Kitabı oku: «Cehennem», sayfa 3
IV
Bu sabah, önceki günün hayaliyle uyandım. Ama heyecanım biraz azalmış gibi. Üzerinden bir gün geçtiğinden olsa gerek, şimdiden kalbimden bir parça uzaklaşmış sanki. Bu konuda hiçbir şey yapmazsam, hatırası ölüp gidecek mi?
Birden, onu yazmak arzusu kaplıyor içimi. Günler geçerken toz misali dağılıp yok olmasınlar diye, hissettiklerimi tüm detaylarıyla, kesin bir biçimde kaydetmeliyim.
Ama kâğıdın beyazlığı karşısında, söyleyecek neyim varsa anında unutuyor, anılarımın içinde kaybolduğu tatlı bir göz kamaşması yaşıyorum.
Gözlerimin yorulmasına rağmen, büyük bir dikkatle, her şeyi yazıyorum. Yazdıkça coşuyorum. Yaşananların gerçekliğini doğrudan aktardığımı sanıyorum. Sonra yazdıklarımı yeniden okuyorum, hiçbir anlamı yok, sadece art arda dizilmiş kelimeler.
Sıradışı gerilimler, trajik sıradanlık, fazlasıyla yoğun ve yıkıcı uyum, neredeler? Bu yazı yaşamıyor. Gerçeğe dair bir kelimeler yığını sadece. Cümleler ordalar, kâğıt üzerinde, siyah zincir halkaları gibi düzen içinde duruyorlar.
Bu cansız işaretlerin gerçekliğe dönüşmesi için ne yapmak gerek?
Karşımdaki zorluğu aşmayı deniyorum. İlham verecek, özgün bir detay arıyorum… Onu pencerenin aydınlığında ilk gördüğümde fark ettiğim bir ayrıntıyı hatırlayıp, bunun üzerine gitmeye karar veriyorum: “Üzerinde mavi, yeşil ve sarı renkler vardı.” Hiç de öyle değildi, gerçeği anlatmayan bu çocukça karalamayı yok ediyorum… Önemli olan, bedenini tasvir etmek. Kendimi, büyük bir titizlikle bu işe veriyorum, antik bir heykelle karşılaştırmalar yapıyorum. Yazdıklarımı yeniden okurken, öfkeye kapılıp, bir hamlede, onları da yok ediyorum.
Daha enerjik, çarpıcı kelimeler deniyorum ve gerçeklik duygusuna ulaşmak için, yavaş yavaş detaylar uydurmaya başlıyorum: “Şehvetli tavırlar takınıyordu…”
Hayır! Hayır! Bu doğru değil!
Tüm bunlar, yaşananların varlığını sürdürmesine izin veren, ama büyüklüğünün yanından bile geçmeyen cansız kelimeler. Bir köpeğin havlaması gibi, rüzgârın nefesiyle dalların çıkardığı ses gibi, yararsız ve boşuna gürültü hepsi de.
Güçsüzlüğümden, yenilgiden, içimdeki hüzün veren bu tutkudan dolayı suçlu hissederek, elimi açıyorum, kalemin parmaklarımın arasından yuvarlanmasına izin veriyorum.
Nasıl oluyor da insan gördüğünü söyleyemiyor? Nasıl oluyor da, gerçek, sanki gerçeğe ait değilmiş gibi, önümüz sıra kaçıyor ve nasıl oluyor da insan, tüm içtenliğine rağmen, içten olamıyor? Bir şey ismiyle çağrıldığında, bellekte canlanmıyor. Kelimeler, kelimeler… Ne olduklarını bilmedikten sonra, onları çocukluktan beri tanıyor olmak neye yarar ki?
Titremem, kederim, bunalımım kayboluyor. Unutulmaya mahkûmum. İnsanlar önümden bana bakmadan ya da beni görmeden geçecekler. İçimde saklayabileceklerimi umursamayacaklar bile. Dünya üzerinde sadece inançlı biri olabilirim.
Günlerce hiçbir şey görmeden öylece durdum. Kavurucu günlerdi. Başlangıçta, hava gri ve yağmurluydu, şimdiyse, eylül, giderayak alev saçıyor. Cuma… Bu eve geleli bir hafta olmuş bile!…
Ağır bir yemek sonrası, bir sandalyeye oturmuş, yarı rüyada, bir peri masalına dalıp gidiyorum.
…Bir orman sınırı. Koyu zümrüt halının üzerindeki orman tablosunun içinde, güneş daireleri. Orada, ovanın sınırında bir tepe ve kümelenmiş sarı ve koyu yeşil ağaç yapraklarının üstünde, bir kule ve bir duvar halısında olduğu gibi karelere bölünmüş bir duvar yüzeyi… Kuş gibi giyinmiş bir uşak ilerliyor. Sineklerin vızıltısı. Uzaktan kralın av partisinin sesleri duyuluyor. Beklenmedik güzellikte şeyler olacak gibi.
Ertesi gün, hava bir kez daha güneşli ve yakıcı. Buna benzeyen öğleden sonraları hatırlıyorum. Yıllar önceydi ve bir an, bu kayıp zamanı yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Sanki bu tuhaf sıcak, zamanı silip, geri kalan her şeyi kanatlarının altında boğuyor gibi.
Yandaki oda neredeyse tamamen karanlık… Biri, pencere kanatlarını kapamış. İnce kumaştan yapılmış çift kat perdenin arasından, ocak ızgarasına benzer parlak çubuklarla korunan pencereyi görüyorum.
Aşırı sıcak ev, sessizliğe gömülmüş durumda. Gözlerden uzak bu derin uykunun içinden, birbirine eklenen kahkahalar yükselip kayboluyor. Dün olduğu gibi, hep olduğu gibi.
Bu uzak kargaşanın içinden sıyrılıp çıkan ayak sesleri dikkatimi çekiyor. Bana doğru geliyorlar. Gittikçe artan bu sese doğru yönelip gözümü deliğe dayıyorum… Kapı açılıyor, göz kamaştırıcı bir ışık seli akıyor içeri ve bu aydınlığın içinde kaybolmuş iki cılız gölge beliriyor eşikte.
Takip ediliyor gibi davranıyorlar. Küçük bedenlerini bir fotoğraf karesi gibi çerçeveleyen kapıda bir an tereddüt edip, ardından içeri giriyorlar.
Kapının kapandığını duyuyorum, oda nefes almaya başlıyor. Gelenleri inceliyorum. Girerken yarattıkları ışık seli yüzünden gözlerimin önünde hâlâ dans eden kırmızı yeşil halelerin arasından hayal meyal görüyorum onları: on iki on üç yaşlarında, biri kız biri oğlan iki çocuk.
Kanepeye oturmuş, neredeyse birbirinin aynısı yüzleriyle, tek kelime etmeden bakışıyorlar.
Onlardan biri fısıldıyor:
– Görüyorsun işte, burada kimse yok.
Bir eliyle çarşafsız yatağı, üzerinde hiçbir şeyin asılı olmadığı çıplak portmantoyu ve boş masayı gösteriyor. Boş odaların itinalı çıplaklığı.
Sonra aynı el, gözlerimin önünde, yaprak gibi titremeye başlıyor. Kalbimin vuruşlarını duyuyorum. Fısıltıyla konuşmaya devam ediyorlar:
– Yalnızız… Görmediler bizi.
– İlk defa yalnız kalıyoruz.
–Oysa doğduğumuzdan beri tanıyoruz birbirimizi…
Küçük bir kahkaha.
Yalnız kalmaya ihtiyaçları var gibi, birlikte yol alacakları bir bilinmezin ilk aşaması belki de bu. Diğerlerinden kaçıp, kendilerine yasak bir yalnızlık yaratmış iki çocuk. Ama görünen o ki, yalnızlığı buldukları şu an, artık neyi arayacaklarını bilemez haldeler.
Bir tanesinin büyük bir titreme eşliğinde, neredeyse kederle, hıçkırır gibi kekelediğini duyuyorum:
– Birbirimizi çok seviyoruz…
Diğeri, doğru kelimeleri arar gibi nefeslenerek, uçmayı öğrenen küçük bir kuş gibi ürkek, ama müşfik bir sesle cevap veriyor:
– Seni daha çok sevmek isterdim.
…Onları çepeçevre saran, yüzlerini gölgeleyerek kaç yaşında olduklarını gizleyen tutkulu bir karanlığın ortasındalar. İnsan, onların bu birbirlerine doğru eğilmiş hallerine baktığında, rahatlıkla, iki aşığın buluşmasına tanıklık ettiğini sanabilir.
İki âşık! Ne olduğunu bilmedikleri ama olmayı düşledikleri şey bu.
Az önce, ikisinden biri ilk kez demişti. Hep yan yana yaşadıkları halde, ilk kez yalnız kaldıklarını hissediyor olmalılar.
Belki de, hatta kuşkusuz, bu iki çocukluk arkadaşı, ilk defa arkadaşlığı ve çocukluğu arkalarında bırakmak istiyor. Arzu, şimdiye kadar birlikte uyumuş bu iki yüreği ilk defa şaşırtıyor, altüst ediyor…
Birden toparlanıyorlar ve üzerlerinden geçip ayaklarına düşen ince bir günışığı bedenlerini görünür kılıyor, yüzlerini ve saçlarını ışıklandırıyor. Oda onların varlığıyla aydınlanıyor sanki.
Gidecekler mi, beni terk mi edecekler? Hayır, yeniden oturuyorlar. Her şey bir kez daha gölgenin, gizemin, gerçeğin içine doğru çekiliyor.
…Onları seyrederken, geçmişimle dünyanın geçmişinin iç içe geçtiğini hissediyorum. Neredeler? Var olduklarına göre, her yerdeler… Nil nehrinin kıyısındalar, Ganj’ın ya da Tarsus nehrinin, çağların ebedi nehrinin kıyısında. Yunan güneşinin altında, bir mersin ağacının gölgesinde, yapraklardan yansıyan yeşille baştan ayağa aydınlanmış Dafni ile Khloe onlar ve yüzleri bir ayna gibi birbirini yansıtıyor. Anlaşılması güç konuşmaları, tarlaları kavuran sıcağın altında çeşmelerin serinliğine sığınan bir arının kanatları gibi uğulduyor. Uzaktan ekin demetleriyle yüklü iki tekerlekli bir araba geçiyor.
Yeni dünya önlerinde açılıyor. Gerçek orada, soluk soluğa. Şaşkınlık içindeler. Bazı ilahi şeylerin aniden belirivermesinden endişe duyuyorlar. Hem mutsuz, hem mutlular. Mümkün olduğunca birbirlerine sokuluyorlar. Yapabildikleri kadar yan yana getiriyorlar bedenlerini. Ama ne yaptıklarının farkında bile değiller. Çok küçükler, çok gençler, yeterince yaşamamışlar daha. Her biri kendi için boğucu bir sır henüz.
Tüm insanlar gibi, benim gibi, bizim gibi, onlar da sahip olmadıkları şeyi istiyorlar. Dilenci gibiler. Ama merhameti kendi kendilerinden bekliyorlar. Kendi varlıklarından ve kişiliklerinden medet umuyorlar.
Şimdiden bir erkek gibi hisseden oğlan, bu dişi eşlikçinin varlığıyla fakirleşiyor. Yüzü kıza dönük ama bakmaya cesaret edemiyor, beceriksizce kollarını uzatıyor.
Şimdiden bir kadın gibi hisseden kız, başını geriye, koltuğun arkalığına yaslamış, gözleri ışıldıyor. Hafif tombul, pembe yanaklarına, kalbinden geçenlerin etkisiyle ateş basıyor. Boynunun parlak ve gergin derisi titriyor. Bedeninin en değerli ve nazik noktası, nabzının attığı yer. Bedeninden şimdiden zevk yayılan, bu yarı açık, beklentili, hafif şehvetli haliyle, nefes alan bir güle benziyor. Sarı çoraplı ince bacakları dizlerine kadar açık. Bedenini saran elbisesiyle, bir çiçek buketini andırıyor.
Ve ben, gözlerimi ikisinden ayıramıyorum ve yüzümü onlara yapıştırmış, adeta bir vampir gibi bu manzarayı içiyorum.
Uzun bir sessizliğin ardından, oğlan mırıldanıyor:
– Birbirimize “siz” diyelim ister misin?
– Neden?
Bir an düşünceler içinde kaybolmuş gibi görünüyor oğlan.
– Yeniden başlamak için, diyor sonunda.
Ardından tekrarlıyor:
– İster misiniz?
“Siz” kelimesini duyduğu anda kız, bu yeni hitap şeklinden etkilendiği belli, sanki az önce ilk kez öpüşmüşler gibi titriyor.
Tereddütle yanıtlıyor:
– Bizi saran bir şey bu, hem bizi…
Oğlan daha da cesaretleniyor:
– Dudaktan öpüşelim ister misiniz?
Soluğu kesilen kız, tam anlamıyla gülümseyemiyor bile.
– İsterim, diyor.
Kolları birbirine dolanıyor, omuzları yaklaşıyor ve dudakları kuşlar misali birbirlerine uzanıyor.
– Jean…
– Hélène…
Keşfettikleri ilk şey bu. Sizi öpen birini öpmek, bulunabilecek şefkatlerin en küçüğü, kurulabilecek bağların en samimisi değil midir? Ve de kesinlikle yasak bir eylemdir!…
Bir kez daha, bu ikilinin yaşının olmadığını düşünüyorum. Öpücüğün gölgesi altında birbirlerinin elini tutarken, birleşmiş yüzleri, o titrek ve kör olmuş halleriyle, bütün diğer âşıklara benziyorlar.
Sonra ayrılıp, henüz anlamını bilmedikleri bu kucaklaşmadan çekip alıyorlar bedenlerini.
Masum dudaklarıyla konuşuyorlar. Neden bahsediyorlar? Çok yakın ve çok kısa olan geçmişlerinden.
Çocukluğun ve cehaletin cennetini yavaş yavaş terk ediyorlar. Birlikte yaşadıkları bir evden ve bahçesinden bahsediyorlar.
Evin hayali, onları içine çekiyor. Hatırlıyorlar. Bir bahçe duvarıyla çevriliydi ev ve bu sayede, yoldan bakıldığında, görünen tek şey çatısının tepesiydi, içinde olan biteni bilmek mümkün değildi.
Çene çalmaya devam ediyorlar:
– Biz küçükken, odalar ne kadar da büyüktü…
– Orada yürümek başka her yerde olduğundan daha az yorucuydu.
Söylediklerine bakılırsa, bu duvarların arasında, her yana yayılmış, müşfik ve gözle görülmeyen bir şey vardı; geçmişin iyi yürekli Tanrısı gibi bir şey… Kız, orada duyduğu bir melodiyi mırıldanıyor ve müziğin insanlardan daha kolay hatırlandığını söylüyor.
Kolayca ve doğallıkla geçmişe dönüveriyorlar. Sanki üşümüş gibi anılarına sarınıyorlar.
– Geçen gün, oradan ayrılmadan hemen önce, elimde bir mumla, tek başıma, odalarda dolaştım. Henüz uyanmakta olan ev, bana veda etmek için gözlerini açtı…
Bakımlı ve huzurlu bahçede düşündükleri hemen hemen tek şey çiçeklerdi. Başlarını kaldırıp baktıklarında, küçük gölü ve iki yanı ağaçlıklı yolu görüyorlardı. Bahçedeki kiraz ağacı, kışın, çimenler beyaz bir örtüyle kaplandığında, kardan çiçekleriyle bahardakinden daha çok çiçeklenmiş görünüyordu.
Dün, yine bu bahçedeydiler. İki kardeş gibi. Şimdiyse, hayat birden ciddi bir hale bürünüyor sanki ve onlar oyuna nasıl devam edeceklerini bilmiyorlar. Geçmişi öldürmek istediklerini görebiliyorum. İnsan yaşlandığında geçmişi ölüme terk ediyor, genç ve güçlüyken geçmişi öldürüyor…
Kız ayağa kalkıyor:
– Artık hatırlamak istemiyorum, diyor.
Oğlan devam ediyor:
– Birbirimize benzeyelim istemiyorum artık. Kardeş olalım istemiyorum.
Gözleri yavaş yavaş açılıyor:
– Sadece birbirimizin ellerine dokunabilmek! diye mırıldanıyor oğlan titreyerek.
– Kardeş olmak, hiçbir şey değil.
Tedirgin güzel kararların ve yasak meyvelerin zamanı şimdi. Önceden, birbirlerine ait değillerdi. Şimdi birbirleri için olmak istedikleri her şey olmanın zamanı.
Şimdiden, biraz utanıyor ve ne yaptıklarının bilincine varıyorlar.
Birkaç gün önce, akşama doğru, ailelerinin yasağını delip bahçeden çıkmak büyük bir keyif vermişti onlara.
– Büyükanne merdivenin başında durmuş, bize içeri girmemizi söylemişti…
“Ama biz yine de gittik. Ardında bir kuşun sürekli öttüğü bahçe duvarının üzerinde bir gedik vardı, oradan çıktık. Kuş, cıvıltısını da beraberinde götürerek uçtu. Rüzgâr yoktu. Neredeyse tamamen karanlığın içindeydik. Ağaçlar sessizdi, yaprak kımıldamıyordu. Yerdeki toz bile ölüydü. Gölgeler öylesine tatlılıkla sarmıştı ki bizi, neredeyse onlarla konuşacaktık. Gecenin gelişinden ürküyorduk. Her şey rengini yitirmişti. Karanlığın içinde parlayan azıcık aydınlık, çiçekleri, yolu, hatta buğday başaklarını gümüş rengine boyuyordu. Ve bu, dudaklarımı dudaklarınıza en fazla yaklaştırdığım andı.”
– Gece, diyor ruhu bir güzellik dalgasıyla dolup taşan kız, gece saçlarımı okşuyor…
– Elinizi tuttum ve o an anladım ki, hayat dolusunuz.
“Önceden, ne söylediğimi bilmeden ‘kuzenim Hélène’ diyordum. Artık o dediğim zaman bu, her şey anlamına gelecek…”
Dudakları bir kez daha birleşiyor. Dudakları ve gözleri, Adem ile Havva dudakları ve gözleri sanki. Dinler tarihiyle insanlık tarihinin bir çeşmeden akar gibi aktığı o ibret hikâyelerini hatırlıyorum. Cennetten gelen ışığın içinde, hiçbir şey bilmeden, amaçsızca dolaşıyorlardı. Varlardı ama sanki hiç var olmamışlardı. Bizzat Tanrı tarafından yasaklanmasına rağmen, merakın galip gelmesi sonucu sırrı öğrendiklerinde, aralarındaki farkı keşfedip, tenin büyük arzusunu hissettiklerinde, gök karardı. Acı dolu bir geleceğin gerçekliği üzerlerine çökmüştü. Melekler, akbabalar misali, peşlerine düşmüştü. Dünya üzerinde süründüler, ama aşkı yarattılar, ilahi zenginliğin yerine birbirlerine ait olmanın yoksulluğunu koydular.
İki küçük çocuk, bu sonsuz dramdaki rollerini alıyor. Birbirleriyle konuşurken, ‘sen’ kelimesine, kaybettiği itibarı geri veriyorlar:
– Seni daha çok sevmek isterdim… Seni çok daha güçlü sevmek isterdim, ama nasıl yapılır bilmiyorum… Sana zarar vermek isterdim, ama onu da nasıl yapacağımı bilmiyorum.
Hiçbir şey söylemiyorlar, sanki artık tek bir sözcükleri bile kalmamış gibi. Tamamen kendi dünyalarına dalıyorlar. Canlı olduklarının tek kanıtı, titreyen elleri.
Ellerinin hareketi, hayata yeni başlayan bedenlerine de ilham veriyor. Sarılmak, tek bir vücut haline gelmek için birbirlerine doğru eğiliyorlar. Aynı anda işlenen, tuhaf bir şekilde mutluluk veren bir suça doğru, el yordamıyla ilerliyorlar.
Onları çok iyi göremiyorum… Oğlanın elleri kızın bedenine uzanıyor galiba. Kız, gözlerinde bir parıltı, bekliyor. Etraflarını saran ateşli karanlıkta, oğlan yarı çıplak sanki. Aceleyle çıkarılıp fırlatılmış, etrafa saçılmış giysileri hayal ediyorum. Oğlanın erkekliği ayaklanıyor… Aralarında, yaşayan bir gizem, bir mucize gibi dikilen yabani çiçek. Derin, bağırsaklarından, etinden ve kalbinden farklı olmayan ve aralarında, yaşayan bir gizem, bir mucize, bir çocuk gibi dikilen yabanıl çiçek.
…Şüphesiz ki oğlan, kızın eteğini kaldırıyor, çünkü o korkunç sessizlikte, nefes nefese, anlaşılması güç, boğuk bir sesle şu cümleyi söylediğini duyuyorum:
– Bu, senin gerçek ağzın.
Korkunç bir aşk, gerçeğe dair büyük bir aşk, bedenimi duvardan söküp atarken, titriyorum… Sanki bu tutku onları yakıyor, akıllarını alıyormuş gibi korkup kalkıyorlar. Bu yüreğe dokunan macera şimdilik bitiyor. Tesadüf eseri gözlerimin önünde başladı, başka bir yerde devam edecek ve yine başka bir yerde son bulacak.
Henüz kalkmışlardı ki kapı açılıyor. Yaşlı büyükanne eşikte durup, başını içeriye uzatıyor. Gri saçlarıyla, hayaletler diyarından, geçmişten geliyor. Sanki kaybolmuşlar gibi onları arıyor. Alçak sesle isimlerini söylüyor… Sesinde, çocukların varlığıyla şaşırtıcı derecede uyumlu bir yumuşaklık, neredeyse hüzün var.
– Burada mısınız çocuklarım? Ne yapıyorsunuz burada? diyor art niyetsiz bir gülüş eşliğinde. Gelin hadi, sizi arıyorlar…
Yaşlı yüzü solgun olsa da, boynuna kadar kapalı elbisesiyle meleksi bir görünüşü var. Hayatın muazzam akışına hazırlanan bu ikilinin yanında, pasif, işe yaramaz bir çocuğa dönüşüyor…
Çocuklar kadının kollarına atılıp, alınlarını onun o kutsal dudaklarına dayıyorlar. Sanki sonsuza kadar veda ediyor gibiler.
Büyükanne gidiyor. Hemen ardından, onlar da, geldikleri gibi aceleyle çıkıyorlar. Görünmez ve yüce bir bağ öylesine bir araya getirdi ki onları, girerken olduğu gibi el ele tutuşmuyorlar. Ama eşikte durup bir kez daha birbirlerine bakıyorlar.
Şimdi oda kimsesiz bir mabet gibi boşken, birbirlerine nasıl baktıklarını düşünüyorum, ilk aşk bakışlarına şahit oldum.
Benden önce hiç kimse, bir ilk aşk bakışı görmedi. Onların hem yanında, hem uzaklarındaydım. Eylemin baş döndürücülüğüne kapılmadan, duyguların içinde kaybolmadan, her şeyi bir kitap gibi okuyor ve anlıyordum. İşte bu yüzden gördüm o bakışı. Onlar, ne başladığı anı biliyorlar, ne de bunun bir ilk olduğunu. Daha sonra bunu unutacaklar, kalplerinde art arda açan çiçekler bu ilk anları yok edecek. İnsan o ilk bakışı hiçbir zaman bilemez, tıpkı son bakışını bilemeyeceği gibi.
Oysa ben onlar unuttuğunda bile hatırlamaya devam edeceğim.
Ben kendi ilk bakışımı, ilk aşk armağanımı hatırlamıyorum. Ama sonuçta yaşandı. Bu kutsal sıradanlıklar kalbimden silindi. Tanrım, neyin hatırasını sakladığım kimin umurunda! Bir zamanlar olduğum o küçük çocuk gözlerimin önünde ebediyen öldü. Ben ondan uzun yaşadım, ama unutuş acı verdi bana. Sonunda yenildim, yaşamanın kederi harabeye çevirdi beni ve onun küçük çocuğun ne bildiğini neredeyse hiç bilmiyorum. Tesadüf eseri, olur olmaz şeyler hatırlıyorum, ama o en güzel ve en tatlı hatıralar hiçliğin içinde kayıp.
İşte az önce dinlediğim, insanı rahatlatıp gülümseten, sonsuzlukla dolu bu şefkatli ilahiyi, bu değerli şarkıyı alıp saklıyorum. Benim o. Kalbimde atıyor. Onu çaldım belki ama gerçeğin elinden kurtardım.
V
Oda, koca bir gün boyunca boş kaldı. İki kez fena halde umutlandım, ardından hayal kırıklığı.
Beklemek, alışkanlığım, adeta mesleğim haline geldi. Randevularımı iptal ettim, yürüyüşlerimi erteledim, işimi kaybetme pahasına, zamanımı boşa çıkardım. Hayatımı yeniden düzenledim, taze bir aşka hazırlanır gibi. Odamı sadece yemek odasına inmek için terk ediyordum, orada da hiçbir şey artık oyalamıyordu beni.
İkinci gün, odanın yeni bir konuğu ağırlamak için hazırlanmış olduğunu gördüm. Bekliyordu. Oda, tıpkı düşüncelere dalmış biri gibi gizemini korurken, ben gelecek konuğa dair bin bir hayal kuruyordum.
Önce alacakaranlık geldi, ardından odayı değiştirmeden büyüten akşam. Kapı karanlığın içine açıldığında, ben çoktan umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım bile. Eşikte bir erkek gölgesi belirdi.
Akşam karanlığında zar zor seçiliyor.
Siyah ya da siyaha çalan giysiler, ucundan ince ellerinin sarktığı süt beyaz manşetler, diğer her şeyden sanki biraz daha beyaz bir yaka. Yuvarlak ve grimsi yüzünün üzerinde gözlerinin ve ağzının yarattığı karanlık çukurları, çenesinin altındaki gölgeden oyuğu görüyorum. Altın sarısı alnı belli belirsiz parlıyor, karanlık bir çizgi elmacıkkemiklerini belirginleştiriyor. Bu haliyle onu bir iskelet sanmak mümkün. Böyle tüyler ürpertici bir görünüm sergileyen bir mahluk başka ne olabilir ki? …
Yaklaşıyor, yaklaştıkça canlanıyor. Yakışıklı bir adam bu.
İnce siyah bir sakalla çevrelenmiş sevimli ve ciddi bir yüzü var. Parlak gözler, geniş bir alın. Kibirli bir zarafet hakim hareketlerine.
İki adım attıktan sonra, dönüp aralık bıraktığı kapıya bakıyor. Kapının gölgesi bir serap gibi titriyor, eşikte bir siluet beliriyor, ardından vücut buluyor. Siyah eldivenli küçük bir el kapının kanadına kenetleniyor ve bir kadın, yüzünde sorgulayan bir ifadeyle, odaya giriyor.
Sokakta, adamın birkaç adım gerisinden gelmiş olmalı. Peşlerindeki bir şeyden kaçıp sığındıkları bu odaya birlikte girmek istememişler belli ki.
Kadın, kapıyı itip, varlığıyla daha sıkı kapatmak istercesine sırtını dayıyor ona. Başını yavaşça adama doğru çeviriyor, bir anlığına, karşısındakinin o olmayabileceği endişesiyle donup kaldığını hissediyorum. Birbirlerine bakıyorlar. Tutkulu ve bastırılmış bir çığlık, sessizce gidip geliyor aralarında. Sanki ortak yaraları yeniden açılıyor.
– Sen!
– Sen!
Kadının gücü tükenmiş gibi. Bir fırtına tarafından sürükleniyormuşçasına adamın göğsüne doğru atılıyor.
Neredeyse baygın halde kendini onun kollarına bırakıyor. Adamın solgun büyük ellerinin kadını sırtından kavradığını görüyorum. Bir çeşit umutsuz titreyiş ele geçiriyor ikisini. Sanki odanın içinde tutsak kalmış devasa bir melek, çırpınıyor, kaçmak için boş yere mücadele veriyor. Oda, akşamla dolu olmasına rağmen, bu çift için fazla küçük gibi geliyor bana.
– Kimse görmedi bizi!
Önceki gün, iki çocuk da aynı cümleyi sarf etmişti.
Adam, “Gel” diyor kadına. Pencerenin yanındaki divana götürüyor onu. Kırmızı kadifenin üzerine oturuyorlar. Kolları birbirine dolanıyor. Orada, düşüncelere dalmış, öylece kalıyorlar. Dünyanın bütün gölgeleri etraflarında toplanıyor sanki. Orada yeniden can buluyor, varlıklarında geceyi ve yalnızlığı keşfederek, yeniden var olmaya başlıyorlar.
Ne başlangıç ama! Benim adıma ne şanssızlık!
Kadın eşikte belirip de gözle görülür şekilde adama doğru sürüklendiğinde, aklımdan günaha girecekleri düşüncesi geçmiş, büyük bir mutluluğa tanık olacağımı sanmıştım. Bütünlüğü içinde, sadece güzel değil, aynı zamanda yabanıl ve hayvansı olan, doğa kadar gerçek bir mutluluğa. Aksine, bu buluşma, daha çok, yürek parçalayan bir vedaya benziyor.
– Demek hep korkacağız? …
Şimdi biraz sakinleşmiş görünen kadın, endişeyle, sanki gerçekten bir cevap alabilecekmiş gibi adama bakarak söyledi bunu.
Ürperiyor, karanlığın içinde büzülüyor. Parmakları, bir heykel gibi dimdik ve kaskatı oturan adamın parmaklarını sıkıyor sinirle. Boğazı, dalgalı bir deniz gibi, bir yükselip bir iniyor. Birbirlerine değerek orada öylece duruyorlar; ama geçmek bilmeyen bir korku, birbirlerine dokunmalarına engel oluyor.
– Hep korkacağız… Hep… Sokaktan uzakta, güneşten uzakta, her şeyden uzakta, korkacağız… Oysa ben, ışıklı ve güneşli bir alınyazısı isterdim! diyor kadın göğe bakarak. Kelimeleri kanatlanırken, göğün maviliği yüzüne vuruyor.
Korkuyorlar. Korku onları biçimlendiriyor, derinliklerinde dolanıyor. Gözleri, ruhları, kalpleri korkuyor. Her şeyden çok da, aşkları korkuyor.
…Adamın yüzünden kederli bir gülümseme geçiyor. Sevgilisine bakıp mırıldanıyor:
– Onu düşünüyorsun…
Dirsekleri dizlerinde, elleri yanaklarında, yüzü hafiften öne uzanmış halde oturuyor kadın, cevap vermiyor.
Tutku dolu. Küçük bir çocuk gibi iki büklüm olmuş, uzaklara bakıyor ve evet, diğer adamı düşünüyor.
Gördüğü hayal karşısında omuzları çöküyor, bakışlarıyla yalvarıyor sanki ona. Bu hayalin kutsal yansıması, kadının bedenini adeta aydınlatıyor. Diğer adamı düşünüyorum. Orada olmayan ve aldatılan. Küçük düşürülen, yaralı, hükmedici. O an bulundukları oda hariç her yerde olan, dışardaki sonsuz boşluğu kaplayan, ismi boyunlarını eğmelerine neden olan, onları bir avcı gibi takip eden diğer adamı.
Gece, sanki utancın ve korkunun kaynağı karanlığıymış gibi, birbirlerine sarılmak için öbür dünyanın ikamet ettiği bir mezara girercesine bu odaya gizlenen adamla kadının üzerine iniyor.
Adam:
– Seni seviyorum! diyor kadına.
Gayet anlaşılır biçimde duyuyorum. Seni seviyorum! Şimdiden neredeyse birbirine karışmış bu iki insanın dudaklarından dökülen derin anlamlı bu cümleyi duyduğumda, tüm benliğimle titriyorum. Seni seviyorum! Karşısındakine hem bedenini, hem kalbini sunan iki kelime. Yaratılanın ve yaratılışın büyük çığlığı. Seni seviyorum! Şu an aşkın yüzüne bakıyorum.
Adam, kadına yaklaşırken, acele ve tutarsız sözcükler sıralıyor art arda. İçtenlik, bu sözcüklerin içinde yok olup gidiyor gibi geliyor bana. Adam, sanki gerekli cümleleri bir an önce sıralayıp, sevişme faslına geçmek istiyor gibi:
– Görüyorsun ki, birbirimiz için yaratılmışız… Ruhlarımız arasında, bir yakınlık var. Hiçbir şey karşılaşmamıza ve birbirimize ait olmamıza engel olamazdı. Tıpkı dudaklarımızın birbirlerine yaklaştıkları anda birleşmelerine hiçbir şeyin mani olamayacağı gibi. Ahlak kurallarının, sosyal ayrımların bizim için önemi yok… Aşkımızın hamurunda sonsuzluk ve sınırsızlık var.
Adamın sesiyle rahatlayan kadın “Evet” diyor.
Ama ben, onları can kulağıyla dinlediğimden, adamın yalan söylediğini ya da kelimelerin arasında başıboş dolaştığını hemen anlıyorum… Aşk hayran olunası bir şeye dönüşüyor. Adam kutsal şeylere saygısızlık ediyor, dilinin ucundaki göstermelik bir günlük duayla onurlandırdığı sonsuzluk ve sınırsızlıktan, boşuna medet umuyordu.
Sıradan sözlere boş veriyorlar… Kadın, biraz düşündükten sonra, başını sallıyor. Bu defa, özür ve şükür ifade eden sözcükleri dile getirme sırası onda. Hatta daha da ileri gidip gerçeği söylüyor:
– Çok mutsuzdum…
“Ne uzun zaman oldu!…” diye başlıyor kadın.
Bu hikâyeyi, günah çıkarır gibi, alçak sesle ve alelacele tekrarlamak, onun sanat eseri, şiiri ve duası… İnsan, onun, bu noktaya tamamen doğal bir şekilde vardığını anlıyor. Belli ki, ne vakit yalnız kalsalar, tepeden tırnağa bununla doluyor.
…Giysileri gösterişsiz. İçeri girdiğinde, siyah eldivenlerini, ceketini ve şapkasını çıkarmıştı. Koyu renk bir etek, kırmızı bir bluz var üzerinde. Boynunda ince bir altın zincir parlıyor.
Otuz yaşlarında. İpeksi düz saçları muntazam çehresini çevreliyor. Sanki onu önceden tanıyormuşum gibi geliyor bana, tanıyor da kim olduğunu çıkaramıyormuşum gibi.
Yüksek sesle kendinden bahsetmeye, hayli zor geçmiş olan hayatını anlatmaya koyuluyor.
– Ne hayattı ama sürdüğüm! Ne tekdüze, ne boş! Küçük şehir, ev, oraya buraya yerleştirilmiş ve yerleri, mezar taşları gibi, asla değişmeyen mobilyalarıyla salon… Bir gün, orta sehpasını farklı şekilde yerleştirmeyi denedim. Yapamadım.
Yüzü solup, daha ışıklı hale geliyor.
Adam onu dinliyor. İnce yüzünde, bir an, sabırlı, teslimiyet dolu bir gülümseme beliriyor. Ama hemen ardından, biraz acı veren bir yorgunluğa bırakıveriyor yerini. Her ne kadar, kadınların hayran olduğuna emin olduğum kocaman gözleri, aşağıya sarkan bıyıkları, dokunaklı ve mesafeli duruşuyla biraz kafa karıştırsa da, evet, gerçekten yakışıklı bir adam. Hani şu kibar, çok düşünen ve kötülük yapan insanlara benziyor. Her şeyin üstünde görünüyor ve her şeyi yapma gücüne sahip sanki… Kadının anlattıklarını can kulağıyla dinlemese de, ona duyduğu arzuyla, heyecan içinde bekliyor gibi görünüyor.
…Ve aniden gözlerimin önündeki perde kalkıyor, gerçek önüme seriliyor: bu iki insanın arasında çok büyük bir fark var. Sonsuz bir uyumsuzluk gibi, derinliği yüzünden göze büyük görünen, yüreğimi yaralayacak kadar dokunaklı bir fark bu.
Adamı harekete geçiren tek şey, kadına duyduğu arzu, kadını harekete geçirense, sıradan hayatından kurtulma ihtiyacı. İstekleri aynı değil. Beraber gibi görünseler de, değiller gerçekte.
Aynı dili konuşmuyorlar, aynı şeyleri söylediklerinde bile, birbirlerini neredeyse hiç anlamıyorlar. Onları gördüğüm ilk andan beri, birbirlerini hiç tanımamış olsalar, beraberlikleri bundan daha sağlam olurdu diye düşünüyorum.
Ama adam, gerçekte aklından geçeni söylemiyor. Bunu sesinden, tonlamasındaki sevimlilikten, seçtiği melodik kelimelerden anlamak mümkün. Kadını etkilemek istiyor ve yalan söylüyor. Adam açıkça kadından daha üstün, ama kadın, bir çeşit dâhice dürüstlükle hükmediyor ona. Adam kelimelerinin efendisi, kadınsa kelimeleriyle tüm benliğini sunuyor ona.
…Kadın, önceki hayatını anlatıyor.
– Yatak odasının ve yemek odasının pencerelerinden meydanı görüyordum. Ortada, ayaklarının dibinde gölgesiyle, bir çeşme vardı. Oturup, saat kadranına benzeyen bu küçük, beyaz ve yuvarlak meydanda, günün akşama dönmesini seyrediyordum.
“…Postacı, hiç düşünmeden, gün boyu defalarca gelip geçiyordu meydandan. Cephaneliğin kapısında, bir asker hiçbir şey yapmadan duruyordu… Ve öğle vakti bir matem çanı gibi gelip çattığında, ortalıkta kimse kalmıyordu. Özellikle de öğle vakti çalan matem çanlarını anımsıyorum. Gün ortası, sıkıntının kusursuzluğu.
“Hayatımda hiçbir şey olmuyordu, hiçbir şey de olmayacaktı. Benim için hiçbir şey yoktu. Artık benim için gelecek yoktu. Eğer günlerim böyle devam edecekse, beni ölümden uzak tutacak tek bir şey yoktu. Hiçbir şey! Evet! Hiçbir şey!… Sıkılmak, ölmek demek. Benim hayatım çoktan ölmüştü ama yine de onu yaşamam gerekiyordu. Bir intihardı bu. Başkaları bir silah ya da zehirle öldürür kendini, ben dakikalar ve saatlerle intihar ediyordum.”
– Aşkım! diyor adam.
– Günün sabah doğduğunu, akşam yok olduğunu gördükçe, ölmekten korktum ve bu korku, benim ilk tutkum oldu… Yaptığım bir ziyaret sırasında ya da gece yarısında ya da alışveriş sonrası, manastırın duvarı boyunca yürüyerek evime dönerken, sık sık, bu tutkunun neden olduğu umutla titredim!…
“Ama kim çekip çıkaracaktı beni oradan? Benim bile kendimi ancak zaman zaman fark ettiğim bu görünmez gemi batığından kim kurtaracaktı beni? Etrafımda, kıskançlıktan, kötülükten ve duyarsızlıktan oluşan bir çeşit tezgâh dönüyordu… Gördüğüm ve duyduğum her şey, beni doğru yola geri çevirmeye çalışıyordu, üzerinde yürüdüğüm o sefil doğru yola.
“…Madam Martet’i biliyorsun, biraz yakınlık duyduğum tek arkadaşımdı o. Benden sadece iki yaş büyüktü. İnsanın sahip olduklarından dolayı memnuniyet duyması gerektiğini söylerdi bana. Ben de cevap verirdim: ‘Eğer sahip olduklarımızdan dolayı memnuniyet duymamız gerekiyorsa, bu her şeyin sona ulaştığı anlamına gelir. Ölüme yapacak bir şey kalmamış demektir. Bu lafın hayata son noktayı koyduğunu görmüyor musunuz?… Bu söylediğinize gerçekten inanıyor musunuz?’ Evet, diye yanıt verirdi. Ah, korkunç kadın!
“Ama korku duymak yeterli değildi, bu sıkıntıdan nefret etmem gerekiyordu. İnsan nefrete nasıl sahip olur? Bilmiyorum.
“Kendimi tanıyamıyordum; ben, ben değildim sanki. Başka bir şeye öylesine ihtiyacım vardı ki. Adımın ne olduğunu bile bilmiyordum artık.
“Bir gün, kocamın, bana hiçbir şey yapmamış olan zavallı kocamın öldüğü harika bir rüya gördüm (yine de kötü bir insan değilim). Artık özgürdüm, dünyalar kadar özgür!
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.