Kitabı oku: «Piramit ve Diğer Wallander Maceraları», sayfa 2
Kapı zili çaldığında dolabın kapağını kapatmak üzereydi. Wallander irkildi. Bekledi. Bir kez daha çaldı. Wallander yasak bölgeye izinsiz girdiği hissine kapıldı. Beklemeye devam etti ama üçüncü kez çaldığında gidip kapıyı açtı.
Dışarıda gri montlu bir adam vardı. Wallander’e merakla baktı.
“Yanlış mı geldim?” diye sordu. “Bay Hålén’e bakmıştım.”
Wallander resmî bir ton takınmaya çalıştı.
“Kim olduğunuzu sorabilir miyim?” dedi gereksiz bir kabalıkla.
Adam kaşlarını çattı.
“Ya ben de aynısını sizden istesem?” diye sordu.
“Ben emniyettenim,” dedi Wallander. “Komiser Yardımcısı Kurt Wallander. Şimdi soruma cevap verme nezaketini gösterir misiniz, siz kimsiniz ve ne istiyorsunuz?”
“Ansiklopedi satıyorum,” dedi adam usulca. “Geçen hafta buradaydım ve kitaplarımı tanıtmıştım. Artur Hålén bugün gelmemi istemişti. Zaten sözleşmeyi ve ilk ödemeyi gönderdi. İlk cildi ve tüm yeni müşterilerin hoş geldin bonusu olarak kazandığı hediye kitabı teslim edecektim.”
Wallander’e doğruyu söylediğini göstermek istercesine çantasından iki kitap çıkardı.
Wallander giderek artan bir hayretle dinliyordu. Akla yatmayan bir şeylerin olduğu hissi güçlenmişti. Kenara çekildi ve satıcının içeri girmesi için başıyla işaret etti.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu adam.
Wallander cevap vermeden onu mutfağa götürdü ve masaya oturmasını işaret etti.
Sonra Wallander bir ölüm haberi vereceği gerçeğini hatırladı. Her zaman korktuğu bir şeydi bu. Ancak bir akrabayla değil yalnızca bir ansiklopedi satıcısıyla konuştuğunu hatırlattı kendine.
“Artur Hålén öldü,” dedi.
Masanın diğer tarafındaki adam bunu anlamamışa benziyordu.
“Ama bugün onunla konuştum.”
“Onunla geçen hafta konuştuğunuzu söylediğinizi sanıyordum?”
“Bu sabah onu aradım ve bu akşam gelmemin uygun olup olmadığını sordum.”
“Ne dedi?”
“İyi olacağını. Yoksa neden geleyim ki? Ben ısrarcı bir insan değilim. İnsanların kapı kapı dolaşan satıcılar hakkında çok tuhaf ön yargıları var.”
Adam büyük ihtimalle yalan söylüyordu.
“Her şeyi baştan alalım,” dedi Wallander.
“Nasıl olmuş?” diye araya girdi adam.
“Artur Hålén öldü,” diye yanıtladı Wallander. “Bu noktada söyleyebileceklerim bu kadarla sınırlı.”
“Ama işin içinde polis varsa bir şeyler olmuş demektir. Araba mı çarptı?”
“Şimdilik söyleyebileceklerim bu kadar,” diye tekrarladı Wallander, aslında durumu neden aşırı dramatize ettiğini merak ediyordu.
Sonra adamdan ona tüm hikâyeyi anlatmasını istedi.
“Ben Emil Holmberg,” diye başladı adam. “Aslında bir okulda biyoloji öğretmeniyim. Ama bir ‘Borneo’ gezisine para biriktirmek için ansiklopedi satmaya çalışıyorum.”
“Borneo?”
“Tropik bitkilerle ilgileniyorum.”
Wallander devam etmesi için başını salladı.
“Geçen hafta bu mahalleyi kapı kapı dolaştım. Artur Hålén biraz ilgi gösterdi ve içeri girmemi istedi. Burada, mutfakta oturduk. Ona ansiklopediden, fiyatından bahsettim ve ciltlerden birinin bir kopyasını gösterdim. Yaklaşık yarım saat sonra sözleşmeyi imzaladı. Sonra bugün aradığımda bu akşam gelmemin uygun olacağını söyledi.”
“Geçen hafta hangi gün buradaydınız?”
“Salı. Saat dört buçuk civarı.”
Wallander o sırada görevde olduğunu hatırladı ama adama binada yaşadığını söylemeyi gereksiz buldu. Özellikle de komiser yardımcısı olduğunu iddia ettiği için.
“Hålén ilgi gösteren tek kişiydi,” diye devam etti Holmberg. “Üst katlarda oturan bir kadın, insanları rahatsız ettiğim için beni azarlamaya başladı. Böyle şeyler oluyor ama çok sık değil. Hatırladığım kadarıyla bunun bitişiğindeki evde kimse yoktu.”
“Hålén’in ilk ödemesini yaptığını mı söylediniz?”
Adam kitapların bulunduğu evrak çantasını açtı ve Wallander’e bir makbuz gösterdi. Geçen hafta cuma gününün tarihi vardı.
Wallander tekrar düşündü.
“Bu ansiklopedi için daha ne kadar süre ödeme yapması gerekiyordu?”
“İki yıl boyunca. Yirmi taksitin tamamı ödenene kadar.”
Bu hiç mantıklı değil, diye düşündü Wallander, hiç mantıklı değil. İntihar etmeyi planlayan bir adam iki yıllık bir sözleşme imzalamayı kabul etmez.
“Hålén hakkındaki izleniminiz neydi?” diye sordu Wallander.
“Ne demek istediğinizi anlamadım.”
“Nasıl görünüyordu? Sakin mi? Mutlu mu? Endişeli mi?”
“Pek bir şey söylemedi. Ama ansiklopediyle gerçekten ilgileniyordu. Bu kadarından eminim.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Mutfak penceresinin pervazında bir kalem vardı. Cebinde bir kâğıt parçası aradı. Bulduğu tek şey alışveriş listesiydi. Arkasını çevirdi ve Holmberg’den numarasını yazmasını istedi.
“Büyük ihtimalle bir daha görüşmeyeceğiz,” dedi. “Ama ne olur ne olmaz diye telefon numaranızı almak istiyorum.”
“Hålén tamamen sağlıklı görünüyordu,” dedi Holmberg. “Gerçekten ne oldu? Ya sözleşmeye ne olacak?”
“Bu ödemeyi üstlenebilecek akrabaları olmadığı sürece, para alabileceğinizi sanmıyorum. Size kesin olarak öldüğünü söyleyebilirim.”
“Ama ne olduğunu anlatamaz mısınız?”
“Korkarım söyleyemem.”
“Bana kötü bir şey gibi geliyor.”
Wallander konuşmanın bittiğini belirtmek için ayağa kalktı. Holmberg elinde çantasıyla olduğu yerde kalakaldı.
“Ansiklopediyle ilgilenir misiniz, Komiser?”
“Komiser Yardımcısı,” dedi Wallander, “ve şu anda ansiklopediye ihtiyacım yok. En azından şu an değil.”
Wallander, Holmberg’e sokağa kadar eşlik etti. Adam bisikletiyle köşeyi döndükten sonra Wallander, Hålén’in dairesine döndü. Sonra mutfak masasına oturdu ve zihninde Holmberg’in söylediği her şeyi gözden geçirdi. Bulabildiği tek makul açıklama, Hålén’in kendini öldürme kararını çok ani aldığıydı. Masum bir satıcıya kötü bir oyun oynayacak kadar çılgın olduğu fikri bir kenara kaldırılırsa tabii.
Uzaklarda bir yerde bir telefon çaldı. Kendi telefonu olduğunu çok geç anladı. Daireye koştu. Mona’ydı.
“Görüşeceğimizi sanıyordum,” dedi öfkeyle.
Wallander saatine baktı ve sessizce küfretti. En az on beş dakika önce teknenin yanında olmalıydı.
“Bir cinayet soruşturmasına takıldım,” dedi özür dilercesine.
“Bugün izinlisin sanıyordum?”
“Maalesef bana ihtiyaçları vardı.”
“Gerçekten senden başka polis yok mu? Böyle mi olacak hep?”
“Bu istisnaydı sadece.”
“Market alışverişine gittin mi?”
“Hayır, zamanım olmadı.”
Mona buna çok kırılmıştı.
“Şimdi seni almaya geleceğim,” dedi, “bir taksi çağırmaya çalışacağım. Sonra bir yere, restorana gidebiliriz.”
“Sana nasıl güvenebilirim? Belki yine çağırırlar.”
“Mümkün olduğunca çabuk orada olacağım, söz veriyorum.”
“Dışarıda bir bankta olacağım. Ama sadece yirmi dakika beklerim. Sonra eve giderim.”
Wallander telefonu kapattı ve taksi durağını aradı. Meşguldü. Taksiye binmesi neredeyse on dakika sürdü. Telefon aramaları arasında Hålén’in dairesini kilitlemeyi ve gömleğini değiştirmeyi başardı.
Otuz üç dakika sonra vapur iskelesine geldi. Mona çoktan gitmişti. Södra Förstads Caddesi’nde yaşıyordu. Wallander, Gustav Adolf Meydanı’na yürüdü ve ankesörlü bir telefondan Mona’yı aradı. Cevap gelmedi. Beş dakika sonra tekrar aradı. O arada eve gelmişti.
“Yirmi dakika diyorsam, yirmi dakikadır,” dedi.
“Taksi bulamadım. Lanet taksi durağının hattı meşguldü.”
“Yoruldum zaten,” dedi. “Başka bir gece buluşalım.”
Wallander fikrini değiştirmeye çalıştı ama Mona kararlıydı. Konuşma tartışmaya döndü. Mona telefonu kapattı. Wallander ahizeyi çarparak yerine koydu. Yanından geçen birkaç devriye polisi ona onaylamayan bakışlar attı. Onu tanımış gibi görünmüyorlardı.
Wallander meydanın yanındaki sosisli sandviç büfesine doğru yürüdü. Sonra yemek için bir banka oturdu, dikkati dağılmış bir şekilde bir parça ekmek için kavga eden martıları izledi.
Mona’yla çok sık kavga etmezlerdi ama ettiklerinde de çok endişeleniyordu. Ertesi güne kadar öfkeden deliye döneceğini biliyordu. Sonra normale dönecekti. Ama bunu biliyor olması kaygısını azaltmıyordu. Bir şekilde kaygısı orada duruyordu.
Wallander eve geldiğinde mutfak masasına oturdu ve yan dairede olup bitenlerin sistematik bir kaydını tutmak için konsantre olmaya çalıştı. Ama bir yere vardığını hissetmiyordu. Üstüne üstlük kendinden de emin değildi. Bir suç mahallinin incelenmesi ve analizi nasıl yapılırdı ki? Polis akademisini bitirmesine rağmen temel beceriden yoksun olduğunu fark etti. Yarım saat sonra öfkeyle kalemi bıraktı. Hepsi onun hayal ürünüydü. Hålén kendini vurmuştu. Bahis kuponu ve satıcı hiçbir şeyi değiştirmezdi. Hålén’i gerçekten tanımıyordu. Belki de sonunda dayanılmaz hâle gelen adamın yalnızlığıydı?
Wallander dairesinde bir o yana bir bu yana huzursuz ve endişeyle yürüyordu. Mona onu hayal kırıklığına uğratmıştı ama bunun kendi hatası olduğunu biliyordu.
Sokaktan bir arabanın geçtiğini duydu. Açık araba penceresinden çalan müzik duyuluyordu: “The House of the Rising Sun”. Şarkı birkaç yıl önce oldukça popülerdi. Ama grubun adı neydi? The Kinks? Wallander hatırlayamadı. Sonra, bu sıralarda normalde duvardan Hålén’in televizyonunun zayıf sesinin duyulduğunu düşündü. Şimdi her şey sessizdi.
Wallander kanepeye oturdu ve ayaklarını sehpaya koydu. Babasını düşündü. Kışlık montunu ve şapkasını, çorapsız giydiği ayakkabılarını. O kadar geç olmasaydı, onunla kâğıt oynamaya gidebilirdi. Ama daha on bir bile olmamasına rağmen yorgun hissediyordu. Televizyonu açtı. Her zamanki gibi ulusal kanalda bir talk-show programı vardı. Katılımcıların yaklaşan yeni çağın artı ve eksilerini tartıştıklarını anlaması biraz zaman aldı. Bilgisayar çağı. Televizyonu kapattı. Üstünü değiştirip yatmadan önce bir süre esneyerek öylece kaldı.
Çok geçmeden uykuya daldı.
Daha sonra onu neyin uyandırdığını anlayamadı. Ama birdenbire tamamen uyanmış, loş yaz gecesini dikkatle dinliyordu. Bir şey onu uyandırmıştı, bundan emindi. Belki de yakından geçen, egzozu bozuk bir araba? Pencere açıktı, perde yavaşça hareket etti.
Gözlerini tekrar kapattı.
Sonra sesi duydu, başının hemen yanındaydı.
Hålén’in dairesinde biri vardı. Nefesini tuttu ve dinlemeye devam etti. Sanki biri bir nesneyi hareket ettirmiş gibi tıngırtı sesi geldi. Kısa süre sonra yerde sürüklenen şeyin sesini duydu. Birisi bir mobilyayı hareket ettiriyordu. Wallander komodinin üzerindeki saate baktı. Üçe çeyrek vardı. Kulağını duvara dayadı. Bunun kendi hayal gücü olduğunu düşünmeye başlamıştı ki başka bir ses daha duydu. İçeride birinin olduğuna hiç şüphe yoktu.
Yatakta doğrulup ne yapması gerektiğini düşündü. Meslektaşlarını mı aramalıydı? Eğer Hålén’in akrabası değilse, başka birinin orada olması için bir açıklama yoktu. Ama aile durumundan emin değillerdi ve bilmedikleri birine yedek anahtar vermiş olabilirdi.
Wallander yataktan kalkıp pantolonunu ve gömleğini giydi. Sonra çıplak ayakla merdiven sahanlığına çıktı. Hålén’in dairesinin kapısı kapalıydı. Anahtar elindeydi. Birden ne yapması gerektiğinden emin olamadı. En mantıklısı kapı zilini çalmaktı. Ne de olsa Hemberg ona anahtarları vererek belli bir sorumluluk yüklemişti. Zile basıp bekledi. Şimdi daire tamamen sessizdi. Tekrar çaldı. Hâlâ tepki yoktu. O an dairedeki kişinin pencereden çok kolay kaçabileceğini düşündü. Yerden ancak iki metre yüksekti. Küfrederek sokağa fırladı. Hålén’in dairesi köşede kalıyordu, Wallander aceleyle diğer tarafa koştu. Sokak boştu. Ama Hålén’in pencerelerinden biri ardına kadar açıktı.
Wallander binaya döndü ve Hålén’in kapısının kilidini açtı. İçeri girmeden kimse var mı diye sordu ama cevap alamadı. Koridorun ışığını açıp oturma odasına girdi. Şifonyerin çekmeceleri açıktı. Wallander etrafına bakındı. Birisi dairede bir şey aramıştı. Pencerelerden birine doğru yürüdü, zorla açılıp açılmadığını kontrol etmeye çalıştı. Ama üzerinde iz bulamadı. Bu, iki sonuca varabileceği anlamına geliyordu. Dairede bulunan her kimse anahtarı vardı ve kadın ya da erkek, görülmek istememişti.
Wallander odadaki ışığı açtı ve günün erken saatlerinde orada olan bir şeyin kaybolup kaybolmadığını görmek için etrafına bakınmaya başladı. Ama hafızasından emin değildi. En dikkat çekici şeyler hâlâ oradaydı. Brezilya’dan gelen böcek, seyir defterleri ve eski fotoğraf. Ama fotoğraf zarftan çıkarılmış, yerdeydi. Wallander çömelip zarfı inceledi. Biri fotoğrafı çıkarmıştı. Aklına gelen tek açıklama, birinin bir zarfta bulunabilecek bir şey aradığıydı.
Ayağa kalktı, etrafı incelemeye devam etti. Yatak örtüleri yataktan yırtılarak çıkarılmıştı, dolabın kapısı da açıktı. Hålén’in iki takım elbisesinden biri yere düşmüştü.
Birisi bir şeyler arıyor, diye düşündü Wallander. Acaba ne arıyordu? Ve ben zili çalmadan önce buldu mu?
Mutfağa doğru yürüdü. Dolaplar açıktı. Yere bir demlik düşmüştü. Belki de onu uyandıran şey buydu? Kesinlikle, diye düşündü, her şey ortada. Burada bulunan kişi aradığını bulsaydı giderdi. Pencereden kaçmak zorunda kalmazdı. Bu nedenle, bu kişi her ne arıyorsa aradığı şey hâlâ burada. Eğer öyle bir şey varsa.
Wallander odaya döndü, yerdeki kurumuş kana baktı.
Ne oldu, diye düşündü. Gerçekten intihar mıydı?
Daireyi aramaya devam etti. Ama dördü on geçe pes etti, dairesine gitti ve yatağına yattı. Alarmını yediye kurdu. Sabah ilk iş Hemberg’le konuşacaktı.
* * *
Birkaç saat sonra Wallander sağanak altında otobüs durağına koşmak zorunda kaldı. Huzursuz uyumuş ve alarm çalmadan çok önce kalkmıştı. Bir gün diğerlerinden daha iyi bir cinayet büro komiseri olacağının hayalini kurdu ve ne kadar dikkatli olduğunu Hemberg’e göstererek onu etkileyebileceğini düşündü. Bu düşünce aynı zamanda Mona’nın haklı olduğunu da gösteriyordu. Bir polisin dakik olması beklenemezdi.
Emniyete vardığında yediye dört dakika vardı. Hemberg’in genellikle işe çok erken geldiğini duymuştu ve danışmaya uğrayıp sorunca bunun doğru olduğunu anladı. Hemberg saat altıdan beri oradaydı. Wallander cinayet büronun bulunduğu bölüme doğru yürüdü. Odaların çoğu hâlâ boştu. Doğruca Hemberg’in kapısına gidip çaldı. Hemberg’in sesini duyunca açıp içeri girdi. Hemberg ziyaretçi koltuğunda oturmuş tırnaklarını kesiyordu. Wallander olduğunu görünce kaşlarını çattı.
“Randevumuz mu var? Böyle bir şey gördüğümü hatırlamıyorum.”
“Yok. Ama rapor etmem gereken bir şey var.”
Hemberg tırnak makasını kalemlerinin yanına koydu ve masasına oturdu.
“Eğer beş dakikadan fazla sürecekse oturabilirsin,” dedi.
Wallander ayakta kaldı. Sonra ona olanları anlattı. Satıcıyla başladı ve gece olanlarla devam etti. Hemberg’in ilgiyle dinleyip dinlemediğini anlayamadı. Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu.
“Olan bu,” diye tamamladı Wallander. “Bunu mümkün olan en kısa sürede bildirmem gerektiğini düşündüm.”
Hemberg, Wallander’e oturmasını işaret etti. Sonra kâğıt destesinden bir tane çekti, bir kalem seçti ve ansiklopedi satıcısı Holmberg’in adını ve numarasını yazdı. Wallander not defteri edinmesi gerektiğini aklına yazdı. Hemberg, dağınık kâğıtları veya rapor kâğıtlarını kullanmak istememişti.
“Gece ziyareti tuhaf görünüyor,” dedi sonra. “Ama sonuçta hiçbir şeyi değiştirmiyor. Hålén intihar etti. Buna ikna oldum. Otopsi ve silah raporu geldiğinde bundan tam emin olacağız.”
“Esas mesele şu ki dün gece orada kim vardı?”
Hemberg omuz silkti.
“Olası bir cevabı kendin verdin. Anahtarları olan biri. Ellerinden kayıp gitmesine izin vermek istemediği bir şey arayan biri. Dedikodular hızlı yayılır. İnsanlar polis arabalarını ve ambulansı gördü. Birçok kişi, Hålén’in öldüğünü birkaç saat içinde öğrenmiş olmalı.”
“Ama her kimse pencereden atlaması garip.”
Hemberg gülümsedi.
“Senin hırsız olduğunu düşünmüş olabilir,” dedi.
“Zili neden çalayım ki!”
“Evde biri olup olmadığını görmenin klasik yolu.”
“Gecenin üçünde mi?”
Hemberg kalemi bırakıp koltuğa yaslandı.
“İnanmışa benzemiyorsun,” dedi, Wallander’e sinirlenmeye başladığını gizlemeden.
Wallander çok ileri gittiğini hemen anladı, geri adım atmaya başladı.
“Bence de öyle,” dedi. “Kesinlikle intihar, başka bir şey değil.”
“İyi,” dedi Hemberg. “O zaman halledildi demektir. Bunu anlaman iyi oldu. Dağınıklığı toparlaması için birkaç adam göndereceğim. Sonra doktor incelemesi ve adli tıp raporunu bekleyeceğiz. Ondan sonra Hålén’i bir dosyaya koyup unutabiliriz.”
Hemberg konuşmanın bittiğinin işareti olarak elini telefona koydu, ardından Wallander odadan çıktı. Kendini aptal gibi hissediyordu. Aptalın önde gideni. Ne düşünüyordu ki? Bir cinayetin izini sürdüğünü mü? Odasına döndü ve Hemberg’in haklı olduğuna karar verdi. İlk ve son kez, Hålén hakkındaki tüm düşüncelerini unut ve bir süre daha çalışkan bir devriye polisi olarak kal, dedi kendine.
* * *
O akşam Mona, Rosengård’a geldi. Akşam yemeği yediler ama Wallander kafasında tasarladığı cümlelerin hiçbirini söylemedi. Bunun yerine sadece geç kaldığı için özür diledi. Mona özrünü kabul etti ve geceyi de orada geçirdi. Geçen temmuzda yaptıkları iki aylık tatil hakkında konuşarak uzun süre uyanık kaldılar. Mona bir kuaförde çalışmış ama fazla para kazanamamıştı. Hayali, gelecekte bir gün kendi yerini açabilmekti. Wallander’in de yüksek bir maaşı yoktu, tam olarak ayda 1.896 kron alıyordu. Arabaları yoktu, parayı ay sonuna kadar idare edebilmeleri için dikkatlice harcamaları gerekecekti.
Wallander kuzeye gidip dağ yürüyüşü yapalım, demişti. Stockholm’den hiç dışarı çıkmamıştı. Ama Mona yüzebilecekleri bir yere gitmek istiyordu. Mallorca’ya gitmeyi göze alıp alamayacaklarını görmek için hesaplama yapmışlardı. Ama çok pahalı olacaktı. Bunun yerine Mona, Danimarka’ya, Skagen’e gitmeyi önerdi. Çocukken ailesiyle birkaç kez oraya gitmiş ve bunu hiç unutmamıştı. Ayrıca henüz boşta çok sayıda ucuz pansiyon olduğunu da öğrenmişti. Uyumadan önce bir anlaşmaya varmayı başarmışlardı. Skagen’e gideceklerdi. Ertesi gün Mona bir oda ayırtacak, Wallander ise Kopenhag’dan gelen trenin sefer saatlerine bakacaktı.
Ertesi akşam, 5 Haziran’da Mona, Staffanstorp’taki ailesini ziyarete gitti. Wallander babasıyla birkaç saat poker oynadı. Bu kez babasının keyfi yerindeydi, Wallander’i meslek seçiminden dolayı eleştirmeye başlamamıştı. Oğlundan neredeyse elli kron kazanmıştı, kazanmaya da devam ediyordu, o kadar neşelendi ki bir şişe konyak çıkardı.
“Bir ara İtalya’ya gitmek istiyorum,” dedi kadeh tokuşturduktan sonra. “Ve hayatımda bir kez de olsa Mısır’daki piramitleri görmek istiyorum.”
“Neden?”
Babası ona uzun uzun baktı.
“Bu bayağı aptalca bir soru,” dedi. “Ölmeden önce Roma’yı ve piramitleri görmeli herkes. Çok yönlü biriysen, genel eğitiminin bir parçası gibi.”
“Sence kaç İsveçlinin Mısır’a gidebilecek gücü vardır?”
Babası itirazını duymamış gibi yaptı.
“Ama ölmek üzere değilim,” diye ekledi onun yerine. “Önce Löderup’a taşınacağım.”
“Ev arayışı nasıl gidiyor?”
“Çoktan bitti.”
Wallander şaşkınlıkla baktı.
“‘Bitti’ derken ne demek istiyorsun?”
“Ben zaten evi satın alıp parasını ödedim. Adresi Svindala 12:24.”
“Ama ben görmedim bile.”
“Orada yaşayacak olan sen değilsin. Benim.”
“Evi hiç gördün mü?”
“Bir fotoğrafını görmüştüm. Bu yeterli. Gereksiz yolculuklar yapmam. İşimi yapamam yoksa.”
Wallander içinden homurdandı. Babasının kandırıldığına emindi. Bunca yıldır resimlerini geniş Amerikan arabalarıyla almaya gelen tuhaf müşterilerinin yaptığı gibi, ondan faydalanmışlardı.
“Hayırlı olsun,” dedi Wallander. “Ne zaman taşınmayı planladığını sorabilir miyim?”
“Nakliyeciler bu cuma geliyor.”
“Bu hafta mı taşınıyorsun?”
“Duydun işte. Bir dahaki sefere kâğıt oynadığımızda Skåne kırsalında olacağız.”
Wallander kollarıyla işaret ederek konuştu.
“Ne zaman toplanacaksın? Her şey karman çorman.”
“Hiç vaktin olmayacağını tahmin etmiştim. Bu yüzden kız kardeşinden gelip bana yardım etmesini istedim.”
“Yani bu gece gelmeseydim bir dahaki ziyaretimde boş bir ev mi bulacaktım?”
“Evet, öyle olacaktı.”
Wallander biraz daha konyak doldurması için bardağını uzattı, babası cimrilik yaparak ancak yarısını doldurdu.
“Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Löderup mu? Ystad’ın bu tarafında mı yoksa uzak tarafında mı?”
“Simrishamn’ın bu tarafında.”
“Soruma cevap verir misin?”
“Zaten verdim.”
Babası ayağa kalktı ve konyak şişesini kaldırdı. Sonra kartları gösterdi.
“Bir ele daha var mısın?”
“Hiç param kalmadı. Ama akşamları uğrayıp bavulları toplamana yardım etmeye çalışacağım. Evin parasını nasıl ödedin?”
“Çoktan hallettim.”
“Hepsini ödemiş olamazsın. O kadar paran var mıydı?”
“Yok. Ama para benim sorunum.” Wallander bundan daha net bir cevap alamayacağını anladı. Zaten saat on buçuktu. Eve gidip uyuması gerekiyordu. Aynı zamanda gitmekte de zorlanıyordu. Burası onun büyüdüğü yerdi. Doğduğunda Klagshamn’da yaşıyorlardı ama orayla ilgili hatırlayabildiği bir anısı yoktu.
“Artık burada kim yaşayacak?” diye sordu.
“Yıkılacağını duydum.”
“Pek umurundaymış gibi değil. Neyse, ne zamandır burada yaşıyorsun?”
“On dokuz yıldır. Yeterince fazla.”
“Hiç duygusal biri olmadın. Buranın benim çocukluk evim olduğunun farkında mısın?”
“Ev dediğin sadece evdir,” diye yanıtladı babası. “Artık şehirden bıktım. Kırsalda yaşamak istiyorum. Orada huzur içinde resimlerimi yapıp Mısır ve İtalya seyahatlerimi planlayacağım.”
* * *
Wallander, Rosengård’a kadar yürüdü. Hava bulutluydu. Babasının taşınacak olması ve çocukluk evinin yıkılacağı düşüncesiyle endişelendiğini fark etti.
Duygusalın tekiyim, diye düşündü. Belki de bu yüzden operayı seviyorum. Sorun şu ki duygusallığa eğiliminiz varsa iyi bir polis olabilir misiniz?
* * *
Ertesi gün Wallander, Mona’yla yapacakları tatil için tren seferleri hakkında bilgi almak için birkaç arama yaptı. Mona kulağa hoş gelen bir yerde, oda ve kahvaltı için yer ayırtmıştı. Wallander günün geri kalanını Malmö şehir merkezinde devriye gezerek geçirdi. Sürekli kafede kendisini suçlayan o kızı gördüğünü düşündü. Üniformasını çıkaracağı günün özlemini çekiyordu. Her yerde bakışlar üzerindeydi, özellikle kendi yaşıtlarının yüzündeki tiksinti veya küçümseme ifadesini görebiliyordu. Bütün zamanını bir yıl sonra emekli olacağını ve ailesinin Hudiksvall’ın dışındaki çiftliğine taşınacağını konuşarak geçiren, Svanlund adındaki kilolu ve hantal bir polisle devriye gezerek geçiriyordu. Wallander dalgın dalgın dinliyor, zaman zaman önemsiz bir şeyler mırıldanıyordu. Sarhoşları çocuk parkından uzaklaştırdı, ayakları ağrımaya başlamıştı, olan biten buydu sadece. Çalışma hayatı boyunca bu kadar sık devriye gezmiş olmasına rağmen ilk kez ayakları ağrıyordu. Acaba cinayet büroda polis olmayı bu kadar çok istediğinden mi böyle hissediyordu? Eve geldiğinde bir leğen çıkarıp ılık suyla doldurdu. Ayaklarını suya soktuğunda tüm vücuduna bir rahatlama hissi yayıldı.
Gözlerini kapayıp tatili düşünmeye başladı. Mona’yla, geleceklerini dikkatleri dağılmadan planlayabilecek zamanları olacaktı. Çok geçmeden de nihayet üniformadan kurtulup Hemberg’in olduğu birime geçmeyi umuyordu.
Koltukta uyuyakaldı. Pencere aralıktı. Birisi çöp yakıyor gibiydi. Hafif bir duman kokusu aldı. Belki de kuru dallardı yanan. Zayıf bir çatırtı sesi duyuldu.
Silkindi ve gözlerini açtı. Bahçelerinde gerçekten çöp yakan biri mi vardı? Mahallede bahçeli müstakil ev yoktu.
Sonra dumanı gördü.
Koridordan içeri süzülüyordu. Ön kapıya koşarken su leğenini devirdi. Merdiven boşluğu dumanla doluydu, ancak yangının kaynağını anlamakta güçlük çekmedi.
Hålén’in dairesini duman sarmıştı.