Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kartal Pençesinde Bir Güzel»

Yazı tipi:

ÖN SÖZ

Bu kitapta Türkmen edebiyatından on iki seçme hikâye yer almaktadır. Hikâyeler belirlenirken mümkün mertebede Türkmenlerin kültürünü, gelenek göreneklerini, tarihini yaşam biçimini, sosyal hayatını yansıtan hikâyeler seçilmiş; böylece okuyucunun Türkmenler ve onların kültürü hakkında fikir sahibi olması hedeflenmiştir. Aynı şekilde Türkmenistan coğrafyasının doğal güzelliklerini yansıtan hikâyelere yer verilmeye çalışılmıştır. Okuyucular, seçilen hikâye örneklerinde, bu coğrafyada doğa ile iç içe yaşayıp bir yandan doğanın kendilerine sunduğu büyüleyici zenginliklerle hayatını idame ettiren ama bir yandan da aynı doğanın sert ve zorlu şartları altında yaşam mücadelesi veren emektar Türkmen insanının takdire şayan bir o kadar da çileli hayatlarından izler bulacaktır.

Türkmenler köklü bir kültüre sahip Türk topluluğudur. Kültürleri, sosyal hayatları, yaşadıkları önemli tarihî olaylar edebiyatlarına da yansımıştır. Türkmen edebiyatında Oğuz Han’dan, Selçuk Bey’den bahsedilmemesi; Selçuk’un torunları Tuğrul ve Çağrı Beylerin yurt tutma, devlet kurma mücadelelerinin hikâyelerde konu edilmemesi mümkün değildir. “Agöyli” adlı hikâye buna bir örnektir. Tüm Türkmenler ünlü destanları Köroğlu ile haklı bir gurur yaşar. Var oluş tarihlerinde Köroğlu Bey de sergilediği kahramanlıklarla Türkmen yiğitlerine yol göstericidir ve onlar için cesaretin timsalidir. “Kırat’ın Hayali” adlı hikâyede Türkmenlerin Köroğlu’na duyduğu sevgiyi, gururu görürüz. Sadece uzak geçmişteki değil toplumda derin izler bırakan yakın tarihteki olaylar da elbette hikâyelerde konu edilmiştir. Mesela ikinci dünya savaşı ve bu savaşın Türkmenlerde açtığı yaralar hikâyelerde bolca işlenmiştir. “Babasının Oğlu” adlı hikâye bunlardan biridir.

Türkmenler gelenek göreneklerine sıkı sıkıya bağlı bir toplumdur. Atalarından kendilerine miras kalan güzel âdetlerini bugün de yaşatarak gelecek nesillerine aktarmaktadır. Mesela Türkmen düğün geleneğinin toplumda ayrı bir yeri vardır. “Dutar” adlı hikâyede düğün geleneklerinden bazılarını görürüz. Örneğin gelin “kürte (gelinlik örtüsü)” adı verilen ve Türkmenlerin geleneksel motifleri ile bezenmiş el işlemesi özel bir gelinlik giyer. Bu gelinlik örtüsünün ağırlığı takılar ve diğer kıyafetlerle birlikte yaklaşık 40 kiloyu bulur. Gelin alayı gelini baba evinden aldıktan sonra deve sırtına kurulmuş “kecebe (gelin koltuğu)” adı verilen bir düzeneğe oturtulur. Hem bu düzenek hem de sırtında taşıyan deve halılarla, millî örtülerle süslenir. Günümüzde ise değişen hayat şartlarına bağlı olarak develerin yerini gelin arabaları almaktadır. Türkmenler gelin arabalarını da eski kültürlerinin devamı olarak deveyi süsledikleri gibi süslerler. Yeni evlenen çift eve geldiğinde “kemer çözme” ve “çizme çıkartma” âdeti icra edildikten sonra damat eline kırbaç alıp odadakileri dışarı çıkartır. Gelin ve damada yürek ve şerbet ikram edilir. Yüreği birlikte yiyen çiftin ömür boyu kalplerinin bir atacağına; şerbeti içip birbirlerine karşı her daim dillerinin şerbet gibi tatlı olacağına inanılır. Düğün gelenekleri arasında dikkat çeken bir âdet de gelin “gaytarma (geri gönderme)âdetidir. Damat evine gelen gelin mümkünse üç beş gün ya da en geç kırk gün içinde baba evine geri gönderilir ve bir hafta on gün baba evinde ailesiyle, kardeşleriyle hasret giderir; babasının hayır duasını alır. Yeni gelin için bu gelenek aynı zamanda bir alışma sürecidir. Tekrar kaynatasının evine döndükten sonra artık kürtesini (gelinlik örtüsünü) çıkartır ve o evin kalıcı fertlerinden biri olur.

