Kitabı oku: «Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür», sayfa 4
10
Tuhaf bir yaratılışım var. Hayatımın yarısı gerçek, yarısı hayal biçiminde geçer. Beraber yaşadığım kadından başka kalbimde, kafamda gizli bir sevgili hayali taşırım. Birkaç ayda, birkaç haftada, bazen birkaç günde bu hayal sevgilim değişir.
Sokakta, şurada burada güzel bir kadın görürüm. Canım onu çekip de çok beğenirsem dimağım hassas bir plak gibi bu resmi kapar, saklar. Artık zihnim hep onunla uğraşır. Onunla gezer, onunla oturur, onunla yatar, onunla kalkarım. Ona bir daha rastlamazsam bu yüz yavaş yavaş zihnimden silinir. Bir başkasına rastlarım. Bu yenisi eskiyi kafamdan kovar. Artık şimdi beynimi dolduran ruhumun bu son güzelliğiyle meşgul olurum.
Onu bahçede kocasıyla beraber gördüğüm dakikadan beri Cevher Hanım o gür saçları, dolgun omuzları, billur kolları, baldırlarıyla gönlümde taht kurdu. Geceleri ben karımın koynunda, Cevher Hanım’ın hayali benim ruhumda öyle yatıyorum.
Allamenin güzel karısı zihnimi çelmezden önce kafamın hangi kadınla uğraştığını açığa vurmağa utanıyorum. Gizli bir aşkla hizmetçi Servinaz’i seviyordum.
Bu, on sekiz yaşında, çok kirli, pasaklı bir kızdı. Gençliğinden başka muhabbete değer bir güzelliği de yoktu. Kirli kadın sevmenin tadını babamın evindeki Züleyha’dan almıştım. O kızın sevgisiyle ruhumda bir aşağılık peyda oldu. Bulaşık bezi kokan bir sevgiliye sarılmayı rokfor peyniri yemeye, çürümüş tömbeki içmeye biraz benzetebilirim. Kokmuş et yiyen, kokuşuk, iğrenç şeylerden hoşlanan, zevkleri genel psikolojiden şaşmış, hasta ruhlu kimseler yok mu, işte bu hastalık biraz bende de var.
Temiz kadın sevmez değilim. Ama anlayamadığım bir tiryakilikle bazen kirlisi için de içim titrer. Bu bana pek iyi temizlenmemiş işkembe çorbası, kuzu sarması gibi gelir. Asıl meraklılarına göre bu yemeklerin tadı kokularındadır.
Devamlı olarak temiz kadınla yatmaktan bıkarım. Lavantalara, kolonyalara karşılık burnum, biraz ter, kir, yağ kokusu ister. Güzel kokular sürünmüş hanımlarda yapmalık vardır. Kirli hizmetçilerin koyunlarında asıl kadını bulurum. Nefis yemekler arasında bu, sarımsaklı tarator gibi iştahımı açar. Bir kere tadına varıp da alışanlar bu hiç de güzel olmayan çeşninin alışkanlığından kurtulamazlar.
Cevher Hanım’ın hayali dimağımda yerleşmekte iken Servinaz’ınki henüz oradan çıkmamıştı. Daha hayal, oluşum hâlindeydi. Öteki gerçek…
Ben Cevher Hanım’ı kocasıyla birlikte bahçeye çıktıkça uzaktan görebilecektim. Onunla samimi bir sevda ilişkisi kurmak da zamana muhtaç, rastlantıya, talihe bağlı bir şeydi. Ama Servinaz her gün karşımda idi.
Evde bir kız daha vardı. Kaynanamın evlatlığı Nevres. On dokuzunda. Ama bu, kumral saçları, insana çocuk saflığıyla bakan iri, durgun mavi gözleriyle âdeta güzel, temiz, sağlam, kuvvetli bir ahretlikti. Ev kızı eğitimi görmüştü. Biraz okuyup yazması da vardı.
Gönlüm bir süre Servinaz ile Nevres arasındaki seçimde bocaladı. Sonunda Nevres’i tehlikeli buldum. Bu âdeta kaynanamın ikinci kızı yerindeydi. Kayınbiraderim Halis Didar Bey’le Nevres’in arasında başlamış bir aşk bulunması da düşünülebilirdi. Onun dimağımdan çıkmayan inatçı hayalini silmek ve yutkuna yutkuna bu kızdan uzaklaşmak gereğini duyuyordum. Ama dünyada iyi veya fena öyle rastlantılar vardır ki bunlar yıldırım gibi bir anda insanın kaderine hâkim olurlar.
Bu sevda hissi bende sara gibi, kleptomani gibi bir şeydi. Bir kere sinirlerimi sardı mı artık kendimi tutamam. Ortam elverişli olur olmaz gönlümü yakan ateşi serinletmek isterim.
Servinaz’ı birkaç defa koridorun loşluğu ve iki kapının arasında sıkıştırdım. İlk saldırışlarıma sanki biraz telaş etti. Cilveye benzer hâllerle kollarımın arasında debelendi. Ama gitgide alıştı. Hiç korku ve çekinme eseri göstermez oldu. Bu kapı aralarındaki gizli, hızlı, yasak, helecanlı sarılmalardaki zevki, tadı anlatamam. Ben Servinaz’ın gerdanından derin buseler içerek, onun bulaşık suyunu andıran kokusu henüz burnumdan gitmeden karımın yanına girdiğim zaman Sabiha’yı bazen en nazik bir estetik bahsiyle uğraşırken bulurdum.
Bir gün yine böyle kapı aralığı kucaklaşmasının yürek çarpıntıları içinde, aldığım sulu öpücüklerin tadı dudaklarımdan akarken karımın yanına girdim.
Sabiha, elindeki “Bedii Hissiyat” cildini masanın üzerine bırakarak bir süre gözlerimin içinden kalbime doğru derin bir dikkatle baktı, içimdekileri gözetler gibi… Yahut bana öyle geldi. Titredim. Sonra kelimeleri ağır, ahenkli bir söyleyişle: “Yüksek zevk, aşağılık zevk bahsini okuyorum.” dedi.
Bu bir rastlantı mıydı? Yoksa bir şey sezinleyerek mahsus mu böyle söylüyordu?
Kalbimin vuruşlarından aldığı titremeyi dilim belli etmemeye uğraşarak:
“Ah cahil beyin bilgin hanımı… Oku karıcığım oku… Benim bu bilgisizlik günahımı Tanrı senin bilgin bereketiyle affedecektir.”
O, bir profesör tavrı alarak başladı:
“Fahner, zevk, ulvilik ve fikrin üç zor kavramını araştırarak tespit etmiştir.”
Bu üç kelimeden doğru tek bir mana anladımsa Arap olayım. Ama karıcığımı kızdırmanın sırası değildi. İşte bende tuhaf bir his, onu aldattığım zamanlarda yüreğimden kaynayan bir acıma ile daha çok severdim. Ah keşke her sadakatsiz koca benim gibi olsa… Ben bu hissimi hercailiğime, çapkınlığıma karşı denge kuracak bir erdem sayarım.
İşi pek komikliğe vurmadan hararetle ellerimi ovuşturarak:
“O araştırıcı zat bu üç kavramı incelemelerle tespitinde ne kadar isabet etmiş. Pek aklım ermez ama bu himmeti, ilim için kim bilir ne büyük bir hizmettir.”
Karım bu piyazlarımı dinlemez gibi görünerek devam ediyordu:
“Zevkin tanımı, bütün genel kavramlar gibi hapsedilmek istenilen sınırlardan daima taşar. Ama onun özelliklerinden, niteliklerinden başlıcası hadsi veya defi olarak haz yahut hazzın zıddıyla belirginliğidir. Hiçbir düşünme, akıl yorma bundaki zorluğu açıklayamaz. Çünkü bazı şeyden hoşlanır, bazısından hoşlanmayız. Bunun nedeni her zaman anlatılamaz ve anlaşılamaz. Bu bir zevk meselesidir der geçeriz… Ne dersin bey?”
Ne diyeyim? Karım Çince söyleseydi yüzünün çizgileriyle ağzından saçılan kelimelerin arasında peyda olan ahenkten belki bir mana çıkarabilirdim. Fen vadisine girince Türkçelikten çıkan bu kendi dilimden bir şey anlayamadım. Sabiha şüphesiz bu cümleleri okuduğu Fransızca kitaptan çeviriyordu.
“Hanımcığım…” dedim. “Beni ayıplama. Bir şey anlayamadım. Cümlelerin arasındaki hadsi, defi gibi kelimelere bir mana uydurabilseydim bir kavram çıkarmaya uğraşırdım. Ama…”
“A bey… Epeyce Fransızcan var. Azıcık düşünsen bunların Fransızcadaki karşılıklarını derhâl bulursun.”
“Türkçe kelimelerimizin manalarını Fransızca karşılıklarını bulduktan sonra anlayacaksak vay bizim hâlimize!”
“A Öyle ya… Öyle ya… Mesela caractete’i (karakter) bilmezsek ‘seciye’den ne anlarız? Ve yine mesela consience’in manasına vâkıf olmasak ‘şuur’dan (bilinç) ne kavram çıkarırız? Ve keza ve keza…”
“Demek Türkçemiz yabancı diller istampası üzerine işleniyor?”
“Şüphesiz… Zihniyet, anane, cidanî, şen’î…”
“Demek hadsi, defi, marsovanî, hırpani hep bu intikeliye fasilesinden? Aman Allah’ım, Fransızcayı uyar uymaz Arapçaya geçirdikten sonra sıkılmadan buna Türkçedir diyoruz. Böylece ilim ve felsefe dili düzüyoruz. Hadi ben de Fransızca bir kelime söyleyeyim: Sonra bu ‘şarabya’dan anlamayanlara kızıyoruz.”
“Kızma… Kızma… Böyle bir dile sahip olacağız. Bunun için öğren: Hadsi, intuitif’in ve defi, immediat’ın çevirisidir. Ezberle, alışırsın. Bilim dilin genişler. Böyle böyle bilgin olursun. İlerlersin.”
“İyi gözle görüşüne, dileklerine teşekkür ederim. Ama ben her ne kadar kuvvetli bir imanla otomobil niyetine öküz arabasına binsem bu kafa ile istenilen semte varamam sanırım.”
“Ah Hurrem Bey’le bir görüşsem… Çözümlenecek ne çok müşkülüm var, ne çok müşkülüm…”
Haydi yine derhâl aklıma Cevher Hanım geldi. Kalbim henüz Servinaz’ın kollarımın arasında olduğu zamanki heyecanıyla sallanırken bu “bedii” (estetik) bahsinin en verimsiz, sonu çıkmaz satırlarına cevap vermek çekilir bela mıdır?
Şu Hurrem Bey ailesiyle bir görüşsek de karım allameden müşküllerini halletse… Ben Cevher Hanım’la ince bir mesele kurcalasam. Of karım yüksek zevk, aşağılık zevkten falan söz edecekti. Ama konuyu karıştırdı. Yine dalgın dalgın kitabı eline aldı. “Bedii Hissiyat” kitabında bendeki aşağılık zevki açıklayan bir bilgi var mıdır? Adam sen de… Neme gerek, karımın demirden leblebi gibi yutulmaz, ardı gelmez çetin sözlerini dinlemektense onun bu dalgınlığından yararlanarak yine uygun bir yerde sıkıştırabilirsem gidip Servinaz’a sarılmak benim için daha güzel bir eğlence idi. Ameliyatın nazariyelere olan üstünlüğünü kim inkâr edebilir?
Ben hizmetçi kızın bayat türlü gibi kokan göğsünü öpmekten tat alıyorum. Bu bendeki aşağılık zevke estetik kitapları ve hocaları ne derlerse desinler… Ne umurumda… Karım en son anlaşılır bir iki şey söyledi. İnsanın bazı şeylerden hoşlanıp bazılarından hoşlanmaması ahir zaman anlatılamaz ve anlaşılamazmış. Çünkü bu bir kuralla aydınlatılamayan bir zevk meselesi imiş. İşte bu kadar…
Herifin biri kurbağanın gözüne âşık olmuş. Kırk yıl dere kenarında oturmuş. Büyükannem bunu masal diye bana anlatırdı. Kadınninemin masallarını ben şimdi yeni filozoflarımızın felsefesinden çok daha yüksek buluyorum.
11
Erkekliğin her sırrını ortaya döküyorum. Bütün erkekler tıpkı tıpkısına benim gibi olmasalar bile, bilirim, çoğu bana benzer. Bir çiçekle yaz edemezler. Daima çeşni değiştirmek isterler. Eski kibarlarımızdaki, paşalarımızdaki odalıklar, sofalıklar, dörde ve daha da fazlasına kadar evlenme izni, hep bunlar erkeğin kadına doymazlığını gösteren geleneklerimizden değil midir?
Bu satırlar okunurken karılarının yanından çok kocaların utangaç başları önlerine düşer. Yürekten bana atarlar, tutarlar. Diş bilerler. Ama sözlerimin kesin bir gerçek olduğunu benim kadar onlar da bilirler.
Erkeğin bu doğuştan hercailiğini bilen hanımlar da çoktur. Kocalarını kirli hizmetçi kızın çenesini okşarken yakalamış olan hanımları bu davama tanık yazıyorum.
Servinaz’dan epeyce arzumu aldım. Bu kirli sevdam ümidimin üstünde bir başarı ve gizlilikle sürdü gitti. Şimdi gözümde Nevres misk gibi tütmeye başladı. Ama bunu okşamaya kalkışmak çok tehlikeli olacaktı. Çünkü o okşamalarımı bütün ev halkından gizlemeyi başarsam bile Servinaz’dan saklamak hemen hemen imkânsızdı. Çünkü onun gözü devamlı olarak benim üzerimdeydi.
Hizmetçi kızların ruh hâllerini iyi öğrendim. İlk saldırışınızda korkmuş görünürler. Çırpınmalar içindeki birinci direnişleri şöyle olur:
“Ay etme… Utanmıyor musun? Vallahi hanıma söylerim!”
Bu direnişten hiç yılmamalı. O dakikadan itibaren, eğer varsa, bunların namus düğümleri biraz gevşer. Herkesin yanında göz göze geldiğiniz anlarda ikinize de bir şeyler olur. Kalbinizden bir çarpıntı, yüzlerinizden bir pembelik geçer. Hizmetçi kızın gözlerinden hemen gülümsemeye hazır tuhaf bir kin çıkar. Davranışlarında ilk ricanıza boyun eğmediğine pişmanlığı andırır bir şeyler seçer gibi olursunuz. Genellikle ikinci atılışınızda göreceğiniz direniş çırpıntısı birinciden sönüktür. Kısa, kesik, helecanlı karşı koyuşu şöyledir:
“A olur mu hiç?”
Bu ufak soru hemen daima başarının müjdecisidir. Bu “A olur mu hiç?” sorusu, a niçin olmasın, pekâlâ olur anlamını taşır. Bunun için bu işte olmayacak bir şey bulunmadığını derhâl ispat etmelidir.
Evde herkes bir şeyle uğraşır yahut uykuda iken bu tavan arası, bodrum katı, hela aralığı muhabbetlerinde tadına doyulmaz zevkli bir helecan vardır.
Servinaz’la iyiden iyi yüz göz olduk. Biraz da bu kokulu sevgilimin kumandası altına girdim. Sevildiklerini anlayan kadınlarda sizi devamlı olarak arzularına boyun eğdirmek isteyen bir manyatizmacı ruhu vardır.
Servinaz kendisini okşamalarıma sunmak için fırsat düşürebildikçe bir iş görmek bahanesiyle çok defa kuytu yerlere çekilir, gözleriyle bana çağrıda bulunurdu.
O gün karımın yanından çıktım. Sofanın tenhalığından yararlanarak Servinaz yanıma yaklaştı. Kulağıma fısıldadı:
“Bodruma civcivlere yem vermeye gidiyorum. Arkamdan gel. Köşkte bugün pek az adam var. Her biri de bir şeyle uğraşıyor.”
“Peki, hadi sen git. Geliyorum.”
Bodrumda kümesten ayrılmış üç sepet kuluçka vardı. Birinin civcivleri çıkmış ama henüz orada tutuluyor. Servinaz ara sıra gidip bir tahtanın üzerinde bıçakla tık tık hazırlop yumurta kıyarak hayata yeni gelmiş bu hayvancıklara ilk gıdalarını veriyordu.
Kız, hırsızlama bir çabuklukla yanağımdan öpüp koluma da kuvvetli bir çimdik attıktan sonra yanımdan uçtu, gitti.
Yeniden döndüm, kapının aralığından karıma baktım. O elindeki “Bedii Hissiyat” kitabına dalmış gitmişti. Bir insan bazı şeylerden niçin hoşlanır? Niçin hoşlanmaz? Galiba hâlâ bu estetik bilmecelerin anahtarlarını bulmaya uğraşıyordu. İçimden gülerek dedim ki:
Karıcığım, çalış, çalış… Meseleyi hallet. Sonra bana anlatırsın. Sen sözleriyle ben de uygulama yolu ile elbet bir gün bu estetik kanununun keşfini başarırız. Ama şimdi bana söyle: Benim büyük bir tehlikeyi göze aldırarak bodruma inişim hadsi, defi bir delilik midir? Yoksa bilinçli veya bilinçsiz bir davranış mıdır?
Bizi gözleyen gözler bulunup bulunmadığını anlamak için her yana bakına bakına ben de kızı izledim.
Benim Servinaz’la bodruma civcivlere bakmaya inişim bir bakıma hiç de bir kabahat ve hele hiç de bir cinayet sayılmazdı. Ama gelip bizi orada bulacakların ikimizi kucak kucağa görmemeleri şartıyla…
Kuluçkalara bakmaya giden bir kimse böyle her saniyede bir çevresini kollayarak hırsız adımlarla yürümez. Benim bu inişime dikkat eden olsaydı aşağıya bir cinayet işlemeye gittiğimi sanırdı.
Talihin bu cömertliğine yılda bir defa bile rastlanmaz. Ortalıkta ne kimse vardı, ne çıt, ne pıt… Merdivenden bir peri hafifliğiyle indim. Bodrumun loşluğuna daldım. Kuluçkalar köşedeki odada idi. Kapı aralık duruyordu. İttim. Burası bel, kürek, kazma, küfe, el arabası gibi bahçeye ait eşya, kırık dökük sandalyeler ve bir yığın hırdavatla dolu bir yerdi.
İçeri girdim. Servinaz’ı düz bir tahtanın üzerinde kıyılmış yumurta ve küçücük bir tabak su ile civcivleri doyurmaya uğraşırken buldum. Beni görünce tahtayı yere bıraktı. Pek süzgün bir bakışla kollarını açtı. Atıldım. Sevgilim bu sarmaş doIaşa temiz gelmek için bugün yıkanmış, üst baş değiştirmiş olmalı ki o pek hoşlandığım keskin kokuyu çıkarmıyordu.
Biz birbirimizin kolları arasında terleyip inlerken bir pıtırtı duyar gibi oldum. Hemen sordum:
“Kimse olmasın?”
O baygın bir sesle cevap verdi:
“Merak etmeyiniz.”
“Bir gören olmasın?”
“Cinayetimize şu sepetlerdeki kuluçkalardan başka tanık yok. Onların da gözleri kapalı…”
Biz o ünlü hikâyedeki, kırılırsa kırılsın, dökülürse dökülsün, durumunda idik. Hislerimizi dünyanın bütün başka ilgilerinden ayıran sevdanın kanatlarına binmiş, insanı kendinden geçiren coşkun bir zevkle uçuyorduk. Artık gözlerimiz görmüyor, kulaklarımız duymuyordu. Bizim için o anda evren yoktu. Yalnız sevda vardı. Onun pırıltıları, onun ateşleri, onun fısıltıları, onun iniltileri…
O aralık aman Allah’ım, sevdanın bizi öldürdüğü işte o anda odanın kapısı açıldı. Biz her şeye dikkat eder göründüğümüz hâlde kapıyı içeriden sürmelemeyi unutmuşuz. Ah ne tedbirsizlik… Ne korkunç bir dalgınlık… Artık çare var mı? Olan oldu.
Bizi böyle suçüstü bastıran kim olsa beğenirsiniz? Nevres… Nevres. Bilmem utancından mı, bilmem nefretinden mi? Yoksa şaşkınlıktan mı? Kızcağız yukarıdan aşağı bir pembe alev gibi kızarmıştı:
“Tuuuu utanmazlar!” ayıplamasıyla yüzümüze birkaç defa tükürük attıktan sonra titreye titreye yüzünü duvara kapadı. Densiz bir çocuk hırçınlığıyla tepine tepine ağlamaya başladı.
O ne? Nevres gerçekten utansaydı kendisini kızartan görüntü karşısında hemen kaçması gerekmez miydi? Hayır… O tersine ara sıra kollarının arasından gözlerini uydurarak bize bakıyordu.
Oh, bu olsa olsa bir kıskançlık ağlaması olabilirdi. Niçin onu seviyor da beni sevmiyor? Korkum, üzüntüm hemen sevince döndü. Sevda konusunu karım gibi estetik bakımından hiç incelememiştim ama kadın kalbini pratik bir yoldan öyle mükemmel öğrenmiştim ki Nevres olsun, Servinaz olsun, Sabiha olsun, Cevher olsun… Bunlar hep en büyükanaları Hazreti Havva’dan huy kapmış yaratıklardı.
Servinaz’ı bıraktım. Hemen koştum. Nevres’e sarıldım. Kollarımın arasında debeleniyordu. Ama bunun, istemem, yan cebime koyuver gibilerden bir nazlanma çırpınması olduğuna hiç şüphem yoktu.
Kulağına eğildim. Bütün yüreğimin ateşli coşkunluğu ile:
“Ah canımın içi Nevres, ben sana kaç zamandır yanıyordum. Sen bana hiç yüz vermiyordun. Canımdan bezecek kadar ümitsizliğe düştüm. Üzüntüler çektim. Kendimi öldürmeyi bile kurdum. Böyle korkunç bir ümitsizlik içinde iken Servinaz karşıma çıktı. Avunmak için onun kolları arasına düştüm. Emin ol Nevres, bu istek dışı işlenmiş bir cinayettir. Affet beni… Şadan senin kulun, kurbanındır…”
Bu sözlerim kızı büyü gibi etkiledi. Her şeyi unutarak kendisini kollarımın arasına bıraktı. Ama şimdi de Servinaz üzerimize saldırarak:
“Benim gözümün önünde bu ne rezalet? Beyefendi, ben buna dayanamam. Ben buna katlanamam. Ben senin için her şeyimi fedadan çekinmedim.”
Birbirini korkunç bir biçimde kıskanan bu iki kızı karşı karşıya idare etmek için büyük bir diplomatlık gerekti. Bunu hiçbir estetik kitabı yazmazdı. Ancak fırtınada ani bir tedbirle gemisini kurtaran usta kaptan gibi ben bilirdim. Düşünmedim. Taşınmadım. Yılmadım. Sıkılmadım. Güle güle seyircilerini aldatan bir hokkabaz ustalığıyla Nevres’i bıraktım, Servinaz’a koştum. Onun da kulağına şöyle fısıldadım:
“Ne yapıyorsun elmasım, kendine gel! Bu kız cinayetimizi gördü. İkimiz de mahvolacağız. Duyarlarsa şüphesiz bu akşam köşkten kovuluruz. Ağzını kapamak için Nevres’i de aynı cinayetle lekelemeliyiz. Evet, evet, tamamıyla kendimize benzetmeliyiz ki bu yaptığımızı herkese söylemesin. Sen dururken benim ona ne ihtiyacım var? Onu daha çok sevseydim, senden önce ona giderdim. Senden ayrılmamak için onu kucaklamak işkencesine katlanıyorum. Kendini tut. Beş dakika sonra bütün köşk halkı sevdamızı öğrenecek.”
Servinaz afalladı. Zihnine ektiğim mantık tohumlarının çürüklerini sağlamlarından ayırmaya uğraşır gibi düşünüyordu.
O düşünedursun, koştum, yeniden Nevres’e sarıldım. Ta kulağının içine ruhumun bütün ateşini üfleyerek:
“Senin için bitiyorum yavrum. Ümitsizliğimin son deminde melek gibi imdadıma yetiştin. Ama Servinaz’ın gözü önünde sarılmalarımda bundan ileri varamam. Ama bundan sonra sen benimsin, ben seninim. Artık tavan arası, bodrum, ahır… Kümes… Hepsi, her yer bizim için… Neresini boş bulursak oraya çekiliriz. İki gönül bir olduktan sonra samanlık seyran olur.”
İkisi arasında mekik dokudum. Birini bırakıp ötekini öptüm. İş biraz mayna oldu. İkisi de gözlerinde derin kinler, kalplerinde şüpheler saklayarak susmak zorunda kaldılar.
Sevdalarımızın o karmakarışıklığı arasında civcivlerin birkaçını çiğnedik. Kuluçkaların sepetlerini devirdik, sularını döktük. Tuvaletlerimiz bozuldu. Yakamız çırpıldı, yenimiz düştü. Vücutlarımızın orasında burasında kızartılar, çürükler belirdi. Ama ben iki kızın gönlüne birden sahip olmak zaferine ermiştim. Bundan sonra birbiriyle tepişen zıt araba beygirleri gibi bu çifti, sevdanın kamçısı altında idare edecektim. Kıyafetlerimiz, yüzlerimiz bizim orada bir macera geçirmiş olduğumuzu açıkça anlatıyordu. Daha fazla gecikmemizden tehlike çıkacağı şüphesizdi. Kızların kollarına girdim, ikisini de bodrumun karanlık aralığına çıkardım, ikisinin de yanaklarından eşit bir ateşle sıkı sıkı öptükten sonra:
“Haydi…” dedim. “Allah’a emanet… Üstünüzü, başınızı düzeltiniz. Kızarmış yüzlerinizi bol soğuk su ile yıkayınız. Bu sır üçümüzün arasında kalsın.”
Kızlar bana karşı biraz şüpheli, dargın ama birbirine karşı barış kabul etmez pek düşmanca birer duruş, birer bakış, birer diş bileyişle yanımdan ayrıldılar.
Bu sevda savaşında uğradığım zarar ziyanı tamir için ben de yüzüme su vurdum. Üstümü başımı süpürdüm, işlediği kabahatin anlaşılmasından korkan bir çocuk gibi süklüm püklüm karımın yanına girdim.
Karım beni görünce başını kitaptan kaldırdı. Delici, derin, tuhaf bir bakışla beni süzdükten sonra:
“Nerede idin?”
“Bahçede… Yok kümeste… Of hayır, bodrumda idim.”
“Ne yapıyordun bodrumda?”
“Civcivler çıkıyor da onlara bakıyordum.”
Karımın üzerime dikilen o tuhaf bakışı birden tatlılaşarak:
“Haber vereydin ben de gelirdim. Yumurtalar hayata dönüşüyor. Hayat, hayat… Ne iyi şey… Esas hep sevda… Ben de şimdi ‘Estetik’te ‘Hayat Bahsi’ni okuyordum. Bak dinle: Estetikçilerin anlattıklarına göre sanat, sıklaşmış, koyulaşmış hayat demektir. Bu sıklaşma, koyulaşma bazen fikir, bazen irade, bazen haz, bazen de duyarlık biçiminde görünür. Artık yazar, kendi fantazyasına göre bunlardan ahkâm çıkarır. Sağlam, kuvvetli, dolgun bir hayat yaşamak estetiktir. Hayatın yayılma aracı aşktır.”
Sabiha’nın ilim ve irfanına hayretimi gösterir bir tutku ile boynumu eğerek:
“Şüphesiz karıcığım, şüphesiz… O ne derin ne yüksek fikirler…”
“Sanatın başlıca maksadı duygulanmaların ifadesidir. Çünkü bütün hayatı canlandıran ve ona hâkim olan duygulardır. Mesela benim aşkım… Kendimden daha canlı ve daha gerçektir.”
“Şüphe mi var elmasım? Şüphe mi var? Bu dünyada aşktan daha tatlı ne olabilir?”
“İnsanlar göçer. Hayatları da beraber son bulur. Ama duyuşları kalır.”
“Öyle ya… Ne büyük gerçekler… Mimar Sinan öldüyse duyuşlarını canlandıran muhteşem eserleri yaşıyor.”
“Konu sanatçıyı, sanatçı konuyu işleyip tek bir vücut olmalıdırlar. Aşk daima ikiyi birleştiren bir çekici kuvvettir.”
Aklıma bodrumdaki tek bir vücut hâline gelişim takılarak: “Ah bu büyük gerçekler nasıl inkâr olunur?” dedim.
“Yazar, düşündüğü fikre ve düşünülen fikir yazara girerek aralarında ‘identification’ meydana gelmelidir. Yani sanat ruhu sanatçıya, sanatçı ruhu sanata karışarak aralarında birlik, aynılık doğmalıdır.”
“Evet, deminden kuluçka sepetlerinin başında bu iki ruhun birleşmesi teorisini ben de düşündüm. Ama zihnimde ilim terbiyesi olmadığından meseleye böyle senin gibi fence bir düzen veremedim.”
“Bir peyzajı estetik bir zevkle seyredebilmek için ondaki ahenkle ahenklenmeli… Güneşi anlamak için onun ışınlarıyla birlikte titremeli. Ve ayın şiirini hissetmek için gece karanlığında onun ışığıyla beraber olmalı ve yine yıldızların mavi veya sarı pırıltılarıyla beraber kamaşmalıdır. Yani tabiatı canlandırmak için onun ruhunu kendimize, kendimizinkini ona doldurmalıyız. Çünkü kalemimizden dökülen kelimeleri, fırçamızdan akan boyaları başka türlü canlandıramayız.”
Sonra karım “Estetik”te “Mistisizm” bahsine geçti. Hayal ile gerçeği tam iki saat karşımda Karagöz gibi oynattı. O ne çetin mesele idi. Bu usulün uygulanışıyla gerçek hayal oluyor. Sanat inkâr ediliyor. Aklımın ermediği böyle birtakım şeyler olup duruyordu…
Karım konuda derinleştikçe bana uyku bastı. Sözlerinin beynime afyon etkisi yaptığını fark ederse kızar. Karşısında çevik bir zihinle dikkatli bulunmalı. Uyumamak için kendi kendimi en hassas yerlerimden çimdiklemek zorunda kalıyordum.
Güneş ışınlarıyla beraber titremek, ayın ışığıyla beraber olmak, yıldızlarla birlikte kamaşmak, tabiatı sanatta canlandırmak için onun ruhunu kendimize, kendimizinkini ona kavanço etmek, benim anlayacağım herzelerden değildi. Ben follukta kuluçkaların arasında titreyerek ruh alışverişi yapmayı daha estetik buluyor, işte yalnız bundan anlıyor ve hoşlanıyordum.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.