Kitabı oku: «Memlûkler ve Memlûk Halifeleri»
HİLAFET
Allah’ın insanlara gönderdiği son peygamber olan Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanların dinî liderliğini yapmış kişiler halife olarak adlandırılmıştır. “Birini temsilen yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak” anlamına gelen halifelik, İslam tarihinin en çok tartışılan kavramlarındandır. Hz. Muhammed’in vefatının ardından halifelik kavramı üzerine başlayan tartışmalar, günümüzde de devam etmektedir. Tartışmanın nedeni, kavrama yüklenen anlamlardır.
Halifelik, sekiz döneme ayrılmıştır. Birinci dönem, Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’dir. Diğer dönemler de halifelerin bulunduğu devletleri kapsayan yedi dönemdir.
Toplam 132 Halife Bulunmaktadır
İlk halife Hz. Ebu Bekir, son halife İkinci Abdülmecit’tir. Halifelik Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1924 yılında kaldırılmıştır.
Lider, önder veya imam da denilen halifeye, Hz. Ömer döneminden itibaren “emîr-ül müminin”; halifelik makamına da namaz kıldıran imamın makamından ayırt etmek için “büyük imamlık” anlamında “imamet-i kübra” denilmiştir.
Hadislerde hilafet kavramıyla birlikte lider, yönetici, önder, devlet başkanı anlamlarında halife, imam, emîr sıfatlarının da yer aldığı görülür. Değişik kaynaklarda yer alan hadislerde, yönetimi adil devlet başkanları övülmüş, kıyamet günü Allah tarafından gölgelendirilmek suretiyle mükâfatlandırılacakları belirtilmiş ve kötü devlet başkanları eleştirilmiştir. Devlet başkanı, sorumlu kılınmış ve yönettiği kişilerin ağırlığını taşıdığı ifade edilmiştir.
Müslüman toplumlarda devlet başkanlığına hilafet denmesi, halifenin -risalet görevi hariç- Hz. Peygamber’in yerine geçerek onun dünyevi otoritesini temsil etmesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini veya bütün müminlere ait olan hilafet ve yetkiyi temsil etmesi gibi sebeplerle açıklanır. Dolayısıyla bu makamdaki kişiye “halifetül Resulullah” da denilmiştir. İlk dönemlerden itibaren halifenin “halifetullah” diye anılması eğilimlerine rastlanırsa da halifeye âdeta ilahi bir yetki ve vekâlet atfeden böyle bir adlandırma, İslam âlimleri tarafından hiç kullanılmadığı gibi kamuoyunda da kabul görmemiştir.
Hz. Muhammed, sadece vahdet inancını tebliğ etmemiş, aynı zamanda bir devlet kurmuştur. Bu nedenle bir devrimci gibi hareket etmiş ve İslam’ı tebliğ ettiği insanlar için bir düzen oluşturmuştur. Onların hukuki sorunlarını çözmüş, ahlaki bakımdan onlara örnek olmuş, siyasi birliğin tamamlanmasından sonra devlet başkanlığı ve ordu komutanlığı görevlerini üstlenmiştir. Bu nedenle Müslümanlar, devlet başkanlığına ilişkin teorik bilgileri ve pratik uygulamalarında Hz. Muhammed’i esas almışlardır. Bir kısım İslam bilginleri, toplumun adli ve idari işlerini görmekle yükümlü gördükleri devlet başkanına dinî bir kimlik atfetmişlerdir. Devlet başkanından, adaletli olması, işlerini danışma usulüyle görmesi, İslam’ın emir ve yasaklarına uygun davranması beklenmiştir. Bu beklentilere ilişkin örnekler, Hz. Muhammed’in uygulamalarından alınmıştır.
Halifeliğe ilişkin ilk tartışmalar, Hz. Muhammed’in henüz hayata gözlerini kapadığı günlerde başlamıştır. Tartışmanın başlangıcı halife seçiminin yöntemi üzerine olmuştur.
Hz. Muhammed vefat ettiğinde devlet başkanı olarak onun uygulamaları dışında, Arap toplumunun deneyimlediği mutlakiyetçi yönetim örnekleri vardı. Toplumun ileri gelenlerinin bir araya gelerek içlerinden en uygun kişiyi devlet başkanı seçmesi, dönemin çok ilerisinde bir uygulama idi. Emîr-ül müminin denilen halifenin yönetimini halkın tanıması, İslam’ın kaidelerini çiğnemesi durumunda görevinden azledilmesi, daha önce örneği görülmemiş bir uygulamaydı. Kişisel olarak Allah’a karşı sorumlu olsa da toplum, halifeye ilahi bir güç atfetmiyordu. Devlet başkanının yetkileri, dönemine göre son derece sınırlı idi. Demokratik standartları yüksek olan bu sistemde, layık olan kişinin göreve getirilmesi esas alınıyordu. Halifenin hakkı üstün tutması, adalete uygun yönetmesi, olmazsa olmaz şartlardandı. Haksızlıklara karşı ilk önce halife sorumlu görülüyordu.
Halife seçimi, İslam hukukçuları arasında her zaman tartışma konusu olmuştur. İslam kamu hukuku doktrinine göre, toplumun en bilgili, faziletli, saygın ve yetenekli kişisinin halife olması ve böyle kişilerin halife olmasını sağlayacak tedbirlerin alınması gerekiyordu. Halifenin danışma yoluyla, Müslümanların bilgili, seçkin ve saygın temsilcilerinden oluşan kurul tarafından seçilmesi yöntemi üzerinde özellikle durulmuştur.
İslam hukukçuları, kendi dönemlerinin siyasi ve toplumsal yapısından hareketle, Dört Halife Dönemi’nin uygulamalarını dikkate alarak halifenin hak ve yetkileri, görevleri, görev süresi ve azli, danışma meclisi ile ilişkileri, devletin temel organları ve yapısı gibi konularda görüşlerini oluşturmuşlardır.
Halifeye “Allah’ın halifesi” veya “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” denmesi esasında bir illüzyon idi. Halifelerin “peygamberin halifesi”, “imam”, “müminlerin emîri” vb. diye anılmaları, egemenliğin kaynağının ümmet olduğunu vurgulama amacını taşıyordu. Bundan dolayı İslam düşüncesinde devlet başkanının mutlak bir yetkisi yoktur. Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nden sonra devlet başkanlığı görevini üstlenen yöneticilere mutlak yetki öngören yönetim biçimleri, İslam’ın öngördüğü yönetim biçimleri değildir.
Egemenlik yetkisinin kim veya kimler tarafından nasıl kullanılacağı tarih boyunca tartışılan bir konu olmuştur. Müslümanların tek bir devlet veya yöneticinin bayrağı altında birleşmeleri, her toplumun kendi imkânları ölçüsünde, kendi siyasi ve sosyal şartları içinde karar vereceği bir husustur.
Halife kavramı, ilk defa Hz. Ebu Bekir’den sonra kullanılmaya başlansa da daha sonraki pratikler çerçevesinde hilafet kavramı ve kurumunda, tarihin akışı içinde birbirinden çok farklı uygulamalara tanıklık etmiştir.
İlk Halife Nasıl Seçildi?
Hz. Muhammed, kendinden sonra kimin devlet başkanlığı görevini üstleneceğine ilişkin bir işaret vermemiştir. Ona rağmen, onun bazı davranışları üzerine yapılan yorumlar kendisinden sonra kimin yerine geçeceği tartışmalarını başlatmıştır. Bu tartışmalar henüz Hz. Muhammed toprağa verilmeden başlamıştır. Yapılan tartışmalarda yer yer kabile ve akrabalık bağları öne geçmiştir. İlk tartışma halifenin ensardan mı muhacirlerden mi olacağı üzerine gerçekleşmiştir. Ensardan bazıları Sakifetü Beni Saide’de toplanarak Hazrec kabilesi başkanı Sa’d b. Ubade’ye biat etmek istediler. Ancak ilk Müslümanlardan ve Hz. Muhammed’in hicret sırasında yol arkadaşı olan Hz. Ebu Bekir, yapılan toplantıyı haber alıp, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı da yanına alarak toplantının yapıldığı yere giderek toplantının seyrini değiştirdi. Yapılan tartışmalarda Medine kökenli sahabeler, Müslümanların en zor günlerinde kendilerinin onlara nasıl sahip çıktıklarını öne sürerken Mekke kökenli sahabeler, Kureyş kabilesinin Araplar arasındaki nüfuz ve otoritesini gerekçe gösterdiler. Haşimi sülalesinden olan sahabeler ise Hz. Muhammed ile akrabalık bağının esas alınmasını istediler.
Yapılan tartışmalardan sonra Hz. Ebu Bekir’e biat edildi. Belli sayıdaki sahabe tarafından Hz. Ebu Bekir’e yapılan bu biate “özel biat” anlamına gelen “el-beyatü’l-hassa” denilmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevi’ye giden Hz. Ebu Bekir’e burada bütün Medineliler biat ettiler ve buna da “halk biati” anlamına gelen “el-beyatü’l-amme” adı verildi. Sa’d b. Ubade, Hz. Ebu Bekir’e ömrü boyunca biat etmedi fakat aleyhinde de herhangi bir faaliyette bulunmadı.
Sakifetü Beni Saide’de toplantı sürerken Hz. Peygamber’in cenazesinin yıkanmasıyla meşgul olduğu için görüşmelere katılamayan ve Hz. Fatıma’nın vefatına kadar da bu işle ilgilenmeyen Hz. Ali başta olmak üzere Abbas, Zübeyir b. Avvam, Utbe b. Ebu Leheb, Ebu Zer el- Gıfari, Ammar b. Yasir, Übey b. Kâ’b ve Selman-ı Farisi gibi sahabeler, Hz. Ebu Bekir’e daha sonra biat ettiler.
İlk halife seçiminde uygulanan yöntem, daha sonraki dönemlerde göreve getirilen halifenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesinin şartı ve gerekçesi olarak görülmüştür.
Tarihsel Ayrışma Halifelik Seçimine Dayanıyor
İlk halife kim olmalıydı? Bu sorunun cevabı günümüze kadar uzanan Sünni-Şii ayrışmasının temel nedenlerinden birini teşkil etmiştir. Hz. Ali, seçimden sonra Hz. Ebu Bekir’e biat ettiği gibi, halifeliğin kendi hakkı olduğuna dair hiçbir iddiada bulunmamıştır. Hz. Ebu Bekir’in seçiminde, yaşı, tecrübesi, Kureyş kabilesine mensup olması, Hz. Muhammed’in yakın arkadaşı ve aynı zamanda kayınpederi olması etkili olmuştur.
Hz. Ebu Bekir, Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve Üseyd b. Hudayr gibi bazı sahabelerin görüşlerini alarak kendisinden sonra Hz. Ömer’in halife olmasını vasiyet etmiş ve vasiyetini Hz. Osman’a yazdırmıştır. Bu uygulama, daha sonraki dönemlerde saltanat sistemine geçişte bir dayanak olarak gösterilmiştir.
Hz. Ömer ise vefatından sonra kimin halife olacağına, belirlediği altı kişilik heyetin karar vermesini istemiştir. Bu heyet de kendi içinden Hz. Osman’ın halife olmasını uygun görmüştür. Bu uygulama da daha sonraki dönemlerde halifenin, yeterlilik sahibi seçkin kişiler tarafından seçilmesi fikrine dayanak teşkil etmiştir.
Halifenin hangi durumlarda görevden azledileceğine ilişkin tartışmalar da dayanağını Hz. Osman’ın uygulamalarında bulmuştur. Hz. Osman’ın devlet hizmetinde yakınlarını gözetmesi, liyakat sorunu olan kişileri göreve getirmesi gibi uygulamaları, Müslümanlar arasında memnuniyetsizlik yaratmış, göreve getirilişinin altıncı yılında kendisine karşı güçlü bir muhalefet oluşmasına neden olmuştur. Görevi bırakması yönündeki çağrıları dikkate almaması, şehadeti ile neticelendikten sonra, halifenin görevini yerine getirirken kusur işlediğinde görevinden alınıp alınamayacağı, isyan ve siyasi muhalefet gibi tartışmalara dayanak teşkil etmiştir.
Hz. Osman’ı şehit edenler, yerine Hz. Ali’nin geçmesinde ısrar etmişlerdir. Ancak Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle birlikte sahabeler arasına derin ayrılıklar girmiştir. Bu ayrılığı bahane eden Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, Şam valisi iken başlattığı iktidar mücadelesi ile Müslümanlar arasında kanlı bir dönem başlatmıştır.
Hz. Ali, uğradığı suikast sonrasında ölüm döşeğinde son nefesini vermek için beklerken kendisinden sonra gelecek kişinin kim olacağını söylememiştir. Yöneltilen sorulara, “Sizi Resulullah’ın bıraktığı gibi bırakıyorum. Allah sizi onun vefatından sonra birleştirdiği gibi birleştirir.” cevabını vermiştir. Büyük oğlu Hasan’a biat edilmesi konusu sorulduğunda “Bunu size ne emrederim ne de yasaklarım; siz daha iyi bilirsiniz.” dediği rivayet edilmiştir.
Muaviye’nin Şam’da bağımsızlığını ilan ettiği bir dönemde bir kısım Müslümanlar, Kays b. Sa’d’ın girişimiyle Kûfe’de bulunan Hz. Hasan’ı meşru otorite kabul etmişlerdir. Ancak Şam Valisi Muaviye, yaptığı baskı ile Hz. Hasan’ı halifelik görevinden vazgeçirerek 661 yılında görevi kendisine devretmeye zorlamıştır.
Hz. Hasan’ın halifelik görevini 661 yılında Muaviye’ye devretmesiyle birlikte İslam tarihinde Emeviler Dönemi başlamıştır. Kendisine daha önceki halifelerin kullanmadığı, “Allah’ın halifesi” anlamına gelen “halifetullah” unvanını uygun gören Muaviye, İslam tarihinde saltanat dönemini başlatmıştır.
Muaviye’nin siyasi ve askerî mücadele sonunda halifelik makamını ele geçirmesi, sistemin özünde büyük bir değişikliğe yol açmıştır. Kendinden sonra oğlu Yezid’i veliaht ilan eden Muaviye, hükümdarlığı aile mülküne çevirmiştir.
Seçim ve biat ilkesini uygulamak yerine, oğlu Yezid’in veliahtlığını garantiye almak için kurduğu düzeni devam ettirecek seçiciler kurulu oluşturan Muaviye, biat edip etmeme konusunda da bunu kişilerin tercihine bırakmamış ve zorunlu biati uygulamaya koymuştur. Emevi Dönemi’yle birlikte İslam tarihinde seçimle liyakat sahibi kişilerin devlet başkanlığı görevine getirildiği dönem tamamen kapanmıştır.
İslam toplumlarında tarihsel husumetin kaynağı da biatin iradi olmaktan çıkartılmasına dayanmaktadır. Yezid’e biat etmeyi reddeden Hz. Hüseyin, Medine’den Mekke’ye gitmiş ve bu durumu öğrenen Kûfeliler onu şehirlerine davet edip kendisine halife olarak biat edeceklerini bildirmişlerdir. Hz. Hüseyin de Müslim b. Akil’i gönderip Kûfelilerin biatini almış fakat kendisi Irak’ın Kûfe şehrine gidemeden Fırat kıyısında, Kerbela mevkisinde şehit edilmiştir.
Muaviye’nin aldığı kararlar, İslam toplumunda kayıtsız şartsız kabul görmemiştir. Muaviye’nin, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesine karşı gelen kişilerden biri Abdullah b. Zübeyir olmuş ve emîr-ül müminin unvanıyla kendi halifeliğini ilan etmiştir. Aynı dönemde başka kişiler de halifelik iddiasında bulunmuşlardır. Fakat Emevi Hanedanı, bu kişilerin muhalefetini kanlı bir şekilde bastırmıştır. II. Muaviye’nin çocuğu olmadığı için, iktidar aynı aile içinde Süfyanilerden Mervanilere geçmiş ve sistem aynen devam etmiştir.
Emeviler Dönemi’yle birlikte devlet yönetiminde kitap ve sünnet tali kaynağa dönüşmüş, gelenekler ve kabile taassubu ön plana geçmiştir. Bu uygulamalara karşı zaman zaman muhalif hareketler örgütlenmeye çalışsalar da Emevi egemenliğinin zırhı delinememiştir. Şam’da yaşayan âlimlerin dışında, Irak, Mekke-Medine, İran ve Mısır bölgesinde yaşayan âlimlerin büyük çoğunluğu, halifelik makamının Hz. Ali evlatlarına ait olduğunu savunmuşlar ve Emevi yönetimine muhalefet etmişlerdir.
Yapılan bu muhalefet doksan yılda ancak sonuç vermiş ve İmam Muhammed b. Ali’nin başlattığı ayaklanma sonunda Emevi Hanedanı yıkılmış ve yerine Abbasiler geçmiştir. Abbasiler’in egemenliği ile birlikte İslam devletinin yönetim merkezi Şam’dan önce Kûfe’ye, oradan da Ebu Cafer el-Mansur döneminde Bağdat’a kaymıştır.
Saltanat sistemi, Abbasiler Dönemi’nde de genel yönetim sistemi olmuştur. Emeviler gibi ehlibeytin kanını döken hanedanı devirmelerinden ötürü Abbasiler, halk tarafından hoşgörü ile karşılanmışlardır. Aynı şekilde soylarının Hz. Muhammed’in amcası Abbas’a dayanması nedeniyle de meşruiyetlerini pekiştirmişlerdir. Örneğin, Abbasi halifesi Memun, kendisine ehlibeyt soyundan Ali er-Rıza’yı veliaht tayin etmek istemiştir. Ancak saray mensuplarının tepkisiyle karşılaşmıştır.
Türklerin Bağdat yönetiminde mevki sahibi olmaları ise Halife Memun’un ölümünden sonra kardeşi Mutasım döneminde olmuştur. Türklerin desteğiyle halifelik makamına geçen Mutasım, ordunun büyük bir kısmını Türklerden meydana getirdiği gibi 836 yılında Samarra şehrini kurarak devletin merkezini bu şehre taşımıştır.
945 yılı, Abbasi halifeliği için en sıkıntılı yıl oldu. 10. yüzyılın ikinci çeyreğinden 11. yüzyılın ikinci yarısının başlarına kadar İran’ın güneyinde hüküm süren Şia inanışının savunucusu Büveyhoğulları, 945 yılında Bağdat’ı işgal ettiler. Bu işgal ile birlikte Abbasi yönetimi için yeni bir dönem başladı, Abbasi halifeliği Şii egemenliği altına girdi. Büveyhoğulları, yüzyılı aşkın bir süre egemenliklerini sürdürdükleri Bağdat’ta, Abbasi halifeliğini sembolik düzeye indirdiler. Siyasi egemenliği ele geçirmelerine karşılık, dinî otoriteye dokunmayan Büveyhoğulları’nı, Bağdat’tan çıkartan ise Büyük Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Tuğrul Bey oldu. 1055 yılında Bağdat’a giren Tuğrul Bey, böylece Abbasi halifeliğini de himayesi altına aldı.
Siyasi Otorite ile Dinî Otorite Tuğrul Bey ile Ayrıldı
Tuğrul Bey, 1058 yılında Kuzey Irak’taki Şii egemenliğine son verdikten, Musul’da Fâtımî halifesi adına hutbe okutan Arslan Besâsîrî’yi de dize getirdikten sonra, görkemli törenlerle Bağdat’a girdi. Halife Kaim-Biemrillah, zulmü ortadan kaldırıp adaleti yeniden tesis etmesi nedeniyle Tuğrul Bey’e şükranlarını dile getirdikten sonra onu çok değerli bir taç ile taçlandırdı, hilatler giydirdi, kılıç kuşattı ve “doğunun ve batının hükümdarı” anlamında “melikü’l-meşrik ve’l-mağrib” diye hitap ederek kendisine çeşitli sancaklarla, bazı ayrıcalıkları tanımaya söz verdiği bir ahitname verdi. Daha sonra “Rüknüddîn” ve halifenin ortağı anlamına gelen “kasîmü emîr-ül müminin” unvanları ile saygı gösterisinde bulundu. Ayrıca topraklarının idaresini ve buralarda yaşayan halkın korunmasını da ona bıraktığını belirtti. Bu husus, bazı araştırmacılar tarafından halifenin dinî-manevi, sultanın ise dünyevi iktidarı temsil ettikleri şeklinde yorumlanırsa da İslam dininde böyle bir ikili sistem öngörülmemiştir.
Tuğrul Bey, aldığı unvan ve üstlendiği görevlerle yetki sınırlarını genişletirken halifenin yetki sınırları daraldı. Böylece halifelik bir unvana ve temsilî bir göreve indirgendi. Meşru hükümdarın adının hutbelerde okunması, bu olaydan sonra genel uygulamaya dönüşürken hükümdarlık makamı tarafından yapılan işlemlere meşruiyet kazandıran bir işlev de gördü. Devlet yönetimi, ekonomik, sosyal ve siyasal kararlar almak, orduyu yönetmek halifenin görevi olmaktan çıktı. Buna rağmen, hükümdarlar, halifelik makamını incitmemeye büyük ölçüde dikkat ettiler.
Büyük Selçuklu Devleti döneminde Abbasi halifeleri, kendilerine biçilen sembolik rolü benimserken Sultan Sencer’den sonra yeniden eski nüfuzlarına kavuşmak istediler.
Abbasi halifeleri de kendilerinden önceki Emevi halifeleri gibi halka gösteriş yapmayı sevmelerinin yanında onlara karşı dindar görünmeye de özen gösteriyorlardı. Abbasi ailesinin mülkü gibi görülen halifeliğin gücüne ilahi bir gizem katmak için unvan olarak “halifetullah” ve “zillullah-ı fil arz” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” unvanını yaygın şekilde kullanmaya başladılar. Devletin zenginleşmesine ve egemenlik sınırlarının genişlemesine paralel olarak Abbasi halifelerinin debdebesi de arttı.
Abbasiler Dönemi’nde, vezirlik kurumu tesis edildi. Vezir, halifeden sonra gelen en önemli icra makamı olması nedeniyle geniş yetkilere sahipti. Tefviz vezirliği denilen, mali ve idari hususlarda yetkisini kullanmasına izin verdiği bazı vezirler, halifenin mührünü taşırlardı. Aynı şekilde halifeler, hacip denilen korumalar tarafından korunurdu. Halifeler, görüşmelerde protokol kurallarını uygularlar ve bu görüşmeleri belli saatlerde özel salonlarda yaparlardı.
Abbasi Devleti’nin ordu teşkilatı beş ayrı koldan meydana geliyordu. Bu kollardan birine “hares el-halife” deniliyordu ve Bağdat’ta muhafız birliği olarak duruyordu.
Abbasi halifeleri, adli yetkilerini kadılar vasıtasıyla paylaşıyordu. Devletin ilk dönemlerinde eyaletlerdeki kadılar valiler tarafından atanırken daha sonra merkezden atanmaya başladılar. Ancak bu düzenleme Harun Reşid döneminde değiştirildi. Kadıların kadısı veya kadıların başı anlamına gelen ve hukuk işlerini yürüten kadıların başı olan kâdılkudâtlık müessesesi kadı tayinlerinin yetkisini üstlendi.
Süslü Giyinmeyi Severlerdi
Halifeler, giyim kuşamda İran tarzı giysileri tercih ederlerdi. Bellerine değerli taşlarla süslü kuşak, başlarına siyah bir külah üzerine sarık sararlardı. Valiler ve diğer ileri gelenler de halifelerin giyim tarzını benimserlerdi.
Tören kıyafetleri, günlük kıyafetlerinden farklı olurdu. Törenlerde siyah veya menekşe renginde uzun hırka giyerlerdi. Bayram namazlarını onlar kıldırırlardı.
Cuma ve bayram namazlarına, diğer törenlerde olduğu gibi bellerine siyah bir kuşak sarıp, üzerlerine siyah bir kürk giyip, ellerine Hz. Muhammed’in kılıcını alarak hilafet alayı ile giderlerdi.
Halifeler törenlerde Hz. Muhammed’in, Şair Kâ’b b. Züheyr’e hediye ettiği hırkayı giyerlerdi. Bürde denilen hırka, Emevi Devleti’nin ilk hükümdarı Muaviye tarafından Şair Kâ’b’ın vârislerinden satın alınmış ve veraset yoluyla Abbasiler’e kadar ulaşmış, en sonunda Yavuz Sultan Selim tarafından diğer mukaddes emanetlerle birlikte İstanbul’a getirilmiştir.
Hz. Peygamber’in, üzerinde “Muhammed Resulullah” yazılı mührü de Hz. Osman dönemine kadar kullanılmış, bu mührün kaybolmasından sonra her halife kendi adına mühür kullanmıştır.
Halifeler, yüklendikleri sorumluluğa ilişkin en önemli işaret olarak “aneze” veya “kadib” de denilen asa kullanırlardı. Tahta çıkan bir halifeye Hz. Muhammed’in hırkası ve mühürle birlikte asa sunulurdu. Hz. Peygamber’e mahsus minberin yanında asası da özel ilgi görmüş ve ikisine birden “ûdeyn” adı verilmiştir. Bu semboller, halifeliğin meşruiyet göstergesi idi. Aynı zamanda iktidar işareti kabul edilen asaya, Fâtımî halifeleri de önem verirler ve düzenlenen törenlerde ellerinde taşırlardı.