Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tom Amca’nın Kulübesi», sayfa 2

Yazı tipi:

II
Anne

Eliza, hanımı tarafından genç kızlığından beri el üstünde tutularak ve şımartılarak büyütülmüştü.

Güneydeki seyyahların sıkça değindiği gibi o kendine mahsus seçkin hareketler, ses ve davranışlardaki yumuşaklık birçok yönden zenci beyaz melezi kadınlara özel bir hediye gibiydi. Melezlerdeki bu doğal incelikler güzelliğin en kamaştırıcı olanıyla birleşir, neredeyse her seferinde tatlı ve hoş bir görünüm ortaya çıkardı. Eliza anlattığımız gibi bir hayal ürünü değil, yıllar önce Kentucky’de onu gördüğümüz gibi anılardan aktarılmıştır. Hanımının koruyucu bakımı altında Eliza köleler için güzelliğini öldürücü bir yazgı yapan sapıklıklara maruz kalmadan ergenliğine erişmişti. Yan konakta yaşayan akıllı ve yetenekli George Harris adındaki melez köleyle evlenmişti.

Bu genç adam, efendisi tarafından bir çuval bezi fabrikasında çalışmak üzere kiralanmıştı, bu yerde becerikliliği ve açık yürekliliğiyle önde gelen biri olmuştu. Kenevir liflerini temizlemek için bir makina icat etmişti ki mucitin eğitimini ve şartlarını düşününce Whitney’in çırçır makinesi2 kadar mekanik deha gösterdiği söylenebilir.

Yakışıklı bir adam olduğu kadar hoşa giden tavırları da vardı ve fabrikada herkesin gözdesiydi. Bununla birlikte, yasa önünde bu genç adam bir insan değil bir nesne olduğu için tüm bu üstün özellikler kaba, dar kafalı ve zalim efendisinin kontrolündeydi. George’un icadını duyan aynı beyefendi bu akıllı taşınır malın neler yaptığını görmek için fabrikaya bir ziyaret yaptı. İşveren tarafından heyecanla karşılandı, böylesine değerli bir köle sahibi olduğu için tebrik edildi.

Fabrikada beklendi, George tarafından makineler gösterildi, ki o keyifli bir biçimde öylesine akıcı konuştu ve kendini dimdik tuttu ki çok yakışıklı ve erkeksi görünüyordu, efendisi bu durumda aşağılık duygusuna sürüklenmeye başladı. Kölesinin çiftlikte sağda solda ne gibi bir işi olabilirdi, makineler icat edebilirdi ve başını beyefendiler arasında dimdik tutabilirdi. En kısa zamanda bunu durdurması gerekiyordu. Onu geri alıp çapanın ve kazmanın başına koyacaktı ve “O zaman burada da aklını göstersindi.” Bunun üzerine, işveren ve ilgili öbür kişiler aniden George’un yevmiyesini istediğinde ve onu eve götürme niyeti olduğunu söylediğinde çok şaşırdılar.

“Ama Bay Harris.” diye sitem etti işveren. “Bu biraz ani olmadı mı?”

“Olduysa ne olmuş? Adam benim değil mi?”

“Ücret bedelini artırmaya gönüllüyüz, efendim.”

“Hiç zahmet etmeyin. Ben aklıma koymadan hiçbir adamımı kiralayamazsınız.”

“Ama efendim, bu işe tuhaf bir şekilde uyum sağlamıştı.”

“Belki öyleydi; hiçbir şeye ona vereceğim iş kadar uyum sağlayamayacak, kuşkum yok.”

“Ama bu makineyi icat ettiğini bir düşünün.” diye işçilerden biri umutsuzca lafa karıştı.

“Ah, evet! İşi kolaylaştıracak bir makine, değil mi? Kuşkum yok, onu icat etmiştir. Hele bir zenciyi yalnız bırakın, bitti. Kendileri zaten iş kolaylaştırıcı birer makine, her biri. Hayır, gelecek!”

George kaçınması olanaksız bir güç tarafından dile getirilen ani alın yazısını duyarken donakalmış gibi duruyordu. Kollarını kavuşturmuştu, dudaklarını sıkmıştı ama acı duygular ciğerinde tam bir volkan gibi yandı ve damarlarından ateş dalgaları geçti. Kesik kesik nefes aldı, koyu gözleri canlı kömürler gibi parladı ve eğer nazik işveren koluna dokunup düşük bir seste konuşmasaydı tehlikeli bir taşkınlık yapabilirdi.

“Kabul et, George; şimdilik onunla git. Sonra sana yardım etmeye çalışırız.”

Zalim adam fısıldamayı gördü ve söyleneni tahmin etti, ne olduğunu tam duyamasa da kurbanı üzerindeki gücünü koruma kararlılığını içten içe pekiştirdi.

George eve götürülmüştü ve çiftliğin en pis angaryaları verilmişti. İçinden gelen her saygısız sözü baskılamayı başarmıştı ama yanan gözleri, kederli ve tedirgin çehresi bastırılamayacak doğal dilin bir parçasıydı. Bir adamın nesne olamayacağını açıkça gösteren kesin göstergeler.

George fabrikadaki mutlu çalışma zamanlarında karısını görmüş ve evlenmişti. Bu süreçte, -işvereni tarafından çok güvenilip kayrılmıştı- istediği gibi gidip gelme hakkı vardı. Evliliği Bayan Shelby tarafından çokça onaylanmıştı ki arayı bulmaktaki bir miktar kadınsı kendini beğenmişlik ile sevdiği güzellerden birini ona oldukça uygun görünen kendi sınıfından biriyle birleştirmekten mutluluk duymuştu ve böylece hanımının büyük salonunda evlenmişlerdi, hanımın kendisi gelinin güzel saçlarını portakal çiçekleriyle süslemişti, üzerine daha açık renkli bir saçta hoş durmayacak bir duvak atmıştı, beyaz eldivenler eksik değildi, kek ve şarap da. Gelinin güzelliğiyle hanımın hoşgörüsü ve özgür düşünceli olmasını öven konuklar da. Bir iki sene Eliza kocasını sık sık gördü ve mutluluklarını bozacak hiçbir şey yoktu, iki çocuğunu yitirmesi dışında. Onlara sıkı sıkı bağlanmıştı ve öylesine yoğun bir yas tutmuştu ki hanımı ona nazik bir sitemde bulunup annelik kaygılarının getirdiği doğal tutkulu duygularını mantık ve din çerçevesinde yaşamasını söylemişti.

Harry’nin doğuşundan sonra ancak giderek sakinleşmiş ve durgunlaşmıştı; her kanayan düğüm ve atan damar tekrar bu küçük yaşamla sarıp sarmalanmış, iyi ve sağlıklı görünüyordu ve Eliza kocası nazik işvereninden kabaca alınıp yasal sahibinin demir yönetimi altına getirilinceye kadar mutlu bir kadın olmuştu.

İşveren sözüne sadık kalarak George alındıktan bir veya iki hafta sonra Bay Harris’i ziyaret etti. O zaman olayın ateşinin söndüğünü umdu ve işine geri dönmesi için her yolu denedi.

“Daha fazla konuşmanıza gerek yok.” dedi kararlı bir biçimde. “Kendi işimi bilirim ben, efendim.”

“İşinize karışmak gibi bir niyetim yok, efendim. Sadece iyiliğiniz için önerilen şartlarda adamınızı bize vermeyi düşünürsünüz diye tahmin ettim.”

“Ah, meseleyi gayet iyi anladım. Onu fabrikadan aldığım gün göz kırpıp fısıldadığınızı gördüm ama beni bu şekilde alt edemezsiniz. Burası özgür bir ülke, bayım; adam benim ve onunla ne istersem onu yaparım, işte bu kadar!”

George’un son umudu da kayboldu, artık önünde zahmetli ve ağır işlerden başka bir şey yoktu. Zalimin zekâsının düşüneceği her küçük eziyet ve aşağılama altında durumu daha acı hâle geliyordu.

Bir zamanlar çok insancıl bir hukukçunun söylediği gibi, bir insana yapabileceğin en kötü şey onu asmaktır. Hayır; bir adama yapılabilecek bir başka şey daha vardır ki o daha da KÖTÜDÜR!

III
Koca ve Baba

Bayan Shelby ziyaretine gitti ve Eliza da verandada oturuyordu, uzaklaşan arabanın arkasından üzgünce bakıyordu, o sırada bir el omuzuna dokundu. Döndü ve parlak bir gülüş, güzel gözlerini aydınlattı.

“George, sen misin? Beni korkuttun! Eh, geldiğine çok sevindim! Hanımım öğleden sonrayı dışarıda geçirmek için gitti; o hâlde küçük odama gel de birlikte zaman geçirelim.”

Böyle deyip onu hanımını duyabilecek şekilde genelde dikiş için oturduğu verandaya açılan temiz, küçük bir daireye aldı.

“Ne kadar mutluyum! Neden gülmüyorsun? Harry’ye de bak nasıl büyüyor.” Oğlan annesinin elbisesinin eteklerine tutunarak bukleleri arasından babasına utangaçca bakıyordu. “Ne kadar güzel değil mi?” dedi Eliza, uzun buklelerini tutarak ve onu öperek.

“Keşke hiç doğmasaydı!” dedi George acı içinde. “Ben de keşke hiç doğmasaydım!”

Şaşırıp korkan Eliza oturdu, başını kocasının omuzlarına koydu ve gözyaşlarına boğuldu.

“Eliza, seni zavallı hissettirmek beni çok kötü yapar!” dedi şefkatle. “Çok kötü. Ah, keşke beni hiç görmeseydin, o zaman mutlu olabilirdin!”

“George! George! Nasıl böyle konuşursun? Ne kadar korkunç bir şey oldu ki ya da olacak ki? Son zamanlara kadar eminim ki çok mutluyduk.”

“Öyleydik canım.” dedi George. Sonra da çocuğu dizlerine çekerek muhteşem koyu gözlerine dikkatle baktı ve ellerini uzun buklelerinden geçirdi.

“Aynı sen, Eliza; sen gördüğüm en güzel kadınsın ve görmek istediğim ama ah, keşke seni hiç görmeseydim, sen de beni!”

“Ah, George, nasıl böyle konuşursun!”

“Evet, Eliza, hep dert, dert, dert! Yaşamım pelin otu gibi acı; hayatım içimde tükeniyor. Ben zavallı, perişan ve ümitsiz bir köleyim; seni yalnızca kendimle aşağılara sürükleyebilirim, hepsi bu. Bir şey yapmaya, bir şeyi bilmeye, bir şey olmaya çalışmamızın amacı ne? Yaşamanın amacı ne? Keşke ölmüş olsaydım!”

“Ah, şimdi, sevgili George, bu gerçekten çok kötü! Fabrikadaki işini kaybettiğin için ne hissettiğini biliyorum ve sert bir efendin var ama dua edip sabırlı ol ve belki bir şeyler…”

Onun sözünü keserek “Sabırlı!” dedi. “Sabırlı olmadım mı ben? Bana herkesin nazik davrandığı yerden olası hiçbir neden olmadan gelip beni almasına bir kelime ettim mi? Kazancımın her sentini gerçekten ona veriyordum ve herkes de iyi çalıştığımı söylüyordu.”

“Eh, bu çok korkunç.” dedi Eliza. “Ama her şeyden önce o senin efendin, biliyorsun.”

“Efendim! Kim onu benim efendim yaptı? Ben böyle düşünüyorum. Benim üzerimde ne hakkı var? Ben de onun kadar insanım. Ondan daha iyi insanım. İş hakkında ondan daha çok şey biliyorum; ondan daha iyi bir yöneticiyim; ondan daha iyi okuyabiliyorum; yazım daha iyi -hepsini kendim öğrendim ve ona teşekkür borcum yok- ona rağmen öğrendim, şimdi nasıl oluyor da beni yük beygiri yapıyor? Yapabildiğim şeyleri ve ondan iyi yapabildiğim şeyleri benden almak ve beni atın yapabildiği işlere vermek? Yapmayı deniyor; beni aşağılara getirip burnumu sürteceğini söylüyor ve bilerek beni en zor, en kötü ve en pis işlere koyuyor!”

“Ah, George! George! Beni korkutuyorsun! Seni hiç böyle konuşurken duymadım; korkunç bir şey yapacağından korkuyorum. Duygularından hiç şüphe etmiyorum ama ah, ne olur dikkatli ol, mutlaka, benim hatırım için, Harry’nin hatırı için!”

“Dikkatli oldum ve sabırlı oldum ama giderek daha kötüye gidiyor; bu etle can taşıyamıyor artık bunu, bana bütün hakaret ve işkence etme şanslarını kullanıyor. İşimi iyi yapıp sessiz olmayı ve iş saatleri dışında okumak ve öğrenmek için zamanım olur diye düşündüm ama yapabildiğimi gördükçe, daha çok yük yüklüyor. Hiçbir şey söylemediğim hâlde, bende şeytan gördüğünü söylüyor ve dışarı çıkartacakmış; bugünlerden birinde hiç istemediği bir şekilde dışarı çıkmazsa ben de bir şey bilmiyorum!”

Eliza kederli bir sesle, “Ah canım! Ne yapacağız?” dedi.

“Daha dün.” dedi George. “Taşları arabaya yüklemekle meşgulken, genç Efendi Tom orada duruyordu, kamçısını ata o kadar yakın şaklattı ki at ürktü. En hoş tavrımı takınıp ona durmasını söyledim, hiç durmadan devam etti. Ona tekrar yalvardım ve sonra bana dönüp beni kırbaçlamaya başladı. Elini tuttum, sonrasında bağırıp tekme attı ve babasına koştu, onunla dövüştüğümü söyledi. O da öfkeyle geldi ve bana kimin efendi olduğunu öğreteceğini söyledi, beni bir ağaca bağladı ve genç efendi için dallar kesti, ona yoruluncaya kadar beni kırbaçlayabileceğini söyledi ve o da öyle yaptı! Ona bunu bir gün hatırlatmazsam!” Ve genç adamın alnının rengi koyulaştı ve gözleri genç karısını titreten bir ifadeyle yandı. “Kim bu adamı benim efendim yaptı? Ben bunu bilmek istiyorum!” dedi.

“Eh.” dedi Eliza kederle. “Ben hep efendimle hanımıma uymazsam iyi bir Hristiyan olamayacağımı düşünmüşümdür.”

“Senin durumunda bunda bir mantık var; seni bir çocuk gibi büyütmüşler, beslemişler, giydirmişler, hoşgörü göstermişler ve öğretmişler, bu yüzden iyi bir eğitimin var; senden bazı şeyler istemekte haklılar. Ama ben tekme atılmış, tokatlanmış ve hakaret edilmişim, en iyi hâlde yalnız bırakılmışım; ne borcum var? Beni tutmalarının borcunu yüz kat ödedim. Buna katlanmayacağım. Hayır, bunu yapmayacağım!” dedi. Kaşlarını çatmış, yumruğunu sıkmıştı.

Eliza titredi ve suskun kaldı. Kocasını bu hâlde daha önce hiç görmemişti; ılımlı ahlaki değerleri böylesine tutku seli karşısında kamışlar gibi eğiliyor gibiydi.

“Bana verdiğin zavallı küçük Carlo var ya.” diye ekledi George. “Yaratığın da rahatı benimki kadar yerindeydi. Geceleri benimle uyudu, gündüzleri beni takip etti ve nasıl hissettiğimi anlıyormuş gibi yüzüme bakıyordu. Derken, geçen gün mutfak kapısının oradan topladığım eski kırıntılarla onu beslerken, efendi geldi ve onun parasıyla beslediğimi söyledi, her zencinin köpeğini beslemeye parası yetmezmiş ve bana onun boynuna bir taş bağlayıp göle atmamı emretti.”

“Ah, George, bunu yapmadın ya!”

“Yapmak? Ben değil, o yaptı. Efendi ve Tom boğulan yaratığı taş yağmuruna tuttular. Zavallı şey! Neden onu kurtarmadığımı merak eder gibi bana acı dolu gözlerle baktı. Kendim yapmadığım için de kırbaçlandım. Umurumda değil. Efendi bir gün kırbaçlanmayla yola gelmediğimi anlayacak. Kendini kollamazsa benim de sıram gelecek.”

“Ne yapacaksın? Eh, George, kötü bir şey yapma. Eğer Tanrı’ya inanıyorsan doğru şeyi yap, o sana yardım eder.”

“Ben senin gibi Hristiyan değilim Eliza, kalbim acılarla dolu; Tanrı’ya güvenemiyorum. Neden bunlara izin veriyor?”

“Eh, George, inancımız olmalı. Hanımım diyor ki her şey kötü gittiğinde bile, Tanrı’nın en iyisini yaptığına inanmalıymışız.”

“Kanepelerine kurulan ve arabalarında gezen insanlara bunu söylemesi kolay ama benim yerimde olsalar biraz zor derlerdi. İyi olmayı ben de isterdim ama kalbim yanıyor ve hiçbir şekilde uzlaşacak gibi değilim. Benim yerimde olsan yapamazdın, şimdi de yapamazsın, söylemek istediğim her şeyi söylesem. Her şeyi henüz bilmiyorsun.”

“Daha neler olabilir ki?”

“Eh, son zamanlarda efendi diyor ki evlenip gitmeme izin verdiği için aptalca davranmış, Bay Shelby ve ailesinden nefret ediyormuş çünkü gururlularmış, başlarını ondan yukarıda tutuyorlarmış, sizden gururlu olmayı öğrenmişim, buraya gelmeye artık izin vermeyeceğini, bir kadın almamı ve onun oraya yerleşmemi söylüyor. Baştan sadece azarlayıp bu şeyleri geveledi ama dün karım olarak Mina’yı almamı ve onunla bir kulübeye yerleşmemi söyledi, yoksa beni nehrin aşağısında satacakmış.”

“Neden ama sen benimle evlisin, dinî nikâhla, sanki bir beyaz adam gibi!” dedi Eliza sadelikle.

“Bir kölenin evlenemeyeceğini bilmiyor musun? Bu ülkede bunun için yasa yok; bizi ayırmaya karar verirse seni karım olarak tutamam. Bu yüzden seni hiç görmemeyi istedim, -keşke hiç doğmasaydım dedim, ikimiz için de en iyisi olurdu- bu zavallı çocuk için doğmaması en iyisi olurdu. Ona da aynısı olabilir!”

“Eh ama efendi çok nazik!”

“Evet ama kim bilir? O ölebilir ve çocuk kimsenin tanımadığı birine satılabilir. Yakışıklı, akıllı ve yetenekli olmasının ne yararı var? Sana diyorum Eliza, çocuğunun onun olan ya da sahip olduğu her iyi ve hoş şey için bir kılıç ruhunu delip geçecek; bunlar onu senin alıkoyamayacağın kadar değerli kılacak.”

Sözcükler Eliza’nın kalbine tüm ağırlığıyla çarptı; tüccarın görüntüsü gözlerinin önüne geldi ve sanki biri ölümcül bir darbe indirmiş gibi beti benzi attı ve soluğu tıkandı. Endişeli bakışlarla verandaya baktı, ciddi konuşmalardan sıkılan oğlan Bay Shelby’nin bastonunu at yapmış bir aşağı bir yukarı zafer kazanmışcasına koşuyordu. Korkularını kocasına anlatmalıydı ama kendini tuttu.

“Hayır, hayır, zavallı adamın derdi başından aşkın!” diye düşündü. “Hayır, ona söylemeyeceğim, zaten doğru değil. Hanımım bizi aldatmaz.”

“Evet, Eliza, kızcağızım.” dedi kocası acı dolu bir sesle. “Dayan şimdi ve güle güle zira ben gidiyorum.”

“Gitmek, George! Nereye gitmek?”

“Kanada’ya, dedi, kendini toparlamaya çalışarak. “Ve oraya varınca sizi satın alacağım; tüm umudum bu kadar. Nazik bir efendin var, seni satmayı reddetmez. Seni ve oğlanı alacağım. Tanrı’nın yardımıyla bunu yapacağım!”

“Ne korkunç! Ya yakalanırsan?”

“Yakalanmayacağım, Eliza. Önce ölürüm! Ya özgür olacağım ya da öleceğim!”

“Kendini öldürme!”

“Buna gerek yok. Ondan önce beni öldürürler, asla nehri canlı geçmeme izin vermezler!”

“Ah, George, benim hatırım için dikkatli ol! Kötü bir şey yapma; ne kendinin ne de başkasının aleyhine bir şey yap! Çok kafaya takmışsın, çok fazla -eğer zorunluysan git- ama dikkatli ol, ihtiyatlı ol; sana yardım etmesi için Tanrı’ya dua et.”

“Eh, o zaman Eliza, planımı dinle. Efendi aklına esip birkaç kilometre geride yaşayan Bay Symmes’e bir notla beni buraya gönderdi. Düşündüklerimi sana anlatacağımı bekliyor olmalı. Onun adlandırdığı gibi Shelby’ninkileri çileden çıkaracağını düşünmek onu memnun edecek. Sanki hepsi bitmiş gibi oldukça uysal eve gidiyorum, anlıyorsun. Yapacak bazı hazırlıklarım var ve bana yardım edecekler var; bir iki haftaya kadar kayıplara karışırım. Bana dua et, Eliza; belki yüce Tanrı seni duyar.”

“Eh, sen de kendine dua et, George ve ona inan; o zaman kötü bir şey yapmazsın.”

“Eh, şimdilik hoşça kal.” dedi George, Eliza’nın ellerini tutarken ve kıpırdamadan gözlerinin içine baktı. Suskun durdular; sonra son sözler, hıçkırıklar, acı dolu ağlayışlar -bunların ayrılışı örümcek ağına takılanların karşılaşma umutlarına benziyordu- ve karı koca ayrıldılar.

IV
Tom Amca’nın Kulübesinde Bir Akşam

Tom Amca’nın kulübesi zencilerin deyişiyle tipinin en kusursuz örneği olan efendisinin “ev”in bitişiğinde küçük kütüklerden yapılma bir kulübeydi. Önünde her yaz çileklerin, ahududuların, çeşitli meyve ve sebzelerin özenli bakımla fışkırdığı temiz bir bahçe parçası vardı. Ön tarafın tamamı geniş kızıl begonyalar ve yerli çok çiçekli güllerle çevrilmişti, bunlar örgü gibi örülüp birbirine geçerek kaba saba kütüklerin görünmesini engelliyordu. Burada aynı zamanda yazları kadife çiçekleri, petunyalar, akşam sefaları gibi birçok çeşit, her yıl açan çiçekler görkemini gösterecek, onları şımartan köşeler bulmuştu ve bunlar Chloe Teyze’nin yüreğinin hazzı ve gururuydu.

Haydi içeri girelim. Evde akşam yemeği bitmiş ve baş aşçı olarak hazırlıkları yöneten Chloe Teyze temizlik ve bulaşıkları yıkama işlerini mutfakta astlarına bırakmıştı. İhtiyarın akşam yemeğini hazırlamak için kendi kuytu yerine geçmişti; bu sebeple ateşin çevresinde cazırdayan bir şeyleri istekli bir şekilde yöneten ve çok geçmeden içinde şüphesiz “iyi bir şeyler” olduğu izlenimi veren, buharlar gelen tencerenin kapağını ciddiyetle kaldıran kişi odur. Yuvarlak, ışıldayan yüzü öylesine parlaktı ki sanki yüzünü kendi çay peksimetleri gibi yumurta akları ile yıkadığı aklınıza gelebilirdi. Tüm bu dolgun çehresi güzelce kolalanmış başörtüsü altında tatmin ve memnuniyetle parlıyordu ancak itiraf edelim ki çevredeki en iyi aşçı olmasından gelen bir nebze kendini bilmeyle de bunun bir ilgisi vardı ki Chloe Teyze’nin ünü dünyaca biliniyor ve onaylanmıştı.

Kendisi iliğine ve tırnağına kadar gerçekten iyi bir aşçıydı. Bahçede onun geldiğini görüp de üzgün olmayan bir piliç, hindi veya ördek yoktu, belli ki sonları gelmişti. Kümes hayvanları arasında dehşet yaratacak derecede sıkıca bağlasa mı, içini doldursa mı ve kızartsa mı diye meditasyon yaptığı kesindi. Mısır ekmeği, her türden çapa keki, oval kek, yuvarlak kek ve sayılamayacak kadar çeşitli türler daha az bilen aşçılar için tam anlamıyla bir sırdı; kendi düzeyine erişmek isteyen akranlarının faydasız çabalarını anlatırken şişman kalçalarını haklı bir gurur ve keyifle sallardı.

Eve misafir çağrılması, ikindi ve akşam yemeklerinin “usulünce” hazırlanması ruhundaki tüm enerjiyi açığa çıkarır; verandada yığılı seyahat sandıkları kadar hiçbir görüntü ona çekici gelmezdi, zira yeni çabalar ve yeni zaferler müjdelerdi.

Şu anda Chloe Teyze gözlerini tavaya dikmiş durumda; evin resmini çizmeyi bitirinceye kadar onu onun için biçilmiş kaftan olan işle başbaşa bırakacağız.

Evin bir köşesinde bir yatak vardı, üzeri kar gibi beyaz bir örtüyle derli toplu örtülmüştü ve yanında pek büyük olmayan bir halı duruyordu. Bu halı üzerinde Chloe Teyze durur ve hayatı hakkında önemli kararlar alırdı. Orası ve üzerindeki yatak, bütün bir köşenin aslında özel bir önemi vardı ve mümkün olduğunca küçük çocukların bu kutsal köşeyi yağmalaması ve saygısızlık etmesi önlenmişti. Aslında bu köşe evin oturma odasıydı. Diğer köşede ise daha mütevazı görünen bir yatak vardı ve belli ki kullanım içindi. Şöminenin üzerindeki duvar çok güzel kutsal kitaptan sahnelerle süslenmişti ve eğer karşılaşsaydı kahramanı kesinlikle şaşırtacak bir şekilde çizilen ve renklendirilen General Washington portresi asılıydı.

Köşedeki kaba saba sırada parlak siyah gözleri ve ışıldayan tombul yanaklarıyla birkaç kıvırcık saçlı çocuk bir bebeğin ilk adımlarını denetlemekle meşguldüler ki bu çocuğun ayakları üzerine kalkıp bir an dengelendikten sonra yere yuvarlanmasıyla son buluyordu. Her başarısızlığı sanki karar verilerek yapılmış zekice bir şeymişcesine çılgın bir neşeyle karşılanıyordu.

Bacakları romatizmalı bir masa ateşin önüne çekilmişti ve üzerindeki örtüye yaklaşan yemeği gösteren diğer şeylerle birlikte parlak desenli fincanlar ve tabaklar konulmuştu. Bu masaya Bay Shelby’nin sağ kolu Tom Amca otururdu, bu hikâyenin kahramanı olarak resmini okuyucu için gümüş çerçeveye alacağız. İri yarı, geniş göğüslü, güçlü kuvvetli bir adamdı, parlayan siyah teni, tam Afrikalı özelliklerine sahip yüzü vardı, ifadesi ciddi ve iyi durumunu gösteriyor, nezaket ve hayırseverlikle birleşiyordu. Havasında kendine saygı ve vakar vardı ama bunlar güvenilir ve alçak gönüllü bir sadelikle karışmıştı.

Şu anda önündeki taş tahtanın orada öylesine meşguldü ki bazı mektupları dikkatle ve yavaşça yazması gerekiyordu, on üçünde akıllı ve zeki bir öğretmen olarak sorumluluğunun bilincinde olan Efendi George’un gözetimi altındaydı.

“Öyle değil, Tom Amca, öyle değil.” dedi uyanık bir tavırla. Tom Amca işgüzarlıkla ‘g’nin kuyruğunu yanlış tarafa doğru yapınca. “Bu q oldu, gördüğün gibi.”

Genç öğretmeni yetişmesi için sayısız kez ‘q’ları ve ‘g’leri başarılı bir şekilde yazarken saygılı ve hayranlık dolu bir şekilde, “Senin hatırın için, değil mi?” dedi Tom Amca ve sonra kalemi büyük ve ağır parmakları arasına alarak sabırla yeniden başladı.

“Bu şeyleri beyaz adamlar ne kadar da kolay yapıyor!” dedi Chloe Teyze, çatalında bir parça pastırmayla demir tavayı yağlarken durup gururla genç Efendi George’a saygı duyarken. “Şimdi hem yazıp hem de okuma şekli ve üstüne akşamları buraya gelip bize ders vermesi oldukça ilginç!”

“Ama Chloe Teyze, ben çok acıktım.” dedi George. “Tava kekin hâlâ olmadı mı?”

“Olmak üzere, Efendi George.” dedi Chloe Teyze, kapağı kaldırıp göz attı. “Çok güzel kahverengileşiyor, çok tatlı bir kahverengi. Ah! Bunda beni bir rahat bırak. Geçen gün hanımım Sally’ye kek yapması için izin verdi, azıcık öğrensin diye. ‘Ah, gidin hanımım.’ dedim. Şimdi bu malzemelerin bu şekilde ziyan olduğunu görmeye gerçekten acıyorum! Kekin bir tarafı kabarmış, hiçbir şekli yok; pabucumdan daha iyi değil, hadi git!”

Sally’nin acemiliğini küçümseyen bu son ifadeden sonra, Chloe Teyze kabın üzerindeki kapağı kaldırıverdi ve hiçbir şehir pastacısının utanç duymasına gerek olmayan düzgünce pişmiş keki ortaya çıkardı. Belli ki bu eğlencenin ana noktasıydı ki Chloe Teyze telaşla akşam yemeği için koşuşturmaya başladı.

“Oradaki Mose ve Pete! Yoldan çekilin, sizi zenciler! Sen de çekil, Polly, canım annesi bebeciğine daha sonra bir şeyler verecek. Şimdi Efendi George, şu kitapları sen bir al ve ihtiyarcığımla bir yerleşin, ben de sosisleri alayım ve bir dakikada önce tabaklarınızı kekle doldurayım.”

“Akşam yemeği için eve gelmemi istediler.” dedi George. “Ama buradakilerin bırakılmayacak kadar iyi olduğunu biliyordum, Chloe Teyze.”

“Biliyordun, biliyordun, canım.” dedi Chloe Teyze, bir yandan da dumanı tüten gözlemeleri tabağına yığıyordu. “Bilirsin ki ihtiyar teyzeciğin en iyileri sana saklar. Ah, seni yalnız bırakayım! Hadi oradan!” Bunu yaparken Teyze, George’u gayet şakacı bir şekilde parmağıyla dürttü ve büyük bir kıvraklıkla tekrar tavasına döndü.

“Şimdi sıra kekte.” dedi Efendi George, tava işleri biraz durulunca ve bununla birlikte genç adam söz konusu parça üzerine koca bir bıçağı getirdi.

“Tanrı sizi korusun, Efendi George!” dedi Chloe Teyze, samimiyetle onu kolundan yakalayarak. “Onu bu kocaman ağır bıçakla kesmeyecektiniz herhâlde! Hepsini parçalar, o güzel kabarıklığı kaybolur. Burada ince bir eski bıçak var, bu tür işler için bilerim. Şimdi bakın! Tüy gibi bölünüyor! Şimdi yiyebilirsiniz, bundan iyisini bulamazsınız.”

“Tom Lincon diyor ki.” dedi George, ağzı dolu konuşarak. “Onlardaki Jinny senden daha iyi aşçıymış.”

“Linconları bırakın şimdi, olmaz!” dedi Chloe Teyze kibirlice. “Bizimkilerin yanında ne söylediği önemli değil. Sıradan işlerde düzgün şeyler yapabilirler ama bir şeyi şık şekilde yapmak denince daha bunun hakkında fikirleri yok. Şimdi Efendi Lincon’u bir yana bırakın Efendi Shelby! Aman Tanrı’m! Peki ya Lincon Hanım, hanımım gibi bir odaya süzülerek girebilir mi; kendisi olağanüstüdür, bilirsiniz! Eh, git işine! Bana Linconlar hakkında bir şey söyleme!” Ve Chloe Teyze kafasını dünya çapında bir şey biliyormuşçasına salladı.

“Eh, aslında seni duymuştum.” dedi George. “Dedin ki Jinny oldukça iyi bir aşçı.”

“Onu dedim.” dedi Chloe Teyze. “Bunu söylemiş olabilirim, Jinny sıradan, sade, yaygın yemekleri yapar -iyi bir mısır ekmeği yapmak, mısır unundan kekleri o kadar da iyi değil Jinny’nin- ama Tanrı bilir ya, daha iyi bir şey yapması istense ne yapabilir? Elbette, o da tart yapıyor, elbette yapıyor ama nasıl dışı var? O ağızda eriyen kabarıklıkları veren bir hamur yapabilir mi? Ben oraya Bayan Mary evlenirken gitmiştim ve Jinny de bana düğün pastasını göstermişti. Biliyor musunuz, Jinny ile ben iyi arkadaşız. Ben haydi git dedim, başka bir şey demedim, Efendi George! Eğer öyle bir pasta yapsaydım, gözüme bir hafta uyku girmezdi. O pastadan bile sayılmazdı.”

“Sanırım Jinny çok güzel olduklarını düşünmüştü.” dedi George.

“Sanırım öyle! -öyle yapmadı mı? İşte orada tüm aklı ermezliğiyle onlara gösteriyor- Gördün, burada, Jinny bilmiyor. Aile de bilmiyor! Ondan da bilmesi beklenemez! Onun suçu değil bu. Ah, Efendi George ailenizin size sağladığı ayrıcalıkların yarısının bile farkında değilsiniz!” Burada Chloe Teyze duygulanıp gözlerini yuvalarında çevirerek içini çekti.

“Eminim, Chloe Teyze, tüm tart ve puding ayrıcalıklarımın farkındayım.” dedi George. “Tom Lincon’a sor bakalım, onunla her karşılaştığımda övünüp övünmediğimi.”

Chloe Teyze sandalyesine oturdu ve genç efendinin nüktesine içinden gelen kahkahalarla güldü, kara, parlak yanaklarından yaşlar süzülünceye kadar gümeye devam etti. Efendi George’a şaka yollu hafifçe vurarak ve dürterek durumu değiştiriyordu; ona işine gitmesini, amma da garip bir tip olduğunu, onu neredeyse öldüreceğini ve bir gün mutlaka öldüreceğini söylüyordu. Bu uğursuz öngörüleri arasında her biri diğerinden uzun ve güçlü kahkahalara boğuluyordu, ta ki George gerçekten tehlikeli bir şakacı adam olduğunu düşünmeye başlayıncaya kadar ve artık “olabildiğince komik” olmak konusunda dikkatli olması gerektiğini düşündü.

“Tom’a öyle söylediniz, değil mi? Ah, Tanrı’m! Ne gençler var! Tom’a övündünüz demek? Ah, Tanrı’m! Efendi George, siz bir böceği bile güldürürsünüz!”

“Evet.” dedi George. “Dedim ona, ‘Tom, Chloe Teyze’nin tartlarını bir görmelisin; tam ağzına layık.’ dedim.”

“Yazık, Tom göremedi bunları.” dedi Chloe Teyze, hayırsever yüreğinde Tom’un cahil durumu onu derinden etkilemiş gibiydi. “Bugünlerde onu yemeğe davet et sen de Efendi George.” diye ekledi. “Size o yakışır. Biliyorsunuz, Efendi George, ayrıcalıklarımız yüzünden kimsenin üzerinde kendimizi hissetmemeliyiz, ayrıcalıklarımız bize ödüldür; bunu her zaman hatırlamalıyız.” dedi Chloe Teyze, oldukça ciddi görünüyordu.

“Eh, o zaman haftaya bir gün Tom’u buraya davet ederim.” dedi George. “Sen de en güzel şeyleri yap, Chloe Teyze ve o da bakakalsın. Ona iki hafta kendine gelemeyecek kadar yedirmez miyiz?”

“Evet, evet, kesinlikle.” dedi Chloe Teyze, hoşuna gitmişti. “Göreceksin. Tanrı’m! Bazı akşam yemeklerimizi düşünüyorum da! General Knox’a akşam yemeği verdiğimizde yaptığım o tavuklu turtayı hatırlıyor musun? Ben ve hanımım, turtanın kabuğu yüzünden az kalsın tartışıyorduk. Kadınlara bazen neler oluyor, bilmiyorum ama üstlerinde en ağır yükler varken ve çok meşgulken, etrafta takılıp dururlar ve müdahale ederler! Şimdi hanımım bunu böyle yapmamı istedi ve şöyle yapmamı istedi, sonunda benim de sabrım taştı ve şöyle dedim, ‘Şimdi hanımım, uzun parmaklarınızla güzel beyaz ellerinize bir bakın, üzerinde çiy olan beyaz zambaklarım gibi yüzüklerle parlıyor; bir de benim kocaman, kara, kütük gibi ellerime bakın. Şimdi Tanrı’nın benim turta kıtırını yapmamı ve sizin de salonda oturmanızı istediğini düşünmüyor musunuz?’ Tanrı’m! Öylesine sabırsızdım ki, Efendi George.”

“Peki, annem ne dedi buna?” dedi George.

“Demek mi? Onun gözlerinin içi güler, kocaman, güzel gözleriyle, ‘Eh, Chloe Teyze, sanırım doğru söylüyorsun.’ der; salona gider. Bu kadar sabırsız olduğum için kafamı yarması gerekir ama böyledir işte, hanımlarla bir şey yapamam mutfakta!”

“Eh, o akşam yemeğinde harikalar yaratmıştınız, herkesin öyle söylediğini hatırlıyorum.” dedi George.

“Öyle değil miydi? O gün yemek odasının kapısının arkasında değil miydim? General’in böğürtlen turtasını tabağına üç kere doldurduğunu görmedim mi? Bir de şöyle dedi: ‘Bulunmaz bir aşçınız olmalı Bayan Shelby.’ Tanrı’m! Sevincimden çatlayacaktım.”

“General ne piştiğini de biliyordu.” dedi Chloe Teyze, kendine gururlu bir hava vererek. “Çok hoş bir adam General! Eski Virginia’nın köklü ailelerinin birinden geliyor! Benim bildiğim kadar, neyin ne olduğunu biliyordu şu General. Bütün turtaların bir püf noktası vardır, Efendi George ama ne olduğunu herkes bilmez. Ama General biliyordu; bunu söylediklerinden anladım. Evet, püf noktalarının ne olduğunu biliyordu!”

Bu sırada Efendi George (Alışılmadık durumlarda.) bir erkek çocuğunun tek bir lokma bile yiyemeyeceği noktaya gelmişti ve bu yüzden karşı köşede aç gözlerle onu izleyen kıvırcık saçlı kafaları ve parıldayan gözleri fark edecek zamanı oldu.

“Alın siz de Mose, Pete.” dedi, bolca koparıp onlara doğru atarak. “Siz de biraz istersiniz, değil mi? Gel, Chloe Teyze, onlara da biraz kek pişiriver.”

Sonunda George ve Tom bacanın köşesinde daha rahat bir yere geçtiler, bu sırada Chloe Teyze bir sürü kek daha yapmış, bebeğini kucağına almış ve bir onun ağzını, bir kendi ağzını dolduruyordu, masanın altındaki yerde yuvarlanarak, birbirlerini gıdıklayarak ve bazen bebeğin ayak parmaklarını çekerek yemeklerini yemeyi tercih eden Mose ve Pete’e veriyordu.

“Ah! Bi gider misiniz?” dedi anne, masanın altına arada bir rastgele vurarak hareketleri çok yaramaz hâle gelince. “Beyaz adamlar sizi görmeye geldiğinde doğru dürüst oturamaz mısınız? Kesin şunu artık, tamam mı? Kendinize çekidüzen verin, yoksa Efendi George gittikten sonra sizin canınıza okurum!”

2.Bu tanımdaki bir makine gerçekten Kentucky’deki genç melez bir adamın icadıdır. (Bayan Stowe’un notu.) (y.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
4 s. 7 illüstrasyon
ISBN:
978-625-99852-0-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu