Kitabı oku: «Yıldız'da Neler Gördüm?», sayfa 2
VAZİFEYE BAŞLARKEN
Ertesi sabah gözlerimi açtığım zaman Esat’ı, bir koltuk üstünde, dua okumakla meşgul buldum. Esat, çok dindar bir çocuktu. Esasen beni mabeyin kâtipliğine, onu da harem dairesinde şifre kâtipliğine ayırdıkları zaman bu terfide onun dindarlığının büyük rol oynadığını, sonradan haber aldım.
Yataktan kalkar kalkmaz, gözlerime ilk önce masanın üstündeki sahur yemeği ilişti. Karnım fena hâlde acıkmıştı. Ramazan günü Halife Sarayı’nda oruç yemek cüretkârane, belki de tehlikeli bir şey olacağını bilmez değildim; fakat ne çare ki tahammülüm kalmamıştı. Esat’ın endişeli ihtarlarına rağmen masanın başına geçtim. Daha yemeğin ortasında iken odanın kapısı açıldı. Ablak yüzlü şişman bir adam içeri girdi. Çok terbiyeli bir tavırla:
“Buyurun sizi Başkâtip Paşa bekliyor.” dedi. Ben şaşırmıştım. Fakat o adam hiç istifini bozmayarak ilave etti:
“O kadar acelesi yok. Yemeğinizi bitiriniz, sonra gideriz.”
Şaşakaldım: Demek oruç yemek kabahat değilmiş!
Daha garibi bu adam sahan ve tabak değiştirmek suretiyle bana hizmet bile etmişti.
Biraz sonra çıktık. Dün akşamki kumlu yoldan bu sefer yokuş aşağı inerek sağa saptık ve ahşap bir binanın loş merdivenini tırmanarak Başkâtip Tahsin Paşa’nın huzuruna çıkarıldık.
Anlaşılan Yıldız Sarayı’nda kırmızı rengi çok seviyorlar: Çünkü başkâtip odası da kırmızı kadife döşeli idi. Tahsin Paşa bizi büyük bir yazı masasının önünde ve ayakta kabul etti. İzzet Paşa’nın cevval ve meraklı bakışlarına nispetle Tahsin Paşa’da bir durgunluk, bir denetleme hâli vardı. İnsan onun karşısında çekinmeden konuşabilir, ihtiyata lüzum görmeden kımıldanabilirdi. Zeki bir adam tesiri bırakmıyordu. Fakat masasının üstündeki tertipten kıyafetinin ahengine kadar her şey muntazam bir adam olduğunu gösteriyordu. Bilhassa başındaki fes dikkatimi celbetmişti: Allah’ım o ne uzun, ne kırmızı festi…
İzzet Paşa gibi Tahsin Paşa da bizi ayrıntılı bir sorgudan geçirdi. İsmimizi, babamızın ismini, memuriyetini, doğduğumuz memleketi, oturduğumuz mahalleyi, akrabalarımızı, sarayın içinde ve dışında tanıdığımız, Avrupa’da bir akrabamız, ecnebi elçiliklerde bir bildiğimiz olup olmadığını sordu. Ben bu suallere tıkır tıkır cevap verdim. Yalnız bir noktada durakladım. Paris’te Şemsi isminde bir büyük kardeşim vardı. Tıbbiye Mektebinden firar etmişti. Babam çok münevver fikirli bir adamdı. Ağabeyimin firarı kendisini müşkül mevkide bırakmakla beraber oğlunun yalnız tahsilini Garp memleketlerinde ikmal maksadıyla kaçtığını düşünerek buna sevinmişti ve kendisine her ay bir konsolos marifetiyle para gönderirdi, Taşkışla divanıharbi ağabeyimi gıyaben idama mahkûm etmişti. Hatta o tarihlerde bir gün polisler Halep’teki evimizi basarak annemin sandıklarına varıncaya kadar her tarafta yasaklı yayınlar aramışlardı. Ben Mülkiye Mektebinde müsabaka imtihanına girmek için Halep’ten İstanbul’a gelirken çok vicdanlı bir insan olan, Fransızca hocam Antuvan Efendi İstanbul’da hiç kimseye, ama hiç kimseye ağabeyimden bahsetmememi tembih etmişti. İşte Tahsin Paşa’dan bunu saklamıştım.
Sorgu bitince Tahsin Paşa karşı odada beklememizi söyledi. Bu odanın da döşemesi kırmızı kadife idi. Sonradan anladığıma göre burası Tahsin Paşa’nın istirahat, namaz ve intizar odası idi. Yarım saat sonra tekrar Tahsin Paşa’nın huzuruna çıktık. Yüzünde temiz ve samimi bir tebessüm vardı. “Mektepten birincilik ve ikincilikle şehadetname almaya muvaffak olmamızdan memnun olarak zatı şahanenin bizi hizmeti seniyyