Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı»

Yazı tipi:

Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.

Andre Gide

İlk Söz

Her insan kendi hayatının kahramanıdır. Onları seçilmiş yerlerde aramak gerekmiyor. “Onda ne var!” denilecek kadar basit olmayan hayat mücadelesinde, ayaklarının üzerinde durup tek başına yürüyebilmek en büyük kahramanlık sayılmalı. O kahraman ki pek çok badireler atlatıp, yaşam yolculuğunu sonlandırana kadar kendi öyküsünü yazan kişidir.

Korunma refleksi, yaşama iradesinin bir sonucudur. Her canlı gibi insan da kendini koruma iradesine sahiptir. Devlet gibi insan da kendi kendisinin son kalesidir. Bu nedenle insanın kendini koruma hakkı, devletinkinden daha az kutsal değildir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin bakış açımız Osmanlı tarihine bakışımızdan farklı değildir. Cumhuriyet’in kuruluşu başlı başına bir devrimdir. Devrimin yapıcıları birer kahramandır. Cumhuriyet’e, daha iyi bir hayat hayalinin operasyonu da denebilir. Ona, geçmişte yaşanan bütün aksaklıkları giderme projesi olarak bakılabilir. Bundan ötürüdür ki başta eğitim olmak üzere toplumu yeni baştan inşa edecek ideolojik tezleri ve tercihleri vardı. Bu tezlerini ve tercihlerini bugünleri şekillendirmek için halka telkin etti. Kabul edildi ya da edilmedi, sonuçta günümüz Türkiye’si ortaya çıktı.

Türkiye’nin tarihsel yolculuğu devam ediyor. Bu süreçte, Cumhuriyet öncesinde başlayan, Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşmenin yönü tartışılıyor. Bu tartışmanın tarafları, kendilerini Cumhuriyet’in banisi ve sahibi olarak görenlerle onların karşıtları. Cumhuriyet’in sahibi olduklarına inananlar, günümüzde yaşanan tartışmada, bugüne kadar elde ettikleri bütün kazanımların yitip gittiği kaygısını taşırlarken, muhafazakârlar geçmişte kaldığına inandıkları pek çok güzelliği yeniden ihya etme telaşındalar.

Cumhuriyet ilan edildiğinde Anadolu’da pek çok insan neyin değiştiğini anlamadı bile. Atatürk, 1938 yılında hayata gözlerini yumduğunda, iletişim bugünkü kadar yaygın değildi. Ankara’ya 80 kilometre ötede, pek çok kişi bu ölümün ne ifade ettiğini anlayamadı. Yüzlerce kilometre ötedeki bir çok insan da farklı durumda değildi. O yıllarda birileri tatillerini Paris’te, Londra’da geçirmek için programlar yaparken, kimileri küçük küçük köylere tıkılmış, kendi dünyalarında yaşıyorlardı.

Esasında Cumhuriyet, bir yönüyle köylülükten kurtulma hamlesiydi fakat bu hamlede, fizik ile metafiziğin birbirinin karşıtı gibi algılanması söz konusuydu. Okul caminin, öğretmen imamın ayrılmaz parçası iken, karşıtı gibi algılandı ya da gösterildi. Devletin öğretmeni tercih ettiği bu süreçte halkın imamı tercih etmesi kaçınılmazdı. Oysa okulu camiye egemen kılmaya çalışmak yerine, camiyi okulla barışık tutmak gerekiyordu. Belki yaşanan bu ikilemde, bu ülkenin aydınlarının tercihlerinin etkisi de vardı. Doğrusu, hiçbirini dışlamadan, “hem o hem o” diyebilmek önemliydi.

Bugüne kadar okuduklarımızın pek çoğu, kurumların ve yönetenlerin tarihidir. Toplumsal bilinçaltını şekillendiren izdüşümleri görebileceğimiz netlikte “öteki insanın hikâyesi” pek seyrek kaleme alınmıştır. Bu yüzdendir ki çok farklı sosyolojik evrelerden geçen bir toplumun tarihini okuduğumuzda, o toplumu oluşturan tüm kesimleri aynı sosyo-kültürel iklimden geçmişler gibi algılayabiliriz.

