Kitabı oku: «Yıldız'da Neler Gördüm?»
İsmail Müştak Mayakon, 1882 yılında Yunanistan’da doğdu. Orta ve lise öğrenimini Halep İdadisinde bitirdikten sonra 1901’de Mülkiye Mektebinden mezun oldu. 1902’de Yıldız Sarayı’nda Üçüncü Kâtipliğe atandı. II Meşrutiyet’ten sonra yeni kurulan Ayan Meclisi Umumi Kâtipliği görevine getirildi. Temmuz 1919’da İstanbul’u işgal eden İngilizler tarafından tutuklandı. Burada beş ay tutuklu kaldıktan sonra İttihat ve Terakki üyeleriyle beraber Malta’ya sürüldü. İki buçuk yıl süren sürgün hayatından TBMM hükûmetinin girişimiyle kurtarılarak Temmuz 1922’de İstanbul’a döndü.
Politikacı ve gazeteci olan Mayakon, Atatürk’ün isteğiyle TBMM’de beş dönem Siirt milletvekilliği yaptı. Bu arada edebiyat, tarih, hukuk ve 1933’ten sonra da dil konularıyla yakından ilgilendi. Ağustos 1938’de yakalandığı hastalığın tedavisi için gittiği Paris’te vefat etti. Daha sonra cenazesi İstanbul’a getirildi.
Yıldız’daki anılarını kaleme aldığı Yıldız’da Neler Gördüm eserinin yanı sıra Maksim Gorki’den Ana’yı, Emile Zola’dan Assomuvar’ı, Anatole France’dan İlahlar Kana Susamışlar eserlerini tercüme etmiştir.
ÖN SÖZ
Fikir hayatının en verimli ve en olgun çağında kaybettiğim İsmail Müştak’ın gazete veya dergi sayfalarında yayımlanmış veyahut da taslak hâlinde kalarak basılmasına fırsat bulunamamış olan yazılarını toplamaya karar verdim. Memleketin yazım hayatında senelerce yer tutan bu değerli eserlerin dağılıp bir kenarda perişan kalmasına gönlüm razı olmadı.
Bu suretle Müştak’ın aziz ruhuna karşı sevgi ve bağlılık vazifemi yapmakla beraber memleketimin tarih ve edebiyatına da hizmet etmiş olacağıma inanıyorum.
Tarihimizin son devirlerinin ön saflarında yaşamış, insanları ve hadiseleri bütün hususiyetleriyle yakından görmüş ve tahlil etmiş, ateşli bir zekâ ve kuvvetli bir kalemin mahsulü olan bu metrukâtı mevzuları itibarıyla kısımlara ayırarak bir kitap silsilesi hâlinde çıkarmaya uygun gördüm. Bu seriye Müştak’ın faziletli ve çalışkan resmî hayatının başlangıcına ait olan Yıldız’da Neler Gördüm? adlı eseriyle başlıyorum.
Tarihimizde meşum olduğu kadar önemli bir yer tutan Yıldız saltanatının bu canlı ve renkli hatıraları talihin garibe ve acı bir cilvesiyle maalesef bir türlü tamamlanamamıştır.
1911’de Mahmut Şevket Paşa’nın bir müdahalesiyle yayımı durdurulan bu yazılar, 1937’de tekrar yazılmaya başlamış fakat bu defa da Müştak’ın ulu kurtarıcımız Atatürk’ün şerefli huzurunda sürekli bir tarzda kalemiyle ve ilmiyle çalışmak mecburiyetinde kalması üzerine şahsi ve hususi meşguliyete maddi imkânı kalmamış ve tabii olarak yarıda kalmıştı.
Nihayet aziz Müştak’ın hiç beklenilmeyen insafsız hastalığı ve onu takip eden acıklı ölümü bu saray hatıralarının katiyen tamamlanmamasına sebep olmuştur.
İşte ben şimdi 1911’de Tanin’de çıkan makalelerle 1937 taslaklarını bir araya getirerek bir kitap hâlinde muhterem okuyuculara takdim ediyorum.
Ömrümün kalan kısmını, yukarıda bahsettiğim kitaba silsilesini tanzim ve neşretmeye hasredeceğim. Belki birçok kusurlarım olacaktır, bunların aczime ve hüsnüniyetime bağışlanacağından eminim.
Sadiye Mayakon
YILDIZ’DA NELER GÖRDÜM
BAŞLANGIÇ
Meşrutiyet’in ilanından beş yıl sonra Tanin’de Yıldız Hatıraları adıyla tarihi bir tefrikaya başlamıştım. Daha ilk gününde yoğun bir ilgiyle karşılanan bu tefrika özellikle saray localarında fazla dikkat çekmişti. Hakikaten tefrikaya başlarken, “bugün milletin tasarrufuna geçen, yarın günahkâr siması ve çamurlu elleriyle tarihin huzuruna çıkacak olan maziyi gelecek nesillerin gözü önüne koymakta, millete dün kendisini idare edenlerin esas huylarını ve yaşamış olduğu muhitin hâl ve şanını öğretmekte fayda gördüğümü” ileri sürerek Yıldız Sarayı’nda beş buçuk sene resmî bir görev işgal etmiş olmanın verdiği yetkiyle Yıldız hayatını, Yıldız facialarını; gördüğüm, işittiğim, okuduğum ve öğrendiğim gibi yazacağımı ilan etmiştim.
Hakikaten öyle oldu. Tefrika ilerledikçe sarayın telaşı artıyordu. Osmanlı tahtında oturan Sultan Reşat, kendisini otuz dört yıl kesintisiz ve merhametsiz bir nezaret altında, tıpkı bir kalebent gibi yaşatan Abdülhamit’ten, hatta hatırasından bile korkuyordu. Sırası geldikçe hanedan azasından, bunların oynadıkları rollerden, içtimai ve hususi vaziyetlerinden bahsedecektim. Şurası muhakkak ki Sultan Reşat bu tefrikayı hoş bir nazarla görmüyor, sarayın hoşnutsuzluğunu anlatan haberler bana kadar geliyordu.
Ben o tarihlerde Ayan Meclisi genel kâtipi idim. Bir gün Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın yaverinden şu telefonu aldım:
“Paşa hazretleri yarım saate kadar sizi görmeye gelecekler…”
O devrin en nüfuzlu simalarından sayılan Mahmut Şevket Paşa parlamentoya bile nadir uğrayan insanlardandı. Bir ayan genel kâtipini ziyaret etmesi o günlerin siyasetine göre akla sığar şey değildi. Çok fazla düşündüm, fakat ziyaretin nasıl bir sebebe dayandığını bir türlü bulamadım. Mahmut Şevket Paşa, tayin olunan saatte, ayan genel kâtipliği odasına geldi. Teklifsiz bir tavırla, gülerek elimi sıktı. İlk önce yazılarımı pek beğendiğinden bahsederek bir hayli övgüde bulundu. Ben bu iltifata teşekkür etmekle beraber Mahmut Şevket Paşa gibi bir adamın sırf beni methetmek için ta Harbiye Nezaretinden kalkıp Fındıklı’ya geleceğine hiç ihtimal vermiyordum. Nitekim öyle oldu: Paşa metih ve övgü faslını kısa keserek asıl mevzuya girdi:
“Yıldız Hatıraları’nı dikkatle ve zevkle okuyorum. Çok canlı yazıyorsunuz. Ancak zatı şahane bu yazılardan müteessir olmuşlar, teessürlerini bana bizzat ifade buyurdular. Kendileri gibi melek huylu bir hükümdarın rencide olmalarını hiç kimse arzu etmez. Tefrikaya son vermenizi sizden ricaya geldim. Lütfedersiniz değil mi?”
Mahmut Şevket Paşa’nın bu nazik ricasındaki manayı anlamak güç bir şey değildi. En son, ayan riyasetine bağlı bir memur olduğum için beni o vasıta ile de susturabilirdi. Veliahtlığı zamanında her türlü hürriyetten mahrum yaşamış bir adamın hürriyet sayesinde ve hürriyet yoluyla padişahlığa çıkar çıkmaz –ne kadar mülayim şekilde de olsa- fikir ve kalem hürriyeti aleyhine vaziyet alması bende müthiş bir hayal kırıklığı uyandırdı. Derhâl kararımı verdim: tefrikayı durduracaktım. Mahmut Şevket Paşa bundan çok memnun kaldı; geldiği gibi şen şakrak ve iltifatkâr çıktı gitti.
Yıldız Hatıraları senelerce, kalbimde ve hayalimde öksüz bir çocuk mahzunluğuyla yaşadı durdu. Abdülhamit devrinin tarihini yazacak tarihçiler için ufak, fakat kıymetli bir vesika hazırlamak zevkinden bu nedenle mahrum kaldım.
Yıllar geçtikçe hafızam ve hatıralarım tozlanıyordu. Vakit vakit içimde bir hasret, o öksüz çocuk için bir elem duyuyor, bazen vazifesini tanımamış bir adam gibi kendi kendime çıkışıyordum.
Nihayet, bundan dört sene evvel, bir yaz günü, bahçemin kocaman bir ağacı altında, bilmem nasıl oldu maziye doğru bir seyahat yaparken yolum Yıldız semtine uğramıştı. Derhâl o öksüz yazı gözümün önünde canlandı. Birden karar verdim: Hatıralarıma devam edecektim. Bu yazılar o kararın mahsulüdür. O günle bugün arasında üslup farkından ve isim değişikliğinden başka hiçbir ayrılık yoktur. Esasen Yıldız Hatıraları adını fazla iddiacı buluyorum. Yazılarımı layık oldukları mütevazı çerçeve dışına taşırmamak için bunlara “Yıldızda Neler Gördüm?” adını verdim ve yazmaya başladım.
Bu yazılar ne Abdülhamit devrinin bir tarihî siyasisidir, ne de Yıldız’da yaşamış bir diplomatın siyasî hatıratı… Bunlar olsa olsa yirmi beş yıl evvele ait gözlemlerimin izleri üstünde bugün yapılmış bir kalem gezintisidir. İddiasız ve sade bir gezinti… Esasen bundan fazlasına hakkım da yoktu. Çünkü ben Yıldız denilen ucu bucağı bulunmaz âlemde bir seyirciden başka bir şey değildim. Benim orada mütevazı bir köşe pencerem vardı. O zaman o pencereden seyrettiklerimi bugün yazıyorum. Dün gören bir seyirci, bugün kaydeden bir kâtip. İşte bütün rolüm!
Başlamadan evvel söyleyeyim ki bu yazılar ne bir kimseye cevap ve mukabeledir ne de çıbanbaşı koparmak maksadıyla yazılmış bir tahrik ve müdahaledir. Maksadım muayyen bir tarihin muayyen bir cephesini aydınlatmaktır. Buna muvaffak olursam kendimde vazifesini yapmış bir adam hazzı duyacağım.
Vazife diyorum; çünkü Abdülhamit devrini yaşamış, hele Yıldız Sarayı’nda bir mevki ve sanat sahibi olmuş bir düşünür için o devrin tarihine hizmet etmek, o sarayın iç yüzünü zapt edip yazmak bir vazifedir. Bunlar vazifelerini yapmadıkları için Abdülhamit devri ve Yıldız Sarayı masal ve roman mevzularını geçememiştir. Hâlbuki o, başlı başına bir tarihtir. Bu tarihin yaprakları boş kalmasından yahut yanlış yazılarla dolmasından o düşünürler derece derece mesuldürler.
Yazılarımda belli başlı iki kaynağım var: Gördüklerim, işittiklerim… Abdülhamit devrini yaşamış olanlar bilirler ki o zaman Osmanlı hükûmeti demek Yıldız Sarayı demekti. Bu saray kulislerinde olup biten şeyleri görmek, bu sarayda binbir delikten çıkan sesleri işitmek Sultan Hamit’in saltanatını yazmak isteyen bir adam için oldukça zengin iki vasıtadır.
Hakikaten Yıldız Sarayı durmadan çalışan bir sinema perdesi, geceli gündüzlü devam eden bir tiyatro sahnesi idi. Perdeye akseden manzaralar o kadar aşikâr idi ki görmemek mümkün değildi. Sahnenin oyuncuları o kadar yüksek konuşuyorlardı ki işitmemek için sağır olmak lazımdı. O vakit benim gözlerim kuvvetliydi. Kulaklarım da sağır değildi. O zaman görüp işitmek tabii bir hadise idi, şimdi de düşünüp yazmak tarihî bir vazife olmuştur.
Eksik görmüş, noksan işitmiş olabilirim. Fakat ne gördümse, ne işittimse, görüp işittiklerim bende ne intiba bıraktıysa, hepsini sadakatle yazacağım. Şunun veya bunun siteminden, sorgulamasından çekinmeyeceğim.
Yazılarımda şahıslara, tesadüf edilse bile şahsiyatın yeri olmayacaktır. Kararım budur ve sonuna kadar bu çerçeve içinde işleyeceğim.
İsmail Müştak Mayakon
MEKTEPTEN SARAYA
Mülkiye Mektebinden çıkar çıkmaz Dâhiliye Nezareti mektubî kaleminde altmış kuruş maaşla müsevvitliğe tayin olunmuştum. Aynı sene içinde, mektebin dağıtım mükâfat merasiminde hazır bulunan Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa, şehadetname alan sınıf arkadaşlarım namına o gün söylediğim bir nutku pek beğenerek maaşımı yüz yirmi kuruşa çıkarmıştı. Vazifemden memnundum. Amirlerim de benden hoşnut idiler.
1903 senesine tesadüf eden bir ramazan ayının yirmi altıncı günü… Mektubî kalemindeki masamın başında oturuyordum. Vakit öğle sonudur. Odanın havasında Ramazan günlerine mahsus bir ağırlık var. Kapı önünde uyuklayan ihtiyar odacıdan dört köşe sakalıyla bir Âsuri papazını andıran kalem müdürüne kadar herkes az çok tiryaki…
Bir aralık omuzuma bir el dokundu. Döndüm: İhtiyar odacı, bir baş işaretiyle, beni dışarı çağırıyordu. Çıktım ve sofada Mülkiye Mektebi müdürü Recai Efendi’nin odacısı Nuri Ağa ile karşılaştım. Nuri Ağa kulağıma eğilerek:
“Müdür Bey şimdi sizi ve Esat Efendi’yi mektepte bekliyor.” dedi. Birden midem bulandı. Recai Efendi’den gelen bu davet hayra alamet değildi. Gerçi mekteple alakam kesileli altı ay olmuştu. Fakat Recai Efendi “rızayı âliye aykırı harekette bulunanları” altı yıl sonra da yakalayıp Abdülhamit’in siyasetgâhına götüren bir adamdı. Mülkiye Mektebinde onun yegâne vazifesi talebenin fikir ve vicdanlarına sokulmaktı. İkide bir: “Bize boynuzlu koyun lazım değil.” derdi. Recai Efendi’ye göre boynuzsuz koyun demek, mektebe gözü kapalı girip yine gözü kapalı çıkan talebe demektir. Serbest düşünen, muhalefet ve eleştiri yapan, Avrupa’dakilerle münasebet veya yakınlğı olan her talebe boynuzlu koyun sayılırdı. Böyle boynuzları kırmak hususunda onun şeytanca bir mahareti ve bunu yapmak için de sarayla sıkı fıkı bir münasebeti vardı. Kendinden evvel müdürlükte bulunan Abdürrahman Şeref Efendi’nin ayağını bu mahareti sayesinde kaydırdığı rivayet olunurdu. Recai Efendi’ye kalsa, seri hâlinde mal çıkaran fabrikalar gibi o da Mülkiye Mektebinden bir tipte, bir düşüncede yahut aynı düşüncesizlikte kullar yetiştirecekti.
Arkadaşım Esat’ı; Kapalı Fırın civarında oturduğu bir bekâr odasında aramaya giderken kafamın içinden hep bunlar geçiyordu. Kendi kendime: “Acaba bugünlerde ters bir halt mı ettim?” diyordum.
Esat’ı odasında buldum Recai Efendi’den gelen davet haberini söyledim. O da benim gibi şaşaladı. Uzak yakın her nerede olursa olsun bir vilayet maiyet memurluğu yakalayarak gitmeyi düşünen Esat, yol ortasında arabasının tekerleği kırılan bir adam gibi melul melul yüzüme bakıyordu. Mektepte sınıf arkadaşım, sonraları Ayan Meclisinde mesai yoldaşım olan Esat, zekâ ve kabiliyetin vefa ve soyluluğun yüksek bir numunesi idi. Genç yaşında gözlerini hayata kapayan Esat’ın aziz hatırasını burada hürmetle anmayı kendime borç bilirim.
Esat’la beraber mektebe gittik. Sokak kapısından başlayan çakıllı yokuşu tırmanırken, loş ve serin koridorlardan geçerken, içimde helecana benzer bir şey duyuyordum. Hayatımın en bahtiyar senelerini çatısı altında geçirdiğim mektep o gün beni korkutmuştu. Kafamın içinde türlü türlü ihtimaller dolaşıyordu. Mekteple alakamız kesildikten altı ay sonra gelen bu davete bir mana veremiyordum. Bu, bir sorgu başlangıcı olabilir, bunu Zabtiye Nezaretinde yahut Hasan Paşa karakolunda bir tutukluluk takip edebilir, daha sonra uzak bir vilayete sürülmek tehlikesi baş gösterebilirdi, Paris’e kaçan büyük kardeşimin yüzünden babama neler çektirmemişlerdi! Zavallı adam, ihtiyarlık zamanında, bir de benim yüzümden azaba uğrarsa bu, elbette hoş bir şey olmazdı.
Recai Efendi’nin odası önüne gelmiştik, Nuri Ağa kapıyı açtı. Recai Efendi, Sultan Mahmut türbesine bakan müdüriyet odasının tam ortasında ve ayakta bizi karşıladı. Kaşları çatık değildi, hatta yüzünde bir tebessüm bile vardı. Rahat bir nefes aldım. İşin içinde korkulacak bir şey yok demekti. Recai Efendi kısaca hâl hatır sorduktan sonra:
“Bu akşam Sarayı Hümayun’da Kâtip-i Sâni Hazreti Şehriyarî İzzet Paşa hazretlerine iftara davetlisiniz.” dedi. Bu sefer de şaşkınlıkla duraladık. Sarayı Hümayun, kâtip-i sânî, iftar-ı seniyye… Bunların ismini işitirdik, fakat bir gün oralara gideceğimizi, öyle saray adamlarıyla bir sofrada oturacağımızı hatırımızdan geçirmezdik. Recai Efendi yabancı bir dil konuşuyor sanmıştık. Recai Efendi izah etti: Zatı şahane o sene mektepten birincilik ve ikincilikle çıkan efendilerin iftara gelmelerini irade buyurmuş. Bundan dolayı Esat’la akşama doğru, Yıldız Sarayı’na gidecek, kapıdan içeri haber gönderecek, İzzet Paşa’nın huzuruna çıkınca Mülkiye Müdürü tarafından gönderilen iki efendinin biz olduğumuzu söyleyecektik. Recai Efendi sözünü bitirirken “İnşallah hakkınızda hayırlı olur.” demişti. Hayırlı olacağına hiç değilse bu iftar sonunda bize bir zarar gelmeyeceğine şüphemiz kalmamıştı. Yoksa Recai Efendi bizi Yıldız’da İzzet Paşa iftarına değil, Beşiktaş’ta Hasan Paşa karakoluna gönderirdi.
Çekilip gideceğimiz sırada Recai Efendi, ayağımdaki pantolonu göstererek:
“Bu açık renk pantolonla Sarayı Hümayun’a gidilmez, koyu renkli bir pantolon giyiniz.” dedi.
Buna benim de aklım yatmıştı. Fakat ne çare ki başka pantolonum yoktu. O zaman ben, bütün gardırobunu sırtında taşıyan bir memur çocuğu idim. Hatırıma Van valisi Tahir Paşa’nın oğlu sınıf arkadaşım ve kıymetli dostum Cevdet geldi. Ondan bir pantolon tedarik edebileceğimi düşünerek Aksaray’daki evine gittim. Cevdet’in çok mübarek ve kibar bir annesi vardı. Bana Cevdet’in pantolonlarından birini verdi. Bu pantolon bana uzun gelmişti. Paçalarını kıvırdım. Biz Horhor’da oturuyorduk. Ayaküstünde anneme saraya çağırıldığımızı söyledim. Zavallı kadın telaş etti: “Sakın oğlum, geç kalma.” dedi.
Esat’la Galata Köprüsü başında birleşmek üzere sözleşmiştik. Onu mülakat noktasında hazır buldum. Bir arabaya atladık. Daha o güne kadar Beşiktaş semtine geçmiş değildim. Hele Esat, Galata tarafını ilk defa olarak görüyordu. Yolda pek az konuştuk. Düşüncelerimizi birbirimize söylemekten çekiniyor gibiydik. Araba düz ve geniş caddelerden giderek bir yokuşa saptı. Yolda atlı, yaya birçok insanlar inip çıkıyorlardı. Nihayet bir meydanlıkta durduk. Yıldız’a gelmiştik.
Burası bizim için İstanbul taraflarına hiç benzemeyen yepyeni bir âlemdi. Evvela etrafta fazla ışık vardı. Bütün lambalar yuvarlak fanuslar içinde yanıyordu. Ondan sonra kalabalık ziyade idi: Özellikle, kordonlu, sırmalı, nişanlı paşalar çoktu. Gece vakti bu yaldızlı ve süslü üniformalardan bir şey anlayamadım.
Esat’la bir kenara çekildik. Gideceğimiz yeri, başvuracağımız kapıyı arıyorduk. İkimizde de kasabaya yeni gelmiş birer acemi köylü hâli vardı. Karşımızda Hamidiye Camisi, akşamın esmer zemini üstüne işlenmiş sedef bir minyatürü andırıyordu.
Nihayet biz de bir üniformalı kafileye takılarak büyük bir kapının önüne geldik. Üniformalılar serbest girdiler. Arnavut olduğu şivesinden anlaşılan bir adam bizim yolumuzu kesti. Ne istediğimizi sordu. Cevap verdik. Tereddütsüz:
“Bu akşam sırası değil, başka akşam geliniz!” dedi. Donakaldık. Bu akşam sırası değilmiş? Neden? Acaba dönsek mi? O hâlde Recai Efendi ne diye bizi göndermişti?
Ben işin içinde bir yanlışlık olduğunu, ısrar edersek Arnavut kapıcıya meram anlatabileceğimizi tahmin ediyordum. Tam bu esnada içeriden yusyuvarlak, kırmızı yüzlü bir adam, âdeta koşarak bize doğru geldi ve halis Arap şivesiyle:
“Mülkiye Mektebinden gelen efendiler siz misiniz?” dedi. “Evet.” cevabını verdik. Kapıcı Arnavut yoldan çekildi. Kırmızı yüzlü adam önümüze düşerek içeriye girdik. Yirmi otuz adım gittikten sonra kumlu bir yokuşa saptık. Nihayet ahşap bir binanın merdivenlerini tırmanarak İzzet Paşa’nın huzuruna çıkarıldık.
Geniş bir oda… Yıldız Sarayı’nın en ehemmiyetli simalarından ve Yıldız sahnesinin en mahir aktörlerinden olan İzzet Paşa -ki Arap İzzet diye tanınmıştır- mihveri ertafında dönen alafranga bir yazı iskemlesine bağdaş kurmuş, Kur’an okuyordu. Biz odaya girince istifini bozmayarak gözlüğünün üstünden yüzümüze baktı, başıyla kısaca bir selam verdi, eliyle oturacak yer gösterdi. Okumaya devam etti. Biraz sonra Kur’an’ı bıraktı. Aşikâr bir Arap şivesiyle :
“Merhaba!” dedi. Yanımıza geldi. Şimdi ayakta konuşuyorduk: İsmimizi, babamızın ismini, doğduğumuz memleketi, vazifemizi, maaşımızı sordu. Gözlerinin içinde şeytani bir ışık parlıyordu. Dar ve zayıf bir çift omuzun taşıdığı ince ve uzun başı genç bir tilki kafasını andırıyordu. Meraklı bir hâli vardı. Aynı zamanda ikimizle de meşguldü: Esat’la konuşurken bana bakıyor, beni dinlerken Esat’ı gözden kaçırmıyordu.
İftar topu atıldı. Yemek odasına geçtik. İzzet Paşa birimizi sağına, birimizi soluna oturttu. Benim yanımdaki zatı bize takdim etti:
“Oğlum Mehmet Ali Bey!”
Bu zat şimdi Suriye’de devlet reisi olan Mehmet Ali Bey’dir. Sofra kalabalıktı. İzzet Paşa aralıksız konuşuyor, herkese nezaketle muamele ediyordu. Bir aralık sofraya bir Şam tatlısı geldi. Çocukluğumun büyük bir kısmı Arabistan’da geçtiği için ben bu Arap yemeklerine yabancı değildim. Tatlının ismini söyleyince İzzet Paşa ilk önce hayretle yüzüme baktı, ondan sonra, benim iyi Arapça bildiğimi öğrenince iltifatın merkezî sıkıntısı derhâl bana intikal etti. Yemeğin sonuna kadar hep Arapça konuştu.
Sofradan kalkınca tekrar paşanın odasına geldik. Dikkat ettim, misafirlerin hiçbiri ortada yoktu. Bununla birlikte İzzet Paşa da odaya gelmemişti. Bu intizar yarım saat kadar sürdü. Bir aralık Esat sordu:
“Biz ne yapacağız?”
Evet, biz ne yapacaktık? Odaya kimse gelmiyor ki soralım. Biz de ötekiler gibi çıkıp gitsek mi? Paşayı görmeden mi gidecektik? Bizi buraya elbette bir maksatla çağırmışlardı. Nihayet İzzet Paşa göründü. O da ne? Arkasında sırmalı bir üniforma, göğsünde nişanlar, belinde kılıç, elinde beyaz eldivenler vardı. Gece vakti böyle giyinip kuşanmanın manası ne? Kendi kendime: “Anlaşılan sarayda âdet böyledir.” dedim.
Sonra öğrendim: O gece Kadir Gecesi idi. Her sene Ramazanın yirmi yedinci gecesi sarayda Kadir alayı yapılır, padişah büyük merasimle camiye gider, namaz kılardı. O gece Mekke’deki hacılardan halifeye itaat vesikası gelir, halifeden de hacı Müslüman’a selamet duası giderdi.
İzzet Paşa bu alay için hazırlanmıştı. Çıkarken:
“Siz biraz istirahat ediniz, alaydan sonra efendimize arz edeceğim.” dedi. Dışarıdan mızıka sesleri gelmeye başlamıştı. İzzet Paşa bir saat sonra döndü, sivil kıyafetle bir an yanımıza uğradı, tekrar çıkıp gitti. Akşam saray kapısından bizi alıp getiren hademe bir aralık göründü. İzzet Paşa’nın huzuru hümayuna gittiğini, galiba bizim işimizi arz edeceğini söyledi ve:
“Mutlaka size iltifatı şahane olacak.” diyerek yanımızdan çekildi. Çok geçmeden İzzet Paşa geldi. Yüzü gülüyordu.
“Efendimize arz ettim, selamı şahane buyurdular. Bu akşam sarayda misafir kalacaksınız, yarın Başkâtip Paşa size iradei seniyyeyi1 tebliğ edecek.” dedi ve zile basarak gelen hademeye şu talimatı verdi:
“Bu gece Mabeyinci Bekir Bey izinlidir. Beyler onun odasında misafir kalacaklar. Bekçi ağalardan kim nöbetçi ise haber verin. Beylerin esbabı istirahatlerini temin etsin.”
Elimizi sıkarak veda etti. Bizi önce başka bir odaya, ondan sonra akşamki kumlu yoldan büyük bir daireye götürdüler. Geniş bir merdiven çıktık. Kırmızı kadife döşeli bir odaya girdik. Odanın ortasında iki yer yatağı yapılmıştı. Her yatağın üstünde bir entari, bir hırka, bir takke, bir kuşak vardı. Esat’ın neşesi yerine gelmişti. Bu işin sonu hayır olacağını o da anlamıştı. Bizi getiren, adam:
“Geceniz hayır olsun.” diyerek çekildi gitti. İki arkadaş hasbihâle koyulduk. “İltifatı şahanenin” ne olabileceğini hesaplıyorduk. Memuriyetlerimizde bir terakki, maaşlarımıza bir zam, o devrin modasına göre amedi kalemine2 nakil… Bir aralık hatrıma annem geldi. Zavallı kadın şimdi kim bilir ne azap, telaş içinde! Daha iki hafta evvel mahallemizde bir mutasarrıf emeklisinin çocuğunu, tıpkı benim gibi akşamüstü evinden almışlar ve bir daha göndermemişlerdi. Çocuk Trablusgarp’a sürülmüş, annesine de inme isabet etmişti.
Yatmaya hazırlanıyorduk. Derken odanın kapısı açıldı. Başında üstü çuhaya sarılmış kocaman bir yemek tablasıyla içeriye iri yarı bir adam girdi. Arkasından gelen başka bir adamın yardımıyla tablayı yere indirdi, masanın üstüne çarçabuk bir sofra kurdular ve:
“Sahur yemeğiniz.” diyerek çıkıp gittiler.
Onlar çekilip gidince soyundum. Yatağa girdim. Yorgunluktan, heyecandan bitik bir hâlde idim. Çok geçmeden gözlerim kapandı: Deliksiz, rüyasız, derin ve rahat bir uyku uyudum.
Bu, Yıldız Sarayı’nda ilk gecemdi.