuma yok, pazar yok, her gün çalışacak, her gün gazeteye esir olacak. Kimi zaman geceleri nöbet bekleyecek. İmtiyaz sahibinin odasındaki sedirin üzerine ilişip yatacak. Pek seyrek olarak gazetede kendisine gerek olmayacak da biraz soluk alabilmek için Tepebaşı’na kadar gidecek veya gidip gelme bir Boğaziçi yolculuğu yapacak…
Ama bu yaşayışından şikâyetçi değildi. Çalışmak şimdi onun için sanki bir hastalık olmuştu. Duramıyordu. Yalnız, akşamları evine döndüğü zaman, yemek vaktine kadar minderin üzerine boylu boyuna uzanır, dinlenirdi.
Eve gelince annesiyle İkbal, o günün olup bitenlerini kendisine anlatırlardı. O yalnız dinler, ara sıra bir soru sorar, onlar söyler; bin türlü hiçlerden oluşmuş sözlerle yorgun kafasına biraz istirahat havası verirdi.
Bu uğraşma dolu hayata başladıktan sonra sessizliği sever olmuş; eski şen hâlini, gevezeliğini kaybetmişti. Ama isterdi ki kendisine öteden beriden söz edilsin. Bugün komşu Sabire Hanım gelmiş; oğlu Ahmet Efendi gelinle kavga etmiş de o, aralarına girerek barıştırmış. Gene de değeri bilinmezmiş, ne de olsa gelin değil mi?..
Bunu uzun uzun, dudaklarında geciken bir gülümsemeyle dinlerdi.
Dün İkbal, Seher’le birlikte, sekiz arşın basma almak için Kalpakçılarbaşı’na gitmiş. Yolda Seher’in ayakkabısının ökçesi kopmuş. Deli kız “Aman! Küçük hanım, ökçem koptu!..” diye kalabalığın içinde bir çığlık atmış ki…
Bu hiçleri derin bir zevkle dinler; dinledikçe sıcak bir günden sonra düşen yaz yağmurlarının tatlı serinliğine benzeyen bir haz duyardı.
Gazete için çalıştığına hiç hayıflanmıyordu çünkü bütün umutlarının sürekli çalışma sonucunda elde edilebileceğine, gerçekleşeceğine inanıyordu. Ama o Vezneciler’deki ders Ahmet Cemil’e o kadar ağır geliyordu ki eğer başka türlü elde edilebilmesi mümkün olsa o iki lirayı çoktan terk ederdi.
Hiç olmazsa gecelerine bütünüyle sahip olabilse kendisini mutlu sayacaktı. Evde kaldığı akşamlar bir süre annesiyle konuşur, Seher’le alay eder, özellikle İkbal’i herhangi bir nedenle kızdırarak eğlenir; sonra odasına çıkarak ya sevdiği bir şairi okur ya tercümeleriyle uğraşır ya da -iki gün sonra yok edilip atılmak üzere- bir manzumecik karalardı.
Odasında, seccadelerin üzerinde yuvarlanarak, minderlerde uzanarak çalışmaya ayırdığı bu zamanlar, gündüzleri gazetenin hasır iskemlesinde geçen saatlerin eziyet ve zahmetlerinin ödülü türünden, bir istirahat dönemiydi. Ama ihtiyaç derdi, bu zamanları da tamamıyla kendisine bırakmıyordu.
Haftada üç gece yemekten sonra evden çıkarak, bu sessizlik ve dinlenme köşesini bırakarak Vezneciler’e kadar gider; orada saatlerce uğraştıktan sonra, yanına kattıkları bir uşağın eşliğinde evine gelir, o zamana kadar herkes yatmış olduğundan yanına almış olduğu anahtarla kapıyı açarak hafifçe, ayaklarının ucuna basa basa odasına girer; en son on altı saatlik bir çalışıp çabalamanın acıları pahasına kazanılmış olan yatağına sokulurdu.
Asıl bu Vezneciler yolculuğundan kışın zahmet çekmişti. Öyle ki ders günleri yemeğini yedikten sonra, mangalın başında ısınmak mümkün iken bunu elde edemeyip soğukta, karların, çamurların içinde yeniden sokağa çıkmak gerekeceğini düşündükçe eve gitmekten korkar olmuştu.
Dersi olduğu akşamlar sofrada yası andıran bir sessizlikle yemek yedikten sonra küçücük kırmızı bakır mangalla ısınan bu yuvacıkta annesini, kardeşini yalnız bırakarak üstelik geç kalmak korkusuyla, mangalın kenarına sürülen parlak sarı cezveden payını almayarak bu gece yolculukları için aldığı muşamba paltosunu giyer “Anne, ben gidiyorum; uykunuz gelirse beni beklemeyiniz!” der, yüreğinde bu eve, şu küçücük aile ocağına bir özlem duygusuyla sokağa çıkardı.
Soğuk!.. Kışın tipilerle esen rüzgârı paltosunun başlığından içeri saldırarak yüzünü tırmalar, bütün vücudunu kaplayan ürpermelerle titrer. Hasır iskemle üzerinde yazı ile geçen bir günden sonra o küçük ama şirin sarı mangalın kenarından uzak düşmüş olmak -şüpheli işlerle geçinen sefil adamlar gibi- geceleri karanlıklar içinde ekmek parasına koşmak, dayanma gücünü kıran bir dertti.
Her dakika bir çamur birikintisine batmamak için duralamak zorunda kalır, iki ellerini ceplerine sokarak, eteklerini dizlerinin üstünde tutmaya çalışa çalışa taşların üzerinden sekerek yürür, kimi zaman duvarın kenarından bir gölge biçiminde süzülerek geçer; geçtiği yolun üzerindeki küme küme büzülmüş köpeklerden korkarak yolunu değiştirir kimi zaman yıkıntı bir evin boşluğundan geçerken şimdi bir el uzanıverecekmiş, yakasından tutuverecekmiş gibi yüreğinde bir korku titremesi duyardı.
Sonra bir ara yağmur başlar; omuzlarında, başında muşamba paltosunu döverek sırtından süzülüp ayaklarına doğru akar, ne kadar kıvırsa bir türlü çamurdan koruyamadığı zavallı tek pantolonunu ıslatır… Bu yarına kadar kuruyacak, sabahleyin mangalın kenarında tüterek geceden kalan ıslaklığı alınacak. İkbal bir yandan ütüyü hazırlarken o, gazeteye geç kalmak korkusuyla üzülecek.
Issız, karanlık sokaklar, soğuk rüzgârlarla karışık sıkı bir yağmur…
O sokaklardan, o yağmurun altından geçer; ta Vezneciler’e kadar gelir. Kapının önünde, zile dokunmadan önce bir soluk alır. Sonra kapı açılınca daha yemeğini bitirememiş, yağlı elini silmemiş uşağın tuttuğu mumun ışığıyla dar bir merdiveni çıkar, selamlık odasına girer, orada bekler; ta ki küçük bey kitaplarını alıp haremden çıksın…
“Hoca efendi, bugün hiç çalışamadım; affınızı rica ederim.” girişiyle, küçük bey içeri dalar. Ahmet Cemil’in her şeyden çok bu “hoca efendi” deyimi canını sıkar. Niçin? Canı sıkılmaya hakkı var mıydı?
Çocuk küçük bir yaramazdır ama yaramazlıkları bir terbiye süsü altında saklıdır. Öğrencisinin hiçbir incelik ve terbiye dışı hâline rastlamamış olmakla birlikte, ufak bir kınamada bulunsa çocuğun yapmacık bir utanmıştık hâliyle gözlerini indirerek içinden “Budala sen de!.. Sana ne oluyor? İster çalışır ister çalışmam. Keyfimin kâhyası değilsin ya!..” diyeceğini kesinlikle bilmektedir; onun için her zaman onun bu bağışlanma dileğini kabul eder. Zaten çocuğun kendisiyle birlikte bulunduğu sürenin dışında ders çalışmadığını da bilir.
Derse başlanır; örneğin matematikten bölme anlatılacak, dünyanın yuvarlaklığı açıklanacak, bir küçük masal okunacak, ele geçen bir kitaptan imla yazdırılacak…
Bunlara karşılık o küçücük sıcak odada, minderin üzerine boylu boyuna uzanarak Musset’nin “Geceler”ini, Hugo’nun tiyatrolarını, Lamartine’in “Düşünceler”ini okumak için nasıl büyük bir özlem duyardı.
Bir vakit gelirdi ki her ikisi de yorulur; çocuk küçücük eliyle ağzını saklayarak esnemeye başlar, Ahmet Cemil’in yorgun gözleri süzülürdü. Bir ara uşak görünür, “Hanımefendi haber göndermiş, küçük bey artık yorulmuştur, diyor.” sözü üzerine derse son verilir. Çünkü bir an önce hareme dönmek için sabırsızlandıklarından bunun çocukla uşak arasında bir uydurma anlaşma olması pek çok ihtimal altında bulunmakla birlikte o aldanmayı yeğlerdi.
Geri dönerken başka bir bölüm başlardı. Uşak yavaş yavaş kendisiyle senli benli olmuştu. Ahmet Cemil buna sessizlikten başka bir karşılık vermediğinden uşak, evde konuşma fırsatı bulamadan geçen hayatının öcünü kendisinden çıkarırdı.
Elinde muşamba feneri sallayarak, ilk önce önden gitmek âdet iken her seferinde bir iki parmak geri kala kala sonunda yan yana gitmeye başladığı Ahmet Cemil’e bu geveze uşak bütün dertlerini döktü. Memleketinde kendisini bekleyen nişanlısından bile söz etti… O yalnız dinler veya dinlemeksizin susardı. Sonunda sokağın başına gelince uşak “Eh! Artık buradan gidersiniz…” derdi. Ahmet Cemil hafif bir selamla ayrılır; titreyerek anahtarı sokar, çamurlu lastiklerle paltosunu hemen taşlığa atar, odasına çıkar; giysilerini öteye beriye iliştirir, hayatta kendisine alın yazısınca verilmiş tek dinlenecek yeri olan yatağa girer…
***
Kendi kendisine, Uyu zavallı çocuk; yeşil eski çuhalı yazı masasının kenarında, karanlık çamurlu sokaklarda, küçük nazlı çocuğun sürekli esneyen yüzü karşısında geçen o aşırı zahmet, eziyet saatlerinden sonra şu sıcak, temiz yatağın içinde, aydınlık mavi bir gökyüzünün elmas yağmuru altında, doğmasını beklediğin umut güneşini görmeye çalışarak derin, uzun bir avunma uykusuyla uyu!.. diye içinden bir ninni söyler gibidir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.