Kitabı oku: «Ertuğrul Bey’den Sultan Vahdettin’e Tarihin En Kudretli Hanedanı Üç Kıtanın Efendileri Osmanlılar», sayfa 3
Ödenemeyen Borçlar İçin Düyun-u Umumiye Kuruldu
1875’te borçlarını ödeyemeyeceğini ilan eden Osmanlı Devleti, 93 Harbi’nden sonra Ruslara karşı ağır savaş tazminatı ödemekle karşı karşıya kalınca iflasın eşiğine geldi. Osmanlı borçlarının ödenmesi işi, devletler arası alacaklılardan oluşan bir kuruma bırakılmak üzere 1881 yılında Düyun-u Umumiye yönetimi kuruldu. Devletin önemli gelir kaynaklarına el koyan Düyun-u Umumiye yönetimi, borç ve faiz tahsilatını kendisi yaparak devlet içinde devlet gibi çalıştı. Böylece devletin mali kaynakları büyük ölçüde alacaklı devletlerin eline geçti.
Hızla dağılma tehdidiyle karşı karşıya kalan Osmanlı, varlığını devam ettirebilmek için II. Abdülhamit’in baskı yönetimine girdi. İstibdat Devri denilen baskı dönemi 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanına kadar sürdü. Döneme, Anadolu’da giderek daha kanlı bir şekilde gözlenen ve artık İstanbul’da da kendini gösteren Ermeni terörü ve Makedonya’daki huzursuzluklar, Girit Adası’nın ilhakını amaçlayan Yunanistan’la yaşanan savaş damgasını vurdu.
Ermeniler Bağımsızlık Hayali Kurmaya Başladı
Osmanlı Devleti’ni kaos yaratmadan, sürece yayarak parçalamayı ve paylaşmayı amaçlayan Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Elazığ’da “reformlar” yapılmasını öngörmekteydi. Bu altı vilayetin günümüzdeki sınırları; Erzurum, Erzincan, Van, Ağrı, Hakkâri, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Bingöl, Malatya, Sivas, Amasya, Tokat ve kısmen Giresun vilayetlerini içine alıyordu. “Reform”un amacı, bölgede Osmanlı Devleti yönetimini zayıflatmak, Ermeni çoğunluğu temin etmek ve önce özerklik, ardından bağımsızlığı kazanmaktı. Bu durum Ermenilerin bağımsızlığa olan inançlarını artırdı. Bulundukları yerlerde nüfus çoğunluğunu elde etmek için Müslüman komşuları ile çatışmaya girip Avrupa’ya “Hristiyan katliamı” yapıldığı propagandasını yapıp, askerî müdahale ortamı yaratmaya çalıştılar.
Ermeni terör ve ihtilal örgütleri 1890’lı yıllarda eylemlerini iyice artırdılar. 1893-1894’te Muş-Diyarbakır çevresinde yapılan eylemlerle Avrupa’nın dikkati çekilip askerî müdahale ortamı yaratılmaya çalışıldı. Aynı şekilde Ermeni terörü, İstanbul’a sıçratılarak ezilen millet havası yaratılmaya çalışıldı. Devam eden süreçte özellikle Doğu Anadolu’da Ermeniler ile Kürtler arasında kanlı çatışmalar oldu. Terör eylemlerinin artan şiddeti dönemin padişahı Abdülhamit’i de hedef aldı. 21 Temmuz 1905’te mutat cuma selamlamasını yaptığı sırada düzenlenen suikasttan, Abdülhamit kıl payı kurtuldu. Avrupalılar, olayları hep Ermenilerin penceresinden takip ederek haklı olanın onlar oldukları tezini kabul ettirmeye çalıştılar. Katledilen Müslüman halk ise hiç gündeme getirilmedi.
