Kitabı oku: «Güvenlik Duvarı», sayfa 6
9
Wallander hemen emniyetten ayrıldı. Kaçıyor muydu yoksa hava almaya mı çıkmıştı, emin değildi. Olanları doğru hatırladığını biliyordu ama Holgersson ona inanmıyordu ve bu canını sıkmıştı. Ancak dışarı çıkınca arabası olmadığını anımsadı. Küfretti. Kafası atmışken sakinleşene kadar araba kullanıp boş boş dolaşmayı severdi.
İçki dükkânına gidip bir şişe viski aldı. Doğruca eve gitti, telefonun fişini çekti ve mutfaktaki masaya oturdu. Şişeyi açıp iki fırt içti. Tadı berbattı. Ama Wallander buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Onu şu dünyada çaresiz hissettiren bir şey varsa o da yapmadığı bir şeyden dolayı suçlanmaktı. Holgersson kelimelere dökmemişti ama Wallander şüphelerinde yanılmıyordu. Belki de Hansson başından beri haklıydı, diye düşündü sinirli sinirli. Asla kadından müdür olmaz. Bir fırt daha içti. Kendini daha iyi hissetmeye başladı ve hatta, doğruca eve gelmiş olduğundan pişmanlık duymaya bile başladı. Bu da suçlu olduğu şeklinde yorumlanabilirdi. Telefonu fişe taktı. Hiç kimsenin onu aramaması karşısında çocuksu bir sabırsızlığa kapıldı. Emniyeti aradığında telefonu Irene açtı.
“Bugünlük eve geldiğimi söylemek istedim,” dedi. “Soğuk algınlığım devam ediyor.”
“Hansson seni soruyordu, Nyberg de. Ayrıca bir sürü gazeteden insanlar.”
“Ne istiyorlar?”
“Gazeteler mi?”
“Hayır, Hansson ve Nyberg.”
“Söylemediler.”
Herhâlde gazete şu anda önündedir, diye düşündü Wallander. O ve diğer herkes. Muhtemelen başka konu da kalmamıştır. Hatta kimileri o lanet Wallander sonunda hak ettiğini buldu diye seviniyordur.
Irene’den onu Hansson’un odasına bağlamasını istedi. Hansson’un cevap vermesi uzun sürdü. Wallander, Hansson’un büyük ödül kazanacağım diye karmaşık at yarışı programlarını önüne serdiğini ancak küçük bir ikramiyenin ötesine geçmeyecek kuponlar yaptığını düşündü.
“Atlar ne yapıyormuş?” diye sordu Wallander, Hansson telefonu açınca.
Akşam gazetesindeki haberin onu etkilemediğini göstermek için söylemişti bunu.
“Ne atı?”
“Bu aralar at yarışı oynamıyor musun?”
“Hayır, şu sıralar değil. Neden sordun?”
“Sadece bir şakaydı. Sen bana ne sormak istemiştin?”
“Odanda mısın?”
“Evdeyim, üşütmüşüm.”
“Arabalarımızın hangi saatlerde o yoldan geçip döndüğünü bulduğumu söylemek için aramıştım. Sürücülerle konuştum, kimse Hökberg’i görmemiş. Yolun o kısmında toplamda dört kez geçilmiş.”
“Demek ki yürümedi. Birisi bırakmış olmalı. Emniyetten çıkar çıkmaz, ilk yaptığı birisini aramak olmuş. Ya da ilk iş birisinin evine yürüdü. Umarım Ann-Britt, Persson’a bunu sormayı akıl etmiştir yani Hökberg’i kimin arabayla bırakmış olabileceğini. Ann-Britt ile konuştun mu?”
“Vaktim olmadı.”
Bir sessizlik oldu. Wallander konuyu ilk açan olmaya karar verdi.
“Gazetedeki o fotoğraf pek hoş değildi, sanırım.”
“Değildi.”
“Asıl soru, bir gazeteci nasıl oluyor da emniyetin koridorlarında geziniyor. Basın toplantılarında her zaman grup olarak içeri alınırlar.”
“Sen de fotoğraf çeken birileri olduğunu fark etmemişsin, ne garip.”
“Bugünkü makineleri fark etmek kolay değil.”
“Tam olarak ne oldu?”
Wallander ona olanı anlattı. Holgersson’a anlatırken kullandığı kelimelerin aynısını kullandı.
“Hiç tanık yok muydu?” dedi Hansson.
“Fotoğrafçı haricinde hiç kimse yoktu, o da yalan söyler zaten. Yoksa fotoğrafı beş para etmez.”
“Kamuya açıklama yapıp kendi açından olanları anlatmak zorundasın.”
“Sence ne faydası olur? Bir anne ve kızının sözüne karşılık yaşlı bir polisin sözü? Asla işe yaramaz.”
“Sözü geçen bu kızın bir katil olduğunu unutuyorsun.”
Wallander bunun sahiden işine yarayıp yaramayacağını düşündü. Aşırı güç kullanan bir polis, her zaman ciddi bir meseleydi. Bu, Wallander’in şahsi fikriydi. Olayın ayrıntılarının da sıra dışı oluşu işini kolaylaştırmıyordu.
“Bir düşüneceğim,” dedi ve Hansson’dan onu Nyberg’e bağlamasını istedi.
Nyberg hatta bağlanınca Wallander viski şişesinden birkaç yudum daha almıştı, artık çakırkeyifti ve göğsündeki daralma hissi de yok olmuştu.
“Gazeteyi gördün mü?” dedi Wallander.
“Hangi gazeteyi?”
“Resim olan? Persson denen kızın resmi?”
“Akşam gazetelerini okumam ama duydum. Annesini dövüyormuş galiba.”
“Resmin altındaki yazıda öyle demiyor.”
“Ne fark eder o zaman?”
“Fark şu, başım büyük belada. Lisa resmî bir kovuşturma başlatacak.”
“O zaman gerçek ortaya çıkar. İstediğin bu değil mi?”
“Medya bunu yer mi diye merak ediyorum. Tazecik, güzel yüzlü bir katil kız dururken ihtiyar bir polisi kim takar?”
Nyberg şaşırmıştı. “Gazetelerde ne yazdığını ne zamandan beri umursar oldun?”
“Belki hâlâ umursamıyorum. Ama genç bir kıza yumruk attığımı söyleyen bir fotoğraf yayınlamaları başka bir olay.”
“İyi de kız cinayet işledi.”
“Yine de kendimi rahat hissetmiyorum.”
“Unutulur gider. Bak, sadece şunu söylemek istedim, araba izlerinden biri Moberg’in arabasına ait. Yani biri hariç bütün lastik izlerinin sahibi bulundu ama o bilinmeyen araç sahibi sıradan lastik kullanıyor.”
“Yani birisi onu oraya arabayla götürmüş, bunu biliyoruz ve onu orada bırakmış.”
“Bir şey daha var,” dedi Nyberg. “Kızın çantası.”
“Ne olmuş?”
“Çanta neden o kadar uzaktaydı merak ettim, ta çitlerin oradaydı.”
“Sence birisi alıp oraya fırlatmamış mı?”
“Tamam da neden? Bizim bulamayacağımızı düşünmüyordu herhâlde.”
Nyberg haklıydı. Önemli bir noktaydı bu.
“Yani, çantayı neden yanında götürmemiş? Özellikle de cesedin teşhis edilmemesini umuyorsa.”
“Aynen.”
“Cevap ne olabilir?”
“Onu bulmak senin işin. Ben sana elimizdekileri aktarıyorum. El çantası trafo binasından 15 metre uzaktaydı.”
“Başka bir şey var mı?”
“Yok.”
Konuşma sona ermişti. Wallander viski şişesini kavradı ama hemen yerine koydu. Yeterince içmişti. Eğer biraz daha içerse fazla ileri gitmiş olacaktı ve o noktayı düşünmek bile istemiyordu. Oturma odasına yürüdü. Gün ortasında evde olmak çok tuhaftı. Emeklilik böyle bir duygu muydu acaba? Bunu düşününce içi titredi. Pencere kenarına yürüyüp sokağa baktı. Hava kararmaya başlıyordu. Wallander, ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili onu ziyarete gelen doktoru düşündü. Wallander ertesi gün patoloğu aramaya ve ona Enander’in söylediklerini aktarmaya karar verdi. Bu yeni bilgi bir şeyi değiştirmeyecekti ama en azından edindiği bu bilgiyi yerine iletmiş olurdu.
Nyberg’in, Hökberg’in çantası hakkında söylediklerini düşünmeye koyuldu. Geriye sahiden bir sonuç kalıyordu ve bu da Wallander’in en aç soruşturmacı içgüdülerini kabartıyordu. Çanta oraya bırakılmıştı çünkü birisi çantanın bulunmasını istemişti.
Wallander koltuğa oturup bunu kafasında evirip çevirdi. Bir ceset tanınmayacak hâle gelecek şekilde yanabilir, diye düşündü. Özellikle de kontrol edilemez yüksek voltajlı bir elektrik akımıyla yanmışsa. Elektrikli sandalyeye mahkûm edilen birisi içten yanarak kaynar. Hökberg’in katili cesedin kimliğinin teşhis edilmesinin zor olacağını biliyordu. Bu yüzden çanta orada bırakılmıştı.
Yine de bu, çantanın çitlerin orada ne aradığını açıklamıyordu. Wallander yine enine boyuna düşündü fakat mantıklı bir çıkarıma varamadı. Çanta sorusunu bir kenara koydu. Her neyse, zaten fazla hızlı ilerliyordu. Önce Hökberg’in sahiden cinayete kurban gidip gitmediğini netleştirmeliydiler.
Mutfağa dönüp kahve yaptı. Hâlâ telefonu çalmamıştı ve saat dört olmuştu. Kahvesiyle mutfak masasına oturdu, tekrar emniyeti aradı. Irene ona gazetelerden gelen aramaların susmadığını söyledi. Onlara Wallander’in telefonunu vermemişti, iki yıldır telefonu gizliydi. Wallander ortadan kaybolmasının, suçlu olduğu ya da en azından bu olaydan dolayı utanç duyduğu yönünde yorumlanacağını düşündü bir kez daha. Sakinliğimi korumalı ve istifimi bozmadan durmalıydım, diye geçirdi içinden. Arayan her bir kahrolası gazeteciyle konuşmalı ve onlara gerçeği anlatmalıydım. Persson’un da annesinin de yalan söylediğini belirtmeliydim.
O zayıflık ânı geçmişti. Wallander sinirlenmeye başladı. Irene’den onu Höglund’a bağlamasını istedi. Önce Holgersson’dan başlayıp, tavrının kabul edilemez olduğunu söyleyip geçmeliydi aslında. Fakat karşı taraf açamadan telefonu kapattı. İkisiyle de konuşmak istemiyordu. Onun yerine Sten Widén’in numarasını çevirdi. Widén telefonu açana kadar Wallander aradığına pişman olmuştu. Fakat Widén’in gazetedeki resmi görmediğinden emin sayılırdı.
“Sana gelmeyi düşünüyordum,” dedi Wallander. “Tek sorun, arabam tamircide.”
“İstersen seni alabilirim.”
Akşam saat yedi diye sözleştiler. Wallander viski şişesine doğru baktı ama şişeye dokunmadı.
Zil çaldı. Wallander yerinden sıçradı. Hayatında hiç kimse çat kapı evine gelmemişti. Herhâlde bir şekilde adresini bulan bir gazeteci olmalıydı. Wallander viskiyi dolaba koyup kapıyı açtı. Fakat gelen bir gazeteci değil Höglund’du.
“Müsait misin?”
Wallander içeri girebilmesi için kenara çekildi, kadın nefesinden alkol kokusu almasın diye yüzünü yana çevirdi. Oturma odasında oturdular.
“Hastayım,” dedi Wallander. “Daha fazla çalışmaya enerjim kalmadı.”
Höglund başıyla onayladı fakat Wallander ona zerre kadar inanmadığının farkındaydı. İnanması için bir sebep yoktu. Herkes bilirdi ki Wallander ne kadar üşütürse üşütsün, hasta olursa olsun, ateşi çıkarsa çıksın çalışmaya devam ederdi.
“Nasılsın, nasıl gidiyor?” dedi.
Zayıflık ânı geçti, diye düşündü Wallander. Şimdilik geri çekilmiş olsa da orada olduğunu biliyorum. Ama sana belli etmeyeceğim.
“Gazetedeki resimden söz ediyorsan, kötü göründüğünün farkındayım. Öte yandan, bir gazeteci nasıl olur da kimseye çaktırmadan sorgu odalarımızın önüne kadar girebilir?”
“Lisa çok endişeli.”
“Beni dinlemek zorunda,” dedi Wallander. “Bana arka çıkmak zorunda, gazetede okuduklarına hemen inanmanın aksine yani.”
“Resimde gördüğü şeyi göz ardı edemez.”
“Etsin demiyorum zaten. Kıza vurdum ama sırf annesinin üstüne abandığı için yaptım.”
“Onların hikâyesi daha farklı, biliyorsun.”
“Yalan söylüyorlar. Belki sen de onlara inanıyorsundur?”
Höglund hayır anlamında başını salladı. “Asıl mesele onların yalan söylediğini nasıl ispatlayacağımız.”
“Arkasında kim var?”
Höglund hızlı ve kararlı bir şekilde cevap verdi. “Annesi. Bence kadın çok zeki. Kamuoyunun dikkatini kızının yaptıklarından uzaklaştırmak için dikkat dağıtıcı bir fırsat yakaladı. Hökberg de artık ölü olduğuna göre artık her şeyi ona yıkmaya çalışacaklar.”
“Kahrolası bıçağı yıkamazlar.”
“Ah, yıkarlar, yıkarlar. Her ne kadar Persson’un yardımıyla bulunsa da bıçağı Lundberg’e saplayan Hökberg’di diyebilirler.”
Höglund haklıydı. Ölüler konuşamazdı. Bir de kızı bir tokatla yere sermiş polisin renkli bir fotoğrafı vardı. Resim biraz silikti ama yine de her şey ortadaydı.
“Savcılık acil bir soruşturma açılmasını talep etti.”
“Hangi savcı?”
“Viktorsson.”
Wallander onu sevmezdi. Ağustostan beri Ystad’daydı ama Wallander çoktan adamla bir iki kez sürtüşmüştü.
“Benim sözlerime karşılık onların ifadesi.”
“Ve iki kişiler tabii.”
“Garip olan şu ki Persson annesini sevmiyor bile,” dedi Wallander. “Onunla konuştuğum zaman bu oldukça barizdi.”
“Reşit olmamasına ve hapse girmeyecek olmasına rağmen, başının büyük belada olduğunu fark etmiş olmalı. Dolayısıyla annesiyle geçici bir ateşkes imzaladı.”
Wallander bu konu hakkında konuşmaya daha fazla devam edemeyeceğini birdenbire fark etti. Şu anda yapamayacaktı.
“Sen neden geldin?”
“Hasta olduğunu duydum.”
“Ölüm döşeğinde değilim. Yarın işe döneceğim. Onun yerine bana Persson ile konuşmandan ne öğrendiğini anlat.”
“Hikâyesini değiştirdi.”
“Ancak Hökberg’in öldüğünü biliyor olamaz?”
“Garip olan da bu işte.”
Wallander’in, Höglund’un söylediklerini idrak etmesi zaman aldı. Derken kafasına dank etti. Höglund’un suratına baktı.
“Aklında bir fikir var?”
“Bir insan neden ifadesini değiştirir? Persson, onu sorguya çekmeye başladığımda Hökberg’in öldüğünü biliyor olamazdı. Ancak o zaman ifadesini tamamen değiştirdi. Birden, artık ‘her şeyi Hökberg yaptı’ oldu. Persson masummuş. Taksiciyi soyma niyetleri hiç yokmuş. Rydsgård’a gitmiyorlarmış. Hökberg esas, Bjäresjö’de yaşayan amcasını ziyaret etmeyi önermiş.”
“Öyle biri var mı?”
“Aradım. Adam yeğenini beş altı yıldır görmediğini söyledi.”
Wallander uzun uzun düşündü. “O hâlde tek bir açıklaması var,” dedi. “Persson, Hökberg’in itiraz edemeyeceğinden emin olmasa asla ifadesini tamamen değiştirip yepyeni bir hikâye uydurmazdı.”
“Ben de başka bir açıklama bulamıyorum. Doğal olarak ona neden bunları daha baştan söylemediğini sordum.”
“Ne cevap verdi?”
“Bütün suçun Sonja’nın üstüne kalmasını istemediğini.”
“Arkadaş oldukları için?”
“Evet.”
İkisi de bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Bunun tek bir açıklaması olabilirdi: Persson, Hökberg’in öldüğünü biliyordu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Wallander.
“İki ihtimal var diyorum. Birincisi Hökberg, emniyetten çıktıktan sonra Persson’u aramış olabilir. İntihar etmeyi planladığını söylemiş olabilir.”
“Düşük bir ihtimal.”
“Bence de çok düşük. Bence Persson’u aramadı. Bence başka birisini aradı.”
“O da sonra Persson’u aradı ve ona Hökberg’in öldüğünü söyledi?”
“Mümkün.”
“Demek ki Persson, Hökberg’i kimin öldürdüğünü biliyor olabilir. Cinayet olduğunu varsayarsak.”
“Başka bir şey olabilir mi ki?”
“Emin değilim ama otopsi sonucunu beklemek zorundayız.”
“İlk genel raporu almaya çalıştım ama sanırım yanmış ceset üstünde çalışmak zaman alıyor.”
“Umarım bu acil durumun farkındadırlar.”
“İşlerimiz hep acil değil mi zaten?”
Kol saatine baktı ve ayağa kalktı.
“Eve dönmem lazım, çocuklar bekliyor.”
Wallander ona bir şey söylemesi gerektiğini düşündü. Boşanmanın ne kadar eziyetli bir olay olduğunu biliyordu.
“Boşanma süreci nasıl gidiyor?”
“Sen yaşadın. Nasıl olduğunu bilirsin.”
Wallander onu kapıya kadar geçirdi.
“Bir viski içsen iyi olur,” dedi Höglund. “İhtiyacın var.”
“İçtim bile,” dedi Wallander.
* * *
Akşam saat yedide Wallander araba kornası duydu. Mutfak camından Widén’in eski püskü arabasını gördü. Wallander viski şişesini bir poşete koyup aşağı indi.
Çiftliğe doğru sürdüler. Wallander her zamanki gibi önce ahırları gezmek istedi. Ahırların çoğu boştu. İçeri girdiklerinde aşağı yukarı on yedi yaşındaki kız bir eyeri asıyordu. İşini bitirip çıkınca orada ikisi kaldı. Wallander bir saman balyasının üstüne oturdu. Widén duvara yaslandı.
“Buralardan gidiyorum,” dedi. “Çiftlik satışa çıkarıldı.”
“Sence kim alır?”
“Buradan para kazanabileceğine inanacak kadar çılgın biri.”
“İyi bir fiyata satabilir misin?”
“Hayır, ama muhtemelen yeterli olacaktır. Ucuz yaşarsam aylık faiziyle geçinebilirim gibi.”
Wallander ne kadar paradan söz ettiğini bilmek istedi ama en uygun nasıl sorulur, bilemedi.
“Nereye gideceğine karar verdin mi?” dedi onun yerine.
“Önce her şeyi satmam lazım. Ondan sonra nereye gideceğime karar veririm.”
Wallander viskiyi çıkardı.
“Sen atların olmadan asla yaşayamazsın,” dedi. “Ne yapacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“İçe içe ölürsün.”
“Ya da tam tersi olur. Belki de o zaman bu alışkanlıktan tümden kurtulurum.”
Ahırdan çıktılar ve avludan eve doğru yürüdüler. Soğuk bir akşamdı. Wallander her zamanki gibi aynı kıskançlığın sızısını duydu.
Widén bir bilinmeyene doğru yelken açıyordu ve kesinlikle çok değişik bir gelecek olacaktı. Öte yandan kendisi 14 yaşındaki bir kızı darp etmekten gazetelerin manşetlerindeydi.
İsveç insanların kaçıp kurtulmak istediği bir ülkeye dönüştü, diye düşündü. Parası olan kaçıyor. Parası olmayan da yetecek parayı dişiyle tırnağıyla kazımaya çalışan güruhlara katılıyor. Nasıl olmuştu bu? Ne değişmişti?
Aynı zamanda çalışma odası görevi gören, dağınık oturma odasına kuruldular. Widén kendine bir kadeh konyak koydu.
“Sahne teknisyeni olmayı düşünüyordum.”
“Nasıl yani?”
“Aynen dediğim gibi. Milan’da La Scala’ya gidebilir, perdeleri açıp kapatabilirim.”
“Bunun artık elle yapıldığını düşünmüyorsun ya?”
“Eh, ara sıra bir dekorun elle düzeltildiğini düşünüyorum. Düşünsene, her gece kulistesin ve bir kuruş bile ödemeden her gece şarkıları dinliyorsun. Hatta bedavaya bile çalışırım.”
“Bu işi mi yapacaksın?”
“Hayır. Aklımda bir sürü fikir var. Bazen Kuzey İsveç’e çıkayım da kendimi soğuk ve tatsız bir kar fırtınasına gömeyim diyorum. Bilmiyorum işte. Tek bildiğim bu çiftlik satılacak ve ben başka bir yere gideceğim. Ya sen?”
Wallander cevap vermeden omuz silkti. Çok içmişti. Başı bir ton olmaya başlamıştı.
“Hâlâ içki kaçakçılarını mı kovalıyorsun?”
Widén alaycı bir sesle sormuştu.
“Katilleri,” dedi Wallander, “başkalarını, kafasına çekiçle vura vura öldüren insanları. Taksiciyi duymuşsundur?”
“Yo.”
“Geçen gün iki kız bir taksiciyi önce darp etti, sonra da bıçaklayarak öldürdü. Benim kovaladığım tipler bunlar. Kaçakçılar değil.”
“Nasıl dayanıyorsun, anlamıyorum.”
“Ben de. Ama birisinin de bunu yapması gerek ve ben de yapılabileceği kadar iyi yapıyorum sanırım.”
Widén ona gülümseyerek baktı. “Hemen savunmaya geçmene gerek yok. Tabii ki senin müthiş bir polis olduğunu düşünüyorum. Hep bu fikirdeyim. Sadece hayatında başka bir şeye de vakit ayıracak mısın diye sormuştum.”
“Ben pes etmem.”
“Benim gibi yani?”
Wallander cevap vermedi. Birdenbire aralarındaki mesafeyi fark etti ve ne kadar zamandır böyle diye düşündü. Bir zamanlar aralarından su sızmazdı. Sonra büyümüşlerdi ve herkes kendi yoluna gitmişti. Yıllar sonra buluştuklarında eski günlerdeki dostluğu tekrar sürdürebileceklerini zannetmişlerdi. Arkadaşlıklarının artık tam anlamıyla farklılaştığını hiçbir zaman idrak etmemişlerdi. Ancak şu anda Wallander su gibi berrak görebiliyordu bunu. Widén de muhtemelen aynı sonuca varmıştı.
“Bu taksiciyi öldüren kızlardan birinin üvey babası,” dedi Wallander. “Erik Hökberg. Ya da bizim tanıdığımız adıyla Eriksson.”
Widén ona hayretler içinde baktı. “Ciddi misin?”
“Ciddiyim. Görünüşe bakılırsa şimdi kızın kendisi de cinayete kurban gitti. Yani ben istesem de buralardan ayrılmaya vaktim yok.”
Viskiyi tekrar poşete koydu.
“Bana bir taksi çağırabilir misin?”
“Hemen gidiyor musun?”
“Sanırım, evet.”
Widén’in yüzüne hayal kırıklığı gölgesi düştü. Wallander de aynı hisler içindeydi. Dostlukları sona ermişti. Ya da daha doğrusu, uzun zaman önce sona erdiğini nihayet keşfetmişlerdi.
“Seni eve götürürüm.”
“Olmaz,” dedi Wallander. “Sen de içtin.”
Widén karşı çıkmadı. Telefona gitti, taksi durağını aradı.
“On dakika sonra gelecekmiş.”
Birlikte dışarı çıktılar. Durgun bir sonbahar akşamıydı, hiç rüzgâr esmiyordu.
“Ne bekliyorduk?” dedi Widén birdenbire. “Gençliğimizde yani.”
“Unuttum gitti. Ama ben çok sık geçmişe bakan biri değilimdir. Bugüne ve geleceğe dair kaygılarla başım yeterince kalabalık zaten.”
Taksi zamanında geldi.
“Bana yazıp neler yaşadığını anlatmayı unutma,” dedi Wallander.
“Tamam.”
Wallander arka koltuğa oturdu. Araba Ystad’a doğru karanlığa karıştı.
Wallander tam eve adım atmıştı ki telefon çaldı. Arayan Höglund’du.
“Evde misin şimdi? Seni bir milyon defa aradım. Neden cep telefonun açık değil?”
“Ne oldu?”
“Lund’daki doktorun muayenehanesini aradım tekrar. Patoloji uzmanıyla konuştum. Bir şey bulduğunu söyledi. Sonja Hökberg’in başının arkasında, kafatasında bir çatlak varmış.”
“Trafoya düştüğünde ölü müymüş?”
“Belki değilmiş ama muhtemelen bilinci kapalıymış.”
“Bir şekilde kendine zarar vermiş olamaz mı?”
“Doktor bunu bir insanın kendi kendine yapamayacağından emin.”
“Tamam o hâlde,” dedi Wallander. “Hökberg öldürüldü.”
“Başından beri bilmiyor muyduk ki?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Bundan şüphe ediyorduk ama şu âna dek tam bilmiyorduk.”
Arka planda bir yerde bir çocuk ağlaması duyuldu. Höglund telefonu kapatmak için acele etti. Ertesi gün sabah sekizde buluşmak üzere sözleştiler.
Wallander mutfak masasında oturdu. Widén ve Hökberg’i düşündü ama hepsinden çok Eva Persson’u.
Biliyor olmalı, diye aklından geçirdi. Sonja Hökberg’i kimin öldürdüğünü kesinlikle biliyor.
10
Wallander perşembe sabahı saat beş civarı birden zıpkın gibi uyandı. Karanlıkta gözlerini açar açmaz neyin onu uyandırdığını anlamıştı. Tamamen unuttuğu bir şeydi: Höglund’a verdiği söz. Bugün, Ystad’lı kadınların edebiyat kulübünde polislerin hayatı hakkında konuşma yapacağı gündü.
Karanlıkta kıpırdayamadan yattı. Bu nasıl da tamamen aklından çıkmıştı? Hiçbir şey hazırlamamıştı, iki not bile karalamamıştı. Kaygısının midesine oturduğunu hissetti. Konuşma yapacağı kadınlar büyük ihtimalle Eva Persson’un resimlerini görmüştü. Höglund ise çoktan onları arayıp kendisi yerine Wallander’in konuşma yapacağını haber vermiş olmalıydı.
Yapamam, diye düşündü Wallander. Karşılarında tek görecekleri, genç bir kıza dayak atmış, acımasız bir adam. Gerçekte olduğum kişi değil. O da her kimse artık.
Yatakta uzanırken bu ikilemden kurtulmanın bir yolunu bulmak için kafa patlattı ancak bu kez kaçış yolu olmadığını fark etti. Saat beş buçukta kalktı ve önüne bir not defteri koyup mutfak masasına oturdu. Sayfanın başına Konuşma yazdı. Rydberg olsa, bir grup kadına mesleği hakkında neler anlatırdı, bunu sordu kendine. Ancak zihninin bir köşesinde, Rydberg’in asla böyle bir duruma düşmeyeceğini de biliyordu.
Sabah saat altıda hâlâ o tek kelime yazılıydı sayfada. Tam pes edecekti ki aklına bir fikir geldi. Şu an itibariyle neyle uğraştıklarını yani öldürülen taksiciyle ilgili soruşturmasını anlatabilirdi. Hatta Stefan Fredman’ın cenazesinden başlayabilirdi. Bir polisin yaşamından birkaç günlük bir kesit verebilirdi; gerçekte olduğu hâliyle, hiçbir montaj yapmadan. Birkaç not aldı. Fotoğrafçı olayından kaçamayacaktı ve konuşması, bir nevi savunması olacaktı. Ancak zaten bir bakıma öyleydi. Olayın asıl oluş şeklini anlatma fırsatı olacaktı.
Altı on beşte Wallander kalemi elinden bıraktı. Akşamı düşündükçe hâlâ endişeleniyordu ama artık kendini çaresiz hissetmiyordu. Tamirciyi arayıp arabasının durumunu sordu. Konuşma içini karartmıştı. Anlaşılan motoru tümden sökmeyi planlıyorlardı. Konuştuğu görevli gün içinde onu arayıp bir fiyat vereceklerine söz verdi.
Dışarıdaki termometre 7 dereceyi gösteriyordu. Yumuşak bir rüzgâr esiyordu, hava parçalı bulutluydu ama yağmur yağmıyordu. Wallander sokakta ağır ağır yürüyen ihtiyar adamı seyretti. Adam bir çöpün yanında durup içindekileri eliyle şöyle bir karıştırdı ama herhâlde hiçbir şey bulamadı. Wallander, Widén’i ziyaretini düşündü. Kıskançlıktan eser kalmamıştı. Yerine muğlak bir melankoli gelmişti. Widén hayatından sonsuza dek çıkıp gidecekti. Gençlik yıllarından onunla bağı olan kim kalmıştı? Yakında hiç kimse kalmayacaktı.
Wallander bu düşüncelerden kurtulmak için kendisini zorladı ve evden çıktı. Emniyete giderken yapacağı konuşmasını düşündü. Bir devriye arabası yanaştı, emniyete bırakabileceklerini söylediler. Wallander teşekkür edip bu teklifi geri çevirdi. Yürümek istiyordu.
Danışmada bir adam onu bekliyordu. Wallander yürüyüp geçerken adam dönüp suratına baktı. Wallander bu simayı tanımıştı ama tam çıkaramamıştı.
“Kurt Wallander,” dedi adam, “bir dakikan var mı?”
“Duruma göre değişir. Kimsin?”
“Harald Törngren.” Wallander başını iki yana salladı. “Fotoğrafı çeken bendim.”
Wallander adamın suratını basın toplantısından anımsamıştı.
“Yani koridorda sinsice gezinen sendin.”
Törngren tebessüm etti. Otuzlu yaşlardaydı, uzun bir suratı ve kısa saçları vardı.
“Tuvaleti arıyordum, önüme kimse çıkmadı.”
“Ne istiyorsun?”
“Fotoğraf hakkında konuşmak istersin diye düşündüm. Seninle röportaj yapmak istiyorum.”
“Benim söylediklerimi olduğu gibi yazmazsın.”
“Nereden biliyorsun?”
Wallander, Törngren’den çıkmasını istemeyi düşündü. Fakat bir fırsat görüp bunu değerlendirmeye karar verdi. “Üçüncü bir şahsın da yanımızda olmasını istiyorum,” dedi.
Törngren gülümsemeyi sürdürdü. “Röportaja bir şahit mi istiyorsun?”
“Gazetecilerle kötü deneyimlerim var.”
“On tane de çağırsan, bence sorun yok.”
Wallander kol saatine baktı. Saat yedi yirmi beşti.
“Sana yarım saat veriyorum.”
“Ne zaman?”
“Şimdi.”
Irene, Martinson’un içeride olduğunu söyledi. Wallander, Törngren’e beklemesini söyledi. Martinson bilgisayarda bir şey yapıyordu. Wallander durumu açıkladı.
Martinson tereddüt eder gibi oldu. “Tepen atmayacaksa?”
“Ben genellikle istemediğim şeyler mi söylüyorum?” dedi Wallander.
“Ara sıra oluyor.” Martinson haklıydı.
“Aklımdan çıkarmam. Hadi gel.”
Küçük toplantı odalarından birine oturdular. Törngren kayıt cihazını masaya koydu. Martinson arka planda durdu.
“Dün gece Eva Persson’un annesiyle konuştum,” dedi Törngren. “Size dava açmaya karar vermişler.”
“Ne için?”
“Saldırı ve darp. Buna bir diyeceğiniz var mı?”
“Darp söz konusu değildi.”
“Onlar öyle demiyor ve olayın fotoğrafı benim elimde.”
“Ne olduğunu duymak ister misin?”
“Senin versiyonunu seve seve dinlerim.”
“Benimki bir versiyon değil. Asıl gerçek.”
“Biliyorsun ki onların sözüne karşı senin sözün.”
Wallander yapmaya çalıştığı şeyin imkânsızlığının ayırdına varmaya başlamıştı ve röportaj vermeyi kabul ettiğine pişman oldu ama artık iş işten geçmişti. Ona olanları anlattı: Persson annesine saldırmıştı ve Wallander de onları ayırmaya çalışmıştı. Kız saldırganlaşmıştı. Wallander ona tokat atmıştı.
“Kız da annesi de bunu yalanlıyor.”
“Yine de olan bu.”
“Gerçekten annesine vurmaya başladığına inanmamı mı bekliyorsun?”
“Kız cinayet işlediğini daha yeni itiraf etmişti. Gergin bir andı. Böyle zamanlarda beklenmedik olaylar yaşanabiliyor.”
“Eva Persson dün gece bana itiraf etmeye zorlandığını söyledi.”
Wallander ve Martinson birbirlerine baktılar. “Zorlanmak mı?”
“Aynen öyle.”
“Kim zorlamış peki onu?”
“Onu sorguya çeken polisler.”
Martinson sinirlendi. “Hayatımda duyduğum en saçma şey,” dedi. “Biz sorgularımız esnasında kimsenin iradesine karışmayız.”
“Ben sadece kızın söylediğini tekrar ediyorum. Artık her şeyi inkâr ediyor. Masum olduğunu söylüyor.”
Wallander, Martinson’a baktı, Martinson başka bir şey demedi. Wallander son derece sakin hissediyordu.
“Ön soruşturma henüz tamamlanmadı,” dedi. “Persson’un işlenen suçta parmağı var, eğer itirafını değiştirmeye karar verdiyse de bu, özünde hiçbir şeyi değiştirmez.”
“Yalan söylüyor diyorsun yani.”
“Buna cevap vermeyeceğim.”
“Neden?”
“Çünkü buna cevap vermem, cevap verirsem devam eden bir soruşturma hakkında sana bilgi vermem anlamına gelir bu. Gizli bilgi.”
“Ama kızın yalan söylediğini söylüyorsun?”
“Bunlar senin kelimelerin. Ben sana sadece ne olduğunu anlatabilirim.”
Wallander manşetleri tahmin edebiliyordu ama yaptığı hareketin doğru olduğunu biliyordu. Eva Persson ve annesi kurnazdı ama uzun vadede bu, onların işine yaramayacaktı, abartılı ve duygusal gazete manşetleri de.
“Kız çok küçük,” dedi Törngren. “Yaşça büyük arkadaşının onu bu trajik olaylara sürüklediğini iddia ediyor. Sence bu mantıklı değil mi? Eva gerçeği söylüyor olamaz mı?”
Wallander ona Hökberg hakkındaki gerçeği anlatmayı düşündü. En son gelişmeler henüz halka duyurulmamıştı ama yine de Wallander bu kararından vazgeçti. Neyse, yine de bu ona bir avantaj verirdi.
“Bu soruşturmadan ne sen ne de senin gazeten sorumlu. Biz sorumluyuz. Kendi çıkarımlarınıza varmak ya da kendi yargılarınızı oluşturmak istiyorsanız, size engel olamayız. Fakat hakikat çok farklı ortaya çıkacak. Hoş, editörün buna pek yer vermez.”
Wallander avuçlarını masaya koyarak röportajın sona erdiğini belli etti.
“Zaman ayırdığın için teşekkür ederim,” dedi Törngren ve kayıt cihazını toplamaya başladı.
“Komiser Martinson sizi geçirecek,” dedi Wallander.
Adamla tokalaşmadan odadan çıktı. O günkü postalarını alırken röportajın nasıl geçtiğini değerlendirmeye çalıştı. Bir şeyler eklemeli miydi? Bir şeyleri daha farklı ifade edebilir miydi? Mektuplarını koltuk altına koyup bir fincan kahveyi odasına taşıdı. Törngren’le konuşmasının iyi gittiğine karar verdi, yine de günün sonunda gazetede çıkan yazı üstünde bir etkisi olamazdı. Oturup mektuplarını karıştırmaya koyuldu. Acil bir şey yoktu. Aklına Enander’in ziyareti geldi, en üst çekmecedeki notlarını karıştırdı ve Lund’daki patoloğu aradı. Şanslıydı, ânında aradığı kişeye bağlandı. Wallander ona Enander’in anlattıklarını aktardı. Doktor da bu yeni bilginin otopsi sonucunun yeniden gözden geçirilmesi için yeterli olup olmadığını Wallander’e haber verecekti.
Saat sekizde Wallander kalkıp büyük toplantı odasına geçti. Holgersson çoktan oradaydı, Lennart Viktorsson adlı savcı da. Wallander onu görünce içinde fırtınalar koptu. Çoğu insan, bir gazetenin ana sayfasında bu koşullarda çıkınca dikkat çekmemeye çalışır. Wallander bir gün evvel emniyetten erken ayrılarak zayıflık ânını yaşamış, geçmişi geride bırakmıştı. Artık savaşa hazırdı. Sandalyesine oturup anlatmaya başladı.
“Hepinizin bildiği gibi, dün akşam gazetelerinde Eva Persson’un bir fotoğrafı çıktı, altında da ona tokat attığım için yere düştüğü yazıyordu. Kız ve annesi inkâr ediyor olabilir ancak asıl olay şu ki kız, annesine tokat atıyordu, ben de araya girmeye çalıştım. Kızın gözü dönmüştü. Onu bu cinnet ânından uyandırmak için yüzüne tokat attım. Çok hızlı vurmadım ama dengesi bozulup düşmesine yetti. Aynı zamanda, emniyete sinsice girip etrafa bakan gazeteciye de aynısını anlattım. Bu sabah onunla konuştum, Martinson da bunu doğrulayabilir.”
Devam etmeden önce durdu ve masanın başına toplanmış herkese baktı. Emniyet Müdürü Holgersson biraz bozulmuşa benziyordu. Muhtemelen konuyu kendisi açmak istemişti.
“Meseleyle ilgili bir soruşturma açılacağını öğrendim, bana uyar. Ancak şimdilik sanırım dikkatimizi elimizdeki en önemli meseleye yani Lundberg cinayetine ve Hökberg’e gerçekten ne olduğuna çevirmeliyiz.”
Wallander lafını bitirir bitirmez Holgersson konuşmaya başladı. Wallander, kadının surat ifadesinden hiç hoşlanmamıştı. Hâlâ onu yarı yolda bıraktığını hissediyordu.
“Sanırım Eva Persson’u sorguya çekmene izin verilmeyeceğini söylememe gerek yok,” dedi.
Wallander başıyla onayladı. “Ben bile anladım bunu.”
Daha fazlasını söylemeliydim, diye düşündü. Bir polisin ilk görevi, meslektaşına destek olmaktır; elbette bu eleştirmeksizin ya da her ne pahasına olursa olsun değil. Ancak eğer ortada iki kişinin söylediğine bakılacaksa, ortada bir kanıt yoksa destek olunmalı. Persson’un yalanını yutması, rahatsız edici gerçeği savunmaktan daha kolay.
Viktorsson elini kaldırarak Wallander’in aklından geçen düşünceleri böldü. “Bu soruşturmayı yakından takip ediyor olacağım ve Eva Persson’un, olan bitene dair anlattığı şu yeni versiyonu ciddiye alalım diyorum. Saldırının planlanması ve uygulanmasında Sonja Hökberg’in tek başına sorumlu olması ihtimali gayet güçlü.”
Wallander kulaklarına inanamıyordu. Odada sağa sola bakınıp en yakın iş arkadaşlarından destek bekledi. Dama desenli gömleğiyle Hansson düşüncelere dalmış gitmişti. Martinson çenesini sıvazlıyordu ve Höglund sandalyede kamburunu çıkarmıştı. Kimse onunla göz teması kurmadı ama Wallander gördüklerinden, onların hâlâ yanında olduğu yorumunu çıkardı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.