Seçilen hikâyelerde, kadın erkek ilişkilerine; büyüğün küçüğün birbirine davranış biçimlerine dair de kültürden bazı kesitler buluruz. Mesela bir erkek, genç kızlarla ya da gelinlerle yüz yüze gelip doğrudan iletişim kurmaz ve onlara söyleyeceklerini küçükler aracılığı ile söyler. Gelinler de aynı şekilde kayın biraderlerine ve büyüklerine saygıda kusur etmezler. “Kırat’ın Hayali” adlı hikâye Türkmen kültüründe yer alan birçok gelenek göreneği yansıtması bakımından değerli bir eserdir. Örneğin bu hikâyenin karakterlerinden biri olan Şemmet Ağa genç kızlara veya gelinlere söylemek istediklerini doğrudan kendileri ile muhatap olarak değil “Kızım sana diyorum gelinim sen anla” atasözünde olduğu gibi delikanlılara söyleyerek genç kadınlara duyurur. Yine bu hikâyede konu edilen bir olayda, bir gelin su kovaları ile giderken eşeği ile karşıdan gelen kişiyi görünce saygıdan yolunu değiştirir, adam da aynı şekilde genç gelin utanmasın diye dikkatli davranıp onun yolundan çekilir. Eşler de birbirine karşı her zaman saygılıdır, birbirlerine hitap ederken isimlerini kullanmaz. Kadın kocasına “babası”, koca da hanımına “annesi” diye seslenir. Tek başına bu hitap biçimleri bile toplum geleneğindeki eşler arasındaki karşılıklı saygının göstergesidir. Türkmenler alçakgönüllü ve bağışlamasını bilen bir toplumdur. Büyüğünden küçüğüne kim olursa olsun aralarında tartışıp kavga ettiklerinde, en ağır silah olarak kamçı ya da sopaya başvursa bile namusa dil uzatılmadığı, ağır hakaretler edilmediği sürece kolay kolay soğuk silahı ele almazlar. Tartışma sonrasında affetmeyi de gönül almayı da bilirler. Türkmenler misafirperver bir toplumdur. Eve gelen misafire hürmet gösterilir ve mutlaka yemek ikram ederler. Kültürde “tuz-ekmek hakkı” deyimi sık kullanılır. Bu deyimden hareketle insanlar birbirinin hakkını yemezler. Tadına baktığı “tuzun-ekmeğin” hatırı vardır. “Perili Ev” hikâyesinde kendisine yeni bir ev yaptıran çift, ustaları yedirir içirir. Sonradan aralarında bir tartışma çıksa da bu tartışmanın sonu “tuz-ekmek hatırına” tatlıya bağlanır ve aralarında helalleşirler.

Kızların rızaları olmadan evlendirilmeleri, başlık parası alınarak tanımadıkları kişilere gelin olarak gönderilmeleri de hikâyelerde eleştirisel bakış açısıyla işlenen konular arasında yer almıştır. Kitapta yer alan “Kartal Pençesinde Bir Güzel” ve “Şirin” hikâyeleri buna örnektir. Kültür içinde insanlar tarafından tasvip edilmeyen gelenek görenekler yeri geldiğinde yazarlar tarafından eleştirilerek bir nevi insanlar eğitilmeye çalışılmış, doğru olan davranış biçimi gösterilmeye gayret edilmiştir. İnsanlar da gerektiğinde yanlış bulduğu gelenek görenekleri terk etmişlerdir. Kitaptaki seçme hikâyelerden “Nikâh Yüzüğü” buna örnek olarak verilebilir. Gelenek görenekte eleştirilen ve hikâyelere de konu olan, kızların rızaları alınmadan evlendirilmeleri âdetinin aksine “Nikâh Yüzüğü” hikâyesinde artık gençlerin birbiriyle tanışıp severek toplum tarafından hiç yadırganmadan kendi rızası ile evlenebildiği görülmektedir.

Türkmenler ve Türkmenistan denince halı, at, dutar (iki telli Türkmen sazı) gibi değerler, millî kültürün en önemli ögeleri olarak ilk akla gelenlerdendir. Türkmen halıları dünyaca ün salmıştır. Her genç kız halı dokumayı öğrenir. “Dutar” adlı hikâyede damadın anlatımında gelinin ilmek ilmek işleyerek dokuduğu ve çeyiz olarak evine getirdiği muhteşem halı âdeta bir tablo gibi gözümüzün önünde canlanır. Aynı hikâyeden, gelinin çaldığı dutarın sesini duyar ve muhteşem melodisi ile âdeta kulaklarımızın pası silinir; kendimizi bir müzik ziyafeti içinde buluruz.

Türkmenlerin millî kimliğini oluşturan en önemli değerlerden birisi de at, özellikle de dünyaca ünlü Ahal Teke atlarıdır. Türkmenler Ahal Teke atları ile haklı bir gurur yaşarlar ve ata karşı özel bir ilgi beslerler. “Kuşların Şahı” isimli hikâyede bir aksungurun gözünden Türkmenlerin Şahbaz atlarının asalet ve zarafet dolu özelliklerini görürüz. Köroğlu ve onun Kırat’ı Türkmenler için bir gurur kaynağıdır ve edebî eserlerde sık sık işlenir. “Kırat’ın Hayali” adlı hikâye Türkmenlerin at sevgisinin ve Köroğlu’nun yiğitliklerinden duyduğu gururun bir nişanesidir. Yine “Agöyli” hikâyesinde gördüğümüz Türkmen yiğidinin atı da yiğit gibi savaş taktiklerini çok iyi bilir ve uygular. Düşman üzerine ne zaman hücum etmesi, ne zaman geri çekilmesi gerektiğini çok iyi hesaplar. Sahibi zor duruma düştüğünde “At yiğidin kanadıdır” sözü misali âdeta kanat açıp uçar gibi hızla oradan uzaklaşır. Böylece sahibinin karşısındaki rakibe karşı üstün gelmesinde önemli bir pay sahibi olduğu gibi gerektiğinde onu korumasını da bilir. “Sabah kalkınca babanı gör, babandan sonra atını gör!”, “At dostu, baba dostu” gibi atasözleri büyüğünden küçüğüne tüm Türkmenler tarafından çok iyi bilinen ve ata verilen önemi gösteren atasözlerindendir.

Yine kartallar, aksungurlar, bozdoğanlar, ceylanlar, kurtlar, alabay isimli çoban köpekleri vs. Türkmen kültürünün önemli parçalarından olup ana karakter olarak hikâyelerde sık sık yerini alır. “Kuşların Şahı” adlı hikâyede aksungurun maceraları esasında Türkmenistan’ın dağları, kayalıkları, vadileri, bozkırları kısacası muhteşem doğal güzellikleri arasında dolaşırız. “Kayadan Güçlü” hikâyesinde kartallara karşı özel bir ilgi duyan ve gönüllerinde onlara ayrı bir saygı besleyen Türkmenleri görürüz. Yavru iken aldıkları kartalı büyütüp yetiştirdikten sonra onunla avlanır ve böylece geçimini sağlarlar. Türkmenistan’ın doğal güzellikleri olan çöl ve bozkırın hikâyelerde konu edilmemesi düşünülemez. “Bozkırın Göçebeleri” adlı hikâyede ana karakter bir ceylandır. Ceylanlar zarafetiyle Türkmenler arasında çok sevilen bir canlıdır. Öyle ki kız çocuklarına Ceren (Ceylan), Maral (Meral), Keyik (Geyik) gibi isimlerin verilmesi toplumun bu hayvana karşı duyduğu sevginin göstergesidir. “Alabay” adlı hikâyede çobanlık yaparak geçimini sağlayan Türkmenleri görürüz. Türkmenler özellikle küçükbaş hayvancılıkla geçimini sağlayan ve bundan dolayı da çobanlık geleneğinin yaygın olduğu bir Türk topluluğudur. Hayvanlarını otlatan Türkmenler çobanlık mesleği gereği sürekli kurtlarla mücadele etmek zorunda kalmış ve bu mücadelelerde Alabay isimli ünlü köpekleri de her zaman en yakın dostları, kurtlara karşı en büyük yardımcıları olmuş ve hikâyelerde sık sık konu edilmiştir. Alabay ırkı genel olarak Türkistan bölgesinde özel olarak da Türkmenistan’da yaygın olarak kullanılan bir köpek türüdür. Bu köpek türünün Kangal köpek ırkının da atası olduğu kabul edilir. Diğer bir ifadeyle dünya çapında nam salmış bir köpek türü olan Kangal çoban köpekleri, ata yurdumuz Türkmenistan’daki yine dünya çapında ünlü olan Alabay çoban köpeklerinin anayurdumuz Anadolu’ya gelmiş bir türüdür. Türkmenistan’ın dünyanın en büyük pamuk üreticilerinden biri olduğu düşünüldüğünde pamuk işçiliğinin hikâyelerde yadsınamayacak konulardan birisi olduğu bir gerçektir. “Kırat’ın Hayali” isimli hikâyede de pamuk işçilerinin mücadelesi, küçüğünden büyüğüne her Türkmen’in pamuk toplamada elbirliği ile çalıştığı görülmektedir.

Türkmenler yakın tarihe kadar çoğunlukla konargöçer yaşamış bir Türk topluluğudur. Bu yaşam biçiminin gereği olarak da “ak öy (ak çadır)” ve “gara öy (kara çadır)” adı verilen çadır geleneği Türkmen kültürünün en önemli parçalarından biridir. Mesela “Agöyli (Ak çadırlı)” hikâyesinde çadırda yaşayan Türkmenlere tanık oluruz. Yine “Şirin” hikâyesinin ana karakteri olan Akcamal çölde çadırda doğup büyümüş bir kızdır. Çadır kültürü Türkmenler arasında bugün de devam etmekle birlikte, özellikle 20. yüzyıldan itibaren yerleşik hayata geçmeleri ve değişen dünya düzenine bağlı olarak artık Türkmenler de çoğunlukla taş evlere ve daha yakın tarihlerde de modern tarzda betonarme binalara geçiş yapmaktadır. “Perili Ev” hikâyesi kendilerine iki katlı müstakil bir ev yaptıran Türkmen ailenin başından geçenleri konu eder ve çadır kültüründen taş ev kültürüne geçişe bir örnek olarak gösterilebilir.

***

Kitap “Kartal Pençesinde Bir Güzel” ismini taşımaktadır. Bu ismin tercih edilmesinin bazı sebepleri vardır.

Öncelikle kitapta yer alan hikâyelerden birinin ismi “Kartal Pençesinde Bir Güzel” olup kitabın ismi konulurken de bu isimden esinlenmiştir. Bu hikâyenin ana karakteri olan Akcamal âdeta kaynanası Oğuldursun’un kartal pençeleri altında eziyet gören bir gelindir.

“Kayadan Güçlü” adlı hikâyenin asıl adı Nuryağdı olup kaplan avladığı için halk arasında Pelen Avcı olarak bilinen ana karakterinin ise gerçek anlamda hayatı bir kartalın pençeleri arasındadır. Düştüğü uçurumda 33 gün boyunca verdiğini yaşam mücadelesinde onu besleyen ve sonrasında uçurumdan kurtulmasını sağlayan da ana kartaldır. Avcıyı âdeta ölümün pençesinden alıp yeniden yaşama tutunmasına vesile olmuştur.

“Agöyli” adlı hikâyenin ana karakteri olan Türkmen yiğidinin ve topyekûn Selçuklu Türkmenlerinin Dandanakan Muharebesinde sergilediği var oluş mücadelesinde istiklalleri Sultan Mesut’un pençeleri arasındadır. Belki de bu savaşta Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler Sultan Mesut’un pençelerinden kurtulamasa Selçuklu Devleti kurulamayacak ve Anadolu’nun Türkleşmesinin önü açılamayacaktı.

“Alabay” adlı hikâyenin ana karakteri olan soylu köpeğin ise hayatı bir kurdun pençeleri arasındadır. Erkek kurdun cezbedici kokusuna kapılıp peşinden gitmiş ve tüm hayatı birden değişerek âdeta bu kurdun pençeleri arasına girmiştir.

“Bozkırın Göçebeleri” adlı hikâyede ise kartal pençesinde olan bir yavru ceylandır. Annesinden ayrı kalan ve kendisini bulan jeologlar tarafından Şemal ismi verilen küçük ceylan, bozkırın acımasız yırtıcılarının pençesinden insanlar sayesinde kurtulmuştur. Ama üç yaşına giren aynı ceylan bu defa avcı birinin pençelerinden kurtulamamış ve böylece bir başka insanın tüfeğinden çıkan mermi sonrası yaşamını yitirmiştir.

“Babasının Oğlu” adlı hikâyede ise bu defa insanlığa kartal pençelerini geçiren bir savaştır. Savaşın acımasız pençeleri Murat isimli ana karakteri babasından ayırmış ve onun hayatını planlamada kökten kararlar almasına sebep olmuştur.

“Kırat’ın Hayali” adlı hikâyede, kartal pençesinde olan 12 yaşındaki Eziz’dir. Eziz’in hayalindeki kırat onun tüm benliğini pençeleri arasına almıştır.

Kısacası hikâyelerdeki karakterlerin yukarıda özetlenen hem mecaz hem de gerçek anlamda kartal pençesinde olmalarından hareketle kitabın ismi “Kartal Pençesinde Bir Güzel” olarak konulmuştur.

Anayurttan Ata yurttaki Türkmen kardeşlerimize sevgilerle…

Hüseyin YILDIRIM

KİTAPTA YER ALAN HİKÂYELERİN KÜNYESİ

1. Agöyli (Agöýli). Kömek Kulyýew, Ömür kerweni, 2010, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.

2. Kayadan Güçlü (Gaýadan güýçli). Hudaýberdi Durdyýew, 1966

3. Dutar (Dutar). Döwletmyrat Nuryýrew.

4. Alabay (Alabaý). Agageldi Allanazarow, Ak ýelken, 2008, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.

5. Kartal Pençesinde Bir Güzel (Bürgüt Penjesinde Bir Gözel). Agahan Durdyýew. Han küýli, 1982, Aşgabat, “Türkmenistan”.

6. Şirin (Şirin). Nurmyrat Saryhanow, Ýagtylyga Çykanlar, 1979, Aşgabat, “Türkmenistan” neşirýaty.

7. Nikâh Yüzüğü (Nika ýüzügi). Jumanazar Garajaýew, Bagtly Pursatlar, 2013, Aşgabat, “Ylym” neşirýaty

8. Kırat’ın Hayali (Gyr atyň howalasy). Agageldi Allanazarow, Ak ýelken, 2008, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.

9. Bozkırın Göçebeleri (Çölüň ýüwrikleri). Jumanazar Garajaýew, Bagtly Pursatlar, 2013, Aşgabat , “Ylym” neşirýaty

10. Babasının Oğlu (Atasynyň ogly). Berdi Kerbabaýew, Saýlanan Eserler, 1992, Aşgabat, “Magaryf”.

11. Kuşların Şahı (Guşlaryň şasy). Döwletmyrat Nuryýrew.

12. Perili Ev (Eýeli jaý). Kömek Kulyýew, Ömür kerweni, 2010, Aşgabat, Türkmen döwlet neşirýat gullugy.

AGÖYLİ

Oğuz Han’dan miras kalan büyük güç artık kendi kozasına sığamaz oldu. Bu güç zamanla kendi gövdesine de sığamayıp kabuğunu yarmaya başladı. Onuncu asırda bu güç, Gazneli Türkmen hükümdarlarının boyunduruğu altında toplandı. Ancak bu çatı altında da tek bir yumruğa sığamadı. Tekrar yarılıp parçalandığında bu bölünmeden Selçuk Beyleri adında bir grup türedi. Türedi ve günden güne çoğalıp güçlenerek yıldan yıla cesaretlenmeye başladı. Zeki ve acımasız, kuvvetli ve kurnaz Sultan Mahmut Gazneli’nin keskin gözleri binlerce menzil öteden bu gücü sezdi.

Düşmanını yenmenin en iyi ve en kolay yolu onu dost edinmektir. Sultan Mahmut Gazneli de bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden de Selçuk Türkmenlerini en yakınına, Horasan’a, getirmenin yollarını aramaya başladı. İşini sağlama almak için de Selçukluların komutanı olan Arslan Han’ı kandırarak Horasan’a getirdi ve zindanda tutsak etti.

Ancak karşısında, onun bu hilelerini uzaktan görüp önsezileriyle tuzağa düşmeyen başka bir ihtiyar kurt vardı. O kurt, Selçuk Bey’di. Er ya da geç ata yurdunu geri alacaksa, Sultan Mahmut ile bir varoluş savaşının, bir istiklal mücadelesinin kaçınılmaz olduğunu önceden gören ihtiyar bilge artık tüm dikkatini, gayretini, kalan gücünü kuvvetini, ömrünün son demlerini; gözünün gururu, iki torunu Muhammet (Tuğrul) ile Davut (Çağrı)’a vermişti. Daha küçük yaştayken âdeta büyümüş olan bu iki delikanlı, Selçuk Bey’in biricik umudu, gelecekteki savaşlarda öne sürebileceği en büyük gücüydü.

O dönemler dünyadaki en büyük, en güçlü devleti teşkil ettiren ve bu devleti kuvvetli kollarının altında sıkı sıkıya muhafaza eden Sultan Mahmut da, bazen fani dünyanın gelip geçici olduğuna dair düşüncelere dalıp giderdi ve bu anlarda da niçin oğlu Mesut’a baktığının kendi bile farkında olmazdı. Mesut! Nasreddin El Mesut! Gelecekteki Sultan Mesut! Ufkun öte tarafından yükselip gelen Selçuk gücünün önünde, er geç oğlu Mesut’un durabileceğini yüreği hissetmiş gibi Sultan Mahmut Gazneli, Mesut’u herkesten güçlü, herkesten çevik, herkesten cesur, herkesten zeki bir yiğit olarak yetiştirmek için tecrübesini de malını mülkünü de sarf etmekten kaçınmıyordu.

***

Sultan Mahmut’un çabaları hedefine ulaştı. Mesut birçok açıdan babasının yerini aldı. Ancak “Oğul babadan bir parça eksiktir.” sözü de boş yere söylenmemiş. Babasının ileri görüşlülüğü, önsezisi, kurnazlığı gibi en önemli vasıfları Mesut’a aksetmedi. Mesut, babasının başına buyruk davranan bu Selçuk Türkmenlerini niçin kendisine yakın tutmaya çalıştığını önceleri de anlamamıştı, sonra da anlamadı. Onları ‘tatlı sözlerle değil; kaba güçle, kılıçla yenmek gerekir’ fikri onda önce de vardı, sonra da hiç değişmedi. Babasından miras kalan muazzam güç kendi eline geçtikten sonra Mesut, daha da rahat davranmaya başladı. Bu sebeple de, Muhammet Tuğrul ve Davut Çağrı’nın elçileri, yerleşmek için kendi ata yurtlarından bir parça toprak istediklerini belirten mektubu getirip huzuruna vardıklarında Sultan Mesut alaylı alaylı gülümseyerek “Çıkın!” manasında elini sallayıp kapıyı gösterdi.

Bu alaycı gülüşün sonunun nasıl bir acı ve gözyaşlarıyla biteceğini o vakit Sultan Mesut nereden bilsin ki!

İşte şuan Sultan, bu Selçuk Türkmenleriyle uçsuz bucaksız çölün ortasında, Dandanakan ovasında karşı karşıya durmakta. Bakalım neler olacak!

O an Sultan Mesut’ta güç kuvvet ne kadar istersen vardı. Dünyanın tam yarısı onun ağzından çıkacak tek bir sözünü bekleyip “Hazırız!” demekteydi. Ancak ne kadar güçlü olursan, kendi gücünden ve bu gücün sarhoş edici kudretinden de bir o kadar çekinmelisin.

Sultan Mesut babasının “Asla yapma, asla yapma, asla yapma!” diye tembihlediği vasiyetlerden birini çoktan bozmuştu. Kendini içkiye verdi. Onun bu hastalığı yavaş yavaş alt rütbedeki komutanlara da orduya da sirayet etti.

İşte bugün de sarhoşluğunun tesiri geçip ayıldığı vakit Sultan Mesut; şimdiye kadar savaşın keyfinden başka zevküsefa bilmeyen ayık, seçkin, boz yiğitlerle -Selçuk Beyleriyle- yüz yüze, karşı karşıya olduğunu anladı. Hem de onlar Sultan Mesut’un en korktuğu yerde, yaman çölün ortasında, yolunu kestiler. Sultan Mesut’un gücü onlarınkinden on kat fazla olsa da, burada -bu sahrada- çöl kurtlarının her birinin on kişiye, yüz kişiye denk olduğunu Sultan çok iyi biliyordu.

***

Dünyayı titretip feleğin çarkını tersine döndürecek olan müthiş kapışmanın -Dandanakan Muharebesinin-başlamasına sayılı dakikalar kalmıştı.

Tuğrul Bey ile Çağrı Alp bu varoluş savaşının, bu istiklal mücadelesinin hemen öncesinde, hem kendi yiğitlerini görmek hem de onlara görünmek için meydana çıktılar.

Tuğrul Bey, Çağrı Alp’ten iki üç yaş küçük olmasına rağmen, Tuğrul Bey daha iri ve daha ağırbaşlı olduğundan mıdır nedense bilinmez, karşıdan bakıldığında büyük olan Çağrı Alp değil de Tuğrul Bey gibi görünüyordu. Göze ilk o çarpıyordu. Bunun haricinde Tuğrul Bey’de gözle görünmeyen bir başka artı daha var gibiydi. Bunu hissettiğinden midir yoksa kendisi çok alçakgönüllü ve nezaketli oluşundan mıdır Çağrı Alp de daima Tuğrul’u öne geçirir, ilk söz sırasını ona verirdi.

Beylerinin geldiğini gören yiğitlerin tümü afallayıp aceleyle toparlandılar, hepsinin bakışları beylerine doğru yöneldi.

Atları eyerleyip kuyruklarını bağladılar. Silahlar yerli yerinde, hazırdı. Yiğitlerin keyfi oldukça yüksekti. Dört bir yandan bakan kara gözlerin hepsinde bir ateş, bir arzu alevlenmekteydi. Tuğrul Bey ve Çağrı Alp’in onlardan beklentisi de tam buydu.

Birdenbire Tuğrul Bey’in bakışları o anki içinde bulunulan vaziyetle uyuşmayan garip bir duruma ilişti. Az ötede bir yiğit eyersiz çıplak atın kâh etrafından dolanıp kâh altından o tarafa bu tarafa geçip atın vücudunu incelemekteydi. Delikanlı, atın bir sağından bir solundan geçip, orasına burasına dokununca at sanki huylanmış gibi nazlanıp, silkelenerek tepinmeye başlıyordu. Bunun üzerine yiğit, atının boynuna sarılıp, başını aşağı eğerek kulağına bir şeyler fısıldıyordu ve at ancak o zaman durup sakinleşiyordu.

Yiğidin üzerinde iple bağlanmış, kısa, keten entari; altında, güreşe çıkacak gibi dizine kadar katlanmış pantolon; belindeki örme kuşağa asılmış, kabzalı tek bir kılıç… Tümü bu! Atında da ne eyer var ne koşum takımı.

Tuğrul Bey atını dizginledi:

“Ne oluyor böyle? O yiğit, durmuş durmuş da şimdi atını mı yıkayacak yoksa?” diyerek atının dizginini çekmiş tam yanı başında duran Çağrı Alp’e seslendi.

Çağrı Alp herkesten ve her şeyden haberdardır. Önünde ilerleyip giden koca ordunun içinde hangi yiğidin ne derdi olduğunu da bilirdi.

Çağrı Alp gülümseyip nedense “O” demeyip “Onlar” diyerek söze başladı:

“ ‘Bir kaftanlı, iki çıplak’ dedikleri işte bunlardır!”

Tuğrul Bey’in şaşkın şaşkın bakmasına cevap olarak Çağrı Alp söze tekrar açıklık getirdi:

Kaftanlı ya da entarili dedikleri yiğidin kendisidir; iki çıplak dedikleri de atı ile kılıcıdır. Böyle savaşıyorlar!”

Bu özel ve gurur verici açıklamayı işiten Tuğrul Bey’in güneş ve rüzgârla örselenmiş sert yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi ve bu gülümseme eşliğinde başını salladı:

“Vay be… Hadi, çağırın o… onları!”

Seyislerden biri hemen atını kamçıladı.

Tuğrul Bey, seyisin o yiğidin yanına varıp ona bir şeyler söylediğini görse de, bu yiğidin atına nasıl atladığını ve ne ara huzuruna geldiğini anlamadı bile. Seyis daha atının başını geriye döndürmeden o yiğit çoktan gelmiş Tuğrul Bey’in karşısında duruyordu. Gelir gelmez atından sıçrayıp indi ve saygıyla selam verdi. Eyersiz ve dizginsiz olan bu atı, böyle istediği zaman nasıl durdurabildiğine hiç anlam veremeyen Tuğrul Bey, yine yan tarafındaki Çağrı Alp’in yüzüne bakarak şaşkınlıkla gözünü kaşını oynattı. Çağrı Alp hiçbir şey konuşmadan “İşte, gördün mü?” der gibi yere bakarak gülümsüyordu.

Bunun üzerine Tuğrul Bey “Hım-m!” deyip o yiğide:

“Adın nedir, genç yiğit?” dedi. Yiğit:

“Agöyli derler!” diyerek kısa ve öz bir cevap verdi.

“Demek… Agöyli imiş…” diyerek Tuğrul Bey tekrar Çağrı Alp’in yüzüne baktı.

Çağrı Alp’in başka bir karakter yapısı daha vardı. Kendisine kim ne sorarsa sorsun, her hâlükârda bildiği şeye acele etmeden kısa ve anlaşılır cevap verirdi. Fakat kendisine sorulmazsa hiçbir söze karışmazdı. Bu yüzden de kendisine soru yöneltildiği için o an kardeşine “Sen bilirsin!” demeden net cevap verdi:

“Sultan Mahmut, bu tür yiğitleri sınırlarına muhafız olarak koyardı. Onlara belli bir müddete kadar evlenip aile kurmak, yurt tutmak yasaktı. Sadece atı ve silahı, bir de ak çadırı… Eğer ansızın o yiğitlerin obası başkaldırırsa, Sultan öldürülen yüksek statüdeki her idarecinin kanına karşılık bu ‘agöyli (ak çadırlı)’ denilen yiğitlerin onunun kellesini aldırırdı. Hem muhafız hem de bir nevi rehin oldukları için onlar maalesef…”

Tuğrul Bey “Hım-m!” deyip yönünü Agöyli’ye çevirdi. Agöyli de atı da başını yere eğmiş sohbete kulak kabartıyorlardı. Nedense “Bu ikisi tek vücut, bir can, bir ten olmalı…” şeklindeki aniden aklında ortaya çıkıveren fikirler at koşturur gibi bir çırpıda Tuğrul Bey’in zihninden geçti.

Bey, Agöyli’yi ve atını bir kez daha baştan aşağı süzdükten sonra:

“Peki, sana başka hiçbir şey vermediler mi?” dedi.

“Bana başka hiçbir şey lazım değil!” deyip Agöyli, bir eliyle belindeki kılıcını tutarken diğer elini de atın yelesine götürdü. “Bize bu yeter, beyim!”

“Pekâlâ! Yeterse tamam…” diyerek Tuğrul Bey de onun konuştuğu gibi kısa ve öz konuştu; sonra da Agöyli’nin atının balık sırtı gibi parlayan gövdesine ve sağrısına baktı:

“Atına yağ falan mı sürdün?”

“Aa, hayır beyim… Yağ sürülmeden bile bunun üzerinde zor oturuyorum!” diyerek Agöyli çocuksu gülümsemesini takındı.

“Zor oturman buysa!” diyerek onun daha az evvelki fırlayıp gelişini anımsayan Tuğrul Bey de kendi kendine gülümsedi ve tekrar Agöyli’nin atına doğru işaret etti:

“Bakımını sütle, yoğurtla yapıyorsun sanırım!”

Agöyli başını salladı ve yakınmaya başladı:

“Ah, beyim, aslında ben bunu eyere, koşun takımına boyun eğdiremedim… Tay iken de kendim eyer vurmak istemedim. Artık sırtına eyer değse mecali kalmayıp da yere yıkılıncaya değin tepinip zıplıyor. Gem vursam da faydası yok, dudağı yırtılıncaya dek yuları çekiyor, asla itaat etmiyor… Ama eyer, yular falan takmaya kalkmayıp da özgür bırakırsan, ne istersen yapıyor. Ne diyeceğimi ayağımdan mı anlıyor nedir bilemem… Ben de artık mecburen onun istediği gibi yapıyorum.”

“O hâlde, sen atını değil de atın seni eğitmiş desene!”

“Evet, öyle oldu…” diyerek Agöyli yine az evvelki çocuksu gülüşünü sergiledi.

Agöyli’nin atının kulaklarını dikip, ürkerek gözlerini oynattığını gören Çağrı Bey de dayanamayıp söze karıştı:

“Bu yüzden de ‘Alma al renkliyi!’ demiş eskiler… Al renkli at kolay kolay insana alışmaz.

“Hay Maşallah! Pekâlâ… Atın sana hayırlı olsun kardeşim!” deyip Tuğrul Bey güldü.

Beyin son sözüne Agöyli de keyiflenip güldü; bu esnada onun inci gibi dizilmiş dişleri bembeyaz ortaya çıkıp parıldadı.

Bunları yan taraftan gülerek izlemekte olan Çağrı Alp içinden “Şimdi buna ‘Gül!’ desen atı da güler bunun!” diye düşündü.

Sonra Tuğrul Bey, Çağrı Alp gibi “o” ya da “sen” diye ayırt etmeden tüm kalabalığa seslenir gibi:

“O hâlde, haydi yiğitler davranın!” dedi.

Tam o sırada öteden bir yiğit atını dörtnala koşturarak geldi:

“Beyim! Pirimiz Mäne Baba özel bir ulak göndermiş. Çok acil diyor…” dedi.

Tuğrul Bey ve Çağrı Alp hemen atlarının başını ulağın geldiği tarafa çevirdiler. O esnada Tuğrul Bey, Agöyli’ye tekrar bir şey demek istedi ve başını arkasına döndü. Baksa ki çoktan Agöyli de at da yok olmuştu. Tuğrul Bey hayret edip başını iki yana salladı ve atını topukladı.

***

Öyle bir savaş oldu ki. At toynağının gümbürtüsünden yer sarsıldı; uğultu, inilti, toz duman birbirine karışıp gökyüzüne ulaştı. Bu çarpışmanın ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini, kan ter içinde dört bir yana at koşturup, her bir yanda kılıç savuran askerlerin hiçbirisi, hatta ikisi de yüksek bir alandan bu savaşı izlemekte olan iki büyük rakip, Tuğrul Bey ve Sultan Mesut da biliyor gibi değildi. Bu savaşı şu an sadece Allah-u Teâlâ kendisi müdahil olup bitirebilirdi, başka da durdurabilecek bir güç yoktu.

Allah-u Teâlâ’nın da kimin tarafında olduğunu Kudret Sahibi ancak kendisi biliyordu. Bu yüzden de kaçan da “Allah!” diyordu, kovalayan da.

Sultan Mesut’un ordusu, Türkmen asıllı komutan Beydoğdu’nun başkumandanlığında oldukça sağlam bir nizam içinde savaşsa da, dört bir yandan kurt saldırır gibi ansızın ortaya çıkıp aniden de geri çekilen Selçuk atlılarının hücumları onları sürekli huzursuz edip bunaltıyor ve gittikçe de zayıflatıyordu. Bu kesintisiz ve düzensiz hücumlar sadece atlı ordunun değil, aynı zamanda her koşula alışık olan savaş fillerinin de aklını karıştırıp feleğini şaşırtıyordu. Sultan’ın ordusu böyle bir savaşa alışkın değildi.

Bu keşmekeşin ve kargaşanın içinde ilginç bir durum Tuğrul Bey’in dikkatini çekti. Ta ufukta birçok atlı aniden bir yere toplanıyor ve tekrar dağılıyorlardı. O esnada da onların arasından eyersiz çıplak bir at ok gibi fırlayıp çıkıyor ve iki üç atlıyı yüzüstü devirip tekrar geri kaçıyordu. Diğer atlılar peş peşe onun ardına düşüyor, lakin bu kaçıp gitmekte olan at birden duruyor ve aniden geri dönüyordu. Tam bunun üzerine de birkaç defa ışık parıldıyor ve dörtnala gelen atlılardan en önde olan bir ikisi yere seriliyordu.

İşte, eyersiz çıplak at yapacağını yaptı ve tekrar kaçtı. “Vay, vay, vay!” diyen Tuğrul Bey’in keskin kartal gözleri, o eyersiz çıplak atın üstünde âdeta yapışmış gibi oturan kırmızı entarili gövdeyi tanıdı. Agöyli atın üzerine kapandığından kızıl atın rengi ile Agöyli’nin kırmızı entarisinin rengi iç içe geçmişti ve uzaktan bakıldığında Agöyli ile atı yekvücut gibi görünüyordu. Tuğrul Bey kendi kendine birden:

“Oo… ‘Bir kaftanlı, iki çıplağımız da’ savaşa girmiş ya!” diyerek sesli konuştuğunu fark etmedi.

“Onlar tan yeri ağardığından beri savaşın içindeler!” diyerek Çağrı Alp anında cevap verdi.

…Bu defa Agöyli’nin etrafını oldukça kalabalık kuşattılar. Atı ve kılıcıyla birlikte büyük bir girdabın içine çekilmiş gibi, kalabalığın arasında kayboldu.

Bu vaziyeti izlemekte olan Çağrı Bey dayanamadı:

“Ona, acaba, en azından bir yardım mı göndersek? Bunca vakittir tek başına savaşırsan, her kim olursan ol…” dedi ve sözünü tamamlamadan Tuğrul Bey’in yüzüne baktı. Tuğrul Bey de kararsız kalmış gibi bir müddet duraksayıp düşündü. Tam bu sırada, az evvelki kargaşanın ve keşmekeşin arasından o çıplak at, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp çıktı.

Tuğrul Bey “Oh be!” diyerek derin bir nefes aldı. “Sağ imiş, her ne olursa olsun… En iyisi, ona ayak bağı olmayalım şu an!” dedi.

***

İnsanlar yoruldu, atlar bitkin düştü. Güneş de bunca vakittir yukarıdan savaşı izlemekten yorulmuş gibi, ağır gövdesini yavaşça aşağı bırakmaya başladı. Fakat sabahın erken saatlerinde başlayan Dandanakan Muharebesi henüz duracak gibi değildi.

Yorgunluktan, susuzluktan, aldıkları yaralardan dolayı atların alt çenesi sallanmış, ağızları köpürmüş; insanların dilleri ağzında şişmeye başlamıştı.

Bu durum Selçukluların direncini kırsa da, Sultan Mesut’un çoktan beri savaşmak için talim almamış olan askerlerine daha da ağır gelmişti. Onlarda artık ilk baştaki arzu, gayret, hiddet, tertip nizam kalmamıştı. Yüzlerinde “Aman, artık ne olacaksa olsun!” der gibi umursamazlığın, boş vermişliğin ifadesi belirmeye başladı. Bunu ilk önce Sultan Mesut fark etmeliydi; ama hayır, fark edemiyor, göremiyordu. O bekliyordu, “Padişah-ı âlem, biz yendik!” haberinin gelmesini bekliyordu. Ama bu haber ise bir türlü gelmiyordu. Sultan, sakilerin doldurduğu şaraptan ara sıra bir yudum alıp yanındaki vezirlere peş peşe “Hey, ne oluyor!” diye sorup duruyordu. Onlar ise cevap vermek yerine sadece başlarını aşağı eğiyorlardı. Mesut’un sürekli kımıldayarak oturmasından mıdır yoksa konulduğu yer ince kumlu olduğundan mıdır nedendir, kısacası, altındaki taht da olduğu yerde sabit duramayıp kâh o tarafa kâh bu tarafa eğilip bükülerek iki de bir düzeltmek zorunda kalan muhafızlara iş çıkartıyordu.