Kitabı oku: «Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı?», sayfa 2
“Ah oğlum, ondan birdenbire bir çıkar bekleyerek namuslu olacağını söyleyen bir kimse düpedüz bir namussuzluk işlemiş olur. Ve böyle söylemek de namusun ne olduğunu anlamamakta inat etmektir. Namus birdenbire bir çıkar sağlayamadıktan başka, onun değeri bilinmeyen çevrelerde bazen sahibine felaket de getirebilir.”
“Namussuzlar hükümlü olmak, ceza, hapis felaketlerinden korkarlar. Namusluluk da her ne şekilde olursa olsun felakete döndükten sonra bu ikisinin arasında ne fark kalır?”
“Oğlum, bana koyu koyu küfür ettirme! Bu iki şeyi senin düşündüğün biçimde yargılamak da bir namussuzluktur. Kelimenin olumlu olumsuz bu iki şeklinden birini seçmekte kararsızlığa düşmüş bir kimsede artık ahlak aranır mı?”
“Olamaz mı efendim? Son derece darlığa düşmüş bir adam hırsızlığının farkına varılamayacağı bir para kümesinin karşısında bulunursa çalayım mı çalmayayım mı diye kendisiyle mücadeleye kalkışmaz mı? Ve niceleri de vardır ki çalmışlardır da duyulmadıkları için sosyal namuslarından bir kıymık kaybetmemişlerdir.”
“Asıl namuslu adam halk önünde olacak hükümlülüğünden ziyade kendi vicdanının suçlamasından korkar. Aslında fena bir adamı halkın iyi bilmesinden çok fenalıklar çıkar. Böyle bir adam vicdanı karşısında iki katlı sorumludur. Birinci suç gizli hırsızlığı, ikincisi de halkı aldatmasıdır. Böyleleri insanlık için kelepçelerle hapishanelere götürülenlerden daha korkunçtur.”
Edip Münir birdenbire horoz gibi kabardı. Gözlerini ihtiyarın üzerine açarak:
“Efendi baba, efendi baba! Eski kafa, eski kafa… Boğazıma tıkılanları söylemezsem tıkanacağım!”
“Tıkanma, söyle, yeni kafa…”
“Dinine sıkıdan sıkıya bağlıysan Allah, dinsizsen talih sana vermiş, bana vermemiş. İşte ben bu paylaşmayı beğenmiyorum.”
Hacı Ömer Efendi aynı ateşle bağırdı:
“Sus! Sus! Komünist sözünü işitiyordum ama davasını bu kadar pervasızlıkla yüzüme haykıran bir küstaha henüz rastlamamıştım!”
Edip Münir: “Ortada bir komünist sözüdür dönüyor. Bunun anlamını bilen de söylüyor, bilmeyen de…”
Ömer Efendi: “Bunun anlamını bilmeyecek ne var? Soygunculuk… Sermaye sahiplerini vur aşağıya, halkın ağzına uygulanması imkânsız prensiplerle bir parmak bal çal. Bu yanda açları avut, öbür yanda kapışabildiğin kadar kapış… Troçki’ler gibi bir tarafa savuş. Prens hayatı sür. Bollukta, rahat yaşamada eşitlik nerede? Bugün Rusya’da bir banka direktörüyle bir mujik aynı hayatı mı yaşıyorlar? Hükûmet şekli ne olursa olsun her zaman ve her yerde efendi efendidir. Uşak uşaktır. Eğer aşağı tabaka yukarıkine üstün gelirse bu, yerleri değiştirilen bir tahterevalli oyunu olur. Biri iner, öbürü çıkar. Bunun için daima bir alt bir de üst bulunacaktır. Tabiatın yarattıklarına verdiği değişmez yasa böyledir.”
Bu tartışma sırasında Edip Münir’in gözleri arada bir köşedeki demir kasaya kayıyor, mağaza sahibi de bunun farkına varıyordu.
Edip Münir derin düşünür gibi gözlerini mağazanın köşe bucağında ağır ağır dolaştırdıktan sonra:
“Tartışmamızı ne kadar uzatsak aynı sonuca varamayız. Ben elli yıl geriye dönemem, siz de yine o kadar yıl ileriye atlayamazsınız.”
Ömer Efendi: “Elli yıl ileriye deyip de bu zamanın moralini kendininkine benzetmek bugünkü kuşağa büyük bir iftira atmaktır.”
Edip Münir, hacının yüzüne tuhaf bir bakışla:
“Bugün bana birkaç lira vermeyecek misiniz?”
“Hayır dedim ya…”
“Bir ikinci ricam var, onu da kabul etmezseniz beni insanlıktan iğrendirmiş olursunuz.”
“Demek hepimiz insanız. Bu nedenle öteki insan kardeşlerimize karşı iyi olmak gereğini hissediyoruz. Hep bu kanun üzerine harekete karar versek fenalıkların çoğu düzelir. Nedir rican?”
“Kendime bir yer buluncaya kadar bavulum burada kalsın.”
“Şimdiye kadar yersiz miydin? Nerelerde vakit geçiriyordun?”
“Pansiyon değiştiriyorum.”
“Bulunduğun pansiyona borcun birikti. Nasılsa oradan bavulunu aşırdın. Şimdi kendini bir süre daha bedava besletecek yer arıyorsun. Yeni bir macera peşinde dolaşacaksın.”
“Bana karşı kötü şeylerden başka bir şey düşünmüyorsunuz.”
“Peki, bavulun burada birkaç gün kalsın. Fakat içinde çalınmış eşya varsa beni de sana yatak tutarlar.”
“Beni çok düşkün görüyorsunuz. Çünkü doğru düşünmüyorsunuz. Çalmışsam para eder şeyler çalmış olacağım. Bavulumda böyle kıymetli mal bulunsa satar, işimi görürdüm. Sizden neye para isteyeyim?”
“Paran yok. Nereden geleceği belli değil. Her ne pahasına olursa olsun kendine bir yer bulmak zorundasın. Ağır, durum çok ağır!..”
Edip Münir yalvaran bir boyun eğişle:
“Şimdi insanların birbirlerine kardeşçe yardım etmeleri gereğini söylüyorsunuz. Sonra çok ağır durumda gördüğünüz bir zavallıya elinizi uzatmıyorsunuz.”
“Oğlum, insanlar ahlaksızları yola getirmek için bir ceza usulü bulmuşlardır. Ceza ile yüzde kaç kopuk ahlaklandırılır? Burasını şimdilik konunun dışında tutuyorum. Sen de yaptıklarının cezasını çekerek belki biraz uslanırsın. Geçimini sudan çıkarıncaya kadar seni kendi hâline bırakmayı uygun görüyorum.”
“Bunu da bir iyilik sayıyorsunuz.”
“Şüphesiz…”
“Teşekkür ederim. Allah’a ısmarladık.”
“Uğurlar olsun…”
4
Hacı Ömer Efendi gerçekten hac etmiş bir adam değildir. Ticarette hacı, hoca, hafız gibi sıfatların müşterilere güven verdiğini bildiği için kendine böyle bir unvan vermeyi uygun görmüştür. Bu da en ahlaklıların bile insanların zaaflarından yararlanmayı düşündüklerine iyi bir örnektir.
Edip Münir gittikten sonra Ömer Efendi’nin zihni beş on dakika kadar bu acayip gençle oyalandı, sonra yine işiyle uğraşmaya başladı. Onu da bir köşede duran bavulu da unuttu.
Ertesi günü öğleye doğru mağazadan içeriye bir polisle tanımadığı bir adam girdi. Polis selam verdikten sonra:
“Efendi, dün sabah buraya Edip Münir adında bir genç gelmiş.”
Ömer Efendi bu ani soru karşısında birden şaşaladı. Ne desin? Edip Münir’in geldiğini doğrulasın mı? Hayır mı desin yoksa? Tecrübeli ihtiyar böyle hususlarda doğruluktan ayrılmanın tehlikesini bildiğinden bir iki yutkunduktan sonra karşılık verdi:
“Evet, geldi.”
“Akrabanız mıdır?”
“Hayır. Rahmetli babasını tanırdım. İyi bir adamdı.”
“Elinde bir de büyücek bir bavul varmış?”
“Evet, vardı. (eliyle göstererek) İşte şurada duruyor.”
Polis bavula doğru baktıktan sonra yine Ömer Efendi’ye dönerek:
“Bu genç için açılmış iki türlü dava var. Birincisi Şenlik Pansiyonu’na kırk beş lira kadar bir borç biriktirdikten sonra bavulunu alıp kaçması. İkincisi de Madam İlya’nın altın bileziğini çalmış olmasıdır.”
Ömer Efendi acınmayla başını sallayarak:
“Pansiyona borcu birikmiş olduğuna bir şey diyemem. Ama bilezik çalmış olduğunu kolayca kabul edemem.”
Polisin yanındaki adam birdenbire söze karışarak:
“Efendim, benim adım Dimitri’dir.”
Ömer Efendi bir şaşırmışlıkla:
“Adınız Dimitri olsun, Kosti olsun, bunun bir önemi yok.”
Dimitri: “Yok, hani ya kendimi tanıttırarak laf söylemek isterim. Ben Şenlik sahipleri İlyaların yakından dostlarıyım. Pansiyonda geçen her olaydan haberim vardır. Edip Münir Bey’i de tanırım. Şenlik’e olan borcunu da bilirim. Dün sabah Edip Münir’i elinde bavuluyla Eminönü’nden geçerken gördüm. Şüphelendim. Kendimi göstermeden peşine düştüm. Dosdoğru geldi, bu mağazaya girdi. Bu işe mim koydum. O günü işlerim çoktu. Şenlik’e uğrayamadım. Ertesi günü gittim. Pansiyonu altüst buldum. ‘Telaş etmeyiniz. Ben Edip Münir’in nerede olduğunu biliyorum.’ dedim. Elime ayağıma sarıldılar. Şaşıyorlar efendim, bavulu pansiyondan nasıl aşırdığına şaşıp şaşıp kalıyorlar. Orada kapıcı bir Barba Niko vardır. İçeriden dışarı, dışarıdan içeri kuş uçurtmaz. Bir kedi, fare deliğini nasıl beklerse kapıya öyle dikkat eder. Koca bavul palto altında gitmez. Cebe sığmaz. Bu zamanda ‘pikpoketlik’, hokkabazlık gibi bir zanaat olmuştur. Duyurmadan gözden sürmeyi çalıyorlar. Bu işi gören delikanlıdan ben her hüneri, her ustalığı umarım. O günü bavulla beraber madamın altın bileziği de yok olmuştur. Bavulu veriniz. Alıp Şenlik Pansiyonu’na götüreceğim. Borcunu versin, malını alsın.
Ömer Efendi: “Dimitri Efendi, bu emanet bavul… Şenlik Pansiyonu’na gönderilemez. Siz lafınızı bitirdiniz. Artık susunuz. Burada zabıta memuru var, ne olacağını o söylesin…”
Polis: “Bavulun sahibi buraya ne vakit gelir?”
Ömer Efendi: “Dün gitti. Nereye gittiğini, buraya ne vakit geleceğini bilmiyorum.”
Polis: “Bavulu alıp komiserliğe götüreyim. Sahibi gelsin, oradan alsın.”
Ömer Efendi: “Efendim, bavul Edip Münir’in malıdır. Onu bir yerden çalmış değildir. Borca karşılık zapt etmek de kanuna uygun değildir. Keyfe göre bir harekettir. Alacak meselesi de ayrıca dava olunacak bir şeydir. Çalındığı iddia edilen bileziğe gelince; bu hırsızlık da ispata ihtiyaç gösterir.”
Dimitri Efendi: “Açalım bakalım içinde ne var?”
Ömer Efendi: “Bir kere bavulun anahtarı yok.”
Dimitri Efendi: “Bir anahtar uydururuz.”
Ömer Efendi: “İkincisi ortada bir adam öldürme falan da yok. Mahkeme kararı olmadıkça sahipsiz bavul açılamaz. Üçüncüsü bunun içinde para eder bir şey bulunacağını da hiç sanmam. Dördüncüsü kilidi zorlanan sandık sahibi de bizden bazı ziyan iddiasına kalkabilir.”
Polis: “Bu Edip Münir Bey gelince onu komiserliğe göndereceğinize söz veriyor musunuz?”
Ömer Efendi: “Nasıl söz vereyim? Bende zabıta yetkisi yok. Yakasına yapışıp da onu komiserliğe kadar sürükleyecek vücutça bir kuvvete de sahip değilim. Şimdi söyledim, ne zaman geleceğini de bilmiyorum.”
Polis: “Bu adamın hakkında ileriye sürülen iddialara göre kendisini bulmak gereklidir. Bavulu kilitli olarak komiserliğe götüreceğim. Gelsin, sorularımıza karşılık verdikten sonra bavulunu alsın.”
Polis efendi dışarıdan bir hamal çağırttı. Bavulu verdi. Mağazadan çıktılar.
5
Onlar çıktıktan sonra Ömer Efendi’yi bir düşünce alır. Zihni karışır, kendi işiyle uğraşamayacak bir sinir hâline tutulur. Bir ahlaksızın yüzünden durup dururken başına gelen bu hâl ne? Acaba Edip Münir altın bileziği çalmış mıdır? Polise karşı onu bu hırsızlıktan temize çıkarmaya uğraştığına şimdi pişman oluyordu.
Bilezik bavuldan çıkarsa kendisine hırsız yatakçısı gözüyle mi bakılacak?
Edip Münir çok parasız görünüyordu. Elinde böyle çalınmış bir bilezik bulunsaydı, onu satar, paraları cebe atar, dilenircesine üsteleyerek para istemezdi.
Gerçekte bu hırsızlık olmuşsa bileziği bavula kilitlemek veyahut cebinde taşımak ihtimallerinden hangisi doğru olabilir?
Ömer Efendi bu ihtimallerden yana ve bu ihtimallerin karşısında kafasını işlete işlete yorgun düştü. Bu hâlle aradan üç gün geçti. Ne Edip Münir’den bir işaret ne polisten bir haber…
Günler geçtikçe olayın büründüğü gizlilik derinleşerek tehlike büyüyor gibi oluyordu. Ömer Efendi böyle can sıkıcı, rahatsız edici bir ruh hâli içinde bulunurken dördüncü günü mağaza komşusu Osman Efendi elinde bir gazete ile Ömer Efendi’nin cam odasından içeriye girerek yüzüne dikkatli bir bakışla:
“Selamünaleyküm komşum.”
“Ve aleykümselam efendim.”
“Haberin var mı?”
“Hayır.”
“Seni gazeteye basmışlar.”
Birdenbire Ömer Efendi’ye hafif bir titreme gelir. Dili dolaşarak sorar:
“Neden?”
“Şenlik Pansiyonu’ndan aşırılan bir bavul ve ayrıca bir altın bilezik, elmas yüzük ve benzeri şeylerin çalınışından ötürü…”
Ömer Efendi’nin ilk önce kızaran benzi şimdi sararır ve şu birkaç sözü kekeler:
“Benim böyle çalınmalarda ne ilişiğim olabilir?”
“Herkes de buna şaşıyor ya… Gazeteyi okuyayım da dinle.”
Ömer Efendi’nin gözleri kararır. Kulaklarına bir uğultu dolar. Osman Efendi gazeteyi okumaya başlar:
“Sirkeci taraflarında Şenlik adıyla tanınan bir otel vardır. Buranın pansiyonerlerinden açıkgöz bir genç üç yüz liralık bir takıntıdan sonra Madam İlya’nın altın bileziği ile elmas yüzük ve küpelerini bavuluna yerleştirerek fennin en son araştırmalarında önemli bir konu olan ‘Görünmez Adam’ sırrına ermiştir.
Zabıtanın geceli gündüzlü araştırmaları sonunda nihayet yatak bulunmuş fakat av, yine havalanmıştır. Edip Münir adına karşılık veren bu usta dolandırıcı, vurgunlarını Asmaaltı tüccarlarından amcası Hacı(!) Ömer Efendi yanına taşır ve amca yeğen aralarında bu ele geçirilen şeyleri paylaşırlarmış.
Çalınmış malların saklandığı bavul zabıtaca elde edilmiştir. Açıldığı zaman içinden neler çıkacağı çok merak olunuyor. O semtte mal çaldırmış olanlar hep kilidin içinde anahtarın çevrileceği günü bekliyorlar. Görünmez adamın da nihayet saydamlıktan yoğunluğa döneceği şüphesizdir.”
Bu satırlar okunurken Ömer Efendi’nin büyük bir şaşkınlıkla gözleri büyür. Ağzı bir karış açılır.
Osman Efendi: “Ne oluyorsun komşum? Bu ne hayret? Küçük dilini yutacaksın.”
Ömer Efendi: “Küçük dilimi değil, büyüğünü de yutmuş olsam şaşılmaz. Sade bir olayı büyüterek, iftiralar atarak bu biçime sok!”
“Acele etme, zabıtanın da bunda hiçbir suçu yoktur. Zabıta da bu habercilerden onların kötülüklerine uğrayanlar kadar yangındır. Zabıta, günün olaylarını asla heyecana düşürmeyecek en sade şekilde verir. Fakat bu raportörler kendi edebî fantaziye güçlerince büyütmelerle, şişirmelerle olayı süslerler. Uydurma katkılarla birtakım masumları ne acıklı durumlara düşürürler. Ve bunlar da onların hiç umurunda değildir. Onlar en acıklı olayların dokunuşları arasından kendi yazarlık kişiliklerini içten gülen bir kalemle seçtirmeye uğraşırlar.”
“Ben verdiğim ifadede Edip Münir’le aramızda akrabalık olmadığını söylemiştim. Nasıl oluyor da beni ona amca yapıyorlar? Yine Edip Münir’in pansiyonunda olan bir buçuk aylık borcu, otuz kırk liralık bir şeydir. Bu miktarı üç yüz liraya ne hakla yükseltiyorlar? Buraya gelen Dimitri Efendi’nin sözlerinden anlaşıldığına göre Madam İlya’nın altın bileziği kaybolmuştur. Buna elmas yüzükler, küpeler, daha bilmem neler ekleniyor! Bu ahlaksız oğlan ilk defa olarak buraya, içinde ne olduğunu bilmediğim bir kilitli bavul bıraktı. Çarçabuk mağazamı ona hırsız yatağı yaptılar. Çalınmış eşyayı aramızda paylaştığımızı söylüyorlar. Ve sonra pansiyon semtinde kaç zamandır çalınan şeylerin açılacak bavuldan çıkacağı bekleşiliyormuş. Bu kadarı fazladır. Çok fazladır! Bu yalanları akla uygun bir ölçüye vurarak söylemeyi de gereksiz görüyorlar, şişirilmiş, büyütülmüş yalanlar resmî makamlarca ortaya çıkarıldığı gün ne diyecekler?”
“Hiç!”
“Böyle resmî yalanlamalar oluyor.”
“Hem de çok oluyor.”
“Biz kimsenin yüzünün kızardığını görmüyoruz ki…”
“Ne de cezalandırılğını…”
***
Gazetenin bu yazısı Ömer Efendi’nin başından aşağı kaynar bir su gibi döküldü. Beynini sızlatıyor, şimdi bütün İstanbul halkı onu hırsız yatağı olarak tanıyordu. Özellikle zabıta olayları meraklılarının aralarında şöyle konuştuklarını duyar gibi oluyor:
“Yahu, bu Asmaaltı tüccarından bu uğursuzluk, bu alçaklık umulur mu?”
“Özellikle ‘hacı’ lakabını taşıyan bir adamdan…”
“Hacıdan, hocadan kork artık.”
“Günden güne kriz artıyor. Hacı olmakla zamanın etkisinden kendini kurtarmak kabil mi? İşi bozulmuş. Zavallı adam da ticaretini bu şekle sokmak zorunda kalmış olmalı.”
“Gel de bu hacıdan alışveriş et…”
“Bedava verse artık kimse mağazasına yanaşmaz.”
Ömer Efendi, bu korkunç konuşmayı kulağının dibinde edilir gibi işitiyor, kendini mahvolmuş, çaresiz bir adam görüyorken mağazadan içeriye telaşlı adımlarla Edip Münir girivermez mi?
Kovmak mı? Dövmek mi? Bu çapkına ne yapmak, ne söylemek gerekti? Boğazına yumruk gibi bir şey tıkandı. Zavallı tüccar âdeta saralandı. Bir şey söyleyemiyordu.
Gazete muhabirlerinin amca yeğen yaptıkları bu ihtiyarla genç, yüz yüze bir süre sessiz sessiz bakıştılar. Edip Münir tüccarın gittikçe sararan renginden ürkerek sordu:
“Hacı efendi, neniz var? Hasta mısınız?”
Bu soruya Ömer Efendi, bağırmak isteyip de sesi çıkmayan, karabasana tutulmuş bir adamın ızdırabıyla karşılık verdi:
“Bu sabahki gazeteleri okumadın mı?”
“Bu memlekette gazetenin ne demek olduğunu bilen adam gazete okumaz. Okumam. Fakat çağırsalar yazarım. Aldanmadan aldatmak elbette daha hoştur.”
Ömer Efendi baygın baygın devam etti:
“Fakat halk senin gibi gazetelerin içyüzlerini bilmiyor. Çok yalanlara inanıyor.”
“İnanır. Halkımız çok saftır. Bu yürek temizliğini bilen tirajı düşmüş gazeteler cicili bicili sekiz on kuruşluk armağanlar vadederek okuyucu avlamaya uğraşıyorlar. Kalemimi alıp bir hesap yaparak bu dubaranın ne demek olduğunu size bir anlatsam, bu gülecek şeye sağlığınız bakımından çok sarsılırsınız. Fakat efendim, zaman koşuyor diyorlar. Zaman bizim bozuk kaldırımların üzerinden yüksek ökçeli hanım iskarpinleriyle yürümüyor. Uçakla, telsizle uçuyor. Birkaç gündür pek acele işlere çevrildim. Nefes alacak vaktim yok. Kendime ancak başımı sokabilecek kadar bir yer buldum. Bavulumu veriniz de gideyim…”
Ömer Efendi süzüle süzüle şu karşılığı inleyebildi:
“Bavulun komiserlikte…”
“Anlamadım.”
“Polis aldı götürdü.”
“Neyi?”
“Bavulu.”
“Sahi mi söylüyorsun?”
“Sorun gereksiz.”
Şimdi beniz bozukluğu Edip Münir’e geçti. Alnında meydana gelen teri eliyle silerek:
“Eyvah, işte şimdi ayı kazana etti!”
“Eğer çaldığın altın bilezik, elmas yüzük ve küpeler bavulun içindeyse ikimiz de mahvolduk.”
Edip Münir şaşkın bir bakışla:
“Altın bilezik, elmas yüzük falan filan… Durmuş da bana ne şarkısı okuyorsunuz Allah aşkına efendi?”
“Ben ne şarkı okuyorum ne gazel… Olanı söylüyorum. Ne çaldınsa dosdoğru söyle. Savunmamızı ona göre hazırlayalım. Allah belanı versin! Dolandırıcı katır! Babanı da seni de keşke tanımaz olaydım! Kendinden önce beni mahvettin! Altmış yıllık lekesiz adıma temizlenmez çamurlar sürdün! Söyle, hırsızlıklarını dosdoğru açığa vur.”
Edip Münir ciddi bir tavır takınmaya uğraşarak:
“Efendi, ben zamane ahlakının ekstrasına yükselmiş veyahut sizin inancınıza göre alçalmış bir gencim. Vaktiyle yabancı dil okumuşsunuz. Anlarsınız. Ben ‘süperiyör kalite’den2 bir açıkgözüm.”
“Böyle açıkgöz olacağına keşke kör olaydın, yezit hergele!”
“Küfretmeyiniz. Söylediklerimin arasından büyük gerçekleri seçmeye uğraşınız.”
“Gerçek kelimesini ağzına alıp kirletme. Söz uzatacak zamanda değiliz. Sorularıma karşılık ver. Neler çaldın. Nerelere sakladın? Yahut hangi gizli pazarlarda sattın?”
“Efendim, benim de vücudum elbise, midem yemek, cebim para, kafam eğlence ister.”
“Kahrol! Senin istediğin polis bodrumunda bir güzel sopadır. Bu hareketlerinden dolayı polisleri suçlamamalı. Onlara geniş yetkiler vermeli. Elleri var olsun ve hatta bu tür sanıklar mahkeme huzuruna çıkarılmadan önce poliste sopalanır diye kanuna bir ek yapmalı.”
“Çalmayınca yaşamak kabil olmayacağını en büyük filozofların yasa biçimine koydukları bu çağda benim elim, ayağım da tek durmasa ayıp değildir. Fakat inanınız ki Şenlik Pansiyonu’ndan hiçbir şey çalmadım. Oradan yalnız bavulumu aşırarak kaçtım.”
“Ya bu altın bilezik falan filan iddiaları nedir?”
“İftira… Sadece iftira… Madam İlya’nın mücevherleri odalarındaki demir kasalarında durur. Değil kasa açmak, benim o odaya ayak bastığım bile görülmüş şey değildir.”
“Ya bu iğrenç iftiraya nasıl cüret ediyorlar?”
“Ederler. Buna da şaşmayınız. Eski mantığın tanıtımı gibi insanoğlu iki ayakla yürür bir konuşan hayvan değildir. O, bu anlatıştan çok azgın, yaratılışı, karakteri çok korkunç bir şeydir.”
“Bavuldan çalınmış eşya çıkmayacağına beni kesinlikle inandırabilir misin?”
“Kesinlikle…”
“Bavuldan çalınmış mal çıkmayacak olduktan sonra neye korkuyoruz? Bavulun komiserliğe gittiğini duyunca neden dövünüyorsun?”
Edip Münir hayal olunan bir düşmana karşı saldırıya hazırlanan bir boksör gibi kendini sarsa sarsa yumruklarını havaya sıkarak:
“Bavulda çalınmış maldan daha çok korkunç bir şey var!”
“Daha çok korkunç bir şey… Allah’ım tıkanacağım!”
“Efendi, kendine gel, tıkanma! Sinirlerini zamanın yüksek tansiyonuyla ayar edemeyen adamın artık hayat hakkı kalmamıştır. Böyle üzüntülere karşı şöyle kaba etini kaşıyıver. Gam, keder atlatmaya alış. İnsan böyle şeyleri içinden bir iki nefesle dışarıya vermek alışkanlığını kazanmakla adam olur.”
“Yeşitir edepsiz, bu küstah sözler yetişir! Bavulda ne var, sen onu söyle.”
“Bavulda çıplak bir kadın…”
Hacı Ömer Efendi dehşetle irkilerek:
“Euzübillahi mineşşeytanirracim… Kadının ölüsü mü?”
“Hayır.”
“Dirisi mi?”
“Hayır.”
“Ya nesi?”
“Fotoğrafisi…”
“Bin kere kahrol edepsiz! Bunda o kadar korkuya kapılacak ne var?”
“Ben bu resim üzerine büyük bir zenginlik yapısı kurmaya uğraşmaktayım.”
“Anlayamadım?”
“Bu kadın çok tanınmış zenginlerden birinin genç karısıdır. hâlâ anlayamadın mı?”
Bu son sözlerden tekrar zihni karışan Ömer Efendi ne diyeceğini bilmeyecek kadar alıklaşmışken mağazadan içeriye bir polis girdi. Cam bölmenin önünde durarak:
“Edip Münir Bey buradaymış.”
Edip Münir ayağa kalkarak “İşte o benim.” dedi.
Polis: “Buyurun, sizi komiser bey çağırıyor.”
Edip Münir: “Peki, hazırım.”
Polis: “Amcanı, Hacı Ömer Efendi’yi de beraber götüreceğim.”
Bu amca deyimi Ömer Efendi’nin beynine kurşun gibi işledi. Ve içeride kaldı. “Ben bu haydudun amcası değilim!” diye o anda polise karşı yana yakıla yalanlamalara kalkışmak ne para ederdi? Zavallı adamın yine o anda biraz önce Edip Münir’in verdiği öğüt aklına geldi. Ama bu kıçını kaşımakla atlatılır tehlikelerden değildi.
Paltosunu, kasketini giydi. Hazırlandı, kâtibini bir köşeye çekerek “Oğlum, ben gidiyorum. O uğursuz bavulun içinden neler çıkacağı belli değildir. Artık sonumun ne olacağını Allah’tan başka kimse bilmez. Mağaza sana emanet, dikkat et!..” uyarmasıyla ticaret evinden çıktı.
İkisi polisin arkasından yürürlerken Edip Münir, Hacı Ömer Efendi’yi kendisine amca yapan “Doğru Söz” gazetesinden bir tane aldı. Okuyarak yürüyor, arada bir gülüyor, galiba heyecanlarını, yürek çarpıntılarını büyük nefeslerle dışarı veriyordu.