Kitabı oku: «Efendi uyanıyor», sayfa 3
“Ona bu mevzuları anlatıp kafasını karıştırmamalısın,” cümlesini defalarca tekrarladı yeni gelen.
Yeni gelen adam, öğrenmesi gerekenleri öğrenmişti. Uykucu’ya döndü. Baştan aşağı süzdü onu. Aklından ne geçtiğini anlamak imkânsızdı.
“Kötü hissediyor musunuz?”
“Epeyce.”
“Herhalde bu gördüğünüz şeyler size garip görünüyordur.”
“Çok garip hem de. Alışmak için zamana ihtiyacım olacak.”
“Biraz öyle…”
“Beni ilk bulduklarında üstümde kıyafetlerim yok muymuş?”
“Sizi bulduklarında…” dedi tıknaz adam ve durakladı. Sarı sakallı adamla göz göze geldiler. “En kısa sürede size uygun giysiler temin edilecektir,” dedi.
“İki yüzyıldan uzun bir süre boyunca uyuduğum gerçekten doğru mu?” diye sordu Graham.
“Bunu söylediler size değil mi? Aslına bakarsanız tam olarak 203 yıl…”
Graham sonunda bu inanılmaz sayıyı, büyük bir şaşkınlık içerisinde kabullendi. Kısa bir süre için sessizce oturdu. Sonra bir soru daha sordu. “Bu civarda bir fabrika ya da bir dinamo var mı?” Sorusunun yanıtını beklemeden devam etti. “Anladığım kadarıyla muazzam değişiklikler olmuş ben uyurken?”
“Bu bağırışlar nedir?” diye sordu birdenbire.
“Hiçbir şey,” diye geçiştirdi tıknaz adam sabırsızca. “Halk işte. Zannediyorum zamanla çok daha iyi anlayacaksınız. Söylediğiniz gibi her şey çok değişti.” Kısa konuşuyordu. Kaşları her zaman çatıktı. Yüzündeki ifade zor şartlar altında önemli kararlar almak zorunda olduğunu gösteriyordu. “Size uygun giysiler hazırlamamız gerekiyor. Bu arada içeride beklemeniz daha iyi olur. Kimse sizi rahatsız etmeyecek. Dilerseniz tıraş olabilirsiniz.”
Graham sakalını sıvazladı.
Sarı sakallı adam yanlarına geldi. Kısa bir süre dinledikten sonra yaşlı adama bir şeyler anlatmaya çalıştı. Aceleyle balkona açılan kemere doğru koşturdu. Bağrışlar artmaya başlamıştı. Tıknaz adam tedirgin görünüyordu. Öfkelenmişti, belli belirsiz bir şeyler söyledi. Graham’e baktı. Yüzündeki ifade hiç de dostça değildi. Duyduğu sesler birbirine karışıyordu. Haykırışlar, sloganlar, çığlıklar… Rüzgârı andıran bir ses ve ardından keskin bir çığlık. Kırılan kuru dalların çıkardığı sese benzeyen bir çıtırtı. Graham için bunların hepsi bir bilmeceden farksızdı. Taşları yerli yerine oturtabilmek için büyük bir çaba harcıyordu.
Sonunda anladı. Bir sürü karmaşık sesin arasında değişmeyen bir slogan sürekli tekrarlanıyordu. İlk başta kulaklarına inanamadı. Tekrar odaklanmaya çalıştı. Evet. Doğru duyuyordu. Kalabalık hep bir ağızdan haykırıyordu: “Uykucu’yu gösterin. Uykucu’yu gösterin.”
Tıknaz adam aceleyle kemere doğru koştu.
“Hay lanet,” diye bağırdı. “Nasıl öğrendiler? Acaba gerçekten biliyorlar mı? Yoksa tahmin mi ediyorlar?”
Bu durumun mutlaka bir açıklaması olmalıydı.
“Ben gelemem,” dedi tıknaz adam. “Onunla ilgilenmem gerekiyor. Sen gidip balkonda bir konuşma yap.”
Graham’in anlayamadığı bir yanıt geldi karşı taraftan.
“Uyanmadığını söyle. Bir şeyler anlat işte. Sana bırakıyorum.”
Aceleyle Graham’in yanına döndü. “Öncelikle elbise meselesini halletmeliyiz,” dedi. “Burada daha fazla kalmanız mümkün olmayacak.”
Hızla çıktı. Graham arkasından bir şeyler sormaya çalışsa da başarılı olamadı. Tıknaz adam bir dakika içinde geri döndü.
“Tam olarak ne olduğunu şu an size açıklayamam. Çok karışık bir mesele. Kısa bir süre içinde giysileriniz hazırlanmış olacak. Sonra sizi buradan götüreceğiz. Burada karşı karşıya bulunduğumuz sorunları yakında siz de anlayacaksınız.”
“Ama bu sesler. Şey diyorlar…”
“Uykucu hakkında bir şeyler… Evet, sizden bahsediyorlar. Sapkın bir fikir var kafalarında. Ne olduğunu ben de tam olarak çözemedim.”
Karmaşık gürültülerin arasından tiz bir zil sesi duyuldu. Sinirli adam odanın köşesinde duran bir takım karmaşık aletlerin yanına gitti. Kısa bir süre dinledi. Kristal bir topa bakıyordu. Başını salladı. Anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Diğer iki adamın içine girip kaybolduğu duvara doğru yürüdü. Duvar yeniden bir perde gibi açıldı.
Graham kolunu kaldırmaya çalıştı. Kendisine verilen ayıltıcı ilaçların gücü gerçekten hayranlık uyandırıcıydı. Önce bir ayağını, sonra da diğerini kanepeye dayadı. Kafası yerindeydi artık. Bu kadar hızlı bir şekilde iyileşeceğini asla tahmin edemezdi. Bir süre öylece oturdu. Bedenini hissetmeye çalışıyordu.
Sarı sakallı adam geçitten çıkıp odaya girdi. O girdiği sırada açılan duvarın önünde bir asansör kabini belirdi. İçinde zayıf, beyaz sakallı bir adam duruyordu. Elinde katlanmış halde duran bir şeyler vardı. Oldukça dar, koyu yeşil bir kıyafet giymişti.
“İşte bu terzimiz,” dedi tıknaz adam. “Yeterince hızlı çalışabilecek misin?”diye sordu.
Yeşil giysili adam başıyla onayladı. İlerledi. Graham’in yanına oturdu. Oldukça sakindi. Diğer taraftan meraklı gözlerle etrafına bakınıyordu. “Çağımızın modası size çok farklı gelecektir Efendim,” dedi. Bir gözü de tıknaz adamdaydı.
Taşıdığı ruloyu açtı. Parlak kumaşlar dizlerinin üstüne döküldü. “Efendim siz gerçekten de çok farklı bir zamanda yaşamıştınız. Viktorya döneminde. O dönemin şapkaları genellikle yarı küre şeklinde olurdu. Eğri daireler çok yaygındı. Şimdi…” Küçük bir alet çıkardı. Büyüklüğü ve görünüşü kurmalı saate benziyordu. Hareketli parçasını çevirdi. Yanındaki sinema makinesinde görünen hareketli beyaz figürü inceledi. Mavi-beyaz saten kumaştan bir parça çıkardı. “Burada oluşturduğum konsept sizin acil ihtiyacınızı karşılayacaktır,” dedi.
Tıknaz adam gelip Graham’in arkasında durdu.
“Çok az zamanımız var,” dedi.
“Rahat olun,” dedi terzi. “Makinem çalışıyor. Onun hakkında ne düşüyorsunuz?”
“Nedir bu ?” diye sordu 19. yy’dan gelen adam.
“Sizin çağınızda terziler müşterilerine elbise modelleri gösterirlerdi,” diye açıkladı terzi. “Bu aleti biz de bu amaçla kullanıyoruz. Bakın buradan görebilirsiniz.” Makinenin üzerindeki küçük figür hareket etmeye devam ediyordu. Fakat bu kez üzerinde farklı bir kıyafet vardı. “Ya da mesela şöyle bir şey…” Küçük bir tıklama ile şeklin üzerindeki giysiler değişebiliyordu. Şimdi daha bol bir kıyafet vardı üzerinde. Terzi gerçekten çok hızlı hareket ediyordu. Bir yandan da asansörü kolaçan etmesi, Graham’in gözünden kaçmamıştı.
Asansör kabini yeniden açıldı. Küt saçlı, Asyalı bir delikanlı çıktı içinden. Üzerinde mavi, keten bir kıyafet vardı. Tekerlekli bir aracı sürüklüyordu. Bir çeşit karmaşık makine getirmişti. Makineyi yavaşlattı. Graham’e makinenin önünde durmasını söylediler. Terzi, küt saçlı delikanlıya bir takım talimatlar verdi. Delikanlı boğuk bir sesle Graham’in anlamadığı bir şeyler söyledi. Daha sonra köşeye çekilip kendi kendine konuşmaya devam etti. Söylenenleri kesinlikle anlayamıyordu. Terzi bazı kolları çekerek makinenin üzerindeki diskleri hareket ettirdi. Bu işlem diskler Graham’in vücudunun etrafında sabitlenene kadar devam etti. Disklerin biri kürek kemiğine, biri dirseklere, biri boyuna ve diğerleri muhtelif organlarına temas ediyordu. Sonunda 40’dan fazla disk vücudunun etrafını sarmıştı. Terzi makineyi harekete geçirdi. Hızlandırdı. Daha sonra Graham’e buradaki işlerinin bittiğini söyledi. Artık makinenin önünden çekilebilirdi. Dikkatli bir şekilde Graham’in üzerindeki siyah örtüyü çıkardı. Sarı sakallı adam ona içmesi için iyileştirici sıvıdan bir bardak daha verdi. Graham bardağın üzerinde kendisine bakmakta olan soluk yüzlü bir adamın yansımasını gördü. Geçidin önünde duruyordu bu adam.
Tıknaz adam tedirgin bir şekilde odada dolaşıyordu. Hızla dönüp balkona açılan geçide gitti. Kalabalığın uğultusu hâlâ duyulabiliyordu. Küt saçlı delikanlı, terziye bir kumaş rulosu verdi. Kumaş mavi satendi. Birlikte kumaşı bir düzeneğe yerleştirdiler. Alet 19. yy’ın baskı makinelerini andırıyordu. Makineyi sessizce odanın uzak bir köşesine doğru sürüklediler. Duvardan iki kablo sarkıyordu. Bunları makineye bağladılar. Makine hızlı bir şekilde hareket etmeye başladı.
“Şimdi ne yapıyor?” diye sordu Graham. Elindeki boş bardakla hareket eden şekilleri işaret etti. Odaya yeni gelen adamın bakışlarını görmezden gelmeye çalışıyordu. “Bu da farklı bir tür enerji ile çalışıyor sanırım.”
“Evet,” dedi sarı sakallı adam.
“Kim bu?” diye sordu, geçidi işaret ederek.
Morlu adam sakalını sıvazladı. Tereddütlü bir şekilde Graham’i yanıtladı. “Howard. Sizin başgardiyanınız. Açıklaması biraz zor Efendim. Konsey sizin için bir gardiyan ve çok sayıda yardımcı atadı. Bu alan daha önce belli kısıtlamalar altında olmakla beraber kamuya açıktı. İnsanlar buraya gelip sizi gördüklerinde mutlu oluyorlardı. Daha önce girişleri hiç kapatmamıştık. Bu ilk kez oluyor. Eğer ilginizi çekmiyorsa anlatmayı bırakabilirim?”
“Tuhaf,” dedi Graham. “Gardiyan? Konsey?” Arkasını dönüp bardakta yansımasını gördüğü adama bir kez daha baktı. “Niye sürekli bana bakıyor. Hipnozcu mudur nedir bu adam?” diye sordu fısıldayarak.
“Hipnozcu değil, o bir kapillotomist.”
“Kapillotomist mi?”
“Evet, en iyilerinden biri. Yıllık ücreti altı doz lion.”
Ne saçma şeylerdi bunlar. Son söylenenleri anlamaya çalıştı. “Altı doz lion?”
“Sizin döneminizde lionlar yok muydu? Ben var sanıyordum. Herhalde siz eski poundları kullanıyordunuz. Lion bizim yeni para birimimiz.”
“Peki, altı doz derken neyi kastettiniz? Onu da anlayamadım.”
“Evet. Altı düzine demek istedim. Tahmin edebileceğiniz üzere böyle küçük ayrıntılarda önemli değişiklikler oldu. Sizin döneminizde ondalık sayı sistemi kullanılıyordu. Arap sistemi. Yüzlükler ve binlikler. Şimdi on bir rakam kullanıyoruz. On ve on bir için kullandığımız özel simgeler var. Düzine için ayrıca iki simge kullanılıyor. Düzine kere düzine, bir büyük yüzlük kabul edilir. Ve bir düzine büyük yüzlük bir dozand eder. Dozand kere dozand ise, bir myriad. Basit değil mi?”
“Keşke öyle diyebilsem,” dedi Graham. “Peki, bu Kapillotomist neyin nesidir?”
Sarı sakallı adam arkasına doğru baktı.
“İşte giysileriniz,” dedi. Graham hızla döndü. Terzi yanı başında duruyordu. Keyfi yerindeydi. Ellerinde yepyeni bir giysi vardı. Küt saçlı delikanlı karmaşık makineyi asansöre taşıyordu. Graham kıyafete dikkatlice baktı. “Yoo, bunu az önce dikmiş olamazsınız değil mi?”
“Aynen öyle yaptık,” dedi terzi. Graham’in az önce uzandığı yatağa doğru ilerledi. Giysiyi ayak ucuna bıraktı. Şeffaf minderi kaldırıp altında duran aynayı çevirdi. Bu sırada bir zil sesi duyuldu. Tıknaz adamı çağırıyorlardı. Sarı sakallı adam ona doğru koştu. Sonra hızla kemere doğru yöneldi ve balkona çıktı.
Terzi, Graham’in uzun çorapları, yeleği ve pantolonu olan mor bir içliği giymesine yardımcı oldu. Bu sırada tıknaz adam balkondan gelen sarı sakallı ile görüşmek için içeri girdi. Fısır fısır bir şeyler konuşmaya başladılar. Endişeli oldukları belliydi. Bu arada mor içliğin ardından sıra, mavi-beyaz kıyafete gelmişti. Modaya uygun kıyafetler içindeki Graham aynada kendisini izlemeye başladı. Benzi soluktu. Tıraş olma zamanı gelmişti. Derbeder bir haldeydi. Yine de en azından çıplak değildi. Ve nedendir bilinmez, daha önce olmadığı şekilde yakışıklı görünüyordu.
“Tıraş olmalıyım,” dedi aynada kendine bakarak.
“Bir dakika,” diye lafa girdi Howard.
Israrla dik dik bakmaya devam ediyordu. Genç adam gözlerini kısa bir süre için kapayıp tekrar açtı. Zayıf ellerini Graham’e doğru uzattı. Durdu. Ellerini çeşitli yönlere doğru hareket ettiriyordu. Gözleri hâlâ Graham’in üzerindeydi.
“Bir sandalye lütfen,” dedi Howard sabırsızca. Sarı sakallı adam hemen bir sandalye bulup getirdi ve Grahamin arkasına yerleştirdi. “Lütfen oturun,” dedi Howard.
Graham oldukça tereddütlü gözüküyordu. Vahşi bakışlı adamın elinde, metal bir nesnenin parladığını fark etti.
“Yoksa anlamadınız mı Efendim,” diye sordu sarı sakallı adam kibarca. “O sizi tıraş edecek.”
“Ha…” Graham sonunda anlamıştı. “Ama siz onun şey olduğunu söylemiştiniz, şey…”
“Bir kapillotomist. Aynen öyle. Dünyanın en iyi sanatçılarından birisidir.”
Graham hızlı bir şekilde yerine oturdu. Sarı sakallı adam ortadan kayboldu. Kapillotomist ileri çıktı. Graham’in kulaklarını inceledi. Başının arkasını yokladı. Howard işini yapmak için büyük bir sabırla bu anı beklemişti. Hızlı ve ustaca hareketlerle Graham’in çenesini tıraş etti. Bıyıklarını düzeltti. Saçlarını kesip güzel bir şekil verdi. Tüm bunları tek bir kelime bile söylemeden yapmıştı. Gerçek bir sanatçı gibi tamamen işine odaklanmıştı. Tıraştan sonra Graham’e bir çift ayakkabı da verdiler.
Birden bir ses duyuldu. Bu ses, odanın köşesindeki makineden geliyordu. “Acil duyuru. İnsanlar öğrendiler. Tüm işlemler durdurulmuştur. Vakit kaybetmeden derhal buraya gelin.”
Bu uyarı Howard’ın fazlasıyla endişelenmesine neden oldu. Sağa sola koşturuyordu. Belli ki ne yapacağını bilemiyordu. Küçük kristal topun yanında duran aletin yanına gitti. Bu sırada geçidin oradan sesler gelmeye devam ediyordu. Zaten tüm bunlar olurken dışarıdan gelen bağırışlar hiç azalmamıştı. Howard, Graham’i çekiştirmeye başladı. Tıknaz adama baktı. Adam ne yapmaları gerektiğini söyledi. Sonra birlikte balkona çıktılar.
V
Yürüyen Yollar
Graham, balkonun korkuluklarına doğru ilerledi. Çevreyi incelemeye başladı. Onun ortaya çıkışı kalabalığın hareketlenmesine neden olmuştu. Yükselen çığlıklardan insanların şaşkınlığa kapıldıkları anlaşılabiliyordu.
İlk dikkatini çeken şey, mimarideki farklılık olmuştu. Üzerinde devasa binalar bulunan bir yol gördü. Yol ileride ikiye ayrılıyordu. Şeffaf bir maddeden yapılmış olan kubbe-çatı her yeri kaplayan bir gölgelik gibi göğe doğru yükseltilmişti. Etrafta bulunan beyaz kürelerin parlaklığı güneş ışınlarını gölgede bırakıyordu. Yayalar asma köprülerin üzerinde ilerleyerek derin kanyonları aşıyorlardı. Gökyüzü ince kablolarla kaplanmıştı. Graham’in hemen önünde büyük bir uçurum uzanıyordu. Yarığın karşı cephesine baktığında burada da çok sayıda yapının bulunduğunu gördü. Kemerler, oluklar, destekler, kuleler, sayısız büyük pencere, karmaşık mimari şekiller… Bunların üzerlerinde Graham’in okuyamadığı garip yazılar vardı. Çatılardan sarkan kablolar uçurumun diğer tarafındaki dairesel olukların içine girerek gözden kayboluyorlardı.
Graham, mavi giysili bir insan gördü. Yukarıdaki bir beyaz kürenin yanındaki çıkıntıya neredeyse görülemeyecek kadar ince bir iple bağlanmıştı. Birden aşağıya atladı ve yolun bu tarafındaki yuvarlak bir deliğin içerisinde gözden kayboldu. Graham’in yüreği ağzına gelmişti. Balkona çıktığından beri etrafını izliyordu. Karşısında gördüğü şeyler tamamen yabancıydı ona. Şimdiye kadar gördüğü her şeyden farklıydılar. O sırada gözü yola takıldı. Aslına bakılırsa bu gördüğü şey yoldan çok daha fazlasıydı.
19. yy’da, cadde ve sokaklar insanların en yoğun olduğu yerlerdi. Dar patikaların arasında araçlar birbirlerini itip kakarak ilerlerdi. Buradaki yol ise nereyse yüz metre genişliğindeydi. Çok uzundu. Hiç durmadan devam ediyordu. Bir an için tanık olduğu hareketlilik aklının karışmasına neden oldu. Sonra yavaş yavaş olan biteni anlamaya başladı.
Yol balkonun altından Graham’in sağına doğru ilerliyordu. Burada sonsuz bir akış vardı sanki. Bu, 19.yy’ın ekspres trenleri kadar hızlıydı. Bu akışı oluşturan nesneler küçük aralıklarla dizilmiş ve adeta sonsuz bir platform oluşturmuşlardı. Üzerlerinde oturma yerleri vardı. Çeşitli noktalardaki küçük kabinler de dikkatini çekti. Ne var ki çok hızlı hareket ettiklerinden Graham bunların içinde ne olduğunu anlayamamıştı.
Platformlar sağa doğru hareket ediyorlardı. Her biri kendi üstünde yer alan platformdan daha yavaştı. Fakat yavaşlama son derece düşük bir ivmeyle gerçekleşiyordu. Öyle ki, bir kişi herhangi bir platformdan bir alttaki platforma rahatlıkla atlayabilir ve bu şekilde ilerleyerek yarığın dibindeki hareketsiz platforma ulaşabilirdi. En alttaki hareketsiz platformun az ötesinde ise Graham’in soluna doğru ilerleyen bir başka platform dizisi bulunuyordu. Burada muazzam bir kalabalık vardı. Kimileri platformların üzerindeki koltuklarda oturuyor, kimileri ise yayan gidiyordu.
“Burada durmamalısınız,” diye bağırdı Howard. “Gitmemiz gerekiyor.”
Graham yanıt vermedi. Duymazlıktan geliyordu. Platformlar büyük bir gürültüyle hareket ediyorlardı. Halk bağırıp çağırıyordu. Kalabalığın içindeki genç kızları ve kadınları fark etti. Dalgalı saçları vardı. Göğüslerini bir şeritle kapatan güzel mavi kıyafetler giymişlerdi. Giysi modellerini gösteren aletteki hâkim tonun, mavi olduğunu anımsadı. Terzi çırağının giysisi de maviydi.
“Uykucu. Uykucu’ya ne oldu?” bağırışlarının anlamını çözmeye çalıştı. Platformlar kalabalıklaşıyordu. İnsanlar parmaklarıyla onu işaret etmeye başladılar. Balkonun hemen karşısındaki alanda çok sayıda mavi giysili insan vardı. Anlaşılan orada bir arbede yaşanıyordu. İnsanlar platformlardan atılıyor, ite kaka bir yerlere götürülüyorlardı. Hareketliliğin olduğu yerden uzaklaştırılanlar kısa bir süre içerisinde geri dönüyorlardı.
“Uykucu bu. Gerçekten de o,” diye bağırdı kimileri. Bazıları ise, “Hayır, bu Uykucu değil!” diyerek bu teze karşı çıktılar. Giderek daha fazla insan yüzünü ona döndü. Graham meydanda bir takım geçitler olduğunu fark etti. Bir sürü insan bu geçitlere girip çıkıyordu. Arbede bunlardan birinin girişinde yoğunlaşıyor gibiydi. İnsanlar hareketli platformlardan bu noktaya doğru koşturuyorlardı. Bir platformdan diğerine atlayışları çok ustacaydı. Üstteki platformlarda kümelenmiş insanların ilgileri balkonla bu nokta arasında bölünmüştü. Parlak kırmızı üniformalar içerisindeki yapılı insanlar, oldukça sistemli bir şekilde hareket ediyorlardı. Merdivenlere kimsenin yaklaşmamasını sağlamaya çalışıyorlardı. Üzerlerindeki parlak kırmızı kıyafetleri, karşıtlarının açık mavi giysileri ile bariz bir zıtlık oluşturuyordu. Ortada açık bir çatışma hali vardı.
Tüm bunlara tanık olduğu sırada, Howard da kulağının dibinde bağırmaya devam ediyordu. Birdenbire Howard yanından uzaklaştı. Artık tek başına kalmıştı.
“Uykucu,” diye bağıranların seslerinin giderek daha fazla yükseldiğini fark etti. En yakın platformdaki insanlar ayağa kalktılar. Sağındaki platformun boş olduğu gözüne çarptı. Aksi yönden gelen platform ise insan doluydu. Meydanda büyük bir kalabalık toplanıyordu. Rastgele çığlıklar yerini hep bir ağızdan yapılan bir tezahürata bırakmıştı: “Uy-kucu! Uy-ku-cu! Uy-ku-cu!” Kalabalık dalganırken, “Yolları durdurun,” sloganını duydu. Ayrıca Graham’e yabancı gelen bir isimden bahsediyorlardı. “Ostrog” gibi bir şeyden. Yavaş platformlar daha kalabalıktı. Platform bir yöne doğru ilerlerken, üzerindeki insanlar aksi yöne doğru koşuşturuyorlardı. Bu sayede onu daha fazla görebileceklerdi.
“Yolları durdurun,” diye bağırıyordu insanlar. Yakınındaki hızlı yola ulaşmayı başarabilenler hızla önünden geçip gidiyorlardı. Garip ve anlaşılmaz şeyler söylüyorlardı. Söylenenler arasında sadece tek bir cümleyi anlayabilmişti. “Gerçekten de bu o. Uykucu bu.”
Graham bir süre hareketsiz kaldı. Artık anlamıştı. Bütün bu olup bitenler kendisi ile ilgiliydi. Bu kadar popüler olmak hoşuna gitmişti. Hafifçe eğilerek selamladı kalabalığı. Sonra onlara el salladı. Bu hareketinin neden olduğu muazzam uğultu Graham’i çok şaşırttı. Merdivenlerdeki kargaşa, kavgaya dönüşmüştü. Nihayet çevredeki balkonların neden böyle kalabalık olduğunu anlamıştı. Yükseklerden boşluğa atlayan insanların amacı, kendisini biraz daha yakından görebilmekti. Arkasındaki geçitten sesler geldi. Gardiyan Howard hâlâ oradaydı. Sertçe kolundan tutmuş, onu çekiştiriyordu.
Dönüp baktı. Howard’ın yüzü bembeyazdı. “Hadi gelin,” dedi. “Yolları durduracaklar. Şehirde büyük bir kargaşa başlayacak.”
Bir grup insan arkalarındaki geçitte koşturuyordu. Kızıl saçlı adam, sarı sakallı, uzun kırmızı kıyafetler giyen biri, eli sopalı ve yine kırmızılar içindeki kalabalık bir grup… Hepsinin yüzünde endişeli ve sabırsız bir ifade vardı.
“Onu buradan götürün,” diye bağırdı Howard.
“Ama neden?” dedi Graham. “Anlamıyorum.”
“Gelmeniz gerekiyor,” dedi kırmızılı adam kararlı bir sesle. Graham’le göz göze geldiler. Üzerinde rahatsız edici bir baskı hissediyordu. Birisi kolunu çekti.
Şimdi yerlerde sürükleniyordu. Görünen o ki kavga büyümüştü. Dışarıdan gelen gürültüler şimdi binanın içinden de duyuluyordu. Graham kendisinde direnecek kuvveti bulamamıştı. O da diğerleriyle birlikte geçitte ilerliyordu. Her düştüğünde zorla yerden kaldırmışlardı onu. Sonunda Howard’la birlikte bir asansöre bindiler. Şimdi büyük bir hızla yukarı çıkıyorlardı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.