Balkan Faciası Büyük Yıkım Yarattı
Bu arada Osmanlı Devleti dört koldan saldırıya maruz kaldı. 1911’de İtalyanlar Libya’yı işgal ederken bu durumdan istifade Balkan devletleri Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan aralarında ittifak yaparak 1912 yılında I. Balkan Savaşı’nı başlattılar ve Osmanlı Devleti’ne tarihinin en büyük hezimetini yaşattılar.
Balkan Savaşları’nın bir nedeni, Rusya’nın 1905 yılında Japonya karşısında uğradığı ağır yenilginin yarattığı itibar kaybını telafi etmek istemesi idi. Japonya karşısında aldığı yenilginin ardından dikkatini tekrar Balkanlar’a çeviren Rusya, Yunanistan’ı Girit’in ilhakı konusunda cesaretlendirdi. Balkan devletleri arasındaki ittifaktan habersiz olan Osmanlı Devleti’nin, Rumeli’de konuşlu kuvvetlerinden önemli bir bölümünü terhis etmesi de savaş konusunda Balkan devletlerini harekete geçirdi. Aynı şekilde İstanbul’daki siyasi istikrarsızlık da Balkan devletleri için bir fırsat oldu. Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine Babıali, İtalya ile süregelen savaş hâlini sona erdirmek mecburiyetinde kaldı. 15 Ekim 1912’de Trablusgarp ve Bingazi ile Rodos ve On İki Ada İtalya’ya terk edildi.
Eylül-Ekim 1912’de Arnavutluk, Makedonya ve Trakya’da yapılan Balkan Savaşı, Osmanlı ordularının hezimeti ile sonuçlandı. Bulgarlar Edirne’yi alarak Çatalca’ya kadar ilerlediler. Manastır Sırpların, Selanik Yunanistan’ın eline geçti. Osmanlı Devleti 14. yüzyılda ayak bastığı Balkan topraklarını ve Rumeli’de fethettiği ilk yerleri kısa sürede terk etmek zorunda kaldı.
Balkan faciası sadece toprak kaybına yol açmadı. Beraberinde büyük bir göç dalgası getirdi. Millî hafızamızda derin bir travmaya yol açan “Doksanüç Bozgunu” gibi, yüz binlerce Rumeli Türk’ü göçe zorlandı ve bunlar, “Bulgar zulmü” kavramının millî vicdanda unutulmadan yaşamasına yol açacak derecede acımasızca katliama uğradılar.
Savaşın sona ermesine ilişkin anlaşma görüşmeleri Londra’da yapıldı. 16 Aralık 1912’de yapılan antlaşma sonucunda Edirne, Doğu Trakya dâhil bütün Rumeli ve Ege adaları Osmanlı Devleti toprağı olmaktan çıktı. Arnavutluk 28 Kasım 1912’de bağımsızlığını ilan etti.
İttihat Terakki Yönetime El Koydu
Balkan Savaşı’nda yaşanan hezimet, Osmanlı yönetiminde köklü değişikliğe neden oldu. Enver Paşa ve Talat Paşa liderliğindeki İttihat Terakki Cemiyeti üyeleri, Babıali’yi basarak hükûmet darbesi yaptılar. Başbakanlığa Mahmut Şevket Paşa’yı getirdiler. Yeni oluşturulan hükûmet I. Balkan Savaşı’nın sonuçlarını onaylamakla birlikte, kaybedilen toprakları geri almak için hazırlık yapmaya başladı. Bu arada 11 Haziran 1913’te Başbakan Mahmut Şevket Paşa bir suikast sonucu öldürüldü. Yerine İttihat Terakki Cemiyetinin adayı Sait Halim Paşa başbakan yapıldı.
Osmanlı Devleti’nin aradığı fırsatı, Balkan devletleri kendi aralarındaki paylaşım kavgasıyla verdiler. Paylaşmada en büyük hisseyi almış olan Bulgaristan, bu duruma karşı çıkan Romanya dâhil olmak üzere diğer üç müttefikiyle 1913 yılının Haziran ayında savaşa girdi. Bu gelişme, son bir gayretle Edirne’nin kurtarılması için iyi bir fırsat oldu. Sonuç olarak, Balkanlar’da bugünün Trakya’sı kadar bir toprak parçası yeniden ele geçirildi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ve 1912 Balkan bozgununun tek tesellisi, II. Balkan Savaşı’nda geri alınan Edirne dâhil Doğu Trakya toprakları oldu.
İlk Açılım Ermeniler İçin Yapılmak İstendi
Balkan Savaşları sona erdikten sonra Avrupa devletleri, Doğu vilayetlerinde reform yapılmasını yeniden gündeme getirdiler. Rusya’nın baskısı, İngiliz ve Fransızların da desteğiyle Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesine tekrar işlerlik kazandırıldı. Bu çerçevede, Ermeni nüfusun da yaşadığı altı vilayetin iki gruba ayrılması gündeme getirildi. Birinci grup vilayetler; Erzurum, Trabzon, Sivas; ikinci grup vilayetler Van, Bitlis, Elazığ (Harput), Diyarbakır olmak üzere başlarına iki yabancı genel müfettiş tayin edilmesi, bu müfettişlere valiler dâhil bütün memurların atanması ve görevden alınması hakkı tanınması, Kürt Hamidiye alaylarının kaldırılması, Ermenicenin Kürtçe ve Türkçe ile beraber resmî dil olarak kullanılması, dolayısıyla bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman çoğunluğa kıyasla genelde çok daha düşük bir nüfus oluşturan Ermenilere eşit oranda ve uluslararası garantisi olan haklar verilmesi istendi. Böylece, bölgenin Osmanlı denetiminden çıkartılması hedeflendi. Bu durum 8 Şubat 1914’te Rusya ile yapılan ikili antlaşma ile hukuki bir geçerlilik kazandı. Böylece Ayastefanos ve takiben imzalanan Berlin anlaşmaları uygulamaya geçirildi. Yürürlüğe konmak istenen bu reformu kesintiye uğratan ise Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması oldu.
Rusların, Osmanlı Devleti aleyhine İngiltere ile girdiği ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Ermeni reformunu hayata geçirmek için başlattıkları girişim, Osmanlı Devleti’ni müttefik arayışına itti. Bu noktada Osmanlı Devleti de Almanya ile 2 Ağustos 1914’te yaptığı gizli ittifak anlaşması ile tarafını belirlemiş oldu. Anlaşmanın 2. maddesi, Almanya ile Rusya arasında savaş çıkacak olursa bu savaşa Osmanlı Devleti’nin de katılmasını öngörmekteydi. Anlaşmanın üçüncü maddesi, böyle bir gelişme hâlinde Osmanlı kuvvetlerini Alman askerî heyetinin emir ve komutası altına sokmaktaydı. Antlaşmada savaşın zaferle neticelenmesi durumunda Osmanlı Devleti’nin çıkarının ne olacağı cevapsız bırakılmıştı. Esasında Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa ve Rusya bloku ile Almanya, Avusturya-Macaristan bloku arasında sıkışıp kalmıştı. 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nın hükümleri tatbik edilmek isteniyordu. Bu çerçevede ilk hedef Osmanlı Devleti’nin tasfiye edilmesi idi. Osmanlı Devleti bu paylaşım mücadelesinde kendisi için en az zararlı olanı tercih etmek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki gizli ittifakı eyleme geçirten ise Akdeniz’de dolaşan Göben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin İngilizlerin takibinden kaçmak bahanesiyle Çanakkale Boğazı’na yönelmesi ve 11 Ağustos 1914’te bu gemilere geçiş izni verilmesi oldu. Gemilerin kabulüyle oluşan kriz, bunların kâğıt üzerinde satın alınması ve isimlerinin değiştirilmesiyle geçiştirilmek istendiyse de Alman subay kadroları ve mürettebatının aynen muhafaza edilmekte olması müttefikleri teskin etmedi. Bu gemilerin Karadeniz’e çıkarak Rus limanlarını vurması Osmanlı Devleti’nin bir oldu bittiyle savaşa girmesine neden oldu. 14 Kasım’da “cihad-ı ekber” ilan edilerek bütün Müslümanlar din savaşına davet edildi. Ancak İngiltere ve Fransa’nın sömürgesi durumuna gelen Hindistan, Mısır, Cezayir, Fas, Tunus gibi yerlerde yaşayan Müslüman nüfusun ayaklanması beklentisi gerçekleşmedi. Aksine, Osmanlı sınırlarında yaşayan Müslüman Araplar, bağımsızlık beklentisiyle İngiltere’nin tesirine girerek Osmanlı aleyhine faaliyet yürütmeye başladılar.
Osmanlı Üç Kıtada Savaştı
Osmanlı orduları Kafkaslar’da, Irak’ta, Filistin-Suriye’de, Sina-Mısır’da ve Arabistan’da, Çanakkale’de ve Galiçya’da müttefik düşmanlara karşı savaşmak zorunda kaldı. Türk kuvvetlerini Alman komutanlar yönlendirdi. Onların görüşleri, onların savaş hedefleri öncelik kazandı. Almanların sıkıştıkları cephelerde kuvvet takviyesini Osmanlılar yaptı. 600 yıllık imparatorluğun ordularının genelkurmay başkanlığına Friedrich Bronsart von Schellendorf ve daha sonra Hans von Seeckt getirildi. Almanların Galiçya cephesinde Ruslar karşısında rahatlamaları için Kafkaslar’da Ruslara cephe açıldı. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk büyük felaketi on binlerce Türk askerinin tek kurşun atamadan soğuğa teslim oldukları Aralık 1914-Ocak 1915’teki Sarıkamış Harekâtı’yla oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci büyük hezimeti, Mısır’daki Cemal Paşa kumandasında Ocak-Şubat 1915’teki Birinci Kanal Harekâtı ve 27 Temmuz 1916’daki Süveyş Kanalı Harekâtı oldu. Osmanlı Devleti’nin çıkarlarına hizmet etmeyen, Almanları cephelerde rahatlatmak için açılmış bu cephede de Osmanlı kuvvetleri büyük kayıplar verdiler.
Çanakkale’de Destan Yazıldı
Birinci Dünya Savaş’ının büyük cephesi ise İngiliz-Fransız kuvvetleri tarafından Çanakkale Boğazı’nda açıldı. Mehmet Akif’in, “Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi.” dediği bu savaş, Osmanlı Devleti’ne bitirici darbeyi vuracak şekilde planlanmıştı. İngiliz-Fransız ittifakı savaşı kazanmaları durumunda hem İstanbul’u ele geçirip Osmanlı’ya öldürücü darbeyi vuracaklar hem de Rusya’nın lojistik yollarını açarak Almanlara karşı Rusya’yı rahatlatacaklardı. Aynı zamanda Rusya’daki çarlık düzenini Bolşeviklere karşı destekleyip Komünist ihtilali önleyeceklerdi.
1915 yılının Ocak ayında başlayan deniz saldırısı 18 Mart 1915’te İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin hezimeti ile sonuçlandı. Ardından kara savaşları başladı. Bu savaştan da Osmanlı kuvvetleri zaferle çıktı. On binlerce Türk’ün şehadeti pahasına müttefiklerin Çanakkale Boğazı’nı geçmesine izin verilmedi.
Ermeniler Tehcir Edildi
Osmanlı Devleti’nin üç kıtada yürüttüğü savaşlar, iç güvenlik endişesini de gündeme getirdi. Savaştan yenik çıkılması durumunda Ermeni reform taleplerinin hayata geçirilmesi kaçınılmazdı. Ermeniler de bu doğrultuda Rusların himayesinde içeride nüfus arındırma faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardı. Bu nedenle Ermenilerin kritik bölgelerden daha az tehdit oluşturabilecekleri güney sınırlarında yerleştirilmeleri gündeme geldi. 27 Mayıs 1915’te kabul edilen “Tehcir Kanunu” ile altı vilayette yerleşik Ermeniler, Anadolu dışına sürgün edildiler. Günümüzde çok tartışılan bu kararın Almanların telkini ile alındığı ileri sürüldü. Alman elçisi Baron von Wangenheim’in Ermeniler için yapılan müdahaleleri geri çevirdiği ve Türk hükûmetinin aldığı tedbirleri ve bunun uygulanmasını onaylaması da bu iddiaya dayanak gösterildi.
Bu arada bağımsızlık için İngilizlerle iş birliği yapan Hicaz ve Necid emirlerinin isyan ederek silahlı eylemlere girişmeleri 1916’da Hicaz ve Mekke’nin kaybına yol açtı. Ardından Irak, Suriye ve Filistin bölgelerinin de elden çıkması kaçınılmaz hâle geldi.
Osmanlı Devleti’ni savaş sırasında rahatlatan gelişme ise Rusya’da Bolşevik İhtilali’nin gerçekleşmesi oldu. Rusya’nın Kafkas Cephesi’nden çekilmesine neden olan bu ihtilali, İttihat Terakki Cemiyeti de destekledi. Rusların boşalttıkları toprakları Rus ordusu içinde oluşturulan Ermeni kuvvetlerine terk etmeleri nedeniyle, Doğu Anadolu’da stabilitenin sağlanması, Batum, Ardahan, Kars gibi yerlerin Ermenilerden alınması mümkün oldu.
Son Padişah Vahdettin Oldu
Birinci Dünya Savaşı’nın bitimi Osmanlı Devleti’nin de tarih sayfalarındaki yerini almasıyla sonuçlandı. 600 yıllık devletin son padişahı ise 3 Temmuz 1918’de Sultan Mehmet Reşat’ın ölümü üzerine tahta geçen VI. Mehmet (Vahdettin) oldu.
Vahdettin tahta çıktığında Osmanlı Devleti’nin güneydeki toprakları İngiliz ve Fransızların eline geçmişti. 11 Mart 1917’de Bağdat, 11 Aralık 1917’de Kudüs, 1 Ekim 1918’de Şam, 27 Ekim 1918’de Halep İngilizlerin egemenliği altına girmişti. Aynı şekilde 6 Ekim 1917’de Beyrut, 14 Ekim 1917’de Trablusşam ve İskenderun da Fransızların egemenliği altına girmişti.
Osmanlı Devleti için son derece ümitsiz bir hâl alan savaşta, Bulgarların savaştan çekildiklerini ilan etmeleri çöküntüyü daha da hızlandırdı. Almanya ve dağılan Avusturya-Macaristan da 3-4 Kasım 1918’de savaşı bıraktığını duyurdu. İngiltere-Fransa liderliğindeki Avrupa devletlerinin galip geldiği savaşın sonunda Sadrazam Talat Paşa, 8 Ekim 1918’de istifa etti. Onun yerine 14 Ekim 1918’de Ahmet İzzet Paşa’nın başbakanlığında yeni bir hükûmet kuruldu. Kısa bir süre sonra da 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. Osmanlı Devleti’nin savunmasını çökerterek Anadolu’nun parçalanmasını kolaylaştırmayı amaçlayan mütareke hükümleri, Osmanlı Devleti’nin bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdüremeyeceğinin belgesi oldu.
Son Kurtuluş Ümidi Millî Direniş Oldu
Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti’nin elinin kolunun bağlanması ve arkasından imzalanan Sevr Antlaşması ile Anadolu’nun taksim edilmesi, Türk milletinin tarih sahnesinde varlığını korumak için Anadolu’da yeniden örgütlenmeyi zorunlu kıldı. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişiyle başlayan millî direniş çalışmaları, üç yıl sonra meyvelerini verdi. 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunun İzmir’den denize dökülmesiyle Anadolu’da yeniden bağımsız bir devletin doğduğunun da müjdesi verildi. Edirne’den Kars’a, İzmir’den Hakkâri’ye kadar Anadolu’nun bütününün hukukuna ilişkin anlaşma Lozan’da imzalandı. Mudanya Mütarekesi’nin ardından 24 Temmuz 1923’te Lozan’da atılan imzalarla Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesindeki yerini aldığının işareti verildi.
Esasında İngiliz-Fransız ittifakının Lozan görüşmelerine İstanbul hükûmetini de davet etmeleri saltanatın kaldırılmasını hızlandırdı. Tevfik Paşa’nın Ankara’daki Millî Meclisi İstanbul’un emrine girmeye çağırması saltanat tartışmalarını yoğunlaştırdı. TBMM’de yapılan görüşmeler neticesinde 1-2 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Bunun üzerine İstanbul’daki Tevfik Paşa hükûmeti 4 Kasım 1922’de istifa etti. Vahdettin yeni bir hükûmet kurma girişiminde bulunmayarak saltanatın kaldırılması kararına uyduğunu gösterdi. 16 Kasım 1922’de İngilizlere sığınarak İstanbul’dan ayrılıp Malta Adası’na gitti. Vahdettin aynı zamanda halifelik unvanına sahip olduğu için Büyük Millet Meclisi, onu hal ederek, yerine 19 Kasım 1922’de Abdülmecit Efendi’yi seçti. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesi ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanı seçilmesiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara oldu. 1,5 yıl kadar halife unvanıyla İstanbul’da görev yapan Abdülmecit Efendi’nin görevine de 3 Mart 1924’te halifeliğin ilgası kanunu ile son verildi. Kabul edilen bu kanun ile aynı zamanda Osmanlı Hanedan mensupları ile birlikte Abdülmecit Efendi de Anadolu dışında yaşamaya mecbur edildi. Böylece 620 yıllık Osmanlı Hanedanı ve 1292 yıllık hilafet müessesesi tarihe karışmış oldu.
OSMANLI PADİŞAHLARI
ERTUĞRUL GAZİ (? / 1281-1282)
Kimliği ve hayatı hakkındaki bilinenler kısıtlıdır. Ertuğrul Gazi’ye ilişkin ilk bilgiler, 15. yüzyıl başında yazılmaya başlanan ilk Osmanlı kroniklerinde yer alır. Bu kaynakların birçoğunda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in babasının adının Ertuğrul olduğu ve Oğuzlar’ın Kayı Boyu’na mensup bulunduğu belirtilmiştir.
Ertuğrul Gazi’nin soyu Oğuz Han’a ve hatta oradan Nuh Peygamber’e kadar götürülür. Osmanlı Devleti’nin ilk yılları hakkındaki bilgilerin pek çoğu menkıbe niteliğindedir. İlk Osmanlı tarihçilerinden Ahmetî, Enverî ve Karamani Mehmet Paşa, Ertuğrul Gazi’nin babasının adının Gündüz Alp olduğunu yazmışlardır. Nitekim kazılarda ortaya çıkartılan, Osman Bey’e ait bir sikkede “Osman b. Ertuğrul b. Gündüz Alp” ibaresinin bulunması bu tarihçileri doğrulamıştır.
Türk tarihinde hükümdar çıkartan Oğuz boylarından biri de Kayı Boyu’dur. Ertuğrul Gazi’nin dedeleri, Anadolu’nun fethi sırasında Sultan Tuğrul Bey ve Alparslan’ın emirlerinin maiyetinde olarak önce Ahlat bölgesine gelmişler ve buradan Anadolu’ya yapılan gaza ve fütuhat hareketlerine katılmışlar, daha sonra Ahlat emirlerine bağlanıp onların maiyetinde Gürcülere ve Trabzon Rum İmparatorluğu’na karşı savaşmışlardı.
13. yüzyıl başlarında Ahlat’ın Eyyûbîler’in eline geçmesi ve ardından Moğolların Ahlat bölgesini istila etmeleri üzerine Ertuğrul Gazi’nin dedeleri, Mardin’e gelerek kendileri gibi Kayı Boyu’na mensup bulunan Artukoğulları’na bağlandılar.
Gündüz Alp ve beraberindeki Türkmenleri, Anadolu’nun içlerine gitmeye zorlayan ise Mardin ve çevresini Moğolların yağmalaması oldu. Gündüz Alp’e bağlı Kayı Boyu’na mensup Türkler, Mardin’den önce Erzurum yakınlarındaki Pasinler Ovası’na ve Sürmeliçukur’a yerleştiler. Ancak Gündüz Alp’in ömrü vefa etmediği için kısa bir süre sonra Pasinler’de vefat etti. Bunun üzerine yerine oğlu Ertuğrul Gazi geçti.
Moğol İstilası Batıya Göçe Zorladı
Moğol istilasının Erzurum ve çevresini tehdit etmesi üzerine Ertuğrul Gazi’nin abileri Sungur Tekin ve Gündoğdu, Anadolu’da ilk yerleştikleri bölge olan Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gazi ise kardeşi Dündar Bey ile birlikte batıya doğru göç ederek Sivas yakınlarında konakladı. Bu konaklama esnasında Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaştığını ve Moğolların Selçuklu ordusunu bozmak üzere olduğunu gördü. Ertuğrul Gazi, Selçuklu ordusuna yardım edince savaşın seyri değişti ve savaşı Selçuklular kazandı. Neşrî’nin Cihannüma adlı eserinde tarihte Yassı Çemen Savaşı olarak geçen bu savaşın 1230 yılında Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad ile Harezmşahlar arasında yapılan savaş olduğu kaydedilmiştir. Savaştan sonra Alâeddin Keykubad, Ertuğrul Gazi’ye yardımlarından dolayı iltifatlarda bulunarak hilat giydirdi ve Selçuklu ülkesinde yaşamak için göç ettiklerini öğrenince Ankara yakınlarındaki Karacadağ ve çevresini ona verdi. Böylece Ertuğrul Gazi, aşireti ile birlikte 1230 yılında bir süre Karacadağ bölgesine yerleşti. Ardından da oğlu Savcı Bey’i Sultan Alâeddin Keykubad’a göndererek yeni yurt istedi. Osmanlı kaynaklarına göre sultandan gerekli izni aldıktan sonra, belki de daha verimli topraklar elde etmek üzere batıya doğru hareketle Bizans sınırlarına kadar gelerek Söğüt dolaylarına, Aşağı Sakarya Havzası’na yerleşti. Burada Bizans sınırlarındaki kasaba ve köylere karşı akınlar düzenlemeye başladı. Bu sırada I. Alâeddin Keykubad, ülkesinin batı sınırlarını itaat altına almak amacıyla Bizans topraklarına bir sefer düzenledi. Konya’dan 1231 yılında hareket eden ordu, Sultanöyüğü’ne (Eskişehir) geldiğinde Ertuğrul Bey de maiyetiyle birlikte buraya gelerek sultana katıldı. Selçuklu ordusuyla, İznik Rum İmparatoru Teodoros Laskaris’e bağlı birlikler arasında bugünkü Pazaryeri ile Bozüyük arasındaki Ermeni Derbendi denilen yerde yapılan savaşı, Ertuğrul Bey’in emrindeki akıncı süvarilerinin başarılı mücadelesi sonucunda Selçuklu ordusu kazandı. Bu haber Sultanöyüğü’nde bulunan Alâeddin Keykubad’a ulaştığında sultan çok sevindi ve Ertuğrul Gazi’yi taltif ederek Eskişehir ve çevresini kendisine verdi. Böylece Ertuğrul Gazi, aşireti için daimî bir yaşam alanı elde etmiş oldu.