Kitabı oku: «Bir Adım Geriden»
Her yerde düzenli sistemlerden çok düzensizlik vardır.
TERMODİNAMİĞİN İKİNCİ YASASI’NDAN
Rigoletto Uvertürü
GIUSEPPE VERDI
GİRİŞ
Yağmur durduğunda saat öğleden sonra beşi geçmişti. Büyük ve iri ağaç gövdesinin yanına çömelmiş olan adam dikkatle yağmurluğunu çıkardı. Yağmur yarım saatten fazla sürmemiş ve sağanak hâlinde yağmamış olmasına karşın adamın üstü başı ıslanmıştı. Birden öfkelendi. Üşütüp hasta olmak istemiyordu. Özellikle de şimdi, yazın ortasında hastalanmaya hiç niyeti yoktu.
Yağmurluğunu yere serip ayağa kalktı. Ayakları uyuşmuştu. Yavaşça ayaklarını öne arkaya sallayarak kan dolaşımının normale dönmesine çalıştı, bir yandan da çevrede bir hareket olup olmadığına bakıyordu. Beklediği kişilerin akşam sekizden önce gelmeyeceklerini biliyordu. Plan bu doğrultuda yapılmıştı. Yine de patikada yürüyüşe çıkmış biri olabilirdi. Onun denetiminin dışında olabilecek ve asla emin olamayacağı tek şey buydu. Buna karşın kaygılı değildi. Yaz Dönümü Bayramı’ydı. Ormanlık alanda kimse çadır kurmadığı gibi piknik yapan da yoktu. Zaten burayı özenle seçmişlerdi. Yalnız kalmak istiyorlardı.
Bu yerde buluşmaya iki hafta önce karar vermişlerdi. Onları birkaç ay boyunca yakın takibe almıştı. Hatta aldıkları kararı öğrendikten sonra gelip buluşacakları yere bile bakmıştı. Ormanlık alanda dolaşırken görünmemek için elinden geleni yapmıştı. Bir keresinde ara yollardan birinde ağır adımlarla yürüyen yaşlı bir çift görmüş, onlar geçip gidinceye kadar da bir ağacın arkasına saklanıp beklemişti.
Daha sonra Yaz Dönümü kutlamaları için saptadıkları yeri bulduğunda bu yerin ne denli ideal olduğunu hemen anlamıştı. Etraf çalılarla örtülü çukurlarla doluydu. Tepedeyse birkaç ağaç vardı. Burası tam onlara göreydi. Ayrıca tam ona göreydi de. Bundan daha iyi bir yer olamazdı.
Yağmur bulutları dağılıyordu. Güneş yüzünü göstermiş, hava birden ısınıvermişti. Serin bir haziran ayı geçiriyorlardı. Oysa Skåne’dekiler yazın erken gelmesinden şikâyetçiydi ve o da onlar gibi düşünüyordu. Her zaman herkesle hemfikir olmayı yeğlerdi. Yaşamın insanın karşısına çıkardığı engellerden kendini koruması için karşısındakilerle aynı fikirde olmasından başka çaresinin olmadığına inanırdı.
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Artık yağmur yağmayacaktı. Bahar ve yazın ilk günleri oldukça serin geçmişti ama şimdi, akşam olurken, bu Yaz Dönümü Bayramı’nda güneş sonunda yüzünü göstermişti. Harika bir akşam olacak, diye geçirdi içinden. Hem de hiç unutulmayacak bir akşam.
Hava nemli çim ve toprak kokuyordu. Bir yerlerden kanat çırpma sesi duydu. Sol yandaki tepeden deniz görülüyordu. Ayaklarını iki yana açmış duruyordu. Ağzında artık çiğneye çiğneye kayış gibi olmuş tütünü yere tükürdü. Sonra ayağıyla tütün parçacıklarını toprağa karıştırdı. Arkasında asla iz bırakmazdı. Son günlerde tütünü bırakmayı çok düşünmüştü. Tütün asla ona uymayan kötü bir alışkanlıktı.
Hammar’da buluşmaya karar vermişlerdi. İkisi Simrishamn, diğerleri Ystad’dan geldiğinden buluşmak için en uygun yer Hammar’dı. Ormanlık alana arabalarıyla gidecekler, arabalarını uygun bir yere park ettikten sonra daha önceden saptadıkları yere yürüyeceklerdi. Bu kararı alabilmeleri öyle kolay olmamıştı. Birçok seçeneği tartışmışlar, birçok öneri ortaya atılmıştı ama içlerinden biri bu yeri önerdiğinde diğerleri daha fazla tartışmadan, belki de zamanlarının azaldığını fark ettiklerinden hemen kabul etmişlerdi. İçlerinden biri yiyeceklerle ilgilenmeyi üstlenirken diğeri Kopenhag’a gidip kostümlerle perukları kiralamıştı. Hiçbir şeyi şansa bırakmamışlardı. Hava koşullarının kötü olabileceğini bile hesaba katmışlardı. Yaz Dönümü günü öğlen saat ikide içlerinden biri kırmızı sırt çantasına büyük, boyalı bir muşamba koymuştu. Adam ayrıca bir rulo bantla eski günlerden kalma alüminyum tente kancalarıyla çivileri de çantasına yerleştirmişti. Yağmur yağacak olursa çadırları da hazırdı.
Her şey hazırdı. Hesaplamadıkları yalnızca tek bir şey vardı. İçlerinden biri aniden hastalanmıştı. Belki de Yaz Dönümü Bayramı’nı hepsinden daha fazla heyecanla bekleyen genç bir kadındı hastalanan. Diğerleriyle bir yıl önce tanışmıştı. O sabah uyandığında midesi bulanıyordu. Önce bunun aşırı heyecandan kaynaklandığını sanmıştı ama saatler geçmiş, öğlen olmuştu ve midesi hâlâ bulanıyordu. Bir süre sonra kusmaya başlamıştı. Ateşi de çıkmıştı. Hâlâ iyileşeceğini umuyordu ama kendisini almaya geldiklerinde bacakları titreyerek kapıyı güçlükle açmış ve hastalandığını, onlarla gelemeyeceğini söylemişti.
Bu yüzden Yaz Dönümü günü akşam yedi buçuğu biraz geçe Hammar’da yalnızca üç kişiydiler. Yine de arkadaşlarının hastalanmasının kendilerini olumsuz etkilemesine izin vermemişlerdi. Deneyimliydiler, bu tür şeylerin olabileceğini bilirlerdi. Ani hastalıklar karşısında yapacakları bir şey yoktu.
Arabayı ormanlık alanın dışına park ettiler, bagajdan sepetlerini alıp patikalardan birinde gözden kayboldular. İçlerinden biri uzaklardan bir yerden gelen bir akordeon sesi duyduğunu söyledi ama onun dışında çevrede yalnızca kuş sesleriyle uzaklardan gelen denizin sesi duyuluyordu.
Önceden saptadıkları yere geldiklerinde bir kez daha bunun çok akıllıca bir seçim olduğunda görüş birliğine vardılar. Burada onları kimse rahatsız etmeyecek ve şafağa dek bekleyebileceklerdi.
Gökyüzünde artık tek bir bulut bile kalmamıştı. Yaz dönümü gecesi hava açık ve güzel olacaktı. Yaz Dönümü Bayramı’na ilişkin planlarını şubat başında havaların geç kararmasına ilişkin hesaplarını dile getirdiklerinde yapmışlardı. O akşam şişelerce şarap içmişler, alaca karanlık sözcüğünün tam anlamına ilişkin yoğun bir tartışmaya dalmışlardı. Hangi noktada aydınlık karanlıkla tam olarak birleşiyordu? Kim alaca karanlığı tam olarak anlatabilirdi? Yerde uzamış gölgeler arasında alaca karanlık bastığında ışık ortalığı ne kadar aydınlatıyordu? Görüş birliğine varamamışlardı. Alaca karanlık sorunu çözülmeden kalmıştı. Ancak onlar yine de o akşam kutlamalarına ilişkin planlar yapmışlardı.
Çukurlu alana geldiklerinde sepetlerini yere koydular, sonra ağaçların arkasına gittiler ve yanlarında getirdikleri cep aynalarının yardımıyla kostümlerini giyip peruklarını taktılar.
Kendilerini uzaktan izleyen adamı hiçbiri fark etmemişti. Perukları takmak işin en kolay yanıydı. Korseleri, jiponları giymek daha zor olmuştu. Makyajlarını yapmaları da pek kolay olmamıştı. En küçük ayrıntının bile kusursuz olmasını istiyorlardı. Bir oyun oynuyorlardı ama bu oyunu alabildiğine dürüstçe oynamak istiyorlardı.
Saat sekizde ağaçların arkasından çıkarak birbirlerine baktılar. Soluk kesici bir andı. Bir kez daha çağlar öncesine dönmüşlerdi. 18. yüzyılın keyfine düşkün, içki âlemlerinin vazgeçilmez şairi Bellmann’ın çağına dönmüş gibiydiler.
Birbirlerine yaklaştılar, bir kahkaha patlattılar ama hemen sonra eski ciddiyetlerine döndüler. Büyük sofra örtüsünü yere serdiler, piknik sepetlerini boşalttılar ve kasetçalarda Bellmann’ın ünlü eseri Fredman’ın Nameleri’nden bestelenen şarkıları içeren kaseti çalmaya başladılar.
Kış geldiğinde, bu akşamı özlemle düşüneceğiz, dediler. Artık başka bir sırları daha vardı.
Gece yarısına kadar hâlâ kararını verememişti. Daha çok zamanı olduğunun farkındaydı. Şafak sökünceye dek orada kalacaklardı. Belki sabahı da orada uyuyarak geçirirlerdi. Planlarını en küçük ayrıntısına dek biliyordu. Bu da ona sınırsız bir güç hissi veriyordu. Yalnızca kendisi üstün çıkacak ve kaçacaktı.
Saat on biri biraz geçe, artık kafayı bulduklarını görünce, büyük bir özenle yerini değiştirdi. Harekete geçiş noktasını oraya ilk geldiğinde seçmişti. Tepede sık ağaçlıklı alanda gizlenmişti. Bulunduğu yerden açık mavi sofra örtüsünün üstünde ne olup bittiğini kabak gibi görebiliyordu. Onlara görünmeden yanlarına yaklaşabilecekti. Ara sıra doğal gereksinimlerini karşılamak için sofradan kalkıyorlardı. Yaptıkları her şeyi en ince ayrıntısına dek görebiliyordu.
Saat gece yarısını geçmişti. Hâlâ bekliyordu. Ara sıra kararsızlık yaşadığından bekliyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Aslında dört kişi olmaları gerekiyordu. İçlerinden biri gelmemişti. Bunun nedenlerini bulmaya çalıştı. Hiçbir neden yoktu. Anlaşılan beklenmeyen bir şey olmuştu. Kız acaba fikrini mi değiştirmişti? Yoksa hastalanmış mıydı?
Aşağıdan gelen müzik ve kahkaha seslerine kulak verdi. Zaman zaman kendini de o sofra örtüsünün başında elinde şarap kadehiyle hayal ediyordu. Daha sonra o peruklardan birini deneyecekti. Bunu çok istiyordu. Belki kostümlerden birini de denerdi. Yapacak o kadar çok şey vardı ki. Yapacaklarının sınırı yoktu. Görünmez olsa bile bundan daha fazlası olamazdı.
Beklemeyi sürdürdü. Kahkahalar bir yükseliyor bir alçalıyordu. Başının üstünden bir kuşun uçtuğunu hissetti.
Saat gece üçü on geçiyordu. Daha fazla bekleyemeyecekti. Her şey ona bağlıydı. En son ne zaman saat taktığını hatırlamıyordu. İçinde bir yerde saatler ve dakikalar sürekli ilerliyordu.
Aşağıda sofra örtüsünün üstünde her şey son derece sessiz ve sakindi. Birbirlerine sarılarak yatmışlar, müzik dinliyorlardı. Uyuyup uyumadıklarını bilmiyordu ama iyice kendilerinden geçmişlerdi ve hemen arkalarında durduğunun farkında bile değillerdi.
Yağmurluğunun üstündeki susturuculu tabancayı aldı. Hızla çevresine baktı, sonra grubun hemen arkasındaki ağaca doğru gitti, birkaç saniye kıpırdamadı. Son bir kez daha çevresine bakındı. Kimse yoktu. Yalnızdılar.
Bir adım attı ve üçünü de kafalarından vurdu. Beyaz peruklar kan içinde kalmıştı. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki kendi bile tam olarak ne yaptığını anlayamamıştı ama artık şimdi üçü de birbirine sarılmış hâlde ayaklarının dibinde cansız yatıyordu.
Kasetçaları kapattı, çevreyi dinledi. Kuş seslerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bir kez daha çevresine baktı. Elbette kendisinden başka kimse yoktu. Tabancasını peçetelerden biriyle sildi. Asla iz bırakmazdı.
Peçeteyi yere koydu ve az önce kahkahalar atan ölülere baktı. Şiir de işe yaramadı, diye geçirdi içinden. Tek farkımız şimdi dört kişiyiz, dedi kendi kendine. Her şey planladığı gibi olmuştu.
Kendine bir kadeh kırmızı şarap doldurdu. Aslında içkiyle arası pek yoktu ama dayanamamıştı. Sonra da peruklardan birini denedi. Sofradaki yiyeceklerin tadına baktı. Aç değildi.
Saat üç buçuk olduğunda yerinden doğruldu. Hâlâ yapacak birçok şey vardı. Orman erken kalkanların vazgeçemediği yürüyüş yeriydi. Yürüyüş yapanlardan birinin yolunu kaybedip buraya gelme olasılığını göz ardı edemezdi. Hiç kimse geceden kalan tek bir iz bile bulmamalıydı. En azından şimdilik.
Oradan ayrılmadan önce çantaları ve giysileri inceledi. Aradığını buldu. Üçünün de pasaportu çantalarındaydı. Pasaportları yağmurluğunun cebine yerleştirdi. Daha sonra bunları yakacaktı.
Son bir kez daha çevresine bakındı. Cebinden küçük bir fotoğraf makinesi çıkarıp fotoğraf çekti.
Yalnızca bir tane çekti. Her tarafa dağılmış kan dışında 18. yüzyıldan kalma bir piknik resmine benziyordu.
Yaz Dönümü Bayramı’nın sabahıydı. 22 Haziran Cumartesi. Hava çok güzel olacaktı. Sonunda Skåne’ye de yaz gelmişti.
BİRİNCİ KISIM
1
7 Ağustos 1996 Çarşamba günü Kurt Wallander az kalsın Ystad’ın doğusunda bir trafik kazasına kurban gidiyordu. Sabahın erken saatinde, altıyı biraz geçe kaza olmuştu. Österlen’den çıkmış Nybrostrand’a doğru gidiyordu. Birden Peugeot’sunun önünde beliren bir kamyon gördü. Wallander direksiyonu sağa kırarken kamyon da var gücüyle korna çalmıştı.
Wallander daha sonra arabasını yol kenarına çekti. Ancak o zaman neler olabileceğini algıladığında dehşete düştü. Midesi bulanıyor ve başı dönüyordu, bayılacağını sandı. Hâlâ direksiyonu sıkıca tutuyordu. Sakinleşmeye başladığında az önce başına gelenleri daha iyi algılamaya başlamıştı. Direksiyon başında uyuyakalmıştı. Bu yüzden de karşı şeride geçivermişti. Bir saniye daha uyumuş olsaydı şimdi ölmüş olacaktı. Kamyon onu paramparça edecekti.
Bu gerçeği algılamasıyla birden kendini bomboş gibi hissetti. O sırada aklına birkaç yıl önce Tingsryd’ın dışında arabayı iri boynuzlu bir geyiğe çarpmaktan son anda nasıl kurtardığı gelmişti. O sırada hava kararmıştı ve yoğun bir sis vardı. Oysa bu kez direksiyon başında uyuyakalmıştı.
Yorgunluk. Bunu anlayamamıştı. Bu yorgunluk haziran başında tatile çıkmadan kısa süre önce herhangi bir uyarı yapmadan kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu yıl tatile her zamankinden daha erken bir tarihte çıkmıştı ama neredeyse tüm tatil boyunca yağmur yağmıştı. İşbaşı yaptıktan kısa süre sonra, Yaz Dönümü’nden hemen sonra, Skåne’de havalar ısınmaya ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Yorgunluğunu bir türlü üstünden atamıyordu. Oturur oturmaz hemen uyuklamaya başlıyordu. Kesintisiz ve yaklaşık on saatlik bir uykudan sonra bile yataktan kalkmakta zorlanıyordu. Araba kullanırken çoğu kez arabayı kenara çekip biraz kestirmek zorunda kalıyordu.
Birlikte Gotland’da dolaşırken kızı Linda da onun bu yorgun hâlini fark edince nedenini sormuştu. Tatillerinin son günlerinden birinde Burgsvik’te kaldıkları otelde Wallander yine son derece yorgun ve bitkin hissetmişti. Sabah erkenden Gotland’a gitmek için yola koyulmuşlar, Gotland’da saatlerce dolaşmışlar ve otele dönmeden önce de bir pizzacıda yemek yemişlerdi. Çok güzel bir gün geçirmişlerdi.
Linda, babasına bu yorgunluğunun nedenini sormuştu. Wallander kızını loş ışıkta bir süre izledikten sonra bu soruyu çok uzun zamandan beri sormaya hazırlandığını sezmişti, yine de omuz silkip üstünde durmamayı yeğledi. Sağlığında herhangi bir terslik yoktu. Her şey yolundaydı. İnsan tatilde elbette bütün gün yatakta yatacak değildi, dolaşmaktan biraz yorulmuş olabilirdi. Linda başka soru sormadı ama Wallander kızının kendisine inanmadığını anlamıştı.
Şimdi bu yorgunluğunu artık daha fazla göz ardı edemeyeceğini fark etti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bir hastalığın habercisi olabilecek diğer belirtilerin söz konusu olup olmadığını düşündü. Bazen geceleri bacağına giren kramp yüzünden uykudan uyanması dışında sağlığını tehdit eden herhangi bir şey yoktu. Ölüme ne denli yaklaştığının farkındaydı. Artık bu sinyalleri ciddiye alıp hiç zaman yitirmeden doktora gitmeliydi.
Arabayı çalıştırıp camları açtı. Ağustos olmasına karşın hava hâlâ çok sıcaktı. Wallander babasının Löderup’taki evine gidiyordu. Bu yoldan defalarca geçmesine rağmen hâlâ babasının evine gittiğinde onu yağlı boya kokulu stüdyosunda oturup resim yaparken bulacağını düşünüyordu. Keşke babası yine her zamanki gibi ön planda bir horoz olan ya da olmayan bir manzara ve ağaçların arasından bulutlara asılı gibi duran güneşin resmini yapıyor olsaydı.
Gertrud babasının stüdyoda bilincini yitirip yere düştüğünü Ys-tad emniyetine telefon edip haber verdiğinden bu yana iki yıl geçmişti. Wallander hâlâ nasıl telaşla arabasına atlayıp babasının Löderup’taki evine gittiğini çok net hatırlıyordu. Babasının öldüğüne bir süre inanamamıştı. Fakat bahçede Gertrud’u gördüğünde artık acı gerçeği kabul etmesi gerektiğini fark etmişti. Kendisini neyin beklediğini o anda anlamıştı.
İki yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Hâlâ babasının evinde oturan Gertrud’u elinden geldiğince görmeye gitmişti ama yeterince değil. Babası öldükten ancak bir yıl sonra stüdyoyu boşaltmaya başlamışlardı. Toplam 32 adet bitmiş resim vardı stüdyoda. 1995 yılının Aralık ayında bir akşam mutfak masasının başında Gertrud’la birlikte babasının son resimlerini kimlerin alacağını saptamak için bir liste hazırlamışlardı. Wallander biri horozlu, diğeri horozsuz iki resmi kendine saklamış, bir tane Linda’ya vermiş, bir tane de eski eşi Mona’ya vermek üzere ayırmıştı. Kız kardeşi Kristina nedense babasının resimlerinden hiçbirini istememişti. Wallander buna doğrusu çok şaşırmıştı. Gertrud’da zaten birçok tablo olduğundan geri kalan 28 adet tabloyu dağıtmaya karar verdiler. Wallander kısa bir duraksamadan sonra ara sıra görüştüğü Kristianstad’daki bir polis arkadaşına da tablolardan birini yollamaya karar verdi. Gertrud’un akrabalarının da her birine birer tablo olmak üzere 23 tabloyu verdikten sonra ellerinde hâlâ beş tablo kalıyordu.
Wallander bunları ne yapacağını kestirememişti. Tabloları yakmaya kıyamayacağını çok iyi biliyordu. Aslında tablolar teknik açıdan Gertrud’a aitti ama o geri kalan tabloların Wallander’le kız kardeşi Kristina arasında paylaştırılmasında ısrar ediyor, babalarının yaşamına çok geç girdiğini, bu tabloları hak etmediğini ileri sürüyordu.
Wallander, Kåseberga çıkışını geçti. Az sonra orada olacaktı. Kendisini bekleyen görevi düşündü. Mayıs ayında bir akşamüstü Gertrud’la birlikte traktör yolunda uzun bir yürüyüşe çıkmışlardı. Gertrud ona artık babasının evinde yaşamak istemediğini söylemişti. Kendini orada çok yalnız hissediyordu.
“Burada daha fazla kalmak istemiyorum. Nereye baksam babanı görüyorum,” demişti Gertrud.
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı. Onun yerinde olsaydı büyük olasılıkla o da aynı şekilde davranırdı. Tarlaların arasında bir süre yürümüşler ve daha sonra Gertrud evin satışında kendisine yardım etmesini istemişti. Acelesi yoktu, yaz sonuna dek bekleyebilirdi ama sonbahardan önce evden taşınmak istiyordu. Rynge’de oturan kız kardeşinin kocası yeni ölmüştü ve Gertrud da kardeşinin yanında olabilmek için oraya taşınmak istiyordu.
Artık vakit gelmişti. Wallander o gün işinden izin aldı. Sabah saat dokuzda Ystad’dan bir emlakçı gelecek ve birlikte oturup uygun bir fiyat saptayıp evi satışa çıkaracaklardı. Emlakçı gelmeden önce Gertrud’la birlikte babasının bazı kişisel eşyalarını kutulara koyacaklardı. Eşyaları toplama işini bir hafta önce tamamlamışlardı. Wallander’in iş arkadaşlarından Martinson bir römorkla gelmiş ve kutuları Hedeskoga’nın dışındaki çöplüğe birkaç seferde taşımışlardı. Wallander, içinde artan bir sıkıntıyla, insanın yaşamından geri kalanlar ister istemez kaçınılmaz bir şekilde en yakın çöplükte sona eriyor, demişti kendi kendine.
Anıların yanı sıra babasından artık geriye yalnızca birkaç fotoğraf, beş tabloyla birkaç kutunun içine sığmış eski mektuplar ve bazı evraklar kalmıştı. Hepsi bu kadardı. Babasının yaşamı sona ermiş, konu kapanmıştı.
Wallander eve giden yola saptı. Bahçede kendisini bekleyen Gertrud’u gördü. Gertrud’un babasıyla evlendiği günkü elbiseyi giymiş olduğunu fark edince şaşırdı. Birden bir elin boğazını sıktığını sandı. Soluk alamadı. Bu, Gertrud için bir tür tören niteliğindeydi. Evinden ayrılıyordu.
Kahvelerini mutfakta içtiler. Mutfak dolaplarının kapıları aralıktı, aradan boş raflar görünüyordu. Gertrud’un kız kardeşi bugün onu almaya gelecekti. Evin anahtarı Wallander’de kalacaktı. Bir tane de emlakçı için yaptırtmıştı. Birlikte son bir kez daha kutuları gözden geçirdiler. Eski mektupların arasında Wallander çocukluğundan kalma ayakkabıları gördü. Babası bunca yıl oğlunun ayakkabısını mı saklamıştı?
Wallander kutuları arabasına yerleştirdi. Arabanın kapısını kapatırken basamaklarda duran Gertrud’u gördü. Gülümsüyordu.
“Tabloları unutmadın, değil mi?”
Wallander hayır dercesine başını salladı. Babasının stüdyosuna doğru gitti. Stüdyoyu temizlemelerine karşın hâlâ içerisi yağlı boya ve terebentin kokuyordu. Babasının sürekli kullandığı kahve fincanı sobanın yanında duruyordu.
Belki bu, buraya son gelişim, diye geçirdi içinden Wallander, ama ben Gertrud gibi giyinmedim. Üstümdekiler son derece sıradan ve eski. Eğer şansım yaver gitmesiydi belki ben de şimdi babamın yanında olacaktım. Çöplüğe Linda gidecek, benden arta kalan eşyaları atacaktı ve eşyalarımın arasında biri horozlu, diğeri horozsuz tabloları bulacaktı.
Birden ürperdi. Babası sanki hâlâ bu yarı karanlık stüdyoda oturuyor gibi gelmişti. Tablolar duvara dayalıydı. Kucaklayıp arabaya götürdü. Sonra tabloları bagaja koydu, battaniyeyle örttü. Gertrud hâlâ basamakların başında duruyordu.
“Başka bir şey var mı?” diye sordu.
Wallander hayır dercesine başını salladı. “Yok,” diye karşılık verdi. “Hiçbir şey kalmadı.”
Saat tam dokuzda emlakçının arabası yolda göründü, direksiyon başındaki adam arabayı park edip indi. Wallander şaşkınlıkla onu tanıdığını fark etti. Emlakçının adı Robert Åkerblom’du. Birkaç yıl önce karısı acımasızca öldürülmüş, cesedi eski bir kuyuya atılmıştı. Bu, Wallander’in katıldığı en zor ve en dehşet verici cinayet soruşturmalarından biriydi. Kaşlarını çattı. İsveç’in dört bir yanında ofisleri olan en büyük emlak şirketiyle bağlantı kurmuştu. Åkerblom’un şirketinin onlarla bir ilgisi yoktu. Wallander, Robert Åkerblom’un iş yerini karısı Louise Åkerblom’un öldürülmesinden hemen sonra kapattığını duymuştu sanki.
Basamaklara yaklaştı. Robert Åkerblom hiç değişmemişti. Wallander’in ofisinde ilk karşılaştıklarında ağlamıştı. Adamın, karısının ölümüne duyduğu acı ve üzüntü içtendi. Wallander karı kocanın Metodist olduklarını biliyordu.
El sıkıştılar. “Yine karşılaştık,” dedi Robert Åkerblom.
Sesi Wallander’e yabancı gelmemişti. Bir an için Wallander’in kafası karıştı. Acaba o anda ne söylemesi gerekiyordu? Robert Åkerblom ondan önce davrandı.
“Hâlâ ilk günkü gibi yas tutuyorum,” dedi yavaşça. “Ama kızlarım çok daha zor durumda.”
Wallander iki kızı hatırladı. O günlerde ikisi de çok küçüktü. Annelerinin başına neler geldiğini tam olarak anlayamamışlardı bile.
“Zor olmalı,” dedi Wallander. Bir an için son buluşmalarında olduğu gibi Robert Åkerblom’un ağlamaya başlayacağından korktu ama böyle bir şey olmadı.
“İşime dört elle sarılmaya çalıştım,” dedi Åkerblom. “Ama yeterli enerjim yoktu. Rakip firmalardan biri iş teklifinde bulununca da hiç düşünmeden kabul ettim. Asla da pişman değilim. Artık gecelerimi muhasebe defterleri üstünde kafa patlatmakla geçirmiyorum. Kızlarıma daha fazla zaman ayırabiliyorum, bu da çok hoşuma gidiyor.”
Gertrud yanlarına gelince üçü birden eve doğru yürüdüler. Åkerblom bir yandan notlar alırken bir yandan da odaların fotoğraflarını çekiyordu. Tüm iş bittikten sonra mutfakta oturup kahve içtiler. Åkerblom’un önerdiği fiyat Wallander’e önce düşük gelmişti ama daha sonra önerilen rakamın babasının bu evi satın alırken ödediğinin üç katı olduğunu fark edince susmayı yeğledi.
Åkerblom saat on biri biraz geçe yanlarından ayrıldı. Wallander, Gertrud’un kız kardeşinin gelmesini beklemenin iyi olacağını düşünmüştü ama Gertrud onun aklından geçenleri okumuşçasına bunun hiç gereği olmadığını, yalnız kalabileceğini söyledi.
“Hava çok güzel,” dedi Gertrud. “Sonunda yaz geldi ama geldiği gibi de gidecek. Ağustos sonuna yaklaşıyoruz. Bahçede oturur, kız kardeşimi beklerim.”
“İstersen ben de kalırım. Bugün izinliyim.”
Gertrud başını iki yana salladı. “Rynge’ye beni görmeye geleceksin, değil mi?” dedi. “Ancak birkaç hafta sonra. Yerleşeyim öyle gelirsin.”
Wallander arabasına binip Ystad’a doğru sürdü. Doğruca evine gidecek, doktorundan randevu alacaktı. Daha sonra çamaşırhaneye inip çamaşırları makineye atar ve evi temizlerdi. Acelesi olmadığından uzun yola saptı. Araba kullanmayı pek severdi. Gözünün, gönlünün zaman zaman farklı şeyler görmesinde yarar vardı. Valleberga’yı geçtikten hemen sonra telefon çaldı. Arayan Martinson’du. Wallander arabayı yol kenarına çekti.
“Uzun zamandan beri sana ulaşmaya çalışıyorum,” dedi Martinson. “Tabii kimse bana bugün izinli olduğunu söylemedi. Ayrıca telesekreterinin de çalışmadığının farkında mısın?”
Wallander telesekreterinin zaman zaman takıldığının farkındaydı. Martinson’un sesini duyar duymaz önemli bir şeyler olduğunu anlamıştı. Uzun zamandan beri polis olmasına karşın her zaman aynı his söz konusu olurdu. Bedeni geriliverirdi. Soluğunu tuttu.
“Hansson’un ofisinden arıyorum,” dedi Martinson. “Astrid Hillström’ün annesi beni görmeye geldi.”
“Kimin annesi?”
“Astrid Hillström’ün. Kaybolan gençlerden birinin annesi.”
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı.
“Ne istiyormuş?”
“Çok üzgün. Kızı Viyana’dan kart göndermiş.”
Wallander kaşlarını çattı. “Kızından bir haber alması iyi değil mi?”
“Kartı kızının göndermediğini söylüyor. Bizi hiçbir şey yapmamakla suçluyor.”
“Ortada bir suç işlenmemişken ve tüm kanıtlar bu gençlerin kendi istekleriyle evlerinden ayrıldıklarını gösterirken biz ne yapabiliriz ki?”
Martinson yanıt vermeden bir an duraksadı. “Ne olduğunu bilmiyorum,” dedi. “Ama kadının söylediklerinde önemli bir şeyler olduğunu hissediyorum. Belki yani.”
Wallander tüm dikkatini yoğunlaştırdı. Uzun yıllardan beri Martinson’la birlikte çalıştığından onun sezgilerini ciddiye alması gerektiğini bilirdi. Sezgilerinde genellikle haklı çıkardı.
“Oraya gelmemi ister misin?”
“Hayır ama yarın sabah sen, ben ve Svedberg bir araya gelmemiz gerek.”
“Kaçta?”
“Sekiz iyi mi? Svedberg’e ben haber veririm.”
Wallander konuşma bittikten sonra tarlanın arkasındaki yolda ağır ağır ilerleyen traktöre bakıp düşüncelere daldı. Martinson’un az önce söylediklerini düşünüyordu. Kendisi de defalarca Astrid Hillström’ün annesiyle karşılaşmıştı. Olayları bir kez daha gözden geçirdi. Yaz Dönümü Bayramı’ndan birkaç gün sonra birkaç gencin kaybolduğu haber verilmişti. Yağmurlu geçen tatilinden döndükten hemen sonra haber emniyete ulaşmıştı. Birkaç iş arkadaşıyla oturup olayı incelemişlerdi. Aslında ortada bir cinayetin işlendiğine ilişkin herhangi bir ipucu yoktu ve üç gün sonra da Hamburg’dan, tren istasyonunun bulunduğu bir kartpostal gönderilmişti. Wallander kartpostalda yazılanları ezberlemişti. Avrupa turuna çıktık. Ağustos ortalarına kadar da dönmeyeceğiz.
7 Ağustos Çarşamba’ydı. Yakında dönmeleri gerekiyordu. Oysa şimdi Astrid Hillström’ün Viyana’dan yolladığı yeni bir kartpostal gelmişti. İlk kartpostalı üçü birden imzalamıştı. Ebeveynleri çocuklarının imzalarını tanımıştı. Yalnızca Astrid Hillström’ün annesi önceleri biraz çekimser davranmış, sonra da diğerlerinin kendisini ikna etmesine ses çıkarmamıştı.
Wallander dikiz aynasından yola baktı ve arabasını çalıştırıp ana yola çıktı. Belki de Martinson yine her zamanki gibi aşırı şüpheci davranmıştı.
Wallander arabasını Maria Caddesi’nde park ettikten sonra bagajdaki karton kutularla babasının beş tablosunu alıp evine gitti. Sonra telefonun yanına geçip oturdu. Doktoruna telefon etti. Karşısına çıkan telesekreter doktorun 12 Ağustos’tan önce dönmeyeceğini, tatilde olduğunu söyledi. Wallander bir an için doktorunun dönmesini beklemeyi aklından geçirdi ama o sabah ölümden kıl payı nasıl kurtulduğunu anımsayınca hemen vazgeçti. Bir başka doktora telefon edip ertesi sabah saat on bir için randevu aldı. Çamaşırhaneden de randevu alıp evi temizlemeye koyuldu. Yatak odasını topladıktan sonra yorgunluktan kıpırdayacak hâli kalmamıştı. Elektrik süpürgesiyle oturma odasını süpürdükten sonra makineyi kaldırdı. Linda’nın geldiğinde kaldığı odaya karton kutularla tabloları taşıdı.
Sürekli susamasından ve yorgunluğundan kaygılanmıştı, mutfağa gidip üç bardak su içti. Nesi vardı?
Öğlen olmuştu. Birden çok acıktığını fark etti. Buzdolabını açtığında yiyecek bir şeyler olmadığını gördü. Ceketini giyip dışarı çıktı. Hava güzeldi. Kent merkezine doğru yürürken üç ayrı emlakçının camında satılık evler gözüne ilişince yaklaşıp fiyatlarına baktı. Robert Åkerblom’un önerdiği fiyatın makul olduğunu gördü. Löderup’taki evi üç yüz bin krondan yükseğe satamayacakları anlaşılıyordu.
Büfelerden birine girip hamburger yedi. Ardından da iki şişe maden suyu içti. Sonra sahibini tanıdığı bir ayakkabı mağazasına gidip tuvalete girdi. Sokağa çıktığında ne yapacağını bir an için kestiremedi. Bu tatil gününü alışveriş yaparak geçirebilirdi. Evde yiyecek bir şey yoktu ama arabaya binip süpermarkete gidecek enerjiyi kendinde bulamıyordu. Hamn Caddesi’ni geçtikten hemen sonra tren vagonlarının bulunduğu yerden karşıya geçip Spanienfarare Caddesi’ne saptı. Limana geldiğinde sahilde yürümeye başladı. Teknelere bakarak aylar boyu denizde kalmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye koyuldu. Böylesi bir şeyi hiç yaşamamıştı. Tuvalete gitmesi gerektiğini fark edince limandaki kafelerden birine girdi. İşini bitirdikten sonra da bir şişe maden suyu içerek liman işletmelerinin hemen karşısındaki ahşap banklardan birine oturdu.
Buraya en son Baiba’nın gittiği gece gelmişti. Baiba’yı Sturup Havaalanı’na götürdüğünde hava çoktan kararmıştı ve rüzgârda savrulan kar tanecikleri arabanın farına yansıyordu. Arabada ikisi de konuşmamıştı. Baiba pasaport kontrolünden geçip gözden kaybolduğunda Wallander arabasına atlamış, Ystad’a dönüp limana girmiş ve şimdi oturduğu bu ahşap banka geçmişti. Hava buz gibiydi, çok üşümüştü. Yine de orada kalmış ve ilişkilerinin bittiği gerçeğini kabullenmeye çalışmıştı. Baiba’yı bir daha görmeyecekti. Artık ilişkilerine son noktayı koymuşlardı.
Baiba, Ystad’a 1994 yılının Aralık ayında gelmişti. Babası yeni ölmüştü, kendisi de mesleğinin en zorlu soruşturmalarından birini yeni tamamlamıştı. O sonbaharda yıllardan beri ilk kez geleceğe ilişkin planlar yapmıştı. Maria Caddesi’nden şehir dışına bir yere taşınmayı ve bir köpek almayı planlamıştı. Hatta köpek çiftliklerinden birine gidip Labrador yavrularına bile bakmıştı. Yaşamında yeni bir başlangıç yapacaktı. Ayrıca Baiba’nın da evine taşınmasını ve birlikte yaşamalarını istiyordu. Baiba, Noel’de gelmiş ve Linda’yla da iyi anlaşmıştı. Daha sonra Baiba’nın Riga’ya dönmesine birkaç gün kala 1995 yılının yılbaşı gecesi oturup ciddi olarak geleceklerine ilişkin planlar yapmışlardı. Baiba o yaz İsveç’e taşınabileceğini söylemişti. Ev bile bakmışlardı. Svenstorp’un dışındaki eski bir çiftlik evini defalarca görmüşlerdi ama sonra mart ayında bir akşam Baiba, Riga’dan telefon ederek Wallander’i uyandırmış ve birlikte yaşamak konusunda bazı kuşkuları olduğunu söylemişti. Evlenmek, İsveç’e yerleşmek istemiyordu ya da en azından şimdilik. Wallander, genç kadının fikrini değiştirebileceğini sanmıştı ama konuşmaları tatsız bir kavgayla sona ermişti ve ilk kez bir ay boyunca birbirleriyle hiç konuşmamışlardı. Sonunda Wallander ona telefon etmiş ve Wallander’in o yaz Riga’ya gitmesine birlikte karar vermişlerdi. İki haftayı Baiba’nın üniversitedeki arkadaşlarından birinin yazlık evinde, deniz kıyısında geçirmişlerdi.
Sahilde uzun yürüyüşler yapmışlardı. Wallander geleceklerine ilişkin neler planladığını anlatmasını beklemişti. Sonunda Baiba bu konuyu açmış ama net bir şey söylememişti. Yalnızca şimdi değil, daha çok erken gibilerinden bir şeyler söylemekle yetinmişti. Neden işler istediği gibi gitmemişti?
Wallander İsveç’e döndüğünde kendini terk edilmiş, hevesi kırılmış hissetmişti. Geleceğinden artık emin değildi. O sonbahar hiç görüşmemişlerdi. Telefonlaşmışlar, planlar yapmışlar ve birçok seçeneği değerlendirmişlerdi ama hiçbiri gerçekleşmemişti. Wallander kıskanç biri olup çıkmıştı. Riga’da Baiba’nın görüştüğü acaba başka biri mi vardı? Hakkında hiçbir şey bilmediği biri mi? Bazen geceleri geç saatte genç kadını arıyordu. Baiba yalnız olduğunu söylemekle birlikte Wallander onun yanında birinin olduğuna ilişkin bir duyguya kapılıyordu.