Okuduğunuz biyografik anı kitabı, bir insanın hayatından hareketle toplumsal tarihe ışık tutacak niteliği haiz bir kişisel tarih çalışmasıdır. Yazım türü itibarıyla diğer biyografi çalışmalarının bir benzeri sayılabilir. Onlardan farklı yanı ise bir köy imamının hayatının kaleme alınmış olmasıdır.

Sözünü ettiğim kişiyi, yani babamı ve onun hayatından hareketle toplumun nüvesini oluşturan kendi döneminin insanlarının bilinçaltı dekorunu ortaya koymak istedim. İnsan-toplum-devlet triosunda, bir köy imamının yaşamından yola çıkarak, bugüne ışık tutacağını ümit ettiğim bu kitabı yazmaya karar verdim.

Kaleme aldığım bu çalışmanın diğer bir amacı da içinde bulunduğumuz psiko-sosyal atmosferin yapı taşını oluşturan bireyin inşa sürecini ortaya koymaktır.

Kurucu iradenin, insanın iktisadi bir varlık olduğunu göz ardı etmesinin bugünkü sonucu yarattığını anlatmaya çalıştım.

Popüler tabirle “muhafazakâr” denilen ya da bir başka ifadeyle “mütedeyyin” olarak adlandırılan ve hiçbir ideolojik tavrı olmayan, bırakın “karşı devrim”i, devrim kavramının ne demek olduğunu bilmeyen insanların, jakoben bir zümrenin kendi ideolojik fantazyalarının mezesi yapılmaya çalışılmasının bugün karşımıza amaç birliği olmayan bir öfke koalisyonu olarak çıktığını özellikle tespit etmeye çalıştım.

Satır aralarında bireyin yaşamından hareketle Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardaki âcizliklerin günümüzdeki yansımalarını bir im olarak ortaya koymak istedim. Çağdaşlaşma adına konulan ideolojik hedeflerden, uygulamada gösterilen zaaflar ve uygulayıcılardan kaynaklanan aymazlıklardan ötürü zamanla nasıl uzaklaşıldığına dikkat çekmek istedim.

Onun hayatı olduğu için kitabı babamın anlatımıyla kaleme aldım. Bu konuda babamdan ve annemden büyük yardım gördüm. Ayrıca dönemin olaylarının aktarımında ve günümüz olaylarıyla karşılaştırılmasında dayımın ve eşimin babasının büyük katkısı oldu. Özellikle mahallî tanımlarda berrak hafızalarıyla bana çok yol gösterdiler. Hepsine çok teşekkür ediyorum.

Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir; ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılmaz.

Farabi

İnsanların hayatına yön veren, istikbali tayin eden anlar vardır. Kimi öğretmenden duyduğu bir sözle, kimi tanık olduğu bir olayla, kimi başına gelen kazayla yaşamına yön verir. Benim yaşamımda da böyle anlar oldu. Ortalığa söylediğimiz, semada dalga dalga yayıldığına inandığımız sözlerin eyleme geçtiğinde ne denli etkili olduğunu yıllar sonra geriye dönüp baktığımda anladım. O güne kadar köydeki diğer çocuklar gibi akşama kadar dışarıda oynayan, akşam olunca evin yolunu tutan, bahçede, bağda verilen işleri yapan bir çocukken, ilkokula gitmek istediğimi söylediğim gün bambaşka bir serüvenin içine atıldım.

Benim küçüklüğümde köyde hocalık yapan kişi çoktu. Bunların önde gelenlerinden biri Hüseyin Hoca, diğeri de Hasan Hoca’ydı. Hüseyin Hoca, Hasan Hoca gibi sert mizaçlı, otoriter bir insan değildi. Namazını kıldırır, Kur’an öğretir, cemaatle oturur kalkardı. Hasan Hoca, köyün daha eski hocasıydı. Bir şey olduğunda önce Hasan Hoca’nın ne dediğine bakılırdı.

O vakitler okumak denilince, camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılırdı. Ben de Kur’an öğrenmek için ilk defa Hüseyin Hoca’nın önüne oturduğumda henüz ilkokula başlama yaşındaydım. Benim gibi pek çok kişi, köyümüzün imamlığını yapan Hüseyin Hoca’nın önünde incik kırmıştı.

Bir gün babam, Karakoçaş köyünde değirmen işletirken, Kur’an okuyan üç çocuk görmüş. Onların Kur’an okumalarına heveslenerek bana da okutmayı aklından geçirmiş. Aynı günlerde ben köydeki okulun önünde çocuklarla oyun oynuyordum. O sırada biri, “Herkes okula yazılıyormuş, biz de yazılalım.” dedi. Ben de öğretmene gidip okula yazılmak istediğimi söyledim. O zaman öğrencileri sokakta kaydederlerdi. Öyle okula gitmek yoktu. Öğretmen eline bir defter alırdı. Yaşı gelmiş öğrenciye sorup kaydını yapardı.

Beni kaydeden, Çankırılı bir kadın öğretmendi. Ramazanda falan devamlı sakız çiğnediği için köyde ona “sakız çiğneyen öğretmen” derlerdi. Biz çocuk olduğumuz için pek yadırgamazdık ama büyüklerin tepkisini çekerdi.

Evimize geldiğimde müjde verir gibi, “Baba ben okula yazıldım!” dedim. Babam, “Oğlum, okulun içine girdin mi?” diye sordu. “Yoo!” dedim. “Eğer içeri girseydin gâvur olurdun!” diyerek beni korkuttu. Bu sözcük bugün filmlerde dahi yasaklansa da o vakitler kötü olan her şey bizim için “gâvur”du.

“Camide Hasan Hoca ne diyor duymadın mı? ‘Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!’ diye bar bar bağırıyor, duymuyor musun oğlum?” dedi.

“Herkes gidiyor, ben de gitsem ne olur baba?” dedim ama dinlemedi, “Seni sabah doğru Kalfat’a götüreceğim.” diyerek avludan içeri girdi.

Bir insan kendisini, ancak hayatın küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut da onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir.

Fakat ona erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız lazımdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar

İşin Yoksa Ara Gez

Bugün belde belediyesi statüsünde olan köyümüz, vaktiyle orman içinde bir yerleşim yeriydi. Şimdi mezarlık olan köy tepesine çıkıldığında koyu bir ormanlık görülürdü. Dere Mahallesi’ndekievlerin kalasları, kirişleri, o mezarlıktan kesilen çamlardan yapılmıştı.

Köyün arka tarafında, Ören denilen yerde bir kale ve kalenin yukarısında antik dönemden kalma eski mezarlar vardır. Orada, bir zamanlar bir hayat sürüldüğü biliniyor. Köyden çok kişi gidip, o mezarları kazıp gömü falan aramıştır. Kalenin yanı sıra Yörükler denilen mevkide de ayrı bir yerleşim varmış. Bazı kişilerin, oralarda çift sürerken, bir takım testi çömlek falan buldukları söylenir.

Köyümüzün yerleşimine ilişkin kesin bir tarih tespit edilemese de 300-500 yıllık bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Çankırı çevresinde ikamet eden, özellikle Kayı ve Bayat gibi Türk boylarına mensup insanlar, ilk önce köyün çevresine mezralar hâlinde, dağınık şekilde yerleşmişler. Çoklukla hayvancılık ve bahçecilik yaparak geçimlerini temin ettikleri için uzun yıllar bu şekilde yerleşimlerini sürdürmüşler. Zamanla Anadolu’da güvenlik sorunu baş gösterince insanlar bir araya gelme ihtiyacı hissetmişler.

Çevremizdeki bir çok köyün isminde “Kayı” vardır. Çaparkayı, Asarcıkkayı gibi. Bizim köyümüzün iki boyundan birinin Kayı, diğerinin de Bayat boyu olduğu söylenir. Orta’nın köylerinde falan da Kayı ismiyle anılan köyler vardır.

Çevrede dağınık şekilde duran ailelerin biraraya gelerek köyün bugünkü yerinde iskân olmaları aslında biraz da korunma kaygısından kaynaklanmış. Devlet otoritesinin kalmadığı 18. yüzyılda her tarafta türeyen eşkıyaların şerrinden sakınmak için mezra gibi küçük yerleşim yerlerini terk edip köyümüzü kurmuşlar. Eşkıya falan köye geldiğinde sık ormanlık alanda insanları arayıp bulamazmış. Büyükbabam, köyün arkasındaki Yörük Yaylası tarafından gelip köye yerleşmiş. Kimileri Sivri tarafından, kimileri Aydos tarafından gelmiş.

Köydeki kök isimlere bakıldığında, köyün nüvesini beş altı ailenin oluşturduğu görülür. Bu büyük ailelerin birleşiminden köy oluşmuş. Soyadı kanunundan önceye gidilip, ailelerin kökenlerine ulaşıldığında köyün çoğu birbiriyle akrabadır. Örneğin Kadir Çavuşgile “köy ağası” derlerdi. Örneğin köyde Uğur, Uygur, Yılmaz ve Karan soyadlarını taşıyanlar akrabadır.

Bugünkü anlamda bir kooperatif çalışması ya da imar düzenlemesinin sonucunda oluşmadığı için Anadolu’daki pek çok yerleşim yerinin öyküsü söylentilere dayanmaktadır. Antik dönemden izler taşımıyorsa yerleşim yerine ilişkin bilinenler, sözlü kültürle nakledilen kadardır.

Türkiye’de köy ve yer isimlerini değiştirmek bir dönem pek yaygındı. Bizim köyümüzün adı da değiştirilip Gürpınar yapılmıştı. Aklım erip, Ankara’ya 80 kilometre mesafede olan köyümüzün isminin neden değiştirildiğini düşünmeye başladığımda, o gün itibarıyla anlamsız gelen Ereğez adından hareketle “Köyümüz de eski Ermeni ya da Rum yerleşim yerlerinden biri miydi acaba?” diye sormaktan kendimi alamadım.

Köyümüzün gerçek adına ilişkin değişik rivayetler olsa da bilinen en yaygın rivayet şöyle:

Köyün ilk kurucularından sayılan Zalif Hoca, köydeki geçim kaynaklarının kıtlığına dikkat çekmek için, “Oğlum burada durmayın, nasibinizi arayın, gezin.” dediği söylenir. Köy bol sulu bir vadi ağzında olmasına rağmen kışların çetin ve uzun geçmesi nedeniyle ve hayvancılık yaparak geçinmenin de zor olmasından ötürü böyle demiş olmalı.

Daha önce de belirttiğim gibi köyümüzün olduğu yer ormanlık bir alanmış. Uzun ve sık ağaçlardan dolayı ormanda dolaşmak zor, saklanmaksa kolaymış. Bir gün köyü eşkıyalar bastığında, köy halkı ağaçların tepesine çıkarak saklanmış. Eşkıyalar aşağıda insan ararken yukardan bakanlar, “Arayın gezin, işiniz ne!” demişler. Aragez ve Ereğez ismi oradan kalmış.

Köyümüzün iklim yapısı da İç Anadolu ile Karadeniz bölgesinin sentezi gibidir. Bu nedenle köyümüzde insanlar karınlarını doyurmak için tarla ve bahçe işleriyle uğraşmışlardır ancak iklim ve coğrafya insanların bütün ihtiyaçlarına cevap vermediği için köylülerin çoğu Zalif Hoca’nın dediğini doğrulamak istercesine, nasiplerini hep dışarıda aramışlardır.

Hayatta bir gayesi olmayan insanlar, bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Kendileri gitmezler, suyun akışına kapılırlar.

Seneca

Ticaret Kilcilikle Başladı

Çankırı’nın tuzdan ekmek yemesi gibi köyümüz de kilcilikten epey bir ekmek yedi. Köy mezarlığının bulunduğu üst kesimdeki çukurluklar hep killikti. Maden ocağı gibi kil ocaklarında da göçükler meydana gelirdi. İnsanların ölümü göze alarak çıkarttıkları kil, özellikle saç yıkamada kullanılırdı. O yüzden baş kili denirdi. Çamaşır kili Eskişehir tarafından öğütülmüş olarak gelirdi.

Bugün kozmetik firmaları tarafından yüz maskesi olarak satılan killi ürünlerin kalitesindeki kil, köy mezarlığının olduğu arka sırtlardan çıkartılırdı. Esasında baş kili dedikleri bu kilin çıkartılması öyle kolay değildi. Toprağın 20-25 metre altına tünelle inilir, oradan çıkrıklarla toprak olarak çıkartılırdı. Çıkan kil ocakta pişirildikten sonra kullanılabilir hâle getirilirdi. Bunun için kil önce suya konarak iyice eritilir, sonra da saç yıkamada kullanılırdı. Kullananlar iyi bilir, suda yumuşayan kille yıkanan saç ipek gibi olur. Bugün kullandığımız hiçbir şampuan saçları onun kadar temizlemez.

Evlerde belirli ölçüde kullanılmakla birlikte o zamanlar sabun pek bilinmediğinden, çıkartılan kil kağnılarla evlerin avlusuna yığılır ve kış geldiğinde köyden köye, sabun yerine temizlik maddesi olarak satılırdı.

Sabun ve deterjan kullanımı Anadolu’da yaygınlaşınca kilcilik zamanla verimli bir iktisadi faaliyet olmaktan çıktı. Bunun yerini leblebicilik aldı. Bazen çerçi, bazen çulcu diye tabir edilen insanlar, yüzlerce hektar ormanı yok etme pahasına ürettikleri leblebiyi yaban yerlere götürüp satarak geçimlerini temin etmeye başladılar. Alışverişte nakit para kullanımının kısıtlı olmasından ötürü, sattıkları leblebi karşılığında çorap, yün, kazak, bakır, alüminyum gibi eski ürünler aldılar. Aldıkları bu eski ürünleri de Ankara’da toptancılara verip nakde dönüştürdüler. Yaptıkları bu işten dolayı, yaygın şekilde “eskici” olarak anıldılar. Zamanla her köyde bakkal açılıp, dışarıdan gelen çerçilere iş kalmayınca, nasibini dışarıda arayan köylülerimizin tamamına yakını soluğu Ankara’da aldı.

Hiçbir zaman çıktığın kapıyı çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.

Don Herold

Bir Avuç Leblebi İçin Bir Orman Yok Edildi

Arazimiz engebeli olduğundan köyümüz çiftçilik yapmaya pek elverişli değildi. Küçük tarlalarda daha çok fi ve nohut yetiştirilirdi. Fi hayvan yemi olarak kullanılırken nohut da leblebi yapmak için yetiştirilirdi. Ayrıca bahçecilik yapmak da mümkündü.

Yaz mevsiminde, nohut tarladan yolunurdu, herkesin evinin önünde yığın yığın nohut olurdu. Onlar kurutulup kabuğundan ayrıldıktan sonra çuvallara doldurulup leblebi yapmak için ocak başına taşınırdı. Kurutulmuş bir nohutun leblebi hâline gelmesi bir haftayı bulurdu. O zamanlar kuru nohut, bizim güre dediğimiz tavada, yüksek ateşte, tokmak gibi bir aletle çevire çevire, üç kez kavrulurdu. Nohut kavruldukça kıvama gelir ve güneşin altında taş gibi sertleşen o yiyecek pamuk gibi yumuşardı. Üç aşamalı bu kavurma işleminin ardından leblebi güneşin altına serilir ve tekrar kurumaya terk edilirdi. Bir iki gün öyle kaldıktan sonra tahta bir el düveni ile kabuğundan ayrılır, sapsarı bir yiyecek ortaya çıkardı.

Köyde leblebiciliğin tarihi neredeyse yüzyıl önceye uzanmaktadır. Pazarlama işini herkes kendisi yapıyordu. Evinde kavurduğu leblebiyi herkes Ilgaz, Kurşunlu, Yapraklı, Çankırı gibi köye yakın yerlere götürüp satıyordu.

