Kitabı oku: «Mitoloji Rehberi», sayfa 2

Yazı tipi:

Folklor çoğunlukla halkın hikâyelerinde sözlü anlatımla korunarak nesilden nesile aktarılmış ve en sonunda hikâyeleri derlemeye gönüllü kişilerce yazıya dökülmüştür. En eski insanlara ait mitler ise dünyanın çeşitli yerlerinde hâlâ uygarlaşamamış toplumlar arasında hayatta kalanlar tarafından korunmuştur. Bunlar birkaç yüzyıl boyunca ağızdan ağıza aktarılmış ya da geleneklerinde gözlemlenerek öğrenciler tarafından kayıt altına alınmıştır. Bu daha az medeni toplumlar arasında eski anıtların yanı sıra, ilkel insanların kendi mitlerini kaydettiği yazı formları da yer almaktadır.

Kendimizi en tepesinden aşağı bakarken hayal ettiğimiz bu mitler ormanının ne kadar geniş ve görkemli bir yer olduğunu şimdiye kadar fark etmişsinizdir. Tüm ormanın bu kuşbakışı görüntüsüne sahip olduktan sonra oraya inerek farklı yönlerde küçük yolculuklar yapmanın ve sonraki bölümlerde yapacağınız gibi, mitlerin en güzellerinden bazılarını çok daha iyi tanımanın keyfini çıkaracaksınız. Dahası, artık “Mit nedir?” sorusunu yanıtladığımda beni anlamakta zorluk çekmeyeceksiniz. “Mit nedir?” sorusuna yanıtım şu şekilde:

Mit, insanın kendisi ya da doğada yer alan nesneler ve olaylar hakkında, bunların görünüşleri, etkileri ve nedenlerinin daha da büyük gizemleri de dahil olmak üzere yaptığı hayali açıklamalar ya da yorumlardır. Bunlar bir şeylere açıklama getiren basit bir mitten, doğadaki nesnelerin insan biçimindeki tanrılar olarak görüldüğü karmaşık dini mit sistemlerine kadar pek çok biçimde var olabilir. Mitler hakkında akılda tutulması gereken en önemli şey, doğru yanları olsa da tamamen doğru sayılamayacaklarıdır. Bir diğer önemli unsur ise tamamen doğru olmasalar da onları üreten insanlara doğru geldikleridir.

Homer’den Bir Kesit, L. Alma-Tadema


II. Bölüm
İlkel Mitlerdeki Hayvanlar

Şimdi anlatılacak hikâyeler, önceki bölümde öğrendiğimiz gibi, insanların doğadaki her şeyi kendileri gibi yaşamla donatılmış halde gördükleri, insan yaşamının o çok eski dönemlerine aittir. Bu inancın yol açtığı tuhaf fikirler elbette mitlerine de yansımıştı. Hikâyelerin çoğu konuşan hayvanlar ve bitkilerle doludur; insanların hayvanlara ya da hayvanların insanlara, hatta hayvanlara tapılmadığı halde tanrıların hayvanlara dönüşmesi sık rastlanan bir durumdur.

Tüm bu inançlar arasında en ilginç olanı, insan türünün hayvanlardan türediğidir. Bu inancı daha ilginç yapan, bazı modern bilim insanlarının da hemen hemen aynı şeyi kanıtlamaya çalışmış olmasıdır ancak onlar, evrim geçirdiğini varsaydığı tufan öncesi devre ait maymuna özel bir saygı atfetmezken eski çağlarda insanlar, onlardan türediklerini düşündükleri hayvanlara huşu ve saygıyla yaklaşmaktadır. Klan adı verilen ve hepsi de aynı hayvanın soyundan gelen vahşi gruplar, bu hayvanı özellikle dostları olarak görmekteydi. Kurban olarak öldürüldüğü birkaç örnek dışında o hayvanı öldürmez veya yemezlerdi. Birçok farklı hayvan, ata hayvan olarak kabul edilir ve kabilenin sembolü veya totemi olarak adlandırılırdı. Avustralya’daki totem hayvanlarına şunlar örnek verilebilir: Keseli sıçan, Kuğu, Ördek ve Balık. Avustralya kabilelerinin çoğu, ailelerinin bu hayvanların insanoğluna dönüşmeye başlamasıyla oluştuğunu iddia etmektedir. Kuzey Amerika Kızılderililerinin Kurt, Ayı, Kunduz, Kaplumbağa, Geyik, Çulluk, Balıkçıl, Şahin, Turna, Ördek, Dalgıç kuşu, Hindi, Misk faresi, Turna balığı, Yayın balığı, Sazan balığı vb. gibi çok çeşitli totem hayvanları vardır.

Vahşi insanlar için soylarının bir hayvana dayandığına inanmaktan, hayvanların kutsallığına ve gizemine inanmaya ve doğal olarak onlara tapmaya geçmek kolay bir adımdı. Örneğin Peru Kızılderilileri köpeği en yüce tanrıları kabul etmiş ve tapınaklarına bir köpek resmi çizmişti. Ayrıca tanrılarını temsil edecek canlı bir köpek seçme alışkanlıkları da vardı. Ona tapıyor, onun için kurban veriyor ve iyice şişmanladığında onu heybetli bir dini törenle yiyorlardı. Bu durum, kutsal hayvanın yenildiği âdetlere bir örnektir. Yılanlara tapma, hayvanlara tapmanın en yaygın biçimlerindendir; bunun bir örneği Zululardır. Onlar için bazı hayvanlar, atalarının ruhlarının bedenleşmiş halleridir ve bu yüzden kutsaldırlar.

Kutsal hayvana atfedilen bir diğer biçim de yalnızca insanların kökeniyle ilgili değil, bir yandan da tüm dünyanın kökeninde rol oynayan olağanüstü bir varlık oluşudur. Bu mitlerin büyük bir kısmında mutlaka su vardı, tabii bir de bu mucizeleri gerçekleştiren olağanüstü hayvan. Bu hayvan, Britanya Kolombiyası Kızılderililerinin dünyanın yaratılışına dair anlattığı hikâyedeki gibi bazen çok alçakgönüllü de olabilirdi.

Misk Faresi Dünyayı Nasıl Yarattı?

Başlangıçta dünyada su ve misk faresinden başka hiçbir şey yoktu. Bu küçük hayvan yiyecek aramak için suyun dibine daldıkça, ağzı sürekli çamurla dolmaya başladı. Her defasında ağzına dolan çamuru tükürünce bu alüvyon birikintisi sonunda dünyayı oluşturacak kadar genişleyen bir ada oluşturdu.

Filipinler bölgesindeki adaların yerlileri, dünyanın yaratılışıyla ilgili bu hikâyeyi anlatır.

Bir Çaylak Kuşu Dünyanın Oluşumuna Nasıl Yardım Etti?

Dünya başlangıçta yalnızca gökyüzünden ve sudan oluşuyordu ve bu ikisi arasında bir çaylak kuşu uçuyordu. Bir gün bu kuş uçmaktan yoruldu fakat dinlenecek bir yer bulamadı, suyu ve gökyüzünü karşı karşıya getirdi. Sonra suyu kendi sınırlarında tutmak ve yükselmesini önlemek için gökyüzü, suya kuşun yerleşebileceği, böylece onları rahat bırakacağı bir dizi ada inşa etti. Ardından suyun üzerinde iki ayaklı bir baston vardı ve bu baston adalardan birinin kıyılarında yüzerken dalgalar onu çaylak kuşunun ayağına getirdi. Çaylak, gagasıyla bu bastonu ikiye yardı ve bir ayağından bir erkek, diğer ayağından da bir kadın çıktı. Bunlar kısa bir süre sonra tanrılarının, Bathala Meycapal’ın izniyle evlendi ve dünyadaki farklı uluslar onlardan türedi.

Bazı hikâyelerde dünyayı yaratanın bir kuş veya başka bir hayvan yerine bir balık olduğunu görürüz, ilginç bir Polinezya mitinde ise dünyanın kendisi de bir balıktır ve bir balık oltasıyla okyanusun dibinden çekip çıkarılmıştır. Bu olağanüstü başarıya imzasını atan kişi Maui kardeşlerin en küçüğüdür ve tüm anlatılanlara göre ailenin çiçeği olarak bilinir. Çocuk mitleri bölümünde ondan tekrar bahsedeceğim.

Maui Yeryüzünü Okyanusun Derinliklerinden Nasıl Çekip Çıkardı?

Maui kardeşlerin en küçüğü, ağabeyleri tarafından her zaman kötü muameleye maruz kalıyordu. Onu evde tek başına, yapacak hiçbir şeyi ve oynayacak kimsesi olmaksızın bırakıp gitmek artık alışkanlık haline gelmişti. Ağabeylerinin yemeklerdeki tavırları ise özellikle şok ediciydi. Her şeyin iyisini kendileri yiyor, onun önüne de kalan kemikleri veya sakatatları atıyorlardı.

Sonunda küçük Maui cesaretini topladı ve kardeşleri balığa çıkarken o da teknede yerini alarak gitmek için ısrarcı davrandı. Kardeşleri ona “Oltanın iğnesi nerede?” diye sordu. Bunun üzerine küçük Maui atasının çene kemiğini cebinden çıkararak, “Bu işimi görür,” diye cevap verdi. Bunu olta yerine denize fırlattı ancak iş geri çekmeye gelince çok ağır olduğunu gördü. Zar zor da olsa oltayı çekmeyi başardı ve denizin dibindeki kara parçasını çıkardığını gördü. Bu kara parçasının, devasa bir balıkla üzerinde evler, insanlar ve hayvanlar bulunan bir adanın olağanüstü şekilde bir araya gelmiş hali olduğu kanıtlandı.

Dünyayı sırtında taşıyan kaplumbağa, Asya’nın inanışına göre bilindik bir mitolojik yoldaştır ve Kuzey Amerika Kızılderililerinin mitolojisinde önemli bir yer tutar; su atıklarının yalnız sakini olan kaplumbağa, dünya için en derinlerine dalmıştır.

Çekirge gibi sıradan bir böcek bile Buşmanlar’ın (San kabilesi) dünyanın yaratılışına dair hikâyesinde yer almaktadır. Bize ne kadar önemsiz görünürse görünsün çekirge, Buşmanlar’a göre Cagn adında, gerçekten her şeye kadir gücü olan büyük bir yaratıktı çünkü yaratma işini alışılagelmiş hammadde olan suyun yokluğunda üstlenmişti. Sadece emirler vererek güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr, dağlar ve hayvanlar gibi her şeyin ortaya çıkmasını ve yaratılmasını sağlardı.

İlkel döneme ait hikâyelerin çoğunda büyü, en muhteşem sonuçlar doğuran araçtı. Bir büyücünün sadece iradesini kullanarak ve çoğu zaman sihirli gücün görünür bir sembolü olmaksızın istediği herhangi bir etkiyi yaratabileceğine inanılırdı. Ancak zaman zaman sihirli değneklere başvurulur, bazen de mucizevi sonuçlar elde etmek amacıyla törenler düzenlenirdi. Öte yandan, insanı hayvana dönüştürmek gibi büyülü eylemler genellikle herhangi bir büyücünün müdahalesi olmadan gerçekleşir.

Bu inancın kökeninde ne olursa olsun, on dokuzuncu yüzyıl bilim insanlarının her zaman nedenden sonuca doğru işleyen sonsuz ve devamlı bir enerji doktrinine inanışı gibi, ilk insanların da buna bir evren teorisi olarak yürekten inandığı kesindir.

“Punchkin” adlı hikâyeyi okuduğunuzda göreceğiniz gibi, ruhun bedenden ayrılıp uzaklarda bir yere yerleştirilebileceği fikri etrafında pek çok hayali hikâye bir araya gelmiştir ve bu inanış vahşi insanın zihninde öyle sağlam bir yer edinmiştir ki muhtemelen yaşamın en erken evrelerinde bile hayvanlara tapması, hayvanın kendinden ziyade içindeki ruha taptığını gösteriyordu ve bu aşamadan sonra kendini pek çok farklı biçimde gösterebilen büyük bir ruha tapmaya başladı. Kuzey Amerika Kızılderililerinin pek çok kabilesinin inandığı şey buydu. Onlara göre Baş Tanrı, tüm küçük tanrıların üzerindeydi ve hikâyelerde kendisine sık sık yer veriliyordu.

Aşağıdaki hikâyelerin ilk üçü, hayvanların doğuşunu ya da özelliklerini açıklamaya çalışan çok geniş kapsamlı erken dönem mitlerinin örnekleridir. Merakı uyanan vahşi insan, gördüklerini anlamaya çalışır ve bilgisinin ötesinde bir gerçeğe ulaşma çabasıyla çoğu zaman güzel ve hatta ayrıntılı mitler üretir. “Kızılgerdanın Doğuşu” adlı hikâyede, Kızılderililere ait bir gelenekten, genç adamın tuttuğu oruçtan bahsedilir. Şimdinin mezuniyet törenleri ve mezuniyet konuşmalarıyla üniversiteye başlama ritüelleri yerine, Kızılderililerde delikanlılar veya genç kızlar ebeveynlerinin çadırlarından uzakta, tek başlarına oruç tutmaya mecbur bırakılarak açlık ve yalnızlık acısı çekerken Baş Tanrı’nın veya koruyucu bir ruhun ona geleceği göstereceğine inanılırdı.

Kızılgerdanın Doğuşu (Ojibwa’dan)

Yaşlı bir adamın, Opeechee adında tek bir oğlu vardı ve bu çocuk, yaşamı boyunca koruyucu bir deha veya ruh tarafından güvence altına alınmasını sağlayacak uzun ve son orucunu tutmak için uygun olduğu düşünülen yaşa gelmişti. Babası, halkı arasında en bilge ve en yüce kabul edilen şeylerde oğlunun herkesi geçmesi için hırs yapıyordu. Bu arzusunu gerçekleştirmek için genç Opeechee’nin bilgelik gücüyle tanınan ve ünlerine imrendiği kişilerden çok daha uzun bir süre oruç tutması gerektiğini düşündü.

Bu nedenle oğluna büyük bir törenle hazırlanmasını emretti. Opeechee, iyi huyunu açığa çıkaracak ve onu arındıracak olan terleme kabinine ve banyoya birkaç kez girdikten sonra babası ona kendisi için özel hazırlanmış küçük bir kulübedeki temiz bir hasırın üzerine uzanmasını söyledi. Aynı zamanda ona gerçek bir erkek gibi davranıp oruca dayanmasını buyurdu. On iki gün sonunda yiyeceklere kavuşacağına ve babasının kutsamasını alacağına dair söz verdi.

Delikanlı, babasının emirlerine dikkatlice uydu ve yüzü kapalı bir şekilde yatarak hayatının geri kalanında her gün sahip olacağı iyi ya da kötü talihini belirleyecek ruhun gelmesini sakince bekledi.

Her sabah babası küçük kulübenin kapısına geliyor, onu sebat etmesi için yüreklendiriyor, kendisine verilen bu imtihanın süresini başarıyla tamamlaması halinde verilecek büyük onur ve şöhretten uzun uzun bahsediyordu. Son derece göz kamaştırıcı görünen bu vaatlere ve şan şöhret söylemlerine delikanlı hiç cevap vermedi ama dokuzuncu güne dek hiçbir hoşnutsuzluk belirtisi göstermeden yattı ve sonunda babasına şöyle seslendi:

“Babacığım, rüyalarım bana bir uğursuzluğu işaret ediyor. Orucumu şimdi bozup daha uygun bir vakitte yeni bir oruca başlayabilir miyim?”

Babası yanıtladı:

“Oğul, sen benden ne istediğinin farkında değilsin. Eğer şimdi kalkarsan, bütün şanın yok olur. Biraz daha sabret, üç günün kaldı. Sonrasında vaden dolmuş olacak. Bunun iyiliğin için olduğunu biliyorsun, seni sebat etmeye davet ediyorum. Yaşlı baban seni kabile reisleri arasında bir yıldız ve bu mücadelenin en sevgilisi olarak görmeyi hak edecek kadar yaşamadı mı?”

Delikanlı razı geldi ve onu şikâyet etmeye teşvik eden ışığı engellemek için üzerini daha da sıkı kapatarak on birinci güne dek yatmaya devam etti ve isteğini tekrarladı.

Babası, Opeechee’ye geçen gün söylediklerinin aynısını söyledi ve ilk yemeği kendisi hazırlayacağına ve şafak sökerken ona getireceğine söz verdi.

Oğlu sızlanmaya başlayınca baba ekledi:

“Güneşi batarken babanın yüzünü kara mı çıkaracaksın?”

“Yüzünü kara çıkarmayacağım babacığım,” dedi Opeechee. O kadar hareketsiz yatıyordu ki yaşadığı ancak göğsündeki hafif kabartıdan anlaşılabiliyordu.

Ertesi gün, sabahın ilk ışıklarıyla beraber baba amacına ulaşmış olmanın sevinciyle oğluna yemek hazırladı ve yemeği önüne koymak için aceleyle yola koyuldu. Küçük kulübenin kapısına geldiğinde oğlunun kendi kendine konuştuğunu duyunca şaşırdı.

Dinlemek için eğildi ve kapıdaki küçük aralıktan baktığında, oğlunun tüm göğsünü kızıl renge boyadığını ve elleriyle ulaşabildiği kadarıyla omuzlarının arkasını da boyayarak işini bitirmek üzere olduğunu görünce, kendi kendine, “Babam erkeklik talihimi yok etti, isteklerime kulak asmadı. Beni gücümün yettiğinin fazlasına zorladı. Kaybeden o olacak, yeni halimle sonsuza dek mutlu olacağım çünkü ebeveynime itaat ettim. Acıyı bir tek o çekecek çünkü koruyucu ruhum epey adil. Bana istediğim şekilde yardımcı olmasa da başka şekilde merhamet etti, bana başka bir biçim verdi. Şimdi gitmeliyim,” dediğini duydu ve şaşırdı.

Tam bu esnada yaşlı adam sözünü keserek haykırdı:

“Oğlum! Beni bırakma!”

Ancak delikanlı bir kuşun çevikliğiyle kulübenin tepesine uçtu ve en yüksek direğin tepesine tünedi, güzel bir kızılgerdan kuşuna dönüşmüştü. Babasına acıyarak baktı ve şöyle söyledi:

“Bu değişim için üzülme babacığım. Şimdiki halimle bir erkekken olabileceğimden çok daha mutlu olacağım. Her zaman insanların dostu olacak, evlerinin yakınında duracağım. Daima hoşnut olacağım, bir savaşçı olarak isteklerini yerine getirememiş olsam da bir barış ve neşe elçisi olarak bunu telafi etmeyi en büyük gaye edineceğim. Şarkılarımla seni neşelendirecek, şu anki durumumda hissettiğim neşeyi ve yüreğimdeki şuhluğu başkalarına da aşılamaya çalışacağım. Bu, beklediğin şan ve şerefi kaybetmenin telafisi olacaktır. Artık insan olmanın verdiği kaygılardan ve acılardan özgürleştim. Karnımı dağlar ve tarlalar doyuruyor, yaşamımın yolu ise artık aydınlık gökyüzü!”

Ve Opeechee, kendine bahşedilen kanatlardan son derece memnun bir halde ayak parmaklarının üzerinde gerinerek diline en tatlı şarkılarından birini tutturarak komşu ormana doğru uçtu.

Yabantavşanı’nın Doğuşu (Aino’dan)

Birdenbire, bir dağın tepesinde büyük bir ev belirdi, içinde güzel giyimli ama sürekli kavga eden altı kişi yaşıyordu ve nereden geldikleri bilinmiyordu. Bunun üzerine Okikurumi geldi ve “Ah sizi kötü yabantavşanları! Kötü ruhlu hayvanlar! Nereden geldiğinizi bilmediğimizi mi sanıyorsunuz? Gökyüzünün çocukları birbirlerine kartopu yağdırıyordu, sonra bunlar biz insanların dünyasına düştü. Gökten ne gelirse gelsin onu ziyan etmek çok yazık olacağından, kartopları tavşanlara dönüştü; o tavşanlar da sizsiniz. Ne diye bu kadar gürültü yapıyorsunuz?” dedi.

Bu sözlerinin ardından Okikurumi bir meşale kaptı ve altı yabantavşanına da sırayla meşaleyle vurdu. Bunun üzerine tüm tavşanlar kaçtı. İşte yabantavşanının doğuşu bu hikâyeye dayanır; tavşanın tüyleri kartopundan geldiği için beyazdır, meşaleden yanan kulakları ise siyahtır.

Köstebek Nasıl Kör Oldu? (Kuzey Amerika Kızılderilileri)

Günlerden bir gün bir Kızılderili bir sincabı kovalıyordu, sincap da kaçmak için ağacın tepesinden gökyüzüne doğru koşmaya başladı. Kızılderili, ağacın tepesine bir tuzak kurup aşağı indi ancak ertesi gün güneşin tuzağa yakalandığını, bu yüzden de gecenin devam ettiğini gördü. Ne kadar büyük bir zarara sebep olduğunu hemen anladı ve iyi niyetli olduğundan bu kötülüğü düzeltmek için elinden geleni yapmak istedi. Bu yüzden, ilmiği kesip güneşi serbest bırakmalarını umut ederek ağaca bir sürü hayvan gönderdi ancak güneşin yoğun sıcaklığı hepsini yakıp küle çevirdi. Sonunda aheste köstebek görevi başardı; güneşin olduğu yere ulaşana dek gökyüzünde bir tünel kazdı, ipleri kesti ve tutsağı serbest bıraktı ancak güneşin parlaklığı gözlerini bozdu. İşte köstebeğin kör olmasının sebebi budur. Yanmanın etkisini köstebeğin burnunda ve dişlerinde hâlâ görmek mümkündür çünkü rengi kahverengidir. Bununla birlikte o zamandan sonra güneşin ilerleyişi daha ölçülü ve yavaş bir hal almıştır.

Oğlan Çocuğu ve Kurtlar: Tutulmayan Söz (Kuzey Amerika Kızılderilileri)

Bir avcı ıssız bir ormanın derinliklerinde kendine kulübe inşa etti çünkü kabilesindeki insanlarla arkadaşlık etmekten bıkmıştı. Onların düzenbazlığı ve zalimliği, yüreğini onlara karşı soğutmuştu. Ailesi, karısı ve üç çocuğuyla kendilerine ormanda yaşayacak bir yer buldu. Evinin sessizliğinin veya büyük oğluyla girdikleri kovalamacalar gibi daha cazip zevklerin tadına huzur içinde varırken yıllar geçti. Sonunda bu huzurlu hayatları sekteye uğradı, ıssız kulübelerine hastalık girdi ve avcı bir daha kalkmamak üzere yatağa mahkûm oldu. Ölümü yaklaşırken ailesine seslendi:

“Sen,” dedi karısına dönerek, “hayat arkadaşım, Kutsanmışlar Adaları’nda bana katılacak, yanıma geleceksin. Ardımdan uzun süre acı çekmeyeceksin. Ama ya çocuklarım!” Ardından çocuklarına dönerek onlara sevgiyle baktı: “Hayatın daha çok başındasınız. Dikkatli olun, kabalıklar, nankörlükler ve her türlü kötülük sizi bekliyor. Az önce söylediğim şeyler yüzünden kabilemi ve akrabalarımı bırakıp bu ıssız yere geldim. Annenizin ve sizin yoldaşlığınızla yetindim çünkü sizi kötü örneklerden uzak tutmak istedim. Eğer sizler birbirinize değer vereceğinize, en küçük kardeşinizi yüzüstü bırakmayacağınıza söz verirseniz huzur içinde öleceğim.”

Konuşmaktan yorgun düşen avcı, birkaç dakikalığına gözlerini yumduktan sonra büyük bir çaba sarf edip gücünü toplayarak en büyük çocuklarının elini tuttu ve şöyle dedi: “Kızım, küçük kardeşinin elini sakın bırakma. Oğlum, küçük kardeşinin elini sakın bırakma.”

İkisi de babalarına, “Asla! Asla!” diyerek yanıt verdi ve avcı, yatağının üzerine uzanıp çok geçmeden son nefesini verdi.

Karısı da avcının öngördüğü gibi sekiz ay kadar kısa bir sürede onun peşinden gitti ancak son günlerinde çocuklarına babalarına verdikleri sözü hatırlattı. Annelerinin ölümünden sonraki kış boyunca iki büyük çocuk, henüz çok küçük, narin ve hasta olan kardeşlerine son derece hassas ve düşünceli davrandılar ancak kış bitince genç adam huzursuzlanmaya, babasına verdiği sözden vazgeçmeye ve babasının kabilesini aramaya karar verdi.

Bu kararından kız kardeşine bahsedince, kardeşi şöyle dedi: “Kardeşim, senin bu isteğine şaşırmıyorum çünkü akrabalarımızla bir araya gelmemiz yasaklanmadı ama bize birbirimize sahip çıkmamız ve küçük kardeşimizi korumamız gerektiği söylendi. Eğer içimizden gelenin peşine düşersek onu ihmal edebiliriz.”

Genç adam buna cevap vermedi ama yayını ve mızraklarını alıp kulübeden çıktı ve bir daha geri dönmedi. Onun gidişinin ardından birkaç ay geçti ve bu süre boyunca kız küçük kardeşine şefkatle baktı ancak sonunda yalnızlık onun için de dayanılmaz hale geldi ve kardeşinin bakımından kaçmayı ve onu çaresizliğiyle tek başına bırakmayı düşünmeye başladı. Kulübeye fazlasıyla yiyecek depoladı ve kardeşine, “Kulübeden ayrılma, ben ağabeyimizi aramaya gidiyorum ve yakında döneceğim,” dedi.

Sonra da ağabeyini bulmayı umut ettiği kabilesinin köyünü aramaya koyuldu. Köye vardığında toplumdaki yeniliği ve yaşıtlarını görmekten o kadar keyif aldı ki küçük kardeşini tamamen unuttu. Ağabeyi mutlu bir evlilik yapmıştı, kendisi de bir evlilik teklifi alınca ormandaki ıssız kulübeye dönme fikrinden vazgeçti ve kocası olacak genç adamla köyde bir yuva kurmayı kabul etti.

Ormanda kalan küçük kardeş, ablasının depoladığı tüm yiyecekleri bitirince ormana gidip böğürtlen topladı ve topraktan birkaç kök çıkardı. Hava ılık olduğu sürece bunlar açlığını bastırıyordu ancak kış gelirken yiyecek bulamadığı için çok sıkıntılı bir halde ormanda dolaşmaya başladı. Gecelerini sık sık ağaç kovuklarında geçiriyor kurtlardan artakalan etleri büyük bir keyifle yiyordu. Kurtlardan öylesine korkmaz olmuştu ki onlar avlarını yerken yanlarında oturuyordu; hayvanlar da ona o kadar alışmıştı ki onun varlığından memnun görünüyor ve her zaman yemeklerinin bir kısmını ona bırakıyorlardı. Böylece küçük kardeş, ormanın vahşi hayvanları sayesinde aç kalmaktan kurtuldu ve kışı geçirdi. Kış geçip de Büyük Göl’ün buzları eriyince, o da kurtların peşine takıldı ve açık kıyılara kadar ilerledi. Bir gün ağabeyi gölde kanosuyla balık tutarken bir çocuğun ağlama sesini duyup kıyıya koştu ve az ötede kardeşini ağlamaklı bir şekilde şunları söylerken buldu:

 
Nesia, Nesia, shug wuh, gushuh!
Ne mien gun-iew! Ne mien gun-iew!
 
 
Kardeşim, kardeşim!
Kurda dönüşüyorum!
Kurda dönüşüyorum!
 

Sözlerini bitirince bir kurt gibi uludu; yanına yaklaşan ağabeyi, küçük adamın gerçekten de yarı kurda dönüştüğünü görünce irkildi ve aceleyle ileri doğru koşarak “Kardeşim, kardeşim, yanıma gel!” diye bağırdı. Ancak kardeşi, bir yandan şarkısına devam etti, bir yandan da ondan kaçtı: “Bir kurda dönüşüyorum! Ne mien gun-iew! Ne mien gun-iew!” Ağabeyi pişmanlık ve acı içinde bağırmaya devam etti: “Kardeşim, küçük kardeşim, yanıma gel!” Ama o ne kadar istekle bağırsa, kardeşi ondan o kadar hızlı uzaklaşıyor, giderek kurda benziyordu. Sonra uzun bir ulumayla tüm vücudu değişti, ormanın derinliklerinde kayboldu.

Ağabey büyük bir üzüntüyle köyüne döndü ve kız kardeşiyle hayatlarının sonuna dek kardeşinin korkunç kaderine ağıtlar yaktılar.