Kitabı oku: «Tehlikeli Zümrütler»
Harold MacGrath (4 Eylül 1871 – 30 Ekim 1932) Çok satan Amerikalı romancı, öykücü ve senaristti. New York’un Syracuse şehrinde doğmuştur. 1890’ların sonuna doğru Arms and the Woman isimli ilk aşk romanını yayımlayana kadar, Syracuse Herald gazetesinde muhabir ve köşe yazarı olarak çalışmıştır. İkinci kitabı The Puppet Crown 1901 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satan 7. kitap olmuştur. Bunun ardından MacGrath kendini tamamen aşk, macera, gizem, casusluk ve benzeri konularda kitaplar yazmaya adamıştır. Yılın en çok satan kitapları listesine üç romanı daha girmeyi başarmıştır. Aynı zamanda The Saturday Evening Post, Ladies Home Journal ve Red Book gibi büyük Amerikan dergileri için bir dizi öykü yazdı. MacGrath’in romanlarından birkaçı bu dergilerde seri halinde yayımlanmaya başladı ve 1932 yılında hayata gözlerini yumana dek bu dergilere katkıda bulunmaya devam etti.
Ezgi Uğur, 1995 yılında Kastamonu’da doğdu. Çocukluk yıllarından beri yabancı kültürlere olan ilgisini sürdürerek lise öğrenimini dil bölümünde tamamladıktan sonra İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesinde İngilizce-Fransızca-Türkçe Mütercim Tercümanlık bölümünden mezun oldu. Bugün İngilizce ve Fransızca dillerinin yanı sıra İspanyolca öğrenmeye devam etmekte, serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
Birinci Bölüm
Şehrin batısından gelen bir hızlı tren New York, Albany’de durdu. Barışın ilk yılında soğuk bir mart günüydü ve saat sabahın üç buçuğuydu. Şehrin üzerinde öyle yoğun bir sis tabakası vardı ki insanın yüzü ve elleri boncuk boncuk oluyor, yün kıyafetlerin üzeri peri masallarından çıkmış elmas tozlarıyla kaplanıyordu. İstasyonun ışıkları yıldızları aratmıyor, tıpkı onlar gibi belki doksan santimetre çapında belki de biraz daha fazla soluk altın sarısı bir hale görünümü ortaya çıkıyordu. İnen birkaç yolcu ve trenin kendisi, loş bir akvaryumda donuk bir balığın bulanık görüntüsünü andırıyordu.
Trenden inen yolcular arasında uzun siyah paltolu bir adam vardı, paltosunun yakalarını yukarı kaldırmıştı. İngiliz tarzında giyinmiş bu adam, başına melon bir şapka takmıştı. Elinde hırpalanmış bir İngiliz asker çantası sallanıyordu. Hemen istasyon duvarına doğru yürüyüp sırtını duvara döndü. Neredeyse görünmezdi. Diğer yolcuların geçip gitmesini bekledi ve trenin son vagonundaki kırmızı stop lambaları sisin derinliklerinde kaybolana kadar hareketsiz kaldı, sonra sokağa doğru koştu.
Peronun uzak ucuna doğru sislerin içinde beliren gölge, gitgide büyüyerek bir erkek siluetine dönüştü. Bu siluet böylesi kısa, tıknaz ve kalın bacaklı bir adama göre olağanüstü bir çevikliğe sahipti zira diğer adam bir taksinin yanında dikilirken o çoktan sokağa ulaşmıştı.
Aptal! Ne yapacağı anlaşılmamıştı sanki! Atlar, develer, eşekler, trenler ve gemilerle hep doğuya doğru yirmi beş bin kilometre giderek; Çin’den denizyoluna, oradan San Francisco’ya, oradan Amerika Birleşik Devletleri denen bu hayret verici ovaları ve şehirleri aşıp New York’a gelerek bu budala herif kaçabileceğini düşünmüştü! Hiçbir şekilde karşı koyamayacağı duvara doğru sürüklenirken uçtuğunu zannetti. Kapana kısılmıştı. Şimdiye kadar temastan kaçınmakta akıllılık etmişti. Sisin aşılması imkânsız bir pelerin görevi göreceğini düşünmek onun ilk aptalca hareketiydi. Bu sırada diğer adam taksiye girip taksiciyi uyandırdı.
“Otele sür,” dedi.
“Hangisine?”
“Fark etmez.”
“Pekâlâ bayım. İki dolar.”
“Vardığımızda ödeyeceğim. Hayır, bagaj yanımda kalacak.” Müşteri kıkırdadı. Balıkçının eli boş kalacaktı, av ağına takılmamıştı. Bu sis, cennetten gelen şefkatli bir yardım eli görevi görmüştü.
Beş dakika sonra taksi bir otelin önüne yaklaştı. Yabancı, taksiden indi; cebinden deri bir cüzdan çıkardı ve dikkatlice sayarak madeni parayla iki dolar yirmi senti şoförün avucuna boşalttı.
“Teşekkürler bayım.”
“Amerikalı mısın?”
“Elbette! Bu kasabada doğdum.”
“Memnun musun?”
“Anlamadım?”
“Amerikalı olmaktan yani.”
“Elbette memnunum! Bu büyük bir çamur parçası, inan bana! Az sonra kuruyacak ve tuğla gibi sertleşecek. Bir şey söyleyeyim mi? Eğer lastiği patlatırsa hesabı sana keseceğim!”
Şoför sırıtarak taksiyi tekrar çalıştırdı ve sisin içine doğru sürdü.
Geciken yolcusu taksiyi gözden kaybolana kadar takip edip gülümsedi. Belli ki bu da Amerika’nın doğulusuydu! Otele girdi. Kendinden emin bir şekilde resepsiyona doğru ilerledi ve koltukta uyuklayan görevliyi uyandırdı. Yabancı hiç çekinmeden kendine verilen kâğıda adını yazdı: John Hawksley. Ancak sıra ikamet adresine gelince Londra yazmadan önce birkaç saniye tereddüt etti.
“İkinci katta banyolu bir oda olsun lütfen. Saat yedide beni arayın.”
“Elbette efendim. Oğlum, eşlik et!”
Komi, uykulu bir halde, hırpalanmış çantayı alıp asansöre giden yolu gösterdi.
“Baniyo!” dedi görevli asansörün sürgüsü kayarken. “Baniyo! Bu beyefendiye!”
Biraz rahatlayana kadar bir daha kimsenin onu rahatsız etmeyeceğini umarak sandalyesine döndü.
Bilmiyorsak neyi umursayacaktık? Bize yabancı gelen, geçici bir fani gölgeden başka neydi? Her gün yanımızdan geçen Odise’ler, bizse hepsinden bihaberiz!
Görevli yeniden uyandığında henüz tam olarak uykuya dalamamıştı. Öfkeyle gözlerini açtı. Simsiyah kıllarla kaplı bir elden kocaman bir yumruk yükselip yere indi. Yumruğun sahibinin muazzam güçlü kolları ve omuzları vardı. Görevlinin uyku sersemi bakışları, karşısındaki adamın gözlerine denk gelince durdu. Çenesi, yanakları ve üst dudağı günde bir kez çok sert bir jilet kullanmayı gerektiren sakallarıyla kaplıydı. Opal taşı gibi parlak gözleri, kurşun şeklindeki kafası ve geniş delikli, tombul bir burnu vardı. Bu ikinci misafir şapkasını biraz daha aşağıda tuttuğundan bu mutaassıp adamın alnını görmek zordu. Ne tamamen sevimsiz ne de çok hoş biri olduğunu söylemek mümkündü, yüz yüze gelmek yerine etrafından dolanmayı tercih edeceğiniz bir insandı. Görevli kayıt için belgeyi uzattı ve bodur adam isim kısmına aceleyle bir şeyler karalayıp anahtarı kaptı ve asansöre koştu.
“Ah,” diye içinden geçirdi görevli. “Bay Poppy, yok Popo bizimle.” Emin olamayınca imzaya yakından baktı. “Anladıysam Arap olayım! Dominyon Günü’nden1 sonra içeceğimiz yeni meşrubat markasını andıran bir isim. Yunan ya da Bulgar. Neyse, baniyolu bir oda sormadı ama ihtiyacı varmış gibi görünüyor. Oğlum, gel!”
“Efendim?”
“Şu John Hancock’a bir göz at!”
“Vay canına! Boolzac denen içkiyi yapan adam bu olmalı.”
Görevli bir hışımla kalktı ama kominin kafasını kıl payı kaçırdı. Komi gülümseyerek ayağa kalktı.
“Iskaladın.”
“Pekâlâ. Biri daha gelirse dolu olduğumuzu söylersin. Güzellik uykuma yatamazsam yarın berbat halde olurum.” Görevli, yeniden koltuğuna gömülüp ayaklarını kaloriferin üzerine uzattı.
“Sana bir yastık getirmemi ister misin?”
“Bana karşılık verip durma!” dedi görevli uykulu bir şekilde.
“Ama hapı yuttun.”
“Ne?”
“Bu Boolzac denen herifin bagajı yoktu, sen de kapora bile almadan ona anahtarı verdin.”
“El bagajı bile mi yoktu?”
“Yok, yanında bir diş fırçası bile getirmemiş.”
“Eh, iş işten geçmiş. Ben de uyuyabilirim.”
Görevli, bodur adama Hawksley’nin bitişiğindeki odayı vermeyi önceden planlamamıştı. Sadece o odanın anahtarı daha yakındaydı ama bodur adam anahtarda 214 numarayı görünce heyecandan titredi. Görevliyi uyandırmadan önce Hawksley’nin hangi odada kaldığını bulmak için epey çaba sarf etmişti. Şansın yüzüne güleceğini hesaba katmamış, 212 numaralı odanın kapısını gözleme planları yapmıştı. Dedikleri gibi çok kurnaz bir adamdı, karanlıkta hiç ses çıkarmadan hareket edebiliyordu. Hemen iki kapıdan birine yaklaşıp kulağını ayna duvara yasladı. Su akıyordu. Aptal adam banyo yapacak zamanı bulmuştu!
Aklına bir plan geldi. Neden bu meseleyi şu an burada bitirip zaferi kendi başına kazanmayacaktı ki? Balık avcunun içindeyken ağın ne önemi vardı? Zaten bu onun şahsi meselesi değil miydi? Bu vasıta değil sonun ta kendisiydi. Hong-Kong’ta yakın temasları olmuştu ama bu adam sıvışmayı başarmıştı. Ama bu sefer kolay olacaktı. Bodur adam parmak uçlarında pencereye doğru yanaştı. Şans eseri binada yangın merdiveni vardı! Yarım saat bekleyecek, sonra harekete geçecekti. Bu adam İngilizlere özgü tavırları olan bir maymundu! Soyu kurusun! Oturup beklemeye başladı.
Duvarın diğer tarafında adam banyodan çıkmıştı. Vücudu zarif, güçlü, genç ve altın yaldız rengindeydi. Burnu bir şahininkine benziyordu; gözleri Latin kahvesiydi ve tetikteydi ancak derinlerde bir parça yorgunluk ve saatlerce süren, bitmek bilmeyen bir uyanıklığın yarattığı baskı vardı. Dalgalı saçları siyah olmasına rağmen dört günlük sakalı olgun bir kestane kadar sarıydı. Bu serseriliğe rağmen bir güzelliği vardı, alnının genişliği ve kafasının şekli ona zeki bir adam görüntüsü veriyordu. Ağzında zevki seven bir görünüm vardı ancak burnu ve çenesi bu etkiyi nötrlüyordu.
Kurulandıktan sonra üç ayaklı banyo taburesinin üzerinde duran kahverengi deri bir keseye uzandı. Belli ki tütün kesesiydi ama içinde Selanik’ten bile daha değerli bir şey olduğu açıktı. Keseyi avcunun içine koydu ve sanki içinde salıverilmesi gereken bir cin varmış gibi keseye bakmaya başladı. Kısa süre içinde bu cazibeden sıyrılıp acısı dinmek bilmeyen bir adam gibi gözlerini kapatıp vücudunu salladı.
“Tanrı’nın laneti üzerlerinde olsun!” diye mırıldandı gözlerini açarken. Keseyi fayansa fırlatmak istermişçesine hızla kaldırdı ama kolu yavaş yavaş aşağı indi. Ne de olsa keseyi yok etmek aptallık olurdu, sonuçta içindekiler gelecekte karnını doyuracaktı.
Yakında bunları paraya, baktığında korkunç hatıraları geri getirmeyecek bir meblağa çevirecekti.
Gariptir ki hissettiği bu korkuya rağmen sık sık onları kesesinden çıkarıp bakmak zorunda kalıyordu. Tabureye oturdu, kucağına bir havlu serdi ve keseyi açtı. Bir top pamuk çıkardı ve havluya sardı.
Alevler! Mavi alevler; kırmızı, sarı, mor ve yeşil renkte, birçoğu karanlık yüzyıllara uzanan cinayet, yağma ve kıskançlık hikâyelerinin izlerini taşıyan değerli taşlar. Genç adamın hayal gücü kuvvetliydi, hatta belki biraz fazla kuvvetli. Beyaz ve esmer tenli hoş göğüslerin üzerinde pırpır eden taşları, kanlı ve açgözlü elleri, şehirlerin kırmızı çuvalını görüyor; kadınların çığlıklarını ve sarhoş erkeklerin boğuk kahkahalarını duyuyordu. Cinayet ve yağma.
Pamuğun ucunda yaklaşık yarım dolar büyüklüğünde ve bir santimetre kalınlığında, cilalı ve güneşteki bir yusufçuk kadar canlı yeşil renkte, Şehrazat’ın eşi Şehriyar’ın sarığına uygun iki zümrüt yatıyordu. Rodin olsa genç adamın bu gevşemiş vücudunu ve bitkin yüzünü yakalayıp mermer bir heykelini yapar, adını da “Vicdan” koyardı. Taşların sahibi üç dört dakika daha bu halde kalmaya devam etti. Sonra zümrüdü pamuğa sardı, bir kayışla boynuna astığı kesenin içine koydu ve ayağa fırladı. Artık kara kara düşünmek yoktu, bu onun enerjisini tüketiyordu ve henüz yolun sonuna gelmemişti.
Yatak odasına gitti, hırpalanmış bez çantasını boşalttı ve giyinmeye başladı. Sarımsı kahverengi yürüyüş ayakkabılarını, gri yün çoraplarını, gri bol pantolonunu, gri pazen gömleğini ve üçüncü düğmesi eksik avcı ceketini giydi.
Ah o düğme! Düğmeyi daha önce cekete tutturan gevşek ipliklere dokundu. Bir terzinin dikkatsizliği hayatını kurtarmıştı. O düğme yerinde olsaydı, şimdi kemikleri çok uzaklardaki Hong-Kong’un yamaçlarına serpilmiş olacaktı. Belli ki kaderin geleceğiyle ilgili planları vardı, aksi takdirde bu odada canlı halde duramazdı şimdi. Ama ne gibi planlar? Kader onunla neden daha fazla uğraşacaktı ki? Portakalı son damlasına kadar sıkmıştı, kabuğunu neden koruyacaktı? Belki de sadece onunla alay ediyor, sonunda kazanabileceğine inandırarak onu sakinleştiriyordu. Ama şu bir gerçek ki bir daha asla onun kalbini kıramayacaktı. Bir bardağı ağzına kadar suyla doldurmak mümkün değildi ve Tanrı, bardağının zaten acı dolu ve kıpkırmızı olduğunu biliyordu.
Aniden gözünün önüne gelen görüntüleri silmek istermişçesine elini gözlerinin üzerinde gezdirdi. Düşüncelerini bunlardan uzak tutmalıydı. Kanında delilik akıyordu ve birkaç kez felaketin eşiğine geldiğini hissetmişti. Tanrı ona bir yönden nazik davranmış, genlerinde annesinin şanlı kanı baskın gelmişti.
Peşinde kaç kişi, kim vardı? O gece Hong-Kong’daki adamı tanıyamamıştı. Takip edilenlerin kaderi buydu; takip edenlerin avı her daim önlerindeyken, takip edilenler durup arkalarına bakmaya cesaret edemiyordu. Keşke Yunanistan’a gizlice girmeyi başarabilseydi, oradan İngiltere’ye geçişi kolay olurdu. Ona açık olan tek kapı doğudaydı. Şu an bu odada, hedefine sadece üç saat uzaklıkta olması inanılmazdı. Amerika! Özgürlerin ve cesurların ülkesi! En ironiği de bu dünyada kalan tek dostunu Amerika’da aramak zorunda olmasıydı. Tanıdığı ve sevdiği tüm İngilizler ölmüştü. Fransa’yı sevmesine rağmen Fransızlarla hiç arkadaş olmamıştı. Yalnızca bu ülkede başarılı bir şekilde ortadan kaybolup kendine yeni bir hayat kurabilirdi. İngilizler İngiliz, Fransızlar Fransızdı ama bu muhteşem Amerika’da birinin azmiyle diğerinin neşesi birleşiyordu. Ah bu neşeli, yenilmemiş ve hız tutkunu Amerikalılar!
Paltosunu aldı. Işığın altında siyahtan ziyade koyu yeşil görünüyordu. Her iki kolda da bir zamanlar altın ya da gümüş örgünün manşetleri aştığını gösteren daha koyu bir yeşilden şeritler vardı. Paltonun içi yumuşak ipeksi İran kuzusundandı, düşünceli bir şekilde parmaklarını kürkün üzerinde gezdirdi. Üzerine ağır bir at kokusu sinmişti. Bir daha dokunmamak üzere paltoyu bir kenara attı. Küçük paltonun cebinden siyah bir cüzdan çıkarıp açtı. Pasaport! Daha zekice düzenlenmiş başka bir pasaport daha olup olmadığını merak etti. Hindenburg Hattı’nın bir saat batı yönüne ilerlendiğinde bu pasaport işe yaramazdı ancak doğuda ve burada, yani Amerika’da kimse gerçekliğini sorgulamamıştı. San Francisco’da pasaporta göz ucuyla bakmışlardı, sonuçta barış gelmişti. Pasaportun yanı sıra cüzdanda bir vasiyet, on bono, ekspertiz raporu ve bir tomar altın makbuzu vardı ancak vasiyet, akla gelebilecek en şaşırtıcı belgelerden biriydi. Cüzdanın içindekiler koşulsuz şartsız Kaptan John Hawksley’ye kalmıştı!
Son durağına üç saatlik mesafedeydi! Büyük şehirler hakkında her şeyi biliyordu. Trenden indikten bir saat sonra, çok isterse sonsuza dek kaybolabilirdi. Bez çantasının altından mavi velur2 bir kutu çıkardı ve bir an tereddüt ettikten sonra kutuyu açtı. Değerli taşlarla işlenmiş madalyaların üstünde buğday sarısı saçlarıyla tenis kortu için giyinmiş güzel bir kızın fotoğrafı vardı. İstediği bu fotoğraftı. Kutuyu kayıtsızca orta sehpaya fırlatınca madalyalar büyük bir şıngırtıyla sehpayı devirdi. Yan adam odadan gelen bu sesi duyunca gözleri fal taşı gibi açıldı. Yan odaya bakmanın bir yolunu bulmalıydı. Odada vasistas yoktu ve yangın merdivenini göze alamazdı. Genç adam fotoğrafı dudaklarına götürüp tutkuyla bir öpücük kondurdu. Sonra fotoğrafı iç cebindeki yırtığa, ceketinin astarına sakladı.
“Düşünmemeliyim!” diye mırıldandı. “Düşünmemeliyim!”
Korku ve dehşet içini yeniden kaplamaya başladı. Sandalyeyi ters çevirip pencerenin altına koydu. Kapının önüne bir sandalye daha yerleştirdi. Sürahiyi ve bardakları banyo kapısının eşiğine bıraktı. Yatağını ara kapıya dayamıştı, kimse beklenmedik bir şekilde içeriye giremezdi. Uyuyakalmaya hiç niyeti yoktu. Uzanıp dinlenecekti. Piposunu yaktı, yastıkları yanına yığdı ve ışığı kapatıp uzandı. Odada sadece piposundaki ateşin parıltısı görünüyordu. Yolculuğun sonuna yaklaşmıştı; artık iki ucu da risklerle dolu, aşağıda ölümün kol gezdiği gergin bir ipte yürümek yoktu. İnsanın hayata tutunuşu ne tuhaf şeydi! Halbuki ne uğruna yaşayacaktı? Hiçbir şey! Ona göre dünyanın sonu gelmişti. Ondaki muhtemelen sporcu içgüdüsüydü, düşmanlarını alt edene kadar ahireti boylamaya karar veremiyordu. İngiltere’nin üniversite eğitim sistemi, doğal kaderciliğini köreltmişti. Bu oyuna devam etmek için kadere boyun eğmek değil onunla mücadele etmek gerekiyordu.
Tesadüfen eli sakallı çenesine geldi. Bu haliyle New York’a gitmek zorunda kalacaktı. Bir sabah usturasını yataklı vagonunun tuvaletinde aceleyle bırakmıştı. Müşterilerin çaresizce uzandığı koltuklarla dolu Amerikan berberlerine gitmeye cesareti yoktu.
Piposunun külü yavaş yavaş göğsüne doğru düştü. Yorgun bedeni iradesini alt etmek üzereydi. O sırada çıkan bir ses büyüyü bozdu. Yatakta doğrulup gerindi. Biri pencereden girmiş ve sandalyeye takılmıştı! Hawksley hemen ışığı açtı.
İkinci Bölüm
Sabahki görevli geldiğinde, geceden kalan görevli uykulu bir halde 214 numaradaki misafirin valizi olmadığını ve hesabı ödemediğini söyledi.
“Uyandırmak için birini gönderdiniz mi?”
“Hayır. Sana anlatırım diye düşündüm. Asansöre binene kadar adamda valiz olmadığını fark etmemişim.”
“Peki. Bellboy şefini, uyandırma bahanesiyle yukarı gönderip adamın hâlâ odada olup olmadığına bakarım.”
Yakın zamana kadar Fransa’da, Amerikan Yurtdışı Sefer Kuvvetleri’nde çalışan kaptan ofise döndüğünde biraz heyecanlıydı.
“Vay canına! 212’nin altı üstüne gelmiş. Kat hizmetlisi beni içeri aldı.”
“Cinayet mi işlenmiş?” diye fısıldadı görevliler bir ağızdan.
“Daha neler! 212 ile 214 arasında bir kavga çıkmış, ikisi de tüymüş ama masada ne bulduğuma bir bakın!”
Mavi velur kutuyu getirmişti, oğlan kutunun kapağını hızla fırlattı. “Savaş madalyaları mı?”
“Eğer öyleyse, daha önce hiç böylesine rastlamadım. Fransız ya da İngiliz madalyasına benzemiyor.”
Bellboy şefi dalgın bir şekilde kafasını kaşıdı. “Vay canına! Şimdi anladım. Olsa olsa ödeme emridir! Krallar bordrosu olmayanlara cumartesi günleri böyle ödeme yapar. Elmasları ve yakutları ceplemeyecek misin? İşte odanın parası adamım!”
Kendini bilirkişi zanneden görevli, taşların en az iki veya üç bin dolar değerinde olduğu kanısındaydı. Polislik bir meseleydi. Bir büyükelçi soyulmuştu ve bu soyguna İngilizler, Yunanlar ya da Bulgarlar dahil olmuştu. Yağmalama!
“Savaşın bittiğini sanıyordum,” dedi geceki görevli.
“Sadece silahlar sustu, hepsi bu,” dedi bellboy şefi bilge bir tavırla.
Peki 212 numaralı odada ne olmuştu? Fiziksel temastan ziyade bir fikir düellosu. Hawksley kritik ânın geldiğini hemen fark etmiş, yakalanmış, yenilmiş ve ortadan kaybolmuştu. Yardım istese ve yardım gelecek olsa bile ortadan kaybolmayı seçmişti. Polis olaya bir kez el attı mı gazetelerde yapılacak haberler tüm umutlarının yerle bir olmasına sebep olacaktı. Tek bir şansı vardı; bu meseleyi otelin dışında, karanlık, sisli bir sokakta bitirmek. Victor Hugo’nun romanlarından bir görüntü dolaylı ve tuhaf bir yoldan aklına geldi: Quasimodo.3 Her durumda kambur sırtını kurtaran adam orada duruyordu. Bütün bunların üzerine bu adamı daha önce gördüğünü anımsadı. Meşaleler! Alev alev yanan meşaleler ve kabaralı botlar!
Aralarında, her zaman açık pencereyi göz önünde bulunduran genç adamın hünerli bir şekilde yönettiği garip bir oyun, bir dans karşılaşması başlamıştı. Kimse ateş etmeyecekti, Quasimodo da polisi karıştırmak istemezdi. Parmakları, boş yere tam altı kez dans eden ustasının paltosuna dokundu. Odanın bir ucundan diğer ucuna gidiyor, yatağın üstünden atlıyor, sehpanın ve sandalyelerin etrafından dolaşıyordu. Bodur adam ise genç adamın manevralarını anlıyormuş gibi ısrarla odadaki pencerenin kenarına saklanıyordu. O an gelen bir ilham meseleyi sonlandırdı. Hawksley nevresimleri kaptı ve Retiarius’un4 ağını fırlatışı gibi nevresimleri camdan fırlatarak Quasimodo ortaya çıkmadan önce yangın merdiveninin alt kısmına ulaşmayı başardı.
On dört metrelik bir düşüşün ardından çenesi ve yanakları sarı sakallarla kaplı genç adam, ne kadar indiğini hesaplamak için bir an dönüp yukarı baktı. Quasimodo, bir maymun çevikliğinde hemen arkasından geldi. Sokağın aşağısındaki yarış aralarında yaklaşık yüz metrelik bir mesafeyle başladı. Yokuş aşağı hayaletler gibi indiler. Aralarındaki mesafe genişlemiyordu. Ayılar inanılmaz derecede hızlı ve uzun süre boyunca koşabilirdi. Avını şaşırtmak için Pearl Sokağı’na saptı, köşeyi döndü ve çok geçmeden Hudson Nehri’nin belli belirsiz görüntüsü ortaya çıktı. İsteğine kavuşmuştu.
Quasimodo’nun gözünde bu kaçışın tek bir anlamı vardı, avare bir korkakla uğraşıyordu. Ve cesur adamların gerektiğinde koştuğunu unutarak bundan sonraki eylemlerini bu önermeye dayandırdı. Sürücü koltuğunda kendisinin olmadığını, aslında yönlendirildiğini öğrenmek onu epey şaşırtacaktı. Hawksley düşmanını tek başına, kimsenin müdahale edemeyeceği bir yerde istiyordu. Alev alev yanan meşaleler ve kabaralı botlar! Mütemadiyen öyle ya da böyle bir savaş içinde olan iki farklı kan, bir kez olsun ortak bir amaçla, bu canavarı öldürüp yüzünü ufalamak için birleşmişti. Alev alev yanan meşaleler ve kabaralı botlar!
O sırada kış için demirleyen dev yolcu gemilerinden biri sislerin içinde belirdi ve Hawksley ona doğru yöneldi. Büyük bir sıçrayış yapıp güverte kamarasının etrafından nehrin kıyısına doğru giden yolda gözden kayboldu.
Quasimodo onu takip ederken gülümsedi. Tütün kesesi ve ekspertiz makbuzu kendi cebindeydi, geniş nehirlerse şehrin mezarlık gibi hissedilmesine sebep oluyordu. Sisin içinde ikisi tek başınaydı! Güverte kamarasının etrafında dönüp dengesini sağlamak için topuklarının üzerinde geriledi. Tam önünde, alışılmış duruşuyla avı duruyordu; çenesini dışa doğru uzatmış, gözlerini kısmıştı.
Quasimodo can havliyle tabancasına uzanmaya çalıştı ama bir yıldırım onu durdurdu. Burna alınan darbede, özellikle de iyi bir darbede hususi bir şey vardı. Karşı saldırı ve telaş sadece Anglosakson halklarının sahip olduğu bir şeydi. Diğer insanlar için darbenin hemen ardından kafalarını toplamak ve düşünmek imkânsızdı. Quasimodo’nun elleri içgüdüsel olarak yüzüne gitti. Kısa ve usandırıcı, bir o yana bir bu yana hem aşağıdan hem yukarıdan gelen darbeler karşısında elini indirmeden hemen önce, neşesiz ve korkunç bir kahkaha duydu. Bodur adam cesur olmasına cesurdu, sadece bu şekilde nasıl dövüşeceğini bilmiyordu. Botlarındaki çeliklere ve kabaralara alışmıştı. Şiddetli rüzgârda kollarını Flaman değirmeni gibi sallayarak çılgınca vurmaya başladı.
Bazı darbeleri hedefi tuttursa da sadece alaycı kahkahalara sebep oldu.
Hissettiği vahşi öfkeden ve acıdan sıkıldı. Peşini bırakmayan bu hayaleti, goril kollarının arasına almak için sadece tek bir şansı vardı. Adam zihinsel esneklikten yoksundu. Bir fikir aklına girip orada hapsoluyor, başka bir şekle uyarlanamıyordu. Tıpkı yaydan çıkan bir ok gibi, kaderini yaşamak zorundaydı. Peşinden koşmak, bu kadar hafife aldığı düşmanıyla arasına mesafe koymak hiç aklına gelmemişti. Üç metre; hızla dönüp tetiği çekebilir ve bu meseleyi bitirebilirdi.
Darbe aniden geldi, Quasimodo’nun neredeyse tüm çenesini kaplayan türdendi. Bodur adam darbenin etkisiyle sendeleyip yüzüstü yığıldı. Galibi, onu çevirdi ve bir topuğunu kaldırdı. Bu da nereden çıkmıştı? O ne Prusyalı ne de Sudanlı bir zenciydi! Beyazdı ve beyaz adamlar yendikleri düşmanlarının yüzlerini ezmezlerdi. Böyle durumlarda beyaz bir adamın ahlaki değerleri bozmadan yapabileceği tek bir şey vardı, hemen harekete geçerek şeytanın dişlerini çekti. Bu onu birkaç saat etkisiz bırakacaktı.
Yana serilmiş kollarından birinin üzerine çöküp sakince adamın ceplerini boşalttı. Saati, parayı, pasaportu, evrakları, silahı ve anahtarları alıp hepsini nehre attı. Kemerini gözden kaçırmıştı. Anglosakson taktiği mükemmel bir fikirdi. Yumrukları hayatını kurtarmıştı.