Bir merkebe en fazla 80 kilo leblebi yüklenebilirdi. Leblebi satılırken üç sınıfa ayrılırdı. Kırık leblebi, ufak leblebi ve iri leblebi diye. Tabii satış fiyatı da leblebinin kalitesine göre değişirdi. O zaman ortalama fiyatı on beş kuruş falandı. İşte kırık leblebi on kuruş, iri leblebi yirmi kuruş, küçük leblebi on beş kuruş olarak düşünüldüğünde, ortalama fiyatı on beş kuruş olurdu. O vakitler iki buçuk üç liraya on hak nohut alınıyordu. On hak nohut yaklaşık doksan kilo gelirdi. Kavrulup leblebi hâline getirildiğinde seksen kilo civarı leblebi çıkardı. Satılan leblebinin yaklaşık yüzde yirmisi masrafa düşülür, kalanı kârdan sayılırdı. Seksen kilo leblebi satan bir kişi, iki buçuk lirası masrafa çıkıldığında yaklaşık dokuz buçuk lira kazanırdı. Bu dokuz buçuk liranın içinde o kadar leblebiyi yapmak için bir hafta çalışmak ve eşekle köy köy gezerek leblebiyi satmaya çabalamak da vardı. Üstelik yakılan tonlarca odun da maliyetin içinde sayılmıyordu çünkü dağlardan kesilip getirilen çamların bedeli yoktu. Başlı başına bir zahmet çekilse de o dönemde bilinen para kazanma yöntemi bu idi. Çünkü köyde hayvancılık imkânları kısıtlıydı. Köyün bol arazisi olmadığı gibi, mevcut arazilerde de hayvanları yemlemeye yetecek kadar üretim yapılamıyordu.

Tabii -çok leblebi yapılmasından ötürü- köye “Ereğez” adını verdirten orman ağaçları da büyük ölçüde yok oldu. Leblebiyi kavurmak için o kadar çok ağaç kesildi ki köyün çevresinde çam ağacı bırakılmadı. Eğer marangozluk mesleği bilinseydi, üç kuruşluk kazanç için tonlarca çam yakılmazdı. Üstelik ağaç kesimi de kaçak yapılırdı. Denetimi muhtar yaptığı için ona yakalanmamaya çalışılırdı. Muhtar yakaladığının baltasını, kazmasını alırdı. Baltasını kaptıran birkaç kuruş vererek geri alırdı.

Leblebicilik işi zamanla biçim değiştirdi. Özellikle 1950’li yıllarda yerini çulculuk diye de tabir edilen çerçilik aldı. O zaman köydeki öğretmen ayda yüz elli lira maaş alırken onlar bir seferde yüz elli lira kazanabiliyorlardı. Hatta bu yüzden köy öğretmeninin maaşını azımsıyorlardı. Paranın ne olduğunu bilmedikleri için, ellerine geçen üç kuruşu para zannediyor ve iyi kazandıklarını düşünüyorlardı. Oysa esas parayı kazanan, onların mal aldıkları Ankara Samanpazarı’ndaki toptancılardı. Üstelik kazandıkları paranın hayrı da yoktu. Senede iki sefer çula gidiyor, onunla bir sene idare ediyorlardı. Kazandıkları, bakkala, pazara ancak yetiyordu.

Leblebi satanlar ve sonradan işi eskiciliğe dönüştürenler, esasında Çankırı tarafına pek gitmezlerdi. Çankırı, nüfus olarak küçük olduğu kadar, iktisaden de fakir bir vilayetti. Ticaretin canlı olmadığı Çankırı’ya gitmek yerine, genellikle Ankara tarafına gidilirdi. Tabii onların gidip geldikleri yıllarda yol olmadığı için katırcılar Şabanözü ile Çubuk arasındaki özleri güzergâh olarak kullanırlardı. Yol şartları öyle elverişsizdi ki çetin kış günlerinde Han Deresi gibi çetrefilli bir mevkide insan ölse, cesedi getirilemezdi. Hatta köyümüzden, Yüstan diye biri bu şekilde orada kalmış, mezarı yolun kenarına yapılmıştı.

Ankara’dan Çankırı’ya gitmek, günümüzde olduğu gibi kolay değildi. Yola çıkan leblebiciler, yollarda ecel terleri döküyorlardı. Çankırı’ya giderken, Kalecik’e varmadan önceki Teke Beli eşkıya yatağıydı. Eşekle, katırla yola çıkan insanların, Teke Beli’ni geçene kadar canları çıkıyordu.

1916

“Fransız Tarihçi Larcher’nin Türkler açısından beş safha içinde ele aldığı Birinci Dünya Harbi’nin üçüncü safhası Ocak 1916’dan Ekim 1916’ya kadarki zamanı içine almakta ve ‘Türk kuvvetlerinin en yüksek sayıda varışı ve sonra azalarak, zamanla kayboluşu.’ şeklinde ifade edilmektedir.

1916 bizim için hem yayılma hem yıpranma yılıdır. Gerçi Çanakkale Cephesi tasfiye edilmiştir. Doğu Cephesi’nde bir hatta tutunulmuştur ama Irak’ta, Suriye’de çekilmeler başlamıştır. Hicaz’da Emir Hüseyin isyan etmiştir. Genelkurmay, iç cepheleri takviye edecek yerde, dış cephelere asker yetiştirmektedir. Makedonya’ya, Romanya’ya, Galiçya’ya, hatta Tirol Alpleri’ne Türk birlikleri gönderilmektedir. Ekonomik çöküntü ise hızla ilerlemektedir. Sanayi mamullerinin harp öncesi ithal edilmiş olan stokları tükenmiştir. Memlekette yerli sanayi yoktur. İaşe buhranı ve ihtikâr başlamıştır. Harbin hayırlı bir neticesi; Bitlis, Muş, Erzincan’ın cenubunda ve Trabzon’un garbındadır. Süveyş cephesinde El Ariş tahliye edilmiş ve Filistin muharebeleri başlamıştır. O sıralarda Irak’ta garip bir karar alınmıştır. İttihatçıların güvenilir subaylarından Süleyman Askeri isminde bir binbaşı yarbaylığa yükseltilerek 38. Basra Tümeni kumandanlığına, Basra valiliğine ve Irak havalisi kumandanlığına tayin olunmuştur. Süleyman Askeri, İngilizleri Basra’dan ‘süpürge sopasıyla’ kovacağını ilan etmektedir.

Irak’la ne tren ne yol bağlantımız vardı. Fırat, Dicle üzerindeki şatlar, keleklerle, şişirilmiş tulumlara bağlanmış, frensiz, dümensiz sallarla yapılan ulaştırma, Sümerler ve Asurlular zamanından daha da bozuktu. Nitekim Abdülhamit’in ilk yıllarında Büyük Mithat Paşa Bağdat’a vali olduğu zaman, ilk iş olarak bu nehirlerde ulaştırma meselesini ele almıştı.

Hülasa, her türlü sanayiden, tesisten, ulaştırma, askerlik, sağlık organizasyonundan yoksun, iptidai, harap, hatta boş, beş yüz bin kilometrekare bir ülke! Ayrıca kuzeydoğuda, Kerkük, Süleymaniye bölgesindeki Türkmen asıllı bir azınlıktan gayrı halkı da Türk değildi.

Fakat Süleyman Askeri, asker veya kumandan olmaktan ziyade İttihatçı bir politikacı idi. Kendine göre, garip, pratikte değersiz fikirleri olan bir zattı. Irak’ta, Basra’dan ilerleyen İngilizlere karşı hareket edecek yerde, İran’da akınlar tertip ediyordu.

Ama macera akınları hiçbir şeyi halletmeyeceği için, neticede İngiliz kuvvetleriyle çatışma başlayınca bozgunlarla karşılaşmış ve en doğru kararı alarak intihar etmiştir. Ondan sonra İngilizlerin Bağdat’a doğru ilerleme hareketleri başladı. 1916 yılı bu hareketlerin de en önemli safhalarını içine alır.” (Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam”, 3. baskı, 1. cilt, s. 296)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6865-07-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 1, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre