Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Deliler saltanatı», sayfa 3

Yazı tipi:

Turhan Sultan, bu teklif karşısında şaşaladı.

“Peki ya bu tekmenin bizden geldiği anlaşılırsa?”

“Hamza bu işi kimseye belli etmeden yapmalıdır.”

“Fena bir fikir değil, Sultanım! Bu şirretin elinden ve dilinden bir an önce kurtulmalıyız.”

“Ben bu fikrin husulünü en ziyade senin selâmetin için istiyorum. Fakat ben Hamza’ya böyle bir iş teklif edemem. Bu karar ve arzumuzu ona, gizlice, sen söylemelisin!”

Turhan Sultan “Peki,” diyemedi. Düşündü. Kösem Sultan, genç kadının tereddüdünü çok normal karşıladı.

“Yavrum,” dedi, “ben sana git de Şivekâr’ı öldür demiyorum. Onu öldürebilecek adamın kim olduğunu söylüyorum. Eğer karşında sürekli Şivekâr’ı görmek ve her gün onunla mücadele etmek istemiyorsan, bu işi bir an evvel bitirmelisin!”

Turhan Sultan, Şivekâr’ı mağlûp edecek herhangi bir fikir ve kararı yerine getirmek için taraftar görünmeye mecburdu. Turhan Sultan:

“Hamza Bey’i nasıl görebilirim?” diye sordu.

Aslında Valide Sultan bu planına, Turhan Sultan’ın zannettiği kadar inanmıyordu. Valide Sultan, başka hedeflerin peşindeydi. Evvelâ, bu teklifi ile Turhan’ın böyle bir cinayete âlet olup olamayacağını, bu sayede de Hamza Bey’le münasebetinin derecesini anlamak istiyordu. Ayrıca, Turhan bu işi kimseye sezdirmeden yapmaya muvaffak olursa kendisini de himaye edecekti. Çünkü Şivekâr’ın vücudunun ortadan kaldırılması demek, Kösem Sultan’ın eski hüküm ve nüfuzuna sahip olması, oğlu İbrahim’e daha fazla söz geçirmesi demekti. Bu bakımdan bu planla birçok iş başarmış olacaktı.

Eğer Hamza Bey işi kabul ederse Kösem Sultan, o gece, sarayda bir havuz âlemi, bir altıntop eğlencesi tertip ederek Padişahı oyalayarak cinayetin önemini kaybettirmeye çalışmayı düşünüyordu.

Valide Sultan tüm bunları kafasında tasarlarken, Turhan Sultan’ın Hamza Bey’i nasıl görebilirim şeklindeki sorusuna tebessümle başını sallayarak;

“Behram’ı senin emrine vereyim. Ona işin iç yüzünü anlatmamak şartıyla her şeyi söyler ve istediğini yaptırabilirsin! Vakit geçirmeye gelmez. Hemen bugünden işe başlamalı ve Behram’ı gönderip Hamza’nın nerede olduğunu araştırmalısın!” dedi.

* * *

“Gözümün içine neden bakmıyorsun, Sultanım! Sizi görmeyeli hayli zaman oldu! Beni şimdiye kadar niçin hatırlamadınız? Özlemediniz mi yoksa?”

“Bir türlü fırsat bulamadım. Sana olan aşkımın gittikçe derinleştiğini hissediyorum, Hamza! Seni bundan sonra her gün görmek istiyorum.”

“Her gün görmek… Bu, imkânsızdır. Çünkü benim her gün hareme girip çıktığımı Kızlarağası görecek olursa, derhal Kösem Sultan’a haber verir. Hem, siz beni niçin Behram Ağa ile çağırttınız? Onun esen rüzgârları bile Valide Sultan’a haber veren gammaz bir adam olduğunu bilmiyor musunuz?”

“Bana sadakati vardır. Sözümden dışarı çıkmaz!”

“Kösem Sultan’ın kâhyasını ben sizden iyi tanırım, güzelim! Onun sağı solu belli olmaz. Bu gün beyaz dediği şeye, sultanı siyah demişse, o şey derhal siyah olur. Ben böyle renksiz insanlarla konuşmaktan çekinirim. Ve size de tavsiye ederim. Bu herife iltifat ve itimat etmeyiniz.”

Turhan Sultan, Kösem Sultan’la yaptıkları planı bir türlü söylemeye cesaret edemiyordu.

Behram Ağa’ya ve Kösem Sultan’a karşı bu derece güveni olmayan Hamza’ya, Turhan Sultan, Şivekâr aleyhinde hazırlanmış facia planını nasıl söylemeye cesaret edebilirdi?

Aradan biraz zaman geçtikten sonra kendisini cesaretlendirmeye çalışan Turhan Sultan, Hamza’nın zayıf tarafının kendi aşkı olduğunu bildiğinden, bir tek buna güvenerek planı Hamza Bey’e söylemeye karar verdi.

“Hamza, sana mühim bir meseleden bahsetmek istiyorum. Ben sarayda çok zor ve tehlikeli bir vaziyete düştüm. Bu vaziyetten beni ancak sen kurtarabilirsin!” dedi.

Hamza Bey, sevgilisinin söylediklerini aşkla dinliyordu.

“İçine düştüğünüz bu tehlikeli vaziyeti bana anlatınız, Sultanım!” diyerek iyice sevgilisine sokuldu.

Turhan Sultan biraz çekinerek:

“Senden bir fedakârlık isteyebilir miyim, Hamza?” dedi.

Hamza Bey tereddütsüz:

“Sizin herhangi bir tehlikeden kurtulmanız için canımı fedaya hazırım, Sultanım!” dedi.

Bu cevaptan güç alan Turhan Sultan:

“Bu kadar büyük fedakârlığa ihtiyaç yok. Bir başkasının ölümü, beni bu tehlikeli vaziyetten kurtar maya yeterli olacaktır.” dedi.

“Başkasının ölümü mü?”

“Evet. Ve bunu bir tek sen yapabilirsin!”

“Sizi bu derece korkutan adamın kafasını derhal koparmakta tereddüt etmeyeceğimden emin olunuz, Sultanım!”

“Zaten, ben de senin, beni kalben sevdiğine, ancak bu fedakârlığına şahit olduktan sonra inanacağım.”

“Aşkımdan şüphe etmeyiniz Sultanım! Ben, sizi sevdiğim günden beri, aklını kaybetmiş bir serseri gibi dolaşıyorum. Ne yaptığımı, ne yediğimi, ne söylediğimi bilmeden yaşıyorum.”

“Fedakârlıklarla takviye edilmeyen aşklar, bence, en hafif esen bir hazan rüzgârı karşısında bile sarsılır, söner gider.”

“Size biraz evvel de söyledim ya, Sultanım! Bana ismini verin bu hilekârın. Hemen gidip kellesini gövdesinden ayırayım.”

“Sözünden dönmeyeceksin, değil mi?”

“Ben tükürdüğümü yalayan kancıklardan değilim. Beni hâlâ tanıyamadınız mı?”

“Fakat dikkat et, bu sır ölünceye kadar aramızda kalacak. Eğer günün birinde ağzından bir lâf kaçırırsan, ikimiz de cellâdın palası altında can verdik demektir.”

“Merak etmeyin. Benim adım Behram değil! Ben sarayda daima ağzı kilitli gezerim.”

“Onu ne vakit ve nasıl öldüreceksin?”

“Eğer kuvvetli biriyse, tuzağa düşürünceye kadar çalışacağım.”

“Kolları zayıf ve korkak bir kimseyse?”

“Derhal! Beş dakikada başını yere düşürürüm. Hem siz benim, çardaktan sarkan dalından asma kabağı keser gibi bir vuruşta, insanın kafasını gövdesinden ayırdığımı görmediniz değil mi?”

Bu cevabı işiten Turhan Sultan’ın tüyleri ürperdi. Bir an içinde cellâtlarla sevişen kadınların halini hayal etti ve kendine acıdı. Peri masalı adeta bitmişti. Fakat kendisine bu derece fedakârlık göstereceğini vaat eden bir erkeğe karşı sahte de olsa samimi davranmaya mecburdu.

“Beni bu kadar çok sevdiğini ümit etmiyordum, Hamza!” dedi, “Şimdi biraz daha gözüme girdin!”

Hamza Bey, bu kelimelerin altında gizlenen alaycılığı farketmedi.

“Haydi, Sultanım, kimdir bu mendebur?” dedi. “Çabuk söyleyin. Onu mademki idama mahkûm ettiniz. Bu lâtif ve temiz havayı daha fazla teneffüs etmesine müsaade etmeyelim!”

Şivekâr’ın ismini söylemeye bir türlü cesaret edemeyen Turhan Sultan, yanında duran zakkum saksısından bir çiçek kopardı. Yapraklarını yolarak avucunun içinde ovuşturdu. Ufaladı ve yere attı.

“Onu böyle bir anda mahvolmuş görmek istiyorum, Hamza! O, Padişahı bile avucunda oynatıyor. Sen ve ben, hepimiz onun esiri, oyuncağıyız!”

Turhan Sultan’ın ağzından ismi bir çırpıda alamayacağını anlayan Hamza Bey, öldüreceği kişiyi tahmin etmeye çalıştı:

“Kösem Sultan’dan mı bahsetmek istiyorsunuz yoksa? Eğer bana onu öldürtmek istiyorsanız, o, sizin zannettiğiniz kadar zayıf biri değildir!”

Turhan, iradesini kaybetmiş bir çılgın gibi, gözlerini açarak haykırdı.

“Sus, Hamza! O kadar iyi bir kadın hakkında, bu derece fena düşünmeni istemem!”

“Anladım, Sultanım! Anladım. Öldürmek istediğiniz kadının kim olduğunu anladım. Ben Padişahı bile sizin için belki öldürebilirim. Fakat Kösem Sultan’ı öldüremem.”

“Sus diyorum, Hamza! Ben sana onun ismini vermedim. Ben sana başka bir kadından bahsediyorum!”

“Saklama, sevgili Sultanım! Saklama. Siz bana ondan bahsediyorsunuz. Fakat ben ondan korkarım. Kılıcım yalnız onu kesemez.”

Turhan Sultan korkusundan tir tir titriyordu. Hamza Bey’e Şivekâr’ın adını söyleyemeyeceğini iyice anladı. Fakat Hamza Bey’in Kösem Sultan’ı kastettiğini düşünmesi çok kötü olmuştu. Onu bu düşünceden nasıl vazgeçereceğini düşünürken aklına öldürmek istediği kişiyi cariyelerin arasından birisi olarak göstererek bu işten sıyrılabileceği geldi. Hemen bu fikrini uygulamaya koydu:

“Son günlerde beni fazla rahatsız eden kadın Kösem Sultan değil, onun nedimesi Ferahfeza’dır,” dedi ve kendini tutamayarak ağlamaya başladı.

Turhan Sultan’ın aklına direkt Ferahfeza’nın isminin gelmesi oldukça tuhaftı. Çünkü Ferahfeza oldukça sessiz, sakin, terbiyeli bir kızdı. On sekiz yaşında, marifetli, uzun boylu, ince belli, buğday tenli olan Ferahfeza, Kösem Sultan’dan başkasını tanımayan, Padişahın dairesine bir kere bile geçmemiş bir kızcağızdı.

Hamza Bey’in yanlış anlaması Ferazfeza’nın ölümüne mi sebep olacaktı?

Turhan Sultan, bu ismi söylediğine çok pişman oldu fakat iş işten geçmişti, söz ağızdan bir kere çıkmıştı.

Hamza Bey, birden oturduğu yerden fırlayarak:

“Beni burada bekleyiniz, Sultanım! Size şimdi onun başını getireceğim,” deyip çıktı gitti.

Turhan Sultan, Hamza Bey’in arkasından hayretle baktı.

“Yalan söyledim. Gel. Gitme!” diye bağırmak geçti içinden fakat Hamza Bey, çoktan sarayın loş dehlizleri arasına karışarak gözden kaybolmuştu.

Turhan Sultan, çok tehlikeli bir işe girdiğini anlamıştı.

Şimdi ne yapacaktı?

Odasında yalnız kalınca düşünmeye başladı.

Şimdilik Şivekâr Sultan’ı öldürme imkânı yoktu. İsmini söyleyemezken Hamza Bey’in aklına bile gelmemişti. Demek o kadar öldürülmez bir kadındı Şivekâr.

Kendi kendine konuşmaya başladı.

“Hamza, içi sırlı bir küp gibi, her şeyi içinde saklayan bir gençtir. Ferahfeza’yı öldürse bile, bunu ondan ve benden başka kimse bilmez. Ve o vakit, bana çok daha fazla âşık olacağı için, kendisini kolaylıkla tahrik edebilirim. Demek ki Şivekâr’ın mezara gitmesi için, ondan evvel Ferahfeza’nın kurban gitmesi lazımmış.”

Turhan Sultan, yavaş yavaş kendini teselli etmeye çalışıyordu. Hamza’nın bu fedakârlığı Turhan’ı memnun etmişti. Hamza Bey’in senin uğrunda canımı fedaya hazırım sözü, sarayda entrika çevirmek isteyen bir kadın için elbette ihmal edilemezdi.

* * *

Hamza Bey, Turhan Sultan’ın dairesinden çıktıktan sonra az bir zaman geçmişti ki Valide Sultan, Turhan Sultan’ın dairesine geldi.

Sabah Sadrazam Mehmet Paşa’yla kavga ettiği için sinirli olan Valide Sultan:

“Turhan” diyerek söze başladı; “Ben şimdi Mehmet Paşa’nın yanına gidiyorum. Şivekâr, bu adamla benim aramı açtı. Bu sabah kendisiyle başlayan kavgamızı tatlıya bağlamaya çalışacağım.”

Turhan Sultan, birazdan Hamza Bey’in geri döneceğini bildiğinden Valide Sultan’ı dairesinden uzaklaştırmak için;

“Ben de biraz sonra Hamza ile o iş hakkında görüşmek üzere Behram Ağa’nın odasına gideceğim!” yalanını uydurdu.

“Aman Turhancığım, bu işi bugün ne yap ne et hallet. Çünkü Şivekâr, sarayda, dondurucu bir poyraz gibi her saat esmeye başladı.”

“Merak etmeyin, Sultanım! Ben Hamza’yı ikna etmek için elimden geleni yapacağım.”

“Turhan! Ben bu işin aksi tarafını da düşünüyorum. Eğer Hamza bu işi üzerine almaz, Şivekâr’ı öldürmek istemezse ne yapacağız?”

Sohbetin uzayıp daha fazla yalan söylemesine sebebiyet vermek istemeyen Turhan Sultan:

“Ben bu ihtimali düşünmedim, Sultanım. Hamza, Şivekâr’ın vücudunun ortadan kalkmasına taraftar görünürse, onu öldürmekte tereddüt etmez diye düşünüyorum” dedi.

“Şivekâr’dan çekinmesi ihtimali bu gece, beni sabaha kadar uykusuz bıraktı. Kendi kendime eğer dedim, bu işi Hamza yapamazsa, acaba Turhan becerebilir mi?

Kösem Sultan bu sözü söylerken, gözünün ucuyla da Turhan Sultan’ın yüzündeki manaları anlamaya çalışıyordu.

Valide Sultan’ı odadan göndermenin yollarını arayan Turhan Sultan, ilk başta bu sözün ne maksatla söylendiğini anlayamadı.

“Düşmanımı öldürmekte hiçbir zaman tereddüt etmem!” diye cevap verdi.

Kösem Sultan, ayakta sözüne devam etti.

“Bu kadının vücudu ortadan kalkarsa hepiniz rahat edersiniz!”

“Padişah bir şey hissetmez mi, Sultanım?”

“Ben şimdiden, Padişaha takdim edilmek üzere yeni cariyeler hazırladım.”

”Efendimiz son günlerde şişman kadınlardan hoşlandığı için, yeni cariyelerin de şişman olması ve Şivekâr’ı aratmaması gerekiyor Sultanım.”

“Bunu ben de düşündüm. Hazırladığım cariyelerin biri yetmiş, diğer ikisi de yetmiş beşer okka ağırlığında.”

Hamza Bey meselesini ve küçük yalanını unutan Turhan Sultan, rakibesinin vücudu ortadan kalkmışçasına sevindi.

“Şivekâr geberdikten sonra Efendimizin yüzünü sık sık görebileceğim, değil mi Sultanım?”

“Şüphesiz. İbrahim artık sizin olacak! Bilhassa senin. Çünkü o, seni diğer hasekilerden fazla sever!”

“Eskiden haftada iki üç defa Efendimizin iltifatına mazhar olurdum. Acaba şimdi haftada bir defa olsun beni hatırlayacaklar mı?”

“Hiç şüphe etme, yavrum! Sen Sultan İbrahim’i idare etmesini herkesten iyi bilirsin!”

“Padişahımızın, tıpkı bir çocuk gibi, zaman zaman mizaç ve zevkleri değişir. Fakat mavi gözlerimi her şeyden fazla sevdiğini söyler. Benim gözlerimi süzerek bakışım Efendimizin çok hoşuna gidermiş.”

Kösem Sultan’ın da hiddeti geçmişti.

“Mavi gözü ben de severim, Turhan!” dedi. “Ferahfeza’yı da mavi gözleri için yanımdan ayırmıyorum!”

Bu esnada, kapının önünde bir ayak tıkırtısı işitildi. Ferahfeza’nın adı geçtiği an işitilen tıkırtılar sebebiyle Turhan Sultan’ın benzi sapsarı oldu. Dışardan Hamza Bey’in sesi geliyordu.

“Sultanım, kapıyı açınız, düşmanınızın başını getirdim! Hâdiseyi tevil etmenin imkânı yoktu.”

Turhan Sultan’ın dizleri de titremeye başladı. Bir türlü kapıya gidemiyordu.

Ayakta duran bir heykel gibi donup kaldı. Kösem Sultan kapıyı açınca Hamza ile karşılaştı.

“Nereden geliyorsun, Hamza?”

Hamza Bey, Turhan’ın odasında göreceğini hiç tahmin etmediği Valide Sultan’la karşılaşınca önce şaşaladı ve gözlerini açarak Turhan’a hitaben ”Aferin Sultanım,” dedi, “beni ne kadar çok sevdiğinizi şimdi anladım. Ben aslında anası babası belirsiz insanlara itimat etmemeye yemin etmiştim.” dedi ve kanlı bir bohça içinde getirdiği bir insan başını odanın ortasına fırlatarak kaçtı.

Kösem Sultan evvelâ meselenin mahiyetini anlamadığı ve Turhan Sultan’ın sohbetin başında söylediği yalanı hiddetinden unuttuğu için, Hamza’ya bir şey söylemedi. Bu arada yerdeki bohçadan kanlar sızmaya başladı.

Kösem Sultan, Turhan’ın yüzüne bakarak güldü.

“Bu işin bu derece çabuk halledileceğini doğrusu hiç ümit etmezdim. Hamza, acaba, Şivekâr’ın gövdesini nereye sakladı? Padişah meseleyi haber alınca etrafı araştırır.”

Kösem Sultan lâfını bitiremedi. Oda kapısının önünde bekleyen Behram Ağa’nın sesi işitildi.

“Sultanım, Mehmet Paşa odasında teşrifinizi bekliyor!”

Kösem Sultan bohçaya elini sürmeden benzi sararan Turhan’ın yanına sokulup saçlarını okşadı.

“Hakkın var yavrum, sen daha çocuksun! Bu gibi cinayetlere sarayda sık sık tesadüf edecek ve günün birinde alışacaksın! Şivekâr’ı mezara göndermeye muvaffak olan bir genç kadın, artık iman ettim ki, Padişahı parmağında çevirmeye hazırdır!”

Turhan korkusundan sesini çıkaramadı. Söylemek istediği şeyler boğazında düğümlendi.

Kösem Sultan kapıdan çıkarken, şu sözleri ilâve etti:

“Bu başı ortadan kaldır. Gizli bir köşeye sakla. Sonra müsait bir zamanda Haliç’e gönderip attırırsın veya saray bahçesinin izbe bir yerine gömersin. Dikkat et, yavrum! Şivekâr’ın ölümü önemsiz bir olay değildir. Çok merak ediyorum, acaba gövdesi nerede?”

Kösem Sultan Turhan Sultan’ın cevabını beklemeden gitti.

Turhan Sultan, kapıyı kapayıp göz ucuyla bohçaya baktı.

İlk bakışta yerde duran bohçanın içinden akan kanlar, Acem halılarının üzerinde net görünmüyordu.

Turhan Sultan kapıyı kapattıktan sonra ilk iş olarak bohçayı açtı, aslında Turhan Sultan, bohçadan kimin başının çıkacağını tahmin ediyordu, zaten bu yüzden Hamza Bey geldikten sonra, Kösem Sultan’ın karşısında ağzından tek bir kelime bile çıkmamıştı.

Bohçanın içindeki Ferahfeza’nın başı canlı gibiydi, Turhan Sultan bu başı görünce bütün tüyleri ürperdi:

“Ferahfeza! Sen misin?” diye bağırdı.

Genç kızın çehresi solmuştu. Kesik boynundaki inci gerdanlığı kan pıhtılarıyla boğazına yapışmıştı.

Turhan Sultan ne yapacağını bilemez bir halde, odanın içinde deli gibi aşağı yukarı dolaşıyor “Ben ne yaptım?” diyordu. “Biraz sonra bu başın kime ait olduğu anlaşılırsa, bunu nasıl açıklayacağım?”

Bir yandan zihnini toparlamaya çalışırken, bir yandan da kesik başı bir köşeye götürüp sakladı.

Kösem Sultan, dairesine geçince, her şeyden önce nedimesini arayacaktı! Bulamayınca kıyametler kopacaktı!

Turhan Sultan, korkuyla bunları düşünürken aklına bir çare geldi: Bir başkasının daha kanına girerek bu işin içinden sıyrılacaktı.

Turhan Sultan’ın planına göre Hamza’yı feda edecek, Hamza’nın kendisine bir gösteriş yapmak için Ferahfeza’yı öldürdüğünü söyleyecek, böylece bütün cinayetin mesuliyetini bu zavallı gence yükleyecekti.

* * *

Bu esnada Padişah sokağa çıkmak için hazırlanıyordu. Sarayın en güzel cariyelerinden biri olan Şekerpare, Sultan İbrahim’in sakalını incilerle süslüyerek hazırlanmasına yardım ediyordu.

Kadın çeşitliliğinden çok hoşlanan ihtiraslı Padişah, genç kızın memelerini sıkıştırarak mırıldanıyordu:

“Şekerparem! Sen, kırmızı dudaklarınla, pembe beyaz vücudunla gözüme o kadar güzel görünüyorsun ki… Cennet meyvesi gibi, seni bir hamlede yiyip bitirmek istiyorum.”

Şekerpare’nin kıvrık kirpikleri ve iri siyah gözleri gerçekten de Padişahın başını döndürüyordu.

Sultan İbrahim, daha fazla dayanamayıp genç kızın beline kollarını doladı ve onu öpüp sıkıştırmaya başladı.

Hasekilerin hepsinden güzel ve biraz da cüretkâr bir kız olan Şekerpare;

“Padişahım, beni çok sıkmayınız. Belim kırılacak!” diye bağırınca, Sultan İbrahim büsbütün coştu.

“Aşüfte,” dedi, “benim halvetim senin için bir saadettir. Bana mani olma. Saçlarını dök. Göğsünü aç. Bak kalbim nasıl çarpıyor! Gerçekten, senden çok hoşlandım. Turunçlarını boynuma sür. Haydi, durma!”

Şekerpare, Padişahın zayıf damarını bulunca, her zaman ele geçmeyen bu fırsatı kaçırmak istemedi.

“Padişahım,” dedi, “benden hoşlanıyorsunuz ama, bana hiç iltifat etmiyorsunuz! Benim diğer hasekilerden ne eksiğim var? Boyum, posum, yüzüm hepsinden güzel değil mi? Biricik Şekerpare’niz de diğer hasekileriniz arasında bulunursa ne olur?”

Bu sözler üzerine Padişah sokağa çıkmaktan vazgeçti, hemen bir eğlence tertip etti, nar şerbetleri amberler sırayla Padişahın dairesine getirildi. Keyfi yerinde olan Padişahla cariyesi baş başa kalınca sabaha kadar eğlendiler. Sabahleyin güneş doğarken, geceki eğlencenin yorgunluğuyla bitkin bir halde yatağında yatan Padişahın huzuruna Kızlarağası geldi.

Kızlarağasını gören Sultan İbrahim, genç cariyesi Şekerpare’ye hitaben “Senin ismin de bundan sonra Şekerpare Sultan olsun!” dedi. Şekerpare, bu sözlerini duyunca Efendisinin ayaklarına kapanarak teşekkür etti.

Kızlarağası duydukları karşısında şaşkınlığından neredeyse küçük dilini yutacaktı. Cariye Şekerpare bir anda Padişah karısı olmuştu!

Kızlarağası gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu.

Nasıl inansın ki? Şekerpare’nin daha üç gün evvel bizzat Padişah tarafından eski vezirlerden birinin oğluna verilmesi emredilmişti.

Hâlbuki Şekerpare, vezir oğluna varmak istemiyordu. Onun en büyük emeli sultan olmaktı.

Genç kızın böyle bir istekte bulunma hakkı vardı. Öyle ya. Genç kız neden sultan olmasındı?

Şekerpare’nin diğer hasekilerden ne farkı vardı? Diğerleri kadar terbiyeli, hatta hepsinden daha güzel ve sevimliydi.

Şivekâr Kadın, Üsküdar sokaklarından saraya getirilir ve resmen Padişah karısı olur da sülün gibi zarif, güzel Şekerparecik neden sultan hanım olamazdı?

Padişahın dairesine cariye olarak giren Şekerpare’nin, sultan olarak çıktığını duyan diğer cariyeler ve hasekiler hemen kıskançlığa ve dedikoduya başladılar:

“Ben size söylemedim mi, bu şırfıntıyı Hünkârın yanına sokmayalım diye?”

“Efendimiz de bu maskaranın neresini sevmiş, bilmem ki.”

“Zaten, devlet kuşu böyle miskinlerin başına konar!”

“Bu habere inanmak için deli olmalı!”

“Neden?”

“Nedeni var mı a canım? Padişah, Şekerpare’yi, daha üç gün önce Hüseyin Paşa’nın oğluna vermedi mi?”

“Hünkârın keyfinin kâhyası değiliz ya. O gün verdiyse, bugün de geri alması güç bir iş değil!”

“Ah Yarabbi. Ne saadet bu? Bir günlük sultanlık için, bütün ömrümü veririm.”

“Deli!”

“Ben, sen. Hepimiz deliyiz. Bir kişi dışında…”

“O da kim?”

”Turhan.”

“Haaa. Şu Rus dönmesi mi?”

“Beğenemedin mi?”

“Nesini beğeneyim?”

“Şeytanlıkta hepimizi geride bıraktı. Arasıra Efendimizin iltifatına da mazhar oluyor. Şivekâr’la arası açık olduğu halde, Padişah onu hoş görüyor.”

Şekerpare, bu dedikoduları duyunca daha önceki bir iftira olayında bir gecelik halvet karşılığında kendisini kurtaran Sadrazam Mehmet Paşa’nın yanına koşarak:

“Aman Paşacığım, bir halvete daha razıyım, yeter ki şu kadınları susturmanın bir çaresini bulun!” dedi.

Sadrazam Mehmet Paşa, Şekerpare’ye teminat verdi.

“Yavrum,” dedi, “onların ağzını ben kapatırım ama sen de böyle, ara sıra hatırımı sormaya gelirsin. Beni unutmazsın, tamam mı?”

Şekerpare, Mehmet Paşa’nın odasında iki saatten fazla kaldıktan sonra çıkıp gitti.

Hâlbuki Mehmet Paşa’nın, kadınlar üzerinde hiç de nüfuzu yoktu. Hasekilere ayrı ayrı rica etse bile, sarayda her gün bin fitne icat eden yüz elli cariyenin ağzına nasıl kilit vuracaktı?

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
ISBN:
978-625-8068-49-8
Telif hakkı:
Maya Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu