Kitabı oku: «Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı»
SÖYLEŞİYE DAİR
Bir kelebeğin kanadını çırpmasıyla oluşan dalganın, Büyük Okyanus’ta tsunamiye dönüşebileceğini kabul eden insanlar, düşünceleri ve eylemleriyle çevrelerinde yarattıkları etkinin de farkında olmalılar. Aynı kültür dairesinde bulunan insanlar, daimî bir sentez hâlinde olduklarını, yargıları ve yorumlarının özgür ve özerk olmadığını bilmeliler.
12 Eylül öncesinden, sonrasını etkileyen önemli izler kalmıştır. Bugüne yön verenler de 12 Eylül öncesinin idealist gençleridir. O dönemin gençleri, bugünün fikir, sanat, siyaset ve ekonomi çevrelerinin liderleridirler. Bu nedenle, dün, bugünü anlama kılavuzu olarak kabul edilmelidir.
Türkiye, âdeta sol-sağ, komünist-faşist, ülkücü-akıncı, Türkçü-İslamcı, Marksist-kapitalist, cemaatçi-İslamcı, alaylı-mektepli gibi kavramlar deryasıdır. Bir zamanlar kutsiyet atfedilen bu kavramlar, uğruna can veren “adanmış” gençler tarafından yaratılmıştır. Üstüne sünger çekilmeyecek önemdeki bu yakın geçmişin canlı tanıkları, Türkiye’nin bugününe önemli tecrübeler aktarmışlardır. Çok kez ön yargılı yaklaştığımız, tek taraflı anlatımlarla dinlediğimiz yakın geçmişi, inşacılarından dinlemek, anlaşılmasını ve anlatılmasını kolaylaştıracaktır. O dönemin, canlı tanıklardan dinlenmesi, özellikle genç kuşaklar açısından büyük önem taşımaktadır. Bazı tarih yazıcılarının yaptığı gibi, zaman zaman anakronik bir yöntemle geçmişi günümüze taşımak yerine, dönemin tanıklarının dilinden yapılan aktarmalar, belki de gelecek kuşaklara bırakılacak en değerli hazinedir.
Son yıllarda edebiyatımıza giren yazı türlerinin başında “nehir söyleşi” gelmektedir. Ülkemizde, anı yazma geleneğinin yerleşmemiş, biyografi ve otobiyografi alanında yeterince çalışma yapılmamış olması, tarihe ve toplum bilimine meraklı insanlar açısından bu türden çalışmaları daha da önemli kılmaktadır. İlgilisine ve meraklısına hitap eden bu çalışmaların, değeri bir gün mutlaka anlaşılacaktır.
Türk siyasi hayatının en önemli ideolojik paydaşlarından biri olan ve Ülkücülere dair söz söyleme hakkı bulunan kişilerin başında Lütfü Şehsuvaroğlu gelmektedir. Şiir, roman, biyografi, deneme ve araştırma-inceleme türünde bugüne kadar otuza yakın esere imza atan ve gençlik yıllarından itibaren milliyetçilik eksenindeki fikir çevrelerinin ve örgütlü yapıların hemen her aşamasında en önde yürüyen Şehsuvaroğlu ile altı ay gibi geniş bir zaman diliminde, önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgi çekici yorum ve açıklamalarıyla okuyucusunu her zaman şaşırtan Şehsuvaroğlu, bir dönemin üstüne çöken tozlara üflemiştir. Anlattıklarıyla pek çok kimseye puzzle’ın parçalarını birleştirme imkânı sunan sağduyunun ve vicdanın sesi Şehsuvaroğlu, tanıklığı ve tespitleriyle de güncel pek çok tartışmaya cevap vererek yeni tartışmaların da fitilini ateşlemiştir.
Geçmişin doktriner bir gözle ele alındığı söyleşide, Türkçülük-İslamcılık, milliyetçilik-ümmetçilik gibi pek çok kişinin kafasında soru işaretlerine yol açan tartışmalarda da taraf olunmuştur.
Büyük oyun planı gereğince, binlerce Türk gencinin hayatını kaybetmesine yol açan 12 Eylül öncesi, bütün boyutlarıyla irdelenirken 12 Eylül sonrasının gözaltılar, tutuklamalar ve mahkûmiyetlerin yarattığı travmalar ile ihtilali yaptıran küresel aktörlerin Türkiye üzerine yaptıkları planlar da söyleşide ifşa edilmiştir.
Söyleşide ayrıca, son genel başkanı Lütfü Şehsuvaroğlu’nun olduğu Ülkü Ocakları’nın tarihsel misyonu ve işlevi de irdelenmiştir. Bundan başka, Ülkücülerin, döneminde ve günümüzde sık sık kullandıkları siyasal sloganların doğuş hikâyesi de bu söyleşide bir sır olmaktan çıkartılmıştır.
Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Ahmet Arvasi, Erol Güngör, Galip Erdem gibi Türk kültür ve edebiyat hayatının mümtaz kalemleri ile genç yaşından itibaren yakın dostluklar kuran Lütfü Şehsuvaroğlu’nun yaşam öyküsü de nehrin kollarından biri olarak kayda alınmıştır. Onun “Üstat” diye andığı Necip Fazıl Kısakürek ile olan anıları, Necip Fazıl Kısakürek’in, Akıncılar ve Ülkücüler üzerindeki etkisi de nehir söyleşide geniş şekilde işlenmiştir. Ayrıca üniversiteye başladığı yıldan itibaren yolunun birleştiği ve “başkanım” dediği merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile yaşadıkları, MHP-BBP kopuşunun ideolojik nedenleri, hafızasının derinliklerinden çıkartılıp okuyucusuna emanet edilmiştir.
Hasan Yılmaz
Lütfü Şehsuvaroğlu
ADANMIŞ BİR İNSANLA HASBİHAL
Türkiye’de kamuoyuna takdim ihtiyacı duymayan, geçmişiyle kendini ibra etmiş aydınlardansınız. Lütfü Şehsuvaroğlu olarak bir isminiz var. Teşkilatçı kimliğinizin yanı sıra, edebiyatın her alanında özgün eserler vermiş çok yönlü bir sanatçısınız. 1980 öncesinden günümüze kadar, Ülkücüler tarafından çıkartılan hemen her yayın organının, yazarlık ve yayın yönetmenliğinin yanında, baskısından dizgisine kadar hemen her aşamasında görevler yaptınız. İçinde yer aldığınız ve tanıklık ettiğiniz olaylar itibarıyla size “derin ülkücü” yakıştırması yapanlar da var. Yakıştırma yapanlardan bazıları da sizden “eski ülkücü” diye söz ediyor. Belki burada ülkücülük ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin meczedilmesinin ve bu parti içinde organik olarak görev alanların ülkücü olarak kabul edilip orada organik olarak yer almayan eski müntesiplerin eski ülkücü olarak tanımlanmasının etkisi olabilir. Ucu açık bir konu olması sebebiyle söyleşimize siz hâlâ ülkücü müsünüz, eski ülkücü müsünüz sorusuyla başlamak istiyorum. Bu konuyu biraz tavzih etmek ister misiniz?
Önce bir yanılsamayı düzeltelim. MHP ile ülkücü hareketin özdeşleşmesi sosyal psikoloji açıdan irdelenmesi, doğruluğu yanlışlığı üzerinde tartışılması gereken bir konu. Biz öyle düşünüyorlar diye bunları inkâr edemeyiz. Ben mesela bugün yeni MHP, eski MHP tabanından ve tavanından, organik yapısından ayrı düşse bile mevcut MHP’deki böyle bir algılamanın abes olduğunu düşünmem, asıl sebebini araştırırım. Ama temasta olduğum en başındaki adamdan, neferine kadar MHP’lilerin bana karşı bir ketumiyetleri olsa da bir düşmanlıkları olduğunu düşünmüyorum çünkü sevgi de karşılıklıdır. Benim onlara karşı bir düşmanlığım söz konusu olmadığı gibi, geniş kesimin içinde onları da bir cüz olarak gördüğüm için, mümkün olan en büyük birlik manasında bir milliyetçilik anlayışında olduğumuz için, bu anlamda benim onları dışlamam söz konusu değildir ve onların benimle ilgili algı yanlışını düzeltmek de boynumun borcudur. Onların bazılarının cehaletine bırakırım, bazılarının ferasetine bırakırım, bazılarının korkularına telakki ederim, bazılarının da mevcut statülerinden dolayı ketumiyet duymalarını da anlayışla karşılarım. Statülerinin değişebileceğine dair kanaatleri vardır; o kanaati de bugünlük yanlış bulmam. Onun dışında ben hiçbir zaman tam manasıyla kendimi ülkücü hareketin içinde hissetmedim. Benim ülkücülüğüm her zaman medeniyet dirilişçiliği anlamında, yani kendi teori alanında yeşeren ve boy veren bir ülkücülük oldu. Hiçbir zaman bir bindirilmiş kıta manasında değildi. Fakat benim sosyolojik ve sosyal psikolojik organizmacı bir tarafım var. Tarihsel bir çözümleme yapacak olursak mücadelesi içerisinde bulunduğum teşkilatla tamamen onda erimiş, varlığını yokluğunu ona adamış ve kendisiyle teşkilatı arasında tamamıyla bir organizma gibi bir bütünün uzuvları gibi düşünmüş bir geleneği de paylaşırım. Yani ben kendimi teşkilata adadım. Babamın ev alacağı para ile matbaa aldım. Millet teşkilatın sırtından geçinirken ben memur çocuğu olarak dört çocuk büyütmüş bir babanın memur maaşından biriktirdiği 35 yıllık birikimini 1976’da matbaa kurup kendimi teşkilata adayarak, kendimi orada yok ederek bütünüyle varlığımı ölürsem şehidim anlayışı ile tamamıyla mücadelenin içine attım. Ölmememiz tamamen tesadüf eseridir. Şehit olanlarla birlikte her olayın içindeydik. Kurşunların üstüne gittik. Şehit olmamamız tamamen tesadüftür. O ulvi makama layık olmadığımızın işaretidir. Allah bize o şehadeti nasip etmedi. Ama onun dışında bütün varlığımla kendimi o davaya adamıştım. Adanmanın en büyük fazilet olduğuna inanırım. Yanlış da olsa insanın bir davasının olması, bir davaya, bir teşkilata adanması faziletlerin en büyüğüdür. Adanmışlık yoksa aslında kimliğimiz de yoktur. Bizim kimliğimizin bir anlamda 5000 yıllık, bir anlamda bin yıldan fazla İslam ile müşerref olduktan sonra da alametifarikası adanmışlıktır. Yoksa Türklerin başka bir üstünlüğü yoktur. Yeryüzünde Allah’ın kılıcı olmak ve kendini bütünüyle ona vermek; bu anlamda âlimin, askerin birbirinden farkı yoktur. Ölüm bize en yakındır. Şu anda ölebiliriz. O hâlde dünyaya kazık çakılacak değildir. Âlimimiz “Benim ilmim daha önemlidir, ben oturayım ilim yapayım.” -böyle diyen birtakım zevat vardır, onlaradır bu sözüm- diyen âlimler gibi değildir. Âlimimiz de şeyhimiz de müridimiz de her an ölümle kucak kucağadır. Tarihimizde bize aktarılan terbiye, usul, adap budur.
Bu sözler bana 80 öncesinin marazlı, kritik, endişe yaratan dönemini çağrıştırıyor. Şu dönem itibarıyla şehitlik kavramını kullanmamızı gerektirecek bir sosyal çatışma ortamı yok.
Her dönemde vardır. Bu algı meselesidir. Toplum ya da siyasiler yahut da aydınlar burada bir algı problemi yaşamaktadır. Şehitlik bir dönem için indirilmiş, bahşedilen bir lütuf değildir. Cenabıhakk’ın “ümmet bir dönem savaşsın, ondan sonra hiç savaş olmasın, barış içinde zilletin içinde yaşasın” diye bir emri yoktur. Kur’an’da da yoktur, İslam tarihinde de böyle bir gelenek yoktur. Şehitlik mertebesi, komünistlerle mücadele sırasında olur, Kurtuluş Savaşı sırasında olur gibi şey yoktur. Bütün bu cihatları saydığımızda onların da gereksizliğine dair ben bir sürü gerekçe sayabilirim. Hem Kurtuluş Savaşı’nda hem Çanakkale’de hem Malazgirt’te hem 12 Eylül öncesindeki mücadelede. Bunların saçmalıkları üzerine de binlerce gerekçe bulabilirim. Ama bu oradaki şehadet şerbeti içmişlere bir bühtan olamaz. Mavi Marmara’ya gelecek olursak, orada da şehit olmuşlar hukuken, şer’en şehittir. Bu anlamda şehadet şerbetini içmek için Cenabıhak her zamanda insana böyle bir lütufta bulunmuştur. Savaş anlamında cihat olmaz, nefisle cihat olur, bu da büyük cihattır.
Şehitliğe ilişkin söylediğiniz bu sözler biraz ölümü kutsamak olmuyor mu?
Zaten İslam’da ölüm kutsanır.
Yaşam daha değerli değil mi? Yaşatmak daha güzel değil mi?
Cenabıhak, “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” buyuruyor. Bu anlamda insanları yaşatmak elbette en büyük fazilettir. Ama zillete duçar olmuş bir kavmin, bir ulusun, bir ümmetin de bu zilletten kurtuluş için ölümü haktır ve ölümle insanları diriltir. Ölümle insan ölmez. Bizim inancımıza göre ölüm şu köşeyi dönmekten ibarettir. Sadece başka dinler yaşamayı bu kadar kutsar. Biz öte âlemi, Peygamber Efendimiz’in sancağının altında toplanmayı daha büyük fazilet sayarız. Bu dünya içerisinde, dünya denen kafeste yaşamak ruha eziyettir. Bu sadece tasavvuf kültürünün kitaplarda yaşasın diye uydurduğu bir hikâye değildir. Hakikatin kendisi budur. Yani bu dünyanın dışında bir âlem vardır. Bu âlem, bu dünyada yaşayanlar için de bu âlemden daha mukaddes, daha şerefli, daha ebedî ve daha estetiktir. Estetik olmayan kaba, nobran, çirkin, kötü bir hayatı yaşamaktansa… Yani ciplerine binsinler, villalarda yaşasınlar, ipekler giysinler, altınlar taksınlar, zenginlik rehavet içerisinde yaşasınlar, bütün bunlar olsa bile yahut da savaşla kutsansınlar, bedenlerini savaşla zenginleştirsinler yahut da refah toplumuyla şereflendirsinler fark etmez. Neticede bu dünya âlemiyle öbür âlem arasında dağlar kadar fark vardır. Müslüman’ın bu farkı yaşarken de idrak etmesi lazımdır. Bunu bazıları ölümden önce ölme fiiliyle idrak ederler, halk içinde Hak’la beraber yaşarlar. Bazıları idrak edemezler, dillerinde İslam sözcükleri olduğu hâlde, zillet içinde yaşayabilirler.
Peki, Müslümanların dünyaya sahip olamaması ve dünyanın egemeni olamaması biraz bu dünyayı değersiz görmelerinden mi kaynaklanıyor? Oysa benim gördüğüm Müslümanlar bu dünyayı çok seviyorlar.
Belki de dünyayı çok sevdikleri için dünya onlara zenginlik bahşetmiyor…
Yani çok ihtiraslılar. Sahip olmak istiyorlar. Ancak tezyin etmiyorlar, süslemiyorlar ve yaşadıkları yere bir mana kazandırmıyorlar… Ortada bir tezat yok mu?
Şimdi bakar mısınız şu İslam âlemine! Diktatörlerden kurtuluyoruz, demokrasi getiriyoruz, şerefle yaşayacağız, insan hakları hâkim olacak, demokrasi kültürü yerleşecek derken; Türkiye’nin yaşadığı Batılılaşma vetiresinden habersiz olarak bir asır boyunca yapılan işlerden herhangi bir kazanım elde edemeden olduğu gibi sözde diktatörlere karşı bir isyan başlatıldı. Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde, Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da güya diktatörler götürüldü; örneğin Kaddafi daha önce ayağını yalayanlar, ondan nemalananlar tarafından katledildi. Katledilirken cesedinin bile ırzına geçildi, organları lime lime edildi. Bunun İslam medeniyetiyle bir alakasını kurabilir misin? Şüphesiz İslam tarihinde ihtilaller oldu, başlangıçtan beri şüphesiz kan dökücüler oldu.
İslam tarihi biraz da kan tarihi değil midir?
Ama bunların İslam ile bir alakası yok bence.
Bir şeyle alakasının olması lazım. Zira, toplumun karşısına İslam kimliği ile çıkıyorlar.
Burada bir Emevi saltanatının İslam adına tarihsel olarak bir iktidar biçimlemesi var. İkincisi, Kuzey Afrika Arap uluslarının yaklaşımları var.
Kan dökücülük Emeviler’den önce başlıyor. Hz. Ayşe kılıcını çekiyor ve Hz. Ali’nin üzerine yürüyor. Cemel ve Sıffin Savaşı’nda bir sürü sahabe ölüyor.
Başlangıçtan beri bu problemler var. Ama netice itibarıyla ihtilallerle halledilmiş bir problemdir. Örneğin, Ebu Müslim Horasani’nin başlattığı ihtilalle Emevi saltanatı yıkılmış ve halifelik Abbasiler’e geçmiştir. Orada tarihsel olarak bir yıkım bertaraf edilmiştir. El Cahız, “Türklerin Faziletleri” kitabı ile ümmetin tarihini, talihini değiştiren bir kitap yazmıştır. Hani diyor ya Orhan Pamuk, “Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye. Ümmetin hayatını değiştiren kitabı El Cahız yazmıştır. Küçük, risale boyutunda bir kitaptır. 10. yüzyılın sonunda yayımlanmıştır. Bir önceki dönemde Emeviler’in İpek Yolu’nu ele geçirmek üzere hilafeti kullanıp içlerinde Müslüman olmaya başlayan Türklere katliamıyla aynı İran-Turan savaşları gibi, belki 50 yıl sürecek Türk-Arap savaşları başlayacaktı. Bütün Turan toplanıp belki Mekke’ye kadar saldırıya geçecekti. İhtilal olunca, yani hilafet Emeviler’den Abbasilere geçince, Abbasi halifesi başkenti Şam’dan Bağdat’a taşıdı. Samarra’da bir Türk şehri kurdu. Orada Türkleri hilafet ordusu yaptı. Bu kitap da o sırada çıktı. Böylece Araplarda Türk sempatisi gelişti. Türklerde de yıkıcı Emevi saltanatına karşı bir Arap sempatisi doğdu. İran-Turan savaşları gibi bir Arap-Turan savaşı cereyan edecekken tersine Türklerde yeni bir çağ, yeni bir İslam dirilişi meydana geldi. O bininci yılda El Cahız’ın da üye olduğu Basra’da gelişen hadis ve ravi ilmine dâhil oldu. Orta Asya’ya kadar uzanan ve Kaşgarlı Mahmutların, Yusuf Has Haciplerin, Hoca Ahmet Yesevilerin eserlerinin ortaya çıkmasını sağlayan o bininci yılda ortaya çıkan ve 1200’lere kadar giden diriliş, o süreçte cereyan etti. Türkler bu medeniyete hem bedenleriyle hem de akıllarıyla hizmet ettiler. Yani İslam felsefesine ve İslam tasavvufuna yaptıkları katkıyla Horasan erenlerinin mayasını Anadolu’ya, yani Bizans’a çaldılar. Bunu daha önce Araplar denediler. O yüzden Eyüp Sultan’a gönderme yapar Fatih. Eyüp Sultan vardır, bir de kendisi vardır. Arasında yaşanan tarih anakronik bir tarihtir. Yani İstanbul aslında Bizans değildir. Suyun öte yakasından gelmişlerdir. Bu yüzden Fatih bir tarih felsefesi ortaya koyarak “Ben Truva’nın intikamını aldım.” demiştir. Yani suyun öte yanından gelip de kalleşlikle, desise ile Anadolu’yu kuşatan insanların cevabını vermiştir fetihle. Burada müthiş bir gönderme var ve dolayısıyla bu Türk dirilişi İstanbul’un fethine kadar ulaşan Anadolu’nun mayalanması projesidir. Maya, bir Arap ve Türk dostu olan; eşi de Türk olan El Cahız’ın küçücük broşürüyle başlar. “Türklerin Faziletleri” broşürü ve “Hilafet Ordusunun Menkıbeleri” ile başlayan o büyük diriliş… Hem ziraatçı hem veteriner hem şair hem bürokrat hem İslam mutasavvıfı hem ravi hem de Cahiziye mezhebinin kurucusu sivil toplum lideridir bu büyük düşünür aslında belalı bir geleceği hissedip (benim Türkiye’nin bölüneceğini anlatan “2024” kitabında olduğu gibi) bir ön alış ortaya koymuştur.
Lütfü Şehsuvaroğlu da ziraatçı, yazar, şair, bürokrat, sivil toplum lideri, düşünür; El Cahız da tıpkı sizin gibi. Benziyorsunuz.
Ama ben bir halifenin kâtibi olamadım henüz.
Peki “belalı bir geçmişten kaçış mı” acaba El Cahız’ın “Türklerin Faziletleri” kitabını yazmasının nedeni? Zira Araplar arasında bir kabile taassubu var ve kabileler arasında çatışmalar çok yoğun. Dönemin en çok ilgi gören ilmi ensab ilmi. Tıpkı Ümeyyeoğulları ile Abbasoğulları arasında olduğu gibi, kabilelerin İslam öncesinden gelen bir rekabetleri var. Bir de Araplar ile Farsların iktidar çekişmesi söz konusu. Türkler orada bir denge unsuru olarak, bir barış unsuru olarak ortaya çıktılar.
Muhtemelen Alper Tunga gibi. Biliyorsunuz Alper Tunga İran’a putperest olduğu için saldırıyordu. Tek tanrıya inanan Alper Tunga, ateşperest, putperest İran’a karşı savaşıyordu. Adı Keyhüsrev diye bugün yanlış anlatılıyor. Sanki daha İslam’mış gibi; tam tersine o İran-Turan savaşlarının da bir inanç temeli vardı. İşte Türkler Gök Tanrı’nın izniyle bu yanlışı düzeltmek üzere bir akına girişeceklerdi. Velhasıl, Türk-Arap ilişkileri ile Türk-İran ilişkilerinin paralel düştüğünü gördüm.
TÜRKLERİN İSLAM OLUŞU VE ÜMMET-ULUS TARTIŞMALARI
Belki tarihsel bir denk geliş; Arapların kuzeydoğuya yöneldikleri dönem, Türklerin de batıya göç dönemlerine denk geldi. Dolayısıyla iki gücün karşılaşması kaçınılmaz oldu. İslam ve insanlık tarihi açısından bakıldığında bu karşılaşmanın müthiş sonuçları oldu. Kanlı savaşlara sahne olsa da Türkler süreç içinde İslam oldu. Ancak Türklerin İslam olmasıyla tarihin akışı da değişti. Kültür ve medeniyet alanında önemli değişimler yaşandı. Türkler âdeta yeni bir maya çaldı. Neydi o mayanın özelliği?
Türkler İslam ile şereflendikten sonra Anadolu’da çaldıkları maya ile kendine özgü hususiyetleri olan bir yoğurt meydana getirdiler. O maya Horasan’da atıldı ve Anadolu’da tuttu. Yani bir kültür meydana getirdiler. Modern literatürde genişçe işlenir bu kültür bahsi. Tabii kültür denince medeniyeti beraberinde çağrıştırır. O yüzden son asrın problemidir kültür ve medeniyet. Cultura, Latince kökenli bir kelimedir. Ekin, hars diyor Gökalp buna. Öbürü de civilisation… Netice itibarı ile son yüzyılın bahisleri bunlar. Ama sanki bütün tarihimizi kuşatıyormuş ve bütün tarihimizde kültür ve medeniyet varmış gibi algılıyoruz. Kültür ve medeniyet bahislerinde Ziya Gökalp’ten Erol Güngör’e, oradan Yılmaz Özakpınar’a kadar, (benim de “Ziya Gökalp” kitabımda eleştirisini yaptığım gibi) kültürü ne kadar yanlış değerlendirdiğimiz konusunda bir sürü tartışmalar yaptık. Acaba kültür dediğimiz medeniyet miydi? Medeniyet dediğimiz kültür müydü diye. Fakat sonunda anladım ki bu kültür toprağa ektiğimiz buğday kültürü, yulaf kültürü, ıspanak kültürü neticede toprağı değiştiremez. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday ekeriz, buğday biçeriz. Buğday toprağı değiştiremez. Fakat maya… Bir kap düşün, bu porselen olsun, toprak olsun, yayvan olsun, derin olsun, plastik olsun fark etmez. Kap önemli değil; bu kabın içine koyduğumuz ister inek sütü olsun ister manda sütü olsun ister koyun sütü olsun ister Ahmet Efendi’nin ister Mehmet Efendi’nin koyununun sütü olsun; sütü nereden toplarsak toplayalım, sütün içerisine mayayı çaldığımız zaman süt başka bir biçim alır. Maya onu değiştirir, dönüştürür ve yekpare bir kimlik kazandırır. Yani kabın bir tarafı manda yoğurdu, bir tarafı koyun yoğurdu olmaz. Kabın tamamı tutarsa yoğurt olur. Yani maya çaldığımız zaman yekpare, tek bir kimlik olur. Bugün kimlik bunalımları yaşıyor ya toplumumuz, sabahtan öğleye kadar filanca oluyor, öğleden sonra filanca oluyor ya, onların yanlışlığını ortaya çıkartıyor bu. Yani bu kültür ve medeniyet tartışmalarından çıkamayız. Ama bin yıldır Horasan mayası, Türkistan mayası ya da Anadolu mayası dediğimiz şey, yani Türklük mayası çalındığı kaba, içinde hangi süt olursa olsun yekpare bir kimliğe ulaştıran vasfa sahiptir. Dönüştürür, değiştirir, bizden yapar. Dokunduğu bizden olmuştur. Ermeni, Rum, Çeçen, Kırgız, Türkmen, Yörük, Tatar, Kürt… Hangi buduna, hangi ulusa, hangi kavme ait olursa olsun bir millet hâline getirir.
Biz dediğiniz millet, hangi millet? Adı nedir?
Bu yekpare bir millet. Bu milletin adına gâvur; Türkiye, Türk diyor. Bu yoğurdun içindeki sütlerden birinin de kalkıp “Yok efendim bu aslında manda yoğurdudur.” demesinin âlemi yoktur. Bin yıldır burada bu kimliği herkes kabul etmiş ve bu kimlikle şereflenmiştir. Bu millet yekpare bir kimliğe sahiptir. Bunun kimliği önemli değil, bunun vasfı önemlidir. Bunun vasfı nedir? Ne diyor Arif Nihat Asya?.. Bir şiirle binlerce doktora tezini çöpe atacak bir proje bu Arif Nihat’ın projesi. Bazıları pek anlamaz, Arif Nihat’ı naif düşünür ve şair olarak alırlar. Çünkü Necip Fazıl’dan havalı değildir. Bak Arif Nihat şiirinde ne diyor:
Yoksa şu sayfada Oğuz,
Yoksa şu yaprakta Yavuz,
Biz de yoğuz biz de yoğuz.
Siz gelin imdadımıza
Elimizden siz tutunuz.
Mevlâna, Yesevi, Yunus.
Sizlere üçler yediler,
Bizlere kırklar dediler,
Daha çoğuz, daha çoğuz.
Bir ateştir yanar tüter,
Bu ordunun adı, ister
Ümmet olsun, ister ulus.”
Bu kimliğe birisi itiraz edebilir. “Efendim bu kimliğe İslam ümmeti diyelim.” Diyelim. Ne beis! Kimlik zaten İslam. Bir başkası, “Efendim bu kimliğe Türk diyelim.” diyebilir. Yani diyor ki: “Bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Bu önemli değil diyor. Şimdi bir sürü ulusalcı, ulusçu nazariyeler var. Onların yazdığı doktora tezleri ya da siyasetler var. Bu ulusun üyelerinin harcadığı bir sürü emek var, para var, mesai var. O zaman anlıyoruz ki ne büyük hazineyi tüketiyoruz yok yere, değil mi? Ne büyük hazine o zaman tüketmek değil mi? Bu ulusçu tezlerin hepsini al çöpe at. Bu yanda da ümmetçi tezlerin hepsini al çöpe at. Hiçbirinin İslam’a faydası yok. Ümmetçi tez yazsan ne olur, ulusçu tez yazsan ne olur!
“Bir ateştir yanar tüter, bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Buna ister ümmet de ister ulus de. Hiçbir önemi yok. Önemli olan ne? Önemli olan ateş olmak. Yanar tüter ateş olmak. Yani Allah’ın yeryüzündeki kılıcı, yani adanmışlık. Konuşmamızın başında ne dedik? Bizim bütün kimliğimiz adanmışlık, asıl vasfımız adanmışlık. Bu adanmış olanlar Kırmançi olsa, Zaza olsa, Kırgız olsa, Türkmen olsa, Kazak olsa, Çerkez olsa ne yazar! Öyle değil mi? Diyelim ki ben, müthiş bir Türk soyluyum ve Türk kimliğini iddia ediyorum. Ama içinde bu adanmışlık yok. Bu Türk olabilemez ki zaten. Bunun kanı Türk olsa… Ki böyle bir ırk da yok. Yanı Kırgız var, Tatar var, Özbek var, Türkmen var… Adam Türkmen oluşu, Türk ulusu zannediyor. Türk diye net bir ırk sadece Tibet’te dağın tepesinde yaşayan 50 bin nüfuslu bir ırktır. Esas Türk onlardır. Bizim Türklük oluş manasında bir Türklüktür. Bugün de bir ihtiyaçtır bu Türklük kavramını açıklama bakımından. Türklük bir oluştur. Hatta henüz Batı’da ırkçılık, faşizm, Nazizm hortlamadan 1930’ların, 1940’ların dünyasına gelmeden, Avrupa’daki emperyalist tutkuların yani eski sömürgecilerin devamı olan yeni sömürgecilik, Batı dünyasını bir ırk arayışına itti. “Batı buna neden ihtiyaç duydu” konusunda söylenecek çok şey var; bu konunun bir daha araştırılması lazım. Buna makul demiyorum. Bu Batı’nın medeniyetinin icabı olan tutum ve davranışlar.
Bunun bir benzeri henüz Türkiye’de yaşanmadan, Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanında bile, bu ırkçılık hortlatılabilecekken -bazı ırkçılık yönlü, kafatasçı laboratuvar çalışmaları münferiden olsa bile- o zamanki kimlik bile, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanın Türk olduğunu kabul eden bir anlayıştır. Hatta bu anlayış Enver Paşa tecrübesinden dolayı dışarıdaki Türklüğü de inkâr eden bir mahiyet arz etmektedir. Bir dönem Turan’ı bir kenara koyan veya üç tarz-ı siyaseti Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülükten çok can kaybetmiş bir topluluk olarak Türkiye’de yaşayanlar (Burada Türkiye halkları demenin bir yanlışı yoktur: Erzurum halkı, Diyarbakır halkı falan, halk filan denebilir.) tarihteki acıları unutup barış içinde bir arada yaşamanın yeni bir formülünü buldular. Yeni devlet ile millet uyumunu buldular.
Orada halktan kasıt o değil sanırım. Bir yerleşim yerine atıf yapılmıyor Erzurum ya da Diyarbakır halkı denirken…
Ben böyle de kullanabileceğimizi düşünüyorum. Burada farklı farklı budunlar, kavimler, aşiretler olsa bile bu kimlikler yok sayılmamalıdır. Hatta o kimlikler bizzat korunmalıdır. Çünkü bizim kültürümüz, bize emanet edilen her kimliği, kültürüyle beraber merhamet duygusuyla yaşatma istidadı taşır. Bize tevdi edilen Çingene olsun, Rum olsun, Ermeni olsun her unsur merhamet duygusuyla muamele görür.
Merhamet ve sadakat iki kardeştir. O merhametle yaklaştığımız bütün ekalliyetler, bütünün bir parçası olarak görülürler ve bütünle beraber sadakatle bu devlete bağlı olurlar. Yani merhamet ve sadakat iki paralel duygudur.
O merhameti hukukun neresine yerleştireceksiniz? Bir devlet kuruyorsunuz, bir sistem kuruyorsunuz; o sistem, o devlette merhameti nereye yerleştireceksiniz? Yani bunu bir formüle etmek gerekiyor.
Toplumsal bir psikolojiden, yani millet vasfından bahsediyoruz. Burada devletin hiçbir önemi yoktur. Toplumun bu vasfı, devletin de karakteri olur. Devletin hukukundaki yanlışlar… Yani şimdi Aleviler, Yavuz böyle yaptı diyor, İslamcılar İskilipli Atıf Hoca’ya böyle yapıldı, Atatürk böyle yaptı, Kürtler şöyle zulüm gördü, devlet bunu yaptı diyorlar ya, bütün bunları dünya devletlerini incelediğinde yaptıkları bir ton hukuksuzluklara, ırkçılıklara, katliamlara karşı özünde devletin yaptıklarının değeri bakımından milletin vasfı göz önüne alındığında (evet birçok hata yapılmıştır ama) -millet bu hatadan vareste olduğu için- hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur. Millette bu vasıf, yani kan dökücülük, iç savaş, Kürt düşmanlığı, Ermeni, Rum düşmanlığı, şişirilmiş bazı olaylar -işte 6-7 Eylül Olayları gibi, Maraş katliamı gibi, Ermeni Tehciri gibi davranışlar- o dönemin savaş psikolojisi içerisinde değerlendirilebilecek davranışlardır. Ama millette bu kıyım, en başta söylediğimiz bu Kaddafi’yi yok eden veya başka yerlerde olan kıyıcılıklar veya katliamlar, Anadolu’da olmuş mu? Demek ki millet vasfının kendisi devletin hukuk sisteminden daha değerlidir. Kaldı ki devletin hukuk sisteminde de böyle bir yanlış iş yoktur. Tehcirde bile her şey hukuk içerisinde cereyan etmiştir. Yazılı bir metin olarak ortadadır; dört bir taraftan yedi düvelle savaşan Osmanlı, arkadan hıyanetlerle karşılaşsa bile bu hıyaneti açıklamamış ve hukukun dışına da çıkmamıştır.
Netice itibarıyla Cumhuriyet’in kuruluşunda da vatandaşlık bağıyla herkesi bağlayan Türk kimliği eksik bile olsa ırkçı bir tarife dayanmadığı için bugün bile makuldür.
O bir tecrübenin neticesi tabii. Alınmış bir dersin sonunda gelinen yer orası değil mi?
Osmanlı’nın o kültürü tevarüs ediyor. Osmanlı da Horasan erenlerinden aldığı kültürü yaşatıyor. Netice itibarıyla kültür ve medeniyetten ziyade bugün üzerinde durmamız gereken, yeniden bin yıl önceki mayanın çalınması gibi bir üst kimlik oluşunun ihyasına, iddiasına, yeniden dirilişine ve böylelikle bir medeniyetin yeniden dirilişine sahne olabilir. Bunu 9. yüzyılda El Cahız, bininci yılda Kaşgarlı Mahmut, Hoca Ahmet Yesevi ve Horasan erenleri başlattılar. Anadolu’ya bu maya çalındı ve daha sonraki yüzyılda Mevlânalar, Yunus Emreler, Somuncu Babalar, Hacı Bayram Veliler, Tacettin Veliler 1600’lere kadar uzanan yeni bir diriliş başlattılar. O diriliş sayesinde o fütühat, o ruhların değişimi dönüşümü sağlandı. Balkanlar’a kadar, Viyana’ya kadar gittiler. Orada o müthiş dayak yeme hadisemizden sonra ricat başladı ve o psikolojik ortamda, işte malum önce Balkan bozgununa, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na giden, yenilgiden bile zaferler üreten ve hem bir iç dinginliğe ve kendine güvene hem de müthiş bir yıkıma şahitlik etmişlerin o yıkımla bile yeni varoluşlarına kapı aralandı.
Şimdi bizim bu tecrübelerden -içinde bulundukları şartlar ne olursa olsun, bölünüklükleri nasıl tecelli ederse etsin, siyasetleri ve ekonomileri ne kadar çürük olursa olsun, insan fıtratları ne kadar sakatlanmış olursa olsun- hem yaşadığımız İslam âlemini hem Orta Doğu’yu, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı, zillet içinde olan bu üç coğrafyayı, içimize taşımak yerine, buradaki güneşi oradakilerin aydınlanmalarını sağlayacak şekilde, bir güven duygusuyla ulaştırmamız gerekir. Bu da ithal bir İslam’la, Seyid Kutup İslam’ıyla, Mısır İslam’ıyla, Pakistan İslam’ıyla olmaz. Bizi biz yapan, öz değerlerimize yeniden dönüşle mümkün olabilir.
Siz adının önemsiz olduğunu söylediğiniz mayanın esasında İslam olan Anadolu’ya özgü bir kimlik yarattığını söylüyorsunuz. Yani feragat kültüründen söz ediyorsunuz. Günümüz etnikçi çözümlemelerine bakınca bileşik meydana getiren mayayı çok önemsiyorsunuz.
Bu maya o kadar önemli ki bunu Mehmet Akif anladı ve “Şark’ın en sevgili Sultanı Selahattin” dedi. Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala Diyarbakır valisi iken ben de TRT Yönetim Kurulu üyesiydim. Urfa Sıra Gecesi, Çankırı Yaren Meclisi gibi yitip gitmiş kaybolmuş bir “velime gecesi” başlattık. Diyarbakır eşrafının çok iyi bildiği bir velime gecesi başlattık. O gecelerden birinde Vali Bey; “Örgütün en hızlı yazarlarını getireceğim abi.” dedi. Gazi Köşkü’nde hep beraber bir yemek yedik. Onlara Selahattin Eyyubi’yi anlattım (Malum Selahattin Eyyubi bir Kürt-Türkmen sentezidir.). Molla Gürani’yi anlattım. Ve en önemlisi bu mayayı anlattım. Artık burada bu mayanın dokunduğu herkes bizden olmuştur ve bin yıllık adanmışlıkla o Viyana kapılarına giden, ortak fütühatı sağlamışlardır. Buna itirazı olan var mı? Bir Kürt olarak, bir Kırmançi olarak, bir Zaza olarak, bir Goran olarak… O haçlı ordularını buradan defeden büyük kumandana itiraz eden olabilir mi? Onun ayağının tozuyum. Sen de bir Kürt olarak şimdi aşkın bir felsefe içerisindesin, Batı’nın musallat ettiği kavimcilik, ulusçuluk sana da bulaşmış. Bu da senin hakkındır. Onlara dedim ki: “Siz Kürtçülük yapabilirsiniz, Kürt milliyetçiliği de yapmalısınız. Milliyetçilik sizi aşkın bir felsefeye eriştirir. Burada yeni bir diriliş muştusu kazanabilirsiniz. Örneğin bugün bir Arap milliyetçiliği Arap uluslarını ayağa kaldırmak için iyi bir şey olur.” İslam âlemine zararı olur mu? Bilinçli bir milliyetçilikse milliyet değerlerinin içinde ortak paydalar olur.