Kitabı oku: «Erken Uyanan Adam»
Hevir Tömür 1922 yılında Doğu Türkistan’ın Toksun nahiyesinde dünyaya gelmiştir. Okuma yazmayı memle-ketinde öğrenen Tömür, ilk ve orta öğ-renimini Toksun ve Kuça gibi yerlerde tamamlamıştır. 1937 yılında Sincan Eyalet Darülmuallimini’ne giren Tömür 1939 yılında eğitimini tamamladıktan sonra memleketi Toksun’da öğretmenlik yapmaya başlamıştır. 1945 yılında Toksun’dan Urumçi’ye taşınan yazar, neşriyat, matbu-at işlerinde faaliyet göstermiştir. Sonraki dönemlerde siyasi sebeplerden ötürü uzun bir süre sıkıntılı bir hayat sürdüren Tömür 1979 yılında hatırlanarak Sincan Uygur Otonom Bölgesi Siyasi Danışma Şurası Tarih Materyalleri Tetkikat Şubesinde çalışmaya başlamıştır. Hevir Tömür 1992 yılı Ocak ayının 29. Günü, 70 yaşındayken hastalık sebebiyle Urumçi’de hayata veda etmiştir.
Hevir Tömür 1940’lı yıllarda yayımladı-ğı şiirleriyle edebiyat vadisinde adından söz ettirmeye başlamıştır. O, bu dönemde “Bala” (Bela), “Aldangan Çolpan”, (Aldanan Çolpan), “Tinçlik” (Barış) gibi destanlarını ve “Yolvas Uhlap Yatatti” (Kaplan Uyuyup Kaldı) gibi hikâyelerini yayımlamıştır. Ancak o, edebi sahadaki asıl ününü 1980’li yıllardan sonra kaleme aldığı eserlerle kazanmıştır. Yazar bu dönemde “Molla Zeydin Hekkide Kissa” (Molla Zeydin Hakkında Kıssa), “Baldur Oygangan Âdem” (Erken Uyanan Adam), “Abdukadir Damolla Hekkide Kisse” (Abdulkadir Damolla Hakkında Kıssa) gibi edebi tezki-releri ve “Tan Aldida” (Tan Önünde) adlı şiir kitabını neşretmiştir. Yine bu dönemde çeşitli gazete ve dergilerde “Abdukadir Damolla”, “Hidishan”, “Külfetli Yıllar”, “Bir Meydan Futbol Müsabakası”, “Yakup Bey ve Molla Muhammetyar Halife”, “Altın Akıl”, “Suret”, “Vaktim Yok” gibi birçok değerli manzum ve mensur eser yayımlan-mıştır. Bunların dışında “Molla Zeydin” adlı bir film senaryosu ve “İki Ana”, “Geldi Bahar” isimli dramları Uygur Edebiyatında yerini almıştır. Ayrıca Hevir Tömür edebi eserlerinin yanı sıra tarihi konularda da çok sayıda makaleyi kaleme alarak yakın dönem Uygur tarihinin aydınlatılmasında büyük katkılar sağlamıştır.
Kıymetli Babam
Mustafa Bozok’un
Aziz Hatırasına…
Birinci Bölüm
1
Anası, oğlunun tuhaf tavırları üzerinde çok düşündü. Maalesef, oğlunda sabah kahvaltı yapıp bekleme odasına çıkana kadar hala düşünme alameti yoktu. Annem var, çocuklar var onlarla ilgileneyim diye bir düşüncede olmadığı seziliyordu. Ne bitmez bir yazı, ne yorulmaz bir beden, nasıl yorulmaz bir göz o…
Niyaz Hanım bu sözleri içinden kaç defa geçirdi. Sonunda o, erinmeden bekleme odasına girerek, şair oğlunun ne yaptığını kendi gözüyle görüp onunla biraz konuşmak istedi. Oturduğu yerden kalkıp merdiven tarafına bakarak yürüdü. O, kuvvetli bir kadındı, bu düşüncelerden kurtulup kendine gelene kadar yavaş adımlarla yürüyüp merdiven önüne kadar geldi, neden olduğunu bilmeden birden durdu. “Dur, eli boş çıkmaktansa bir demlik çay demleyip çıksam daha iyi olmaz mı, belki susamıştır “ diye düşünüp hemen geri döndü. Ocağın önüne gelip çay demlemeye başladı.
“Evet, doğru! Bugün Cuma! O, babasıyla birlikte Cuma’ya gitti!” Çay demledikten sonra oğlunun evde olmamasını fırsat bilen annesi kimse var mı diye iki yanına bakındı. Bağın dışında küçük kızı Büviheliçehan oynuyordu. Annesi onu çağırdı. Kız tıpkı uçar gibi koşarak geldi.
–Kızım ağabeyin burada mı, duyurmadan bak gel, tamam mı?
Hemen koşturan kız, anasına haber getirdi:
–Burada, gizlice baktım. Yazı yazıyor, benim çıktığımı da duymadı…
Abduhaluk Uygur bekleme odasında çalışıyordu. Bu oda genelde serin ve sakin olup, şairin ilmi çalışmaları ve şiirle meşgul olması için yeterince uygundu. Doğuya bakan bir çift pencereden yeterli aydınlık düşüyordu. Yine pencereden görünen avlunun neredeyse tamamını kaplayan üzüm dallarının, gün ışığında parlayıp duran yeşil yaprakları serinletici rüzgârda ışıldayıp, zümrüt bir göl gibi gözünü alıyordu. Sabah akşam pencereden giren, üzüm kokularına doyan serin rüzgâr insanı mest ediyordu. Abdurrahman Mehsum’a tâbi bu geniş ailedeki gelin -kız, çoluk çocuğun hepsi birinci kattaki evlerde ve avluyu kaplayan ağaçtan kalkanın altında durduklarından, onların gürültü ve yaygaraları ev halkının gürültü patırtısı duyulmuyordu. Böylesi uygun şartlar şairin şiir çalışmaları için bulunmaz fırsatlar bahşediyordu.
Şair çalışma masasını pencerenin yakınına koydu. Masanın üstünde divit -kalem, kâğıt, defter ve kurutma kâğıdı gibi nesneler düzenli bir şekilde duruyordu. Pencere nişinde her tür kitaplar -Arapça, Farsça, Türkçe ve Çince kitaplar, divanlar, bayazlar1, gazete -mecmualar sıralı idi. Şair bu dünyanın kargaşasından azade iş yerinde gece -gündüz kitap okuyor ve şiir denemeleri yapıyordu.
Onun önünde biraz önce bomboş duran beyaz kâğıtlar bir anda yaratıcı bir emekle işlenip, şiiriyetin çeşitli çiçeklerine bürünen değerli el yazmalara dönüşüyordu. Bazı sayfalar rengârenk nefis güllerin açılıp bülbüllerin ötüştüğü gül bahçelerine benzerken, bazı sayfalar, binlerce, on binlerce kahramanın, yüksek cesaretle at salıp kılıç oynattığı, cengâverlerin savaş meydanını andırıyordu. Bazı sayfalar, ümitlerle kuvvet bulan arzu ve emellerin, deniz dalgaları gibi kabarışını aksettirirken, bazı sayfalar, keskin hicivlerle cehalet, nadanlık, hurafecilik gibi konulara kahkahalarla gülüyordu. Bazı sayfalar, müstebit ve zalimlere karşı başlatılan bir isyan, atılan bir kurşuna benzerken, bazı sayfalar, vatana, millete olan sevgi ve samimi sadakatin haykırışlarıyla doluydu. Bunların tamamı üstün bir gayretin ve güvenilir bir içtihattın mahsulüydü.
Bu ne kadar değerli bir uğraş! İşinde bu kadar istekli, bu coşkun denizde yüzmeye alışmış olan ve bu alışkanlıktan bitmez tükenmez bir lezzet alan şair, meşgalesini nasıl bırakmak istesin?
Niyaz Hanım bir elinde demlik, bir elinde piyale2 olduğu halde şairin çalışma odasına girdiğinde, yazıyla meşgul olan şair onun geldiğini hissetmedi. Annesi şairin arkasından usulca yaklaşarak gelip, biraz durup baktıktan sonra birden:
–Yeter, oğlum, susadım da demiyorsun! dedi demliği masaya koyup.
–Anne ne zaman girdin? dedi şair sıçrayarak dönüp. Başında durup sevecen gözlerle kendisine bakan annesine baktıktan sonra, “Büyük mutluluklar işe sıkı sarılmakla gelir” diyordu Abdullah Tokay, diyerek güldü.
–Tövbe neler diyor! Ben ne zaman girsem, sen hayale sığmayacak şekilde yazıyor, çiziyorsun. Nasıl bitmez bir yazıymış bu? Bakıyorum, geceleri de ışık sönmüyor!
–Anne bu sözlerine piyaleye çay koyarken devam etti.
–Bu tükenmez yazıyı yazarken bu kadar kendini kaptırmasan, dinlenerek çalışsan!
–Tamam, tamam anne, öyle yaparım!
–Evet, oğlum, yazı yazıp usandığında, gözlerin yorulduğunda, birazcık dışarıya çık, bağlara girip serinle. Sokağa çıkıp dolaşsan, sonra yazsan da olur.
–Anne! Dedi şair. Yerinden doğruldu ve ciddi bir tavırla bu şiirini okudu:
Sıkıldığımda kalem en güzel sazım benim, Söyleyin bu ömür eşit değil mi han ile?
–Yarabbi, ne hoş sözler bunlar! Sana hanlar gibi ömür nasip olsun! dedi anne gülerek.
–Bekle, devamı var. –Şair şiirin sonraki mısralarını okudu:
Gece gündüz uyku yok, vicdan azabı üstelik
Halkı uyandırmak arzum her seher çığlık ile
Anne bu şiiri anlayıp, biraz güldükten sonra durup, ciddi bir tavır takındı ve uyarıcı bir tonda:
–Senin bu işlerine baban fazla rıza göstermiyor, dedi oğluna çay verirken.
–Babamın razı olmadığını biliyorum, dedi şair şükranla çayını alıp.
–Biliyorsun, babanın sözlerini biraz olsun dinlesen!
–Ana –babanın sözünü dinlemek çocuklarına farzdır, elbette dinliyorum.
–Lütfen oğlum, dinle! dedi anne ricacı bir ses tonuyla, babanın maksadı kötü değil. Senin gözümüzün önünde bir işin başında olmanı istiyor.
–Babamın düşüncesine göre ben hangi işi yapsam iyi olur? dedi şair annesine sual nazarıyla bakıp.
–Baban senin hükümette kâtip ya da tercüman olmanı istiyor, dükkân açıp ticaret yapsa da olur diyor.
–Ticaret?
–Evet, ticaret.
Ben o işi yapabilir miyim?
–Neden yapamayasın? Başkaları nasıl yapıyor.
–Başkalarının yapabildiği işi belki benim yapmam mümkün olmaz. Çünkü ben o işin ehli değilim!
–Bu çok komik, dedi anne biraz şaşırmış gibi, sonra yine güldü, bu nasıl söz?
–Canım annem, dedi şair içtenlikle, ticaret deyince ayağı çabuk, dili çevik adam olmak gerek. Öyle olmazsa fayda olmaz. Bunun üzerine yalancılık da eklemek gerek, mesela bir sere3 alınan malı insaf etsem bir ser iki miskale4, insaf etmesem bir buçuk sere aldım deyip yalan söyleyerek satmam gerek. Demek, ticarette yalan söylemek, zaruri durumda yalan sözlere yemin etmem gerekiyor. Bunun için de ben böyle bir işi yapamam!
Oğlunun sözlerine gülmekten nefesi sıkışan anne, biraz sonra gülmeyi bırakıp:
–Öyleyse hangi işi istiyorsun? dedi.
–Babam bana dört atlı bir araba alıp verirse, arabacılık yapayım diyorum, buna ne dersiniz?
–Şu sözün komikliğine bakın! Anne istihzayla güldü, sen kendine araba sürmeyi yakıştırır mısın? Baban Abdurrahman Mehsum herkesin tanıdığı birisi, hal böyleyken sen arabacılık yapsan cümle âlem ne der?
–Ticaret yapmaya nispeten arabacılık yapmak helal iş. Bence, helal bir iş yapmak hiçbir zaman ar namus meselesi olmamalı.
–Böyle sözleri bırak, dedi Niyaz Hanım oğlunu azarlayıp, -Biz daha ölmedik. Gözümüz açık oldukça senin o işleri yapmana müsaade etmeyiz.
–Yok, anne, ben istiyorum, sen babamı ikna etsen, dedi şair yalvarıp, -Babam bana dört atlı demir araba alıp versin, arabaya zil asarım, atların yelelerine kırmızı –yeşil saçak takarım, öyle güzel yaparım ki herkes hayran kalır. Bence bu şişeyi, -şair nişte duran şişeyi gösterip devam etti, -bana verirsen onu arabaya yağlık yapayım. O zaman insanlar görüp daha da hayran olur!…
–Allah’a tövbe de, böyle sözleri bir daha ağzına alma! –Niyaz Hanım razı olmadığını belirterek küçümser bir tavırla devam etti, -gül koyulan şişeyi arabaya yağ şişesi yapmak doğru geliyor mu? Dahası bu şişe nerden geldi biliyor musun? Bu babanın Çar yıkılmadan önce Şemey’e gidip özellikle aldığı, canından kıymetli gördüğü şişe. Şimdi böyle güzel şişeler bulmak mümkün olmuyor. Çar zamanında üretilenler kalmasa şimdi üretilmiyor, dedi.
–Anne, sende mi bu şişeyi değerli görüyorsun? dedi şair çocuklar gibi nazlanıp.
–Baban Şemey’den özellikle aldığı için elbette değerli buluyorum.
–Anne, şişeyi mi değerli görüyorsun yoksa beni mi?
–Ne diyor bu çocuk! Elbette seni her şeyden çok daha değerli görüyorum, evlat başka şişe başka!
–Ya babam?
–Baban da seni değerli görüyor.
–Öyle olsa belli olur, dedi şair karmaşık bir meseleyi çözmüş gibi gülüp, şişenin arabaya yağlık yapılmasının doğru olmadığı yerde, şişeden değerli görülen evladın tercüman ya da tüccar yapılması doğru geliyor mu?
–Tövbe, tövbe! dedi Niyaz Hanım şaşırmış halde, yorgunca gülerek, bende diyorum ne diyor bu, maksat bu muydu?
–Canım annem, sizlere açıkça söylemem gerekirse, babamın benim için tercüman olsun ya da dükkân açıp ticaret yapsın demesiyle gül şişesini arabaya yağ şişesi yapayım demem aynı mahiyetteki sözler, dedi şair ciddi ve kararlı bir tavırla.
–Tamam, oğlum, tamam, eğer yapacağın işler dükkân açmaktan önemliyse istediğini yap! Dedi ana oğlunun maksadını anlayıp.
–Babamın istediği gibi, ben de bir molla ya da hükümette tercüman olsam, olmadı ticaret yapsam, onun gönlündeki işi yapmış olurdum. Ama bu işlerin hiçbirisi beni cezp etmiyor, bana okul açıp marifet ile halkı uyandırmak cazip geliyor. Bu benim yegâne maksadım, sarsılmaz iradem. Böyle yapmamın nedeni, açıkçası babamın yine bu sözünü duyacak olmam. Benim senden isteğim, babama yapacağım işi kabul ettirmen!
Bu söz söylendiğinde, dışarıdan şairin babası Abdurrahman Mehsum avluya girdi. O Cuma’dan dönmekteydi.
Sırtına akide şekeri renginde ipek kumaştan bir yek tek5 giyip, başına ak sarık saran, saçı –sakalını her zaman tertemiz tıraş ettirerek heybetle yürüyen Abdurrahman Mehsum ağır adımlarla çalışma odasına çıkıp, onların sözünün üstüne geldi.
–Hangi konuda dertleşiyorsunuz? Dedi sevecen bakışlarla.
–Oğlumun yazdıklarına bakıp kaldım, dedi Niyaz Hanım diline gelen sözü geri çevirerek.
–Onun nesine bakıyorsun, bunun işi mübalağacılık. Şair dediğin yalancıdır, küçücük bir çalılık görse bağ-u bostan, Cennet’ul Me’va diye ağzında köpükler kaynatarak metheder. Gözden akan bir damlacık yaşı görse derya derya yaş aktı derler. Hepsi mübalağa. Birini övmek istese onu göğe çıkarıp arşı alaya yükseltir, yermek isterse de yerin dibine batırır. Bunların yazdıklarının birçoğu böyle. -Abdurrahman Mehsum bir nefeste birçok şey söyleyip, Niyaz Hanım’ı alıp aşağıya giderken şairin sözü onu durdurdu.
–Benim kaside hanlık yaptığımı düşünüyor olabilirsiniz, böyle düşünmekte haklısınız! Dedi şair ağır telaffuzla.
–Öyleyse sen nesin? Sen de şair misin?
–Görmeden nasıl hüküm veriyorsun? Önce görüp sonra… -Şair yeni yazılan birkaç parça şiirini uzattı. Abdurrahman Mehsum memnuniyetsiz bir halde kâğıtları eline alıp, ayakta durup öylesine göz atmaya başladı.
Şiirden az çok haberi olan Mehsum elindeki şiirlerde güya hata bulmak için yavaş yavaş göz gezdirdi, ara sıra Abdülhaluk Uygur’a da bakıyordu. Biraz sonra onun yüzünde bir şeyden Huzurlanmış gibi alametler peyda oldu. Bazı kâğıtlarda oğlunun düşünceleri karşısında onun gözleri kamaşıyordu. Gâh kaşları çatılıyor, gâh hâsıl olan düşünceler karşısında gülümsüyordu.
Yazdıkların yurtta olan olaylar, dedi Mehsum memnuniyetini az da olsa belli ederek, lakin bazı şiirlerinin vezni ağır ya da hafif olması yönüyle okunduğunda ahenkte bozulmaya sebep oluyor, bunu düzeltmek gerek.
–Şiiriyette, bazı sözlerin vezninin, ağır veya hafif olması açısından okunduğunda ahenk bulunamayabilir. Ancak kafiye –ahenk peşinde koşup, mazmunu zayıflatmak şiirin cevherini yok etmektir, diye düşüncesini belirtti şair.
–Sen öyle yönlerini düşünmesen… dedi Mehsum. Biraz düşündükten sonra yine konuştu. Yazdıkların gerçekleşebilecek işler. Ama bu sözlerini kim anlayacak? Bin kere söylemekten bir defa göstermek evla değil midir?
–Bu yiyip –içmek için yaşayanların görüşü, dedi şair hazır cevaplılığıyla.
Mehsum oğluna hoşnut kalmadığını belirtircesine baktıktan sonra:
–İnsanlar senin yazdığın yüz sayfa yazıdan tercümanın bir çift sözünü daha değerli görüyor.
–Öyle anlamak riyakârlık. Korku içinde yalan yanlış şeyler anlıyorlar. Benim yazdıklarımı ise doğru anlıyorlar. Ülke büyük, toplum geniş. Benim yazdıklarımı sevip anlayanlar oldukça çok. Bir güngelecek anlayanların, çok sevenlerin sayısı artacak. Böyle olacağına inancım kat’i!
Şair vücudunu dikleştirip sözüne devam etti:
–Tercümanlık, bürokratlık geçici bir iş. Çincede “Otuz yıllık idare kaldı, bürokratı nerde?” diye bir atasözü var. Gerçekten idareler kendisi kalıyor, fakat idareciler, tercümanlar kalmıyor. Zalim idareciler, riyakâr tercümanlar sonunda halkın lanet ve nefreti altında hiçbir iz bırakmadan yok olup gidiyorlar.
–Sana göre senin yazdıklarının da eşi benzeri yok! Gözlerini fal taşı gibi açarak baktı Mehsum, fakat gözlerinde gazap alameti görünmüyordu. Bundan dolayı şair çekinmeden, cesaretle cevap verdi:
–Belki ondan da iyi!
–Hay… Yazık! dedi Mehsum şairin sözünden rahatsız olup. O yine bir şeyler demek isterken Niyaz Hanım onu yeniden çağırıp:
–Yürü babası, biz çıkıp gidelim, oğlum işini yapsın diyerek Mehsum’u alıp götürdü.
Onlar odadan inip gittiğinde, Mehsum’un sesini kısarak söylediği sözler işitildi:
–Oğlun çok güzel şeyler yazıyor, iyice bak!
–Elbette öyle yapıyorum, böylece deyip sustu.
Bundan sonraki sözler duyulmadı.
2
Ertesi gün sabah namazından dönen şair doğruca çalışma odasına çıktı, âdeti üzere gece yazdığı el yazmaları bir araya toplayıp gözden geçirmeye başladı. O her bir yazmayı erinmeden tekrar tekrar düzeltti.
O sırada Ayimhan elinde kahvaltılıklarla çıkıp geldi. Şair onun elindeki kahvaltılığı görünce şaşırıp kaldı. Böyle olması sebepsiz değildi. Çünkü kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri hep çardağın altında çoluk çocuk, genç yaşlı toplanıp yenirdi. Şair bu değişikliğin sebebini anlamak için Ayimhan’ın ahu gözlerine, soran gözlerle baktı. Fakat Ayimhan iltifat etmedi, ta ki yaklaşıp tepsiyi şairin masasının üstüne koyana kadar. Sonra birden başını kaldırıp şirince gülümsedi. Güçlü bir beklenti içinde kalan şair Ayimhan’ın sihirli gözleriyle karşılaşınca vücudunu ılık bir duygu sardı.
Çaydanlıkta demlenen çayın kokusu, tandırdan yeni çıkan sıcak ekmeğin lezzetli râyihası dimağını gıdıklıyordu. Temiz porselen tabakta sapsarı akik gibi duran, bir salkım üzüm inci gibi parlıyordu. Şair tepsideki iştahını kabartan yiyeceklere hayran gözlerle bakıp, şaşırmış bir biçimde:
–Bugün iş başka mı?
–Evet, bugünden sonra sana özel bakıcı oldum, dedi Ayimhan. Onun sesi altın çıngırak gibi duru ve canlıydı.
–Nasıl söz o!
–Babam öyle görevlendirdi. Size öğle –akşam özel yemek hazırlayıp vereceğiz.
–Öyle olur mu?
–“Rabbim verirse, peygamberim itiraz etmez” derler ya, babam böyle görevlendirdi. Kimse de itiraz etmedi. Ya sen… -Ayimhan sözünün sonunu, gülmeye zorlayarak yuttu, ama manası anlaşılıyordu.
–Evet, benim de itiraz etmemem gerekti. İyi, fakat… dedi şair ona bakarak.
–Fakat demenin hâceti yok, bu işi annemle babam kendi arasında istişare edip karar verdi, kalanlarımız itaat ettik.
–Kıvılcım saçar gibi konuşan Ayimhan çay koyup şaire sundu, davranışları öylesine berraktı ki… Şair ise onun gözlerine bakmaya doyamıyordu
Ayimhan beyaz ten, yuvarlak yüz, siyah saç, keman kaş, siyah badem göz, ok kirpik, güzel boy, kuzu etli, hoş biçimli bir kadındı. Gözlerinden hazırcevaplığı okunuyordu. Şairle Ayimhan birkaç yıldır aynı yastığa baş koyuyor olsa da, onlar her karşılaştığında tıpkı nikâh akşamı karşılaştıklarında yaşadığı duyguları yaşıyorlardı.
Böyle olmasının belli sebepleri vardı:
…Düğün merasimiydi. Davul çalınıyordu. Avludaki dut ağacının gölgesine kurulan alanda erkekler ve kızlar işveyle dans ediyorlardı. Şair bir kenara koyulan kerevet üstünde dans edenlerin nefis hareketlerini izleyip huzurla oturuyordu. Avludaki misafir köşesinin kapısında yetişkin dört kız toplanıp dans edenleri seyrediyordu. Saçları kısa örülmüş, baştan ayağa ipek –atlaslara bürünmüş, sanki bugünkü düğünün ziyneti gibi törene gelen bu kızların toplanması herkesin dikkatini kendilerine çekiyordu. Bu kızların güzelliği birbirinden geri kalmıyordu. Eğer onların güzelliği gökyüzünde cevelan etse, ayın on beşine benzerdi. Bunu gören herkes bugün gökyüzünde dört ay mı çıkmış diye düşünmekten kendini alamazdı. Eğer bir yiğitten bu kızlardan birini seçmesi istense, o yiğidin kızlardan hangisini seçeceği, hangisini bırakacağı konusunda şaşırıp kalması kesindi. Gerçekten bu kızların giyinişi, süslenip taranışı, mehtabı andıran güzellikleri, tıpkı bir dalda açılan güller gibi bir arada duruşu o kadar şairane idi ki, onlara bakan herkes bu güzellerin esiri olmaya mahkûm olup, ıstıraplı hayaller girdabında boğulurdu. Abdülhaluk Uygur da bu şairane görünüşe meftun olmuştu:
Birinci kızın gözü çok keskin idi, sanki gözü, çukurunda camdan bir âşık gibi oynuyor gözüne ilişen her nesneyi büyülüyordu. Yiğitleri gözleriyle büyüleyene kadar işve yapıyordu. Onun, böyle haddinden fazla göz oynatışından kolayca müteessir olanların yine onun cilveli, oynak gözlerine şeyda olup kalmaması mümkün değildi. Fakat dikkatli gözlerle bakan yiğitler, “o kız ziyadesiyle şımarık ve laf ebesi” sonucuna varırlardı.
İkinci kız çok mütebessimdi, gülmeye uygun olmayan şeylere de gülüyor, insanların yüzüne de arkasından da gülüyor, dut yaprağı şırıldasa da gülüyor, birisinin elinden kepçe düşse gülüyordu. Çok gülmesinden kendisi de utandığında iki eliyle burnunu kapatıp başka kızların arkasına saklanıp gülüyordu. Kısacası bu kızın ağzı bir lahza bile kapanmıyordu. Güldüğü zaman sihirli görünen sedef dişlerinin parıltısına bakıp, bazıları ona heves bağlasa da, dikkatli gözlerle inceleyen yiğitler o kıza, “gülüşü şeytanı yenen kız” diye isim takmıştı.
Üçüncü kızın gülüşüyle somurtuşu bir aradaydı. Gözüne ilişen şeyleri etkisi altına alana kadar gülüyordu. O anda biri baksa ya da küçücük farklı bir harekette bulunsa, o lahza suratını asıyordu. İyi davrandığında biri gelip ona birkaç söz söylese, o anda hemen değişip öncekinden de çok açılıyordu. Bu kızın davranışlarının, bazılarının ilgisini çekmesi mümkündü. Ama dikkatli yiğitler hareketlerine bakıp ona, “çok hafif, maymun iştahlı, tıpkı tereyağı tenekesine benziyor bir anda ısınıp bir anda soğuyor. Tavırları tutarsız” diye paha biçiyorlardı.
Dördüncü kız diğer üç kızda görülen özelliklerden ari idi. Tören esnasında o kızın bir kişiye durup baktığı, gülümsediği ya da somurtup tavır aldığı görünmüyordu. O kız bütün dikkatiyle dansçıların olağanüstü maharetlerini temaşa ediyordu. Yüzünde görülen değişikliklerden o kızın danstan çok etkilendiği, maharetlerden heyecanlandığı görülüyordu. Onun halinden ağır başlı, mütevazı, yüzü yerde, namuslu, akıllı bir kız olduğu anlaşılıyordu.
Davul çalınıp birkaç saat devam eden törende birinci kız genç şaire en az elli defa bakıp, boncuk gibi gözlerini oynatıp, bıktırıyor, ikinci kız çok gülüp usandırıyordu. Üçüncü kız yirmi beş kez gülüp yirmi beş kez somurtuyor fakat şairin üzerinde iyi bir tesir bırakamıyordu. Dördüncü kız bütün tören esnasında ona bir defa bile bakmamış, baştan sona kadar ihlasla izlemiş, onda son derece güçlü bir merak duygusu uyandırmıştı. “Ne kadar gizemli bir kız bu!” Şaire bu kız mucize ve üstün vasıflarla dolu sihirli bir tılsım gibi gelmeye başladı. Dünyada bu tılsım atı çözmekten daha zevkli ve hoş bir iş olabilir miydi? Şair o kızla göz göze gelebilmek için uğraştı, ancak bu mümkün olmadı. Kız hiçbir zaman bakmıyordu. Şair bununla durabilir miydi? Mümkün değil. Sırların en zorunu çözmek, bir sandık içinde saklanan nesneyi almak için hırslı olmak yiğitlerde bulunan ortak hususiyettir. Bunun içindir ki şair bu kızı ele geçirip, onun sırlarını çözmeye karar verdi.
O günden sonra şairin vücudunu kızın ateşi sardı. Bu ateş onu hayli bir zaman rahatsız etti, geceleri, ateşe düşen bir kıl gibi dolandırdı. Kuyumcunun tulumu gibi uzun uzun ah çekiyordu…
Lakin Niyaz Hanım uyanık bir kadındı, oğlunun derdini anlayıp, zaman kaybetmeden onun devasını bulup, onu dert, elemden kurtardı… Bugün şairin piyalesine çay koyup veren sevgilisi Ayimhan, onun kalbinde yangınlar çıkaran kızın ta kendisiydi. Bu günlerde sevgilisinin mucizelerini çok güçlü arzularla ortaya çıkaran şair ona nasıl doysun!..
Şair burada yemeği yiyip bitirene kadar Ayimhan’la karşılaştığı andan şimdiye kadar olan şeyleri aklından geçirdi.
–Öyleyse bundan sonra senin demlediğin çayı içip, elinle hazırladığın yemeği yiyerek huzur bulacağım, dedi gülümseyerek.
–Elbette öyle olacak, dedi Ayimhan sıcak tebessümle.
–Bu yaptıklarını nasıl öderim dedi şair minnettarlıkla.
–Bana okuma yazma öğretsen kâfi, dedi Ayimhan ricacı bir ses tonuyla.
–O çok zor bir iş değil. Ayimhan’ın gönlünü etmek isteyen şair, vaadinin yalan olmadığına inandırana kadar onun gözlerine ateşli gözlerle bakıp sıcacık gülümsedi.