Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Piramit ve Diğer Wallander Maceraları»

Yazı tipi:

Rolf Lassgård’a…


ÖN SÖZ

Kurt Wallander serisinin sekizinci ve son kitabını yazdıktan sonra hep aradığım ama asla bulamadığım alt başlık aklıma geldi. Her şey ya da en azından çoğu bittiğinde, alt başlığın doğal olarak “İsveç Kaygısı Üzerine Romanlar” olması gerektiğini anladım.

Serideki kitaplarda daima, “1990’larda İsveç refah devletine ne oluyor? Refah devletinin temeli artık sağlam değilse demokrasi nasıl hayatta kalacak? Bugün İsveç demokrasisinin bedeli çok mu yüksek ve artık ödemeye değmez mi?” gibi tek bir tema üzerinde durmama rağmen bu noktaya çok geç ulaştım.

Okurlardan aldığım mektupların çoğuna da tam olarak bu sorular hâkimdi. Birçok okurumun paylaşmaya değer bir sürü akıllıca fikri vardı. Gerçekten de Wallander’in, artan güvensizlik, öfke ve refah devleti ile demokrasi arasındaki ilişkinin iç yüzünü anlamak için bir tür sözcülük görevi gördüğü izlenimini edindim. Dünyanın hiç duymadığım yerlerinden uzun mektuplar ve zarif kartpostallar aldım, telefonla bana tuhaf saatlerde ulaşan ya da e-posta yoluyla benimle iletişime giren heyecanlı okurlarım oldu.

Refah devleti ve demokrasi konularının ötesinde başka sorular da soruldu. Bazıları, birçok okurumun keyifle keşfettiği tutarsızlıklar üzerineydi. Okurlarımın “hataları” gün ışığına çıkardığı hemen hemen tüm durumlar doğruydu. (Bu kitapta bile yeni tutarsızlıkların keşfedileceğini hemen ekleyeyim. Sadece, bu kitapta görünenin, olması gereken olduğunu söyleyeyim. Hiçbir editörün üzerine gölge düşmesin. Eva Stenberg’den daha iyisini bulamazdım.)

Ancak mektupların çoğu şu soruyu gündeme getiriyordu: Seri başlamadan önce Wallander’e ne olmuştu? Kesin bir tarih belirlemek gerekirse 8 Ocak 1990’dan önce neler yaşanmıştı. Karanlık Yüz başlarken Wallander erken bir kış sabahı çalan telefonla uyanıyor. İnsanların her şeyin nasıl başladığını merak etmesine büyük bir ilgi duyuyorum. Wallander sahneye ilk çıktığında kırk üç yaşına girmek üzereydi. Ama o zamana kadar uzun yıllar polislik yapmış, evlenip boşanmış, bir çocuğu olmuş ve bir ara Malmö’den Ystad’a taşınmıştı.

Okurlarım Wallander'in geçmişini merak ediyordu. Doğal olarak ben de bazen merak ettim. Bu dokuz yıl içinde arada bir çekmeceleri temizledim, tozlu kâğıt yığınlarını karıştırdım ve disketlerin arasında arama yaptım.

Birkaç yıl önce, beşinci kitap Yanlış Yol’u bitirdikten hemen sonra, serinin başlamasından çok önce gerçekleşen hikâyeleri kafamda yazmaya başladığımı fark ettim. Yine esas büyülü tarih, 8 Ocak 1990’dı.

Şimdi bu hikâyeleri topladım. Bazıları zaten gazetelerde yayımlandı. Hafifçe gözden geçirdim. Bazı kronolojik hatalar ve ölü kelimeler çıkarıldı. Hikâyelerden ikisi daha önce hiç yayımlanmadı.

Tabii ki bu hikâyeleri yayımlama nedenim masamı temizlemek değil. Bu kitabı geçen yıl yazdığım döneme bir ünlem işareti oluşturduğu için yayımlıyorum. Yengeç gibi bazen geriye gitmek iyi gelebilir. Başa, 8 Ocak 1990’dan önceki zamana.

Bir resmi tam olarak tamamlayamayız. Ama bence bunlar resmin bir parçası.

Gerisi sessizliktir ve öyle kalır.

Henning Mankell

Ocak 1999

WALLANDER’İN İLK VAKASI

1

Başta her şey sadece bir sisten ibaretti. Ya da belki de her şeyin beyaz ve sessiz olduğu, yoğun akan bir deniz gibiydi. Ölüm manzarası. Aynı zamanda Kurt Wallander’in yavaşça yerden kalkmaya başladığı sırada aklına gelen ilk düşünce buydu, ölür gibi olmuştu. Yirmi bir yaşındaydı. Genç bir polis, artık bir yetişkin sayılırdı. Sonra bir yabancı, bıçakla ona doğru koşmuştu ama kendini kurtaracak zamanı bulamamıştı.

Daha sonra sadece beyaz sis ve sessizlik kaldı.

Yavaş yavaş uyandı, yavaş yavaş hayata döndü. Kafasının içinde dönen görüntüler net değildi. Kelebekleri yakalar gibi onları uçarken yakalamaya çalıştı. Ancak izler kayıp gitti ve ancak büyük bir çaba sonrasında gerçekten ne olduğunu anlamaya başladı.

* * *

Wallander izinliydi. 3 Haziran 1969’du ve Mona’yı yeni deniz otobüsüne değil de Danimarka feribotlarından birine az önce bindirmişti. Kopenhag’a gidene kadar doyurucu bir yemek yiyebildiğiniz, eski ama emektar bir feribotla gidiyordu. Bir arkadaşıyla buluşacaktı, belki Tivoli’ye ve büyük ihtimalle giyim mağazalarına gideceklerdi. Wallander izinli olduğu için birlikte gitmek istemişti ama Mona kabul etmemişti. Kızlar baş başa olacaktı. Yanlarında erkek istemiyorlardı.

Teknenin limandan çıkışını izledi. Mona akşam dönecekti ve onu karşılamak için orada olacağına söz vermişti. Hava hâlâ şimdiki kadar güzel olursa yürüyüşe çıkacaklardı. Rosengård’daki dairesine döndü.

Wallander bu düşünceyle heyecanlandığını fark etti. Pantolonunu düzeltti, sonra caddeyi geçerek istasyona girdi. Oradan her zamanki gibi bir paket John Silver sigara aldı, binadan ayrılmadan önce bir tane yaktı.

Wallander’in o gün için hiçbir planı yoktu. Salı günüydü ve serbestti. Hem Lund’da hem de Malmö’de sık sık düzenlenen büyük Vietnam protestoları nedeniyle çok fazla mesai yapıyordu. Malmö’de çatışma çıkmıştı. Wallander bu durumu tatsız buluyordu. Protestocular ABD’nin Vietnam’dan çıkmasını istiyordu, Wallander bu konuda ne düşündüğünü tam olarak bilmiyordu. Bir gün önce Mona’yla bu konuyu konuşmaya çalışmıştı ama Mona’nın bu konudaki tek fikri protestocuların “baş belası” olduğu yönündeydi. Her şeye rağmen Wallander, dünyanın en büyük askerî gücünün, Asya’daki fakir bir tarım ülkesini bombalamasının –ya da üst düzey bir Amerikan askerî yetkilisinin dediği gibi “Taş Devri’ne döndürmesi”nin– pek doğru olmayacağı düşüncesinde ısrar edince Mona karşılık vermiş ve bir komünistle evlenmeye kesinlikle niyeti olmadığını söylemişti.

Bu konuşma Wallander’de hayal kırıklığı yaratmıştı. Tartışmayı devam ettirmediler. Mona’yla evlenecekti, bundan emindi. Açık kahverengi saçlı, sivri burunlu, ince çeneli kızla. Belki tanıdığı en güzel kız sayılmazdı ama her şeye rağmen istediği kişi oydu.

Geçen yıl tanışmışlardı. Ondan önce Wallander, şehirdeki bir nakliye ofisinde çalışan Helena adındaki kızla bir yıldan fazla bir süredir birlikteydi. Birden bir gün ona her şeyin bittiğini, başka birini bulduğunu söylemişti. Wallander ilk başta afallamıştı. Ondan sonra bütün bir hafta sonunu dairesinde ağlayarak geçirmişti. Kıskançlıktan deliye dönmüştü ve gözyaşlarını durdurabildikten sonra Merkez İstasyon’daki bara gitmiş, çok fazla içki içmişti. Sonra tekrar eve dönüp ağlamaya devam etmişti. Şimdi barın önünden her geçişinde o zamanı hatırlıyordu. Bir daha oraya ayak basmayacaktı.

Wallander birkaç aylık zor bir dönem geçirmiş, Helena’nın fikrini değiştirip geri dönmesi için yalvarmıştı. Ama geri dönmeyi kesin olarak reddetmişti, en sonunda da ısrarından o kadar rahatsız olmuştu ki Wallander’i polise gitmekle tehdit etmişti. Wallander yenilgiyi kabullenip geri çekilmişti ve garip bir şekilde, her şey bitmiş gibi hissetmişti. Helena yeni sevgilisiyle huzur içinde birlikte olabilirdi. Her şey bir cuma günü olmuştu.

Aynı akşam kanal üzerinde bir gezintiye çıkmış ve Kopenhag’dan dönerken örgü ören bir kızın yanında oturmuştu. Adı Mona’ydı.

Wallander düşüncelere dalmış şekilde kalabalığa doğru yürüdü. Mona ve arkadaşının şu anda ne yaptığını merak etti. Sonra bir hafta önce olanları düşündü. Protestolar kontrolden çıkmıştı. Yoksa durumu doğru değerlendirememiş miydi? Wallander ihtiyaç duyulana kadar arka planda kalması söylenen aceleyle toplanmış bir destek ekibindeydi. Ancak iş çığırından çıktığında çağrılmışlardı. Bu da durumu daha kötü hâle getirmekten başka bir işe yaramamıştı.

Wallander’in gerçekten siyaset konuşmaya çalıştığı tek kişi babasıydı. Babası altmış yaşındaydı ve Österlen’e taşınmaya karar vermişti. Babası, ruh hâlini tahmin etmekte zorlandığı değişken ruhlu bir insandı. Hatta bir keresinde çok sinirlendiği için neredeyse oğlunu evlatlıktan reddedecekti. Bu, birkaç yıl önce Wallander eve gelip babasına polis olacağını söylediğinde olmuştu. Babası her zamanki gibi yağlı boya ve kahve kokan stüdyosunda oturuyordu. Wallander’e elindeki fırçayı atmış, gitmesini ve bir daha geri gelmemesini söylemişti. Aileden bir polise hoşgörüyle davranmaya hiç niyeti yoktu. Şiddetli bir tartışma çıkmıştı ama Wallander dimdik durmuştu, polis olacaktı ve dünyadaki tüm boya fırçaları kurşun gibi üstüne üstüne gelse bile bunu değiştiremezdi. Aniden kavga durdu. Babası sert bir sessizliğe çekildi ve şövalesinin başına döndü. Sonra inatla bir model yardımıyla horoz çizmeye başladı. Hep aynı resmi çizerdi, bazen bir horoz ekleyerek çeşitlendirdiği ağaçlık bir manzara.

Wallander babasını düşününce kaşlarını çattı. Doğrusu araları hiçbir zaman çok iyi olmamıştı. Ama şimdi yeniden konuşmaya başlamışlardı. Wallander polis olmak için eğitim alırken ölen annesinin kocasına nasıl katlanabildiğini sık sık merak etmişti. Wallander’in kız kardeşi Kristina, mümkün olan en kısa sürede evden ayrılacak kadar akıllıca davranmıştı ve şimdi Stockholm’de yaşıyordu.

Saat on olmuştu. Malmö sokaklarında yalnızca hafif bir esinti vardı. Wallander, NK mağazasının yanındaki kafeye girdi. Arbetet ve Sydsvenskan gazetelerini karıştırarak bir fincan kahve ve bir sandviç sipariş etti. Her iki gazetede de protestolarla bağlantılı olarak polisin tavrını öven veya eleştiren kişilerden editöre mektuplar gelmişti. Wallander hızla atlayıp geçti. Bunları okuyacak enerjisi yoktu. Yakında çevik kuvvet polisiyle daha fazla çalışmak zorunda kalmamayı umuyordu. Cinayet büroda polis olacaktı. Başından beri bu konuda netti ve bunu hiç gizlememişti. Sadece birkaç ay içinde şiddet olayları, hatta daha ağır suçlarla ilgilenen şubelerden birinde çalışacaktı.

Birden önünde biri durdu. Wallander kahve fincanını elinde tutuyordu. Kıza baktı. Uzun saçlı, on yedi yaşlarındaydı. Çok solgundu ve öfkeyle ona bakıyordu. Sonra öne eğilince saçları yüzüne düştü ve ensesini işaret etti.

“İşte,” dedi. “Tam burama vurdun.”

Wallander bardağını bıraktı. Hiçbir şey anlamamıştı.

Kız geri doğruldu.

“Ne demek istediğini gerçekten anlamıyorum,” dedi Wallander.

“Sen bir polissin, değil mi?”

“Evet.”

“Siz orada protestoya müdahale etmiyor muydunuz?”

Wallander sonunda anladı. Kız, üniformalı olmamasına rağmen onu tanımıştı.

“Ben kimseye vurmadım,” diye cevap verdi.

“Copu kimin tuttuğu gerçekten önemli mi? Oradaydın. Ve bize karşı savaşıyordunuz.”

“Toplu gösterilerle ilgili talimatlara uymadınız,” dedi Wallander ve sözlerinin ne kadar geçiştirme olduğunu hemen fark etti.

“Polislerden gerçekten nefret ediyorum,” dedi kız. “Kahvemi burada içecektim ama şimdi başka bir yere gitmeye karar verdim.”

Sonra da gitti. Tezgâhın arkasındaki garson kız Wallander’e, sanki bir müşteriye mal olmuş gibi sert bir bakış attı.

Wallander kahvenin parasını ödeyip çıktı. Sandviçini bitirmeden bıraktı. Kızla yaşadığı olay onu oldukça sarsmıştı. Sanki üzerinde bu lacivert pantolon, açık renkli gömlek ve yeşil ceket değil de üniforması varmış gibi hissediyordu.

Bu sokaklardan uzaklaşmalıyım, diye düşündü. Emniyette takılmalıyım, soruşturma toplantılarına katılmalıyım, suç mahalline bakmalıyım. Artık protestolardan uzaklaşmalıyım. Yoksa hastalık izni almam gerekecek.

Daha hızlı yürümeye başladı. Rosengård otobüsüne binip binmemesi gerektiğini düşündü. Ama egzersize ihtiyacı olduğuna karar verdi. Görünmez olup tanıdık kimseyle karşılaşmamayı istiyordu.

Ancak doğal olarak Halk Parkı’nın yakınında babasına rastladı. Kahverengi kâğıda sarılmış tablolarından birini taşırken yorulmuştu. Başı önde yürüyen Wallander, saklanmaya vakit bulamayacak kadar geç fark etti babasını. Babası garip bir şapka takmış ve kalın bir palto, eşofman ve çorapsız spor ayakkabı giymişti.

Wallander kendi kendine söylendi. Tam bir serseri gibi görünüyor, diye düşündü. Bari en azından düzgün giyinse.

Babası tabloyu bırakıp derin bir nefes aldı.

“Neden üniformalı değilsin?” diye sordu selam vermeden. “Polisliği bıraktın mı yoksa?”

“Bugün izinliyim.”

“Polislerin her zaman görevde olduğunu sanıyordum. Bizi tüm kötülüklerden koruyacaksınız ya.”

Wallander öfkesini kontrol etmeyi başarmıştı.

“Neden kışlık bir mont giyiyorsun?” diye sordu, sorusuna cevap vermeden. “Hava yirmi derece.”

“Olabilir,” diye yanıtladı babası, “ama elimden geldiğince terleyerek sağlıklı kalmaya çalışıyorum. Sen de denemelisin.”

“Yazın kışlık mont giyemezsin.”

“O zaman hastalanırsın.”

“Ama ben hasta değilim.”

“Henüz değilsin. Ama olacaksın.”

“Nasıl göründüğünden haberin var mı?”

“Zamanımı aynada kendime bakarak harcamam.”

“Haziranda kışlık şapka takamazsın.”

“Yiyorsa onu benden almaya çalış. O zaman seni şikâyet ederim. Bana saldırdığını söylerim. Anladığım kadarıyla sen de oradaydın ve protestocuları dövenlerden biriydin?”

Hayır, sen de mi, diye düşündü Wallander. Bu doğru olamaz. Bazen onunla siyaset hakkında konuşmaya çalışsam da ilgi alanına girmiyor. Ama Wallander yanılıyordu.

“Aklı olan herkes bu savaşa karşı çıkar,” dedi babası sert bir şekilde.

“Herkes kendi işini yapmalı,” dedi Wallander gergin bir sakinlikle.

“Sana ne söylediğimi biliyorsun. Asla polis olmamalıydın. Ama beni dinlemedin. Şimdi şu yaptığınıza bakın. Masum küçük çocukların kafalarına sopayla vuruyorsunuz.”

“Hayatım boyunca tek bir kişiye bile vurmadım,” diye öfkeyle yanıtladı Wallander. “Her neyse, biz sopa kullanmıyoruz, cop kullanıyoruz. Tabloyla nereye gidiyorsun?”

“Nemlendiriciyle değiştireceğim.”

“Neden nemlendiriciye ihtiyacın var?”

“Yeni bir yatakla değiştireceğim. Şimdiki yatağım sırtımı çok kötü ağrıtıyor.”

Wallander babasının alışıldık olmayan bir ticaret yaptığını, genelde istediği şeye ulaşmak için birkaç aşamalı alım satım yaptığını biliyordu.

“Sana yardım etmemi ister misin?” diye sordu Wallander.

“Polis korumasına ihtiyacım yok. Ama bir gece gel de kâğıt oynayalım.”

“Geleceğim,” dedi Wallander, “zamanım olduğunda.”

Kâğıt oynamak, diye düşündü. Can simidimiz.Babası tabloyu kaldırdı.

“Neden benim torunum yok?” diye sordu.

Ama cevap beklemeden gitti.

Wallander durup arkasından baktı. Babası Österlen’e taşındığında rahatlayacağını düşündü. Böylece tesadüfen de olsa onunla karşılaşma ihtimali düşerdi.

* * *

Wallander, Rosengård’da eski bir binada yaşıyordu. Tüm bölge sürekli yıkım tehdidi altındaydı. Mona, evlenirlerse başka bir yer bulmak zorunda kalacaklarını söylemişti ama o burada mutluydu. Dairesi bir oda, bir mutfak ve küçük bir banyodan oluşuyordu. Burası tek başına yaşadığı ilk evdi. Mobilyaları müzayedelerden ve çeşitli ikinci el dükkânlarından satın almıştı. Duvarda çiçek ve ada posterleri vardı. Babası bazen ziyarete geldiğinden, tablolarından birini kanepenin üzerindeki duvara asmak zorunda hissetmişti. Horoz olmayanını seçmişti.

Odadaki en önemli şeyse pikaptı. Wallander’in çok fazla plağı yoktu, olanlar da neredeyse sadece operaydı. Eve çağırdığı bazı meslektaşları böyle müzikleri nasıl dinlediğini sormuşlardı hep. Bu yüzden misafirlere çalmak için başka plaklar da almıştı. Nedense birçok polis Roy Orbison hayranıydı.

Saat birden kısa bir süre sonra öğle yemeği yedi, biraz kahve içti ve Jussi Björling’in bir plağını dinlerken darmadağınık evi toparladı. Bu onun ilk plağıydı, oldukça çizilmişti ama yangın çıksa kurtaracağı ilk şey o olurdu.

Tavanda bir gümbürtü duyulduğunda plağı ikinci kez dinliyordu. Wallander sesi kıstı. Binanın duvarları inceydi. Üstünde bir zamanlar çiçek dükkânı olan emekli bir kadın oturuyordu. Adı Linnea Almquist’ti. Müzik sesini yüksek bulduğunda tavana vururdu. Uyarıyı dikkate alarak sesi kıstı. Pencere açıktı, Mona’nın astığı perde dalgalandı, ardından yatağa uzandı. Kendini hem yorgun hem de tembel hissediyordu. Dinlenmeye hakkı vardı. Erkek dergisi Lektyr’in bir sayısını gözden geçirmeye başladı. Mona ne zaman gelse itinayla dergiyi gizlerdi. Çok geçmeden dergi yerdeyken uyuyakaldı.

Bir patlama sesiyle uyandı. Nereden geldiğini anlayamadı. Ayağa kalktı ve yere bir şey düşüp düşmediğini kontrol etmek için mutfağa gitti ama her şey yerli yerindeydi. Sonra tekrar odaya girdi ve pencereden dışarı baktı. Binaların arasındaki avlu boştu. İpte asılı mavi işçi tulumu rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Wallander yatağına döndü. Bir rüya görmüştü. Kafedeki kız oradaydı. Ama rüya net değildi ve kopuk kopuktu.

Kalktı ve saatine baktı, dörde çeyrek vardı. İki saatten fazla uyumuştu. Mutfak masasına oturdu ve alışveriş listesini yazdı. İçecekleri Mona, Kopenhag’dan alacaktı. Kâğıdı cebine koydu, kapıyı arkasından kapattı.

Koridorun loş ışığında dikilip kalmıştı. Komşusunun dairesinin kapısı aralıktı. Wallander buna şaşırmıştı çünkü orada yaşayan adam mahremiyeti konusunda oldukça titizdi, hatta mayısta fazladan bir kilit bile taktırmıştı. Wallander görmezden gelip gelmemek konusunda kararsız kaldı ama sonra kapıyı çalmaya karar verdi. Yalnız yaşayan adam, Artur Hålén adında emekli bir denizciydi. Wallander taşındığında zaten binada yaşıyordu. Genellikle birbirlerine selam verirler ve bazen merdivenlerde karşılaştıkları zaman birkaç kelime konuşurlardı ama hepsi bu kadardı. Wallander bu zamana kadar Hålén’in misafiri olduğunu ne görmüş ne de duymuştu. Sabahları radyo dinlerdi, akşamları televizyonu açardı. Ama saat on olduğunda sessizlik hâkim olurdu. Wallander bazen kendisine gelen misafirlerin, özellikle de akşamları çıkan seslerin Hålén’in ne kadar farkında olduğunu merak ediyordu. Ama tabii ki hiç sormamıştı.

Wallander kapıyı tekrar çaldı, cevap gelmedi. Sonra kapıyı açıp seslendi. Koridorda tereddütle birkaç adım attı. İçerisi havasızdı, bayat bir yaşlı adam kokusu vardı. Wallander tekrar seslendi.

Dışarı çıkarken kilitlemeyi unutmuş olmalı, diye düşündü Wallander. Ne de olsa yetmiş yaşında, unutkanlık başlamış olmalı.

Wallander mutfağa bir göz attı. Kahve fincanının yanındaki muşamba masa örtüsünün üzerinde buruşmuş bir futbol bahis kuponu duruyordu. Sonra odaya açılan perdeleri kenara çekti. Wallander irkildi. Hålén yerde yatıyordu. Beyaz gömleği kana bulanmıştı. Elinin yanında bir revolver duruyordu.

Patlama duymuştum, diye düşündü Wallander. Demek ki silahtanmış.

Midesinin bulanmaya başladığını hissetti. Daha önce birçok ceset görmüştü. Boğulan veya kendini asan insanlar. Trafik kazalarında yanarak ölen veya tanınmayacak kadar ezilen insanlar. Ama buna alışamıyordu.

Odaya baktı. Hålén’in dairesi kendi dairesinin aynadaki yansıması gibiydi. Mobilyalar yavan bir izlenim veriyordu. Tek bir bitki ya da süs eşyası yoktu. Yatak toplanmamıştı.

Wallander birkaç dakika daha cesedi inceledi. Kendini göğsünden vurmuş olmalıydı. Ölmüştü. Wallander’in bunu anlamak için nabzını kontrol etmesine gerek yoktu.

Hızla kendi dairesine döndü ve polisi aradı. İsmini söyleyip meslektaşları olduğunu söyledi ve olanları anlattı. Sonra sokağa çıktı ve ilk müdahale ekibinin gelmesini bekledi.

Polis ve acil tıp teknisyenleri hemen hemen aynı anda geldi. Arabalarından inerlerken Wallander onlara başıyla selam verdi. Hepsini tanıyordu.

“Ne oldu?” diye sordu devriye polislerinden biri. Adı Sven Svensson’du, Landskrona’dan gelmişti ve “Diken” olarak tanınıyordu çünkü bir keresinde bir hırsızı kovalarken çalılığa düşmüş ve karnının altını dikenler yırtmıştı.

“Komşum,” dedi Wallander. “Kendini vurmuş.”

“Hemberg yolda,” dedi Diken. “Cinayet büro detaylıca araştırır.” Wallander başını salladı. O da biliyordu. Söz konusu ölüm olayı, ne kadar doğal görünse de mutlaka soruşturulmalıydı.

Hemberg, pek iyi olmasa da tanınan biriydi. Kolayca sinirlenirdi ve iş arkadaşlarına karşı kabalaşabiliyordu. Ama aynı zamanda mesleğinde o kadar iyiydi ki hiç kimse onunla gerçekten ters düşmeye cesaret edemezdi. Wallander gerilmeye başladığını fark etti. Yanlış bir şey mi yapmıştı? Eğer öyleyse, Hemberg’i hemen bilgilendirmeliydi. Wallander, nakli olur olmaz, Komiser Hemberg’in yanında çalışacaktı.

Wallander sokakta bekledi. Koyu bir Volvo kaldırıma yanaştı ve Hemberg indi. Yalnızdı. Wallander’i tanıması birkaç saniye aldı.

“Burada ne halt ediyorsun?” diye sordu Hemberg.

“Burada yaşıyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Kendini vuran komşum oluyor. Arayan bendim.”

Hemberg kaşlarını ilgiyle kaldırdı.

“Onu gördün mü?”

“‘Görmek’ derken ne demek istiyorsun?”

“Kendisini vurduğunu gördün mü?”

“Tabii ki hayır.”

“Öyleyse bunun bir intihar olduğunu nereden biliyorsun?”

“Silah cesedin hemen yanında duruyordu.”

“Yani?”

Wallander buna ne diyeceğini bilemedi.

“Doğru soruları sormayı öğrenmelisin,” dedi Hemberg. “Komiser olacaksan tabii. Zaten düşünmeyi bilmeyen yeterince insan var. Başka bir tane daha istemiyorum.”

Sonra tavrını değiştirip daha dostça bir ses tonu takındı.

“İntihar olduğunu söylüyorsan, muhtemelen öyledir. Nerede?”

Wallander girişi işaret etti. İçeri girdiler.

Wallander, Hemberg’in ne yapıp ne ettiğini dikkatlice izledi. Cesedin yanına çömelişini ve gelen doktorla kurşunun nereden girdiği konusunda konuşmasını dinledi. Silahın, vücudun, elin pozisyonunu inceledi. Sonra dairede dolaştı, şifonyerin içindekileri, dolapları ve kıyafetleri inceledi.

Yaklaşık bir saat sonra işi bitmişti. Mutfağa gelmesi için Wallander’e işaret etti.

“Kesinlikle intihara benziyor,” dedi Hemberg dalgınlıkla masadaki futbol bahis kuponunu düzeltip okurken.

“Bir patlama sesi duydum,” dedi Wallander. “Silahtan gelmiş olmalı.”

“Başka bir şey duymadın mı?”

Wallander en iyisinin doğruyu söylemek olduğunu düşündü.

“Kestiriyordum,” dedi. “Ani bir gürültüyle uyandım.”

“Ondan sonra ne oldu? Merdivenlerde koşan kimsenin sesini duydun mu?”

“Hayır.”

“Onu tanıyor musun?”

Wallander bildiği kadarını anlattı.

“Hiç akrabası yok muydu?”

“Bildiğim kadarıyla yoktu.”

“Soruşturmamız gerekecek.”

Hemberg bir süre sessizce oturdu.

“Aile fotoğrafı yok,” diye devam etti. “İçerideki şifonyerde veya duvarlarda fotoğraf yok. Çekmecelerde hiçbir şey yok. Sadece eski iki gemicilik kitabı. Bulabildiğim tek ilgi çekici şey kavanozdaki renkli bir böcekti. Geyik böceğinden daha büyük. Bunun ne olduğunu biliyor musun?”

Wallander bilmiyordu.

“En büyük İsveç böceği,” dedi Hemberg. “Ama neredeyse nesli tükendi.”

Bahis kuponunu bıraktı.

“İntihar notu da yok,” diye devam etti. “Bıkmış ve her şeye bir kurşunla veda eden yaşlı bir adam. Doktora göre iyi atış yapmış. Tam kalbinden.”

Bir polis, mutfağa girip Hemberg’e bir cüzdan uzattı. İçinde postane tarafından verilmiş bir kimlik kartı vardı.

“Artur Hålén,” dedi Hemberg. “1898’de doğmuş. Birçok dövmesi var. Eski bir denizciden bekleneceği gibi. Denizde ne yaptığını biliyor musun?”

“Sanırım gemi mühendisiydi.”

“Seyir defterlerinden birinde mühendis olarak kayıtlı. Daha önceki bir tanesinde, sadece güverte görevlisi olarak görünüyor. Bir sürü farklı gemide çalışmış. Bir keresinde Lucia adında bir kıza delice âşık olmuş. Bu ismi hem sağ omzuna hem de göğsüne dövme yaptırmış. Sembolik olarak bu güzel ismi vurduğu da söylenebilir.”

Hemberg kimlik kartını ve cüzdanı bir çantaya koydu.

“Son sözü adli tıp söyleyecek,” dedi. “Hem silaha hem de kurşuna bakacağız. Ama kesinlikle intihar.”

Hemberg bahis kuponuna bir kez daha baktı.

“Artur Hålén İngiliz futbolu hakkında pek bir şey bilmiyormuş,” dedi. “Eğer bu tahmini tutsaydı, ikramiyeyi tek başına alırdı.”

Hemberg ayağa kalktı. Aynı zamanda ceset de taşınmaya hazırdı. Kapalı sedye, dar koridordan dikkatlice çıkarıldı.

“Daha sık olmaya başladı,” dedi Hemberg düşünceli bir şekilde. “Yaşlı insanlar kendi sonlarına kendileri karar veriyor ama genelde silah kullanmıyorlar. Hele bir revolver, çok nadir.”

Birden Wallander’i incelemeye başladı.

“Ama elbette bu senin de aklına gelmiştir.”

Wallander şaşırmıştı.

“Ne demek istiyorsun?”

“Bir revolveri olması garip. Çekmeceleri aradık ama ruhsatı yok.”

“Denizdeyken bir ara satın almış olmalı.”

Hemberg omuz silkti.

“Tabii ki.”

Wallander, Hemberg’i caddeye kadar takip etti.

“Komşusu olduğun için anahtarla senin ilgilenebileceğini düşündüm,” dedi. “Diğerleri işini bitirdiğinde sana bırakırlar. İntihar olduğundan tamamen emin olana kadar işi olmayan kimse içeri girmesin.”

Wallander binaya döndü. Merdiven boşluğunda elinde bir torba çöple dışarı çıkan Linnea Almquist’e çarptı.

“Bütün bu kargaşa da ne?” diye sordu sinirle.

“Ne yazık ki bir ölüm vakası,” dedi Wallander kibarca. “Hålén vefat etti.”

Kadın haberi duyunca oldukça sarsıldı.

“Çok yalnız kalmış olmalı,” dedi yavaşça. “Birkaç kez kahveye çağırmıştım. Zamanı olmadığı gerekçesiyle kendisini mazur görmemi istemişti. Ama acaba tek gerekçesi zaman mıydı?”

“Onu pek tanımıyordum,” dedi Wallander.

“Kalbinden mi?”

Wallander başını salladı.

“Evet,” dedi. “Muhtemelen kalbinden.”

“Umarım onun yerine gürültücü gençler taşınmaz,” dedi ve gitti.

Wallander, Hålén’in dairesine döndü. Ceset kaldırıldığı için artık daha kolaydı. Bir teknisyen çantasını topluyordu. Muşamba zemindeki kan gölü kararmıştı. Diken, tırnak etlerini yoluyordu.

“Hemberg anahtarları almamı söyledi,” dedi Wallander.

Diken, şifonyerin üzerindeki bir anahtarlığı işaret etti.

“Bina sahibini biliyor musun?” dedi. “Kız arkadaşım taşınmak için bir yer arıyor.”

“Duvarlar çok ince,” dedi Wallander. “Bil diye söylüyorum.”

“Şu yeni egzotik su yataklarını duymadın mı?” diye sordu Diken. “Gıcırdamıyor.”

* * *

Wallander nihayet Hålén’in dairesinin kapısını kilitleyebildiğinde saat altıyı çeyrek geçiyordu. Mona’yla buluşmasına daha saatler vardı. Tekrar evine gitti ve bir kahve koydu. Rüzgâr çıkmıştı. Pencereyi kapatıp mutfakta oturdu. Alışveriş yapacak zamanı yoktu, market de zaten kapanmış olmalıydı. Yakınlarda geç saatlere kadar açık olan dükkân yoktu. Mona’yı akşam yemeğine çıkarması gerektiğini düşündü. Cüzdanı masanın üzerindeydi. Yeterli parası vardı. Mona akşam yemeğini dışarıda yemeyi severdi ama Wallander bunun parayı sebepsiz yere çöpe atmak olduğunu düşündü.

Kahve demliği kaynamaya başladı. Kendine bir fincan doldurdu ve üç kaşık şeker ekleyip soğumasını bekledi.

Bir şey onu rahatsız ediyordu.

Tam ne olduğunu bilmiyordu.

Ama bir anda çok güçlü bir duygu belirmişti.

Bu hissin Hålén’le ilgili olduğu dışında ne olduğunu bilmiyordu. Zihninde olayları gözden geçirdi. Onu uyandıran patlama, aralık kapı, odanın içinde yerde yatan ceset. İntihar eden bir adam, komşusu…

Yine de başka bir şey aklına gelmedi. Wallander oturma odasına girip yatağa uzandı. Patlama ânını hafızasında yokladı. Başka bir şey duymuş muydu? Önce ya da sonra? Gördüğü rüyayı bölen herhangi bir ses daha var mıydı? Hafızasını yokladı ama hiçbir şey bulamadı. Yine de emindi. Gözden kaçırdığı bir şey vardı. Düşünmeye devam etti. Tek hatırladığı sessizlikti. Yatağından kalkıp tekrar mutfağa gitti. Kahve soğumuştu.

Kendi kendime kurup duruyorum, diye düşündü. Ben gördüm, Hemberg gördü, herkes gördü. Hayattan bıkmış, yaşlı, yalnız bir adam sadece.

Yine de sanki gördüğünü tam olarak anlayamamış gibiydi.

Aynı zamanda, Hemberg’in gözünden kaçan bir şeyi fark etmiş olabileceği düşüncesinin de doğal olarak aklını çeldiğini kabul etmek zorundaydı. Bu, er ya da geç cinayet soruşturmalarına katılma şansını artırabilirdi.

Saatini kontrol etti. Mona’yla Danimarka feribotunda buluşmadan önce hâlâ zamanı vardı. Kahve fincanını lavaboya koydu, anahtarları aldı ve Hålén’in dairesine girdi. Oturma odasına girdiğinde, ceset dışında her şey ilk bulduğu gibiydi. Hiçbir şeyin yeri değiştirilmemişti. Wallander yavaşça etrafına bakındı. Bunu nasıl yapabilirim, diye merak etti. Baktığınız ama göremediğiniz bir şeyi nasıl görebilirsiniz?

Bir şey vardı, bundan emindi.

Ama bir türlü çözemiyordu. Mutfağa girdi ve Hemberg’in kullandığı sandalyeye oturdu. Bahis kuponu önünde duruyordu. Wallander, İngiliz futbolu hakkında pek bir şey bilmiyordu. Aslında futbol hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Kumar oynamak isterse, piyango bileti alırdı. Başka bir şey değil.

Bahis kuponu önümüzdeki cumartesi için hazırlanmıştı, görebiliyordu. Hålén adını ve adresini bile yazmıştı üzerine.

Wallander odaya döndü ve başka bir açıdan bakmak için pencereye doğru yürüdü. Bakışları yatağın yanında durdu. Hålén canına kıydığında giyinikti. Dairenin geri kalanı çok titizce düzenlenmiş olsa da yatağını toplamamıştı. Neden yatağını toplamamıştı? Wallander düşündü. Kıyafetleriyle zar zor uyumuş, uyanmış ve sonra yatağını toplamadan kendini vurmuş olabilirdi. Peki neden mutfak masasında doldurulmuş bir bahis kuponu bırakmıştı ki?

Mantıklı değildi ama mutlaka bir şey ifade etmesi de gerekmiyordu. Birden kendini öldürmeye karar vermiş olabilirdi. Belki de ölümünden önce yatağını toplamanın anlamsızlığını fark etmişti.

Wallander odanın tek koltuğuna oturdu. Eski ve yıpranmıştı. Kendi kendime kurup duruyorum, diye düşündü tekrar. Adli tıp bunun bir intihar olduğunu söyleyecektir. Adli soruşturma silah ve kurşunun uyuştuğunu ve tetiği Hålén’in çektiğini gösterecektir.

Wallander daireden çıkmaya verdi. Mona’yla buluşmak için ayrılmadan önce kıyafetlerini değiştirme ve temiz hava alma zamanı gelmişti. Ama bir şey çıkmasına izin vermedi. Dolabın yanına gitti ve çekmeceleri açmaya başladı. Hemen iki seyir defterini buldu. Artur Hålén gençliğinde yakışıklı bir adammış. Saçları sarı ve gülümsemesi kocamandı. Wallander günlerini Rosengård’da huzur ve sükûnet içinde geçiren adamla bu görüntü arasında bağlantı kurmakta güçlük çekiyordu. En azından bunların bir gün gelip kendi canını alacak birinin fotoğrafları olduğunu hissetti. Ama düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu biliyordu. İntihar ederek hayatına son veren insanlar hiçbir zaman tipik bir modele göre karakterize edilemezdi.

Renkli böceği buldu ve pencereye götürdü. Kavanozun dibindeki “Brezilya” damgasını okumaya çalıştı. Hålén bunu bir gezide satın almıştı. Wallander çekmeceleri karıştırmaya devam etti. Anahtarlar, çeşitli ülkelerden madeni paralar, dikkatini çeken hiçbir şey yoktu. Yıpranmış ve yırtık çekmece astarının ortasında kahverengi bir zarf buldu. İçinde eski bir düğün fotoğrafı vardı. Arkasında stüdyonun adı ve tarihi vardı: 15 Mayıs 1894. Stüdyo Härnösand’daydı. Bir de not vardı: Manda ve ben bugün evlendik. Ailesi, diye düşündü Wallander. Dört yıl sonra oğulları doğmuş.

Çekmeceyle işi bittiğinde kitaplığa doğru yürüdü. Şaşırtıcı bir şekilde, Almanca birkaç kitap buldu. Sık kullanıldıkları belli oluyordu. Ayrıca Vilhelm Moberg’in birkaç kitabı, bir İspanyol yemek kitabı ve bir model uçak dergisinin birkaç sayısı vardı. Wallander şaşkınlıkla başını salladı. Hålén hayal edebileceğinden çok daha karmaşıktı. Kitaplıktan uzaklaştı ve yatağın altını kontrol etti. Bir şey yoktu. Daha sonra dolaba gitti. Giysiler düzgünce asılmıştı, temiz görünen üç çift ayakkabı vardı. Wallander yeniden, yalnızca yatak toplanmamış, diye düşündü. Uymuyordu.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-2-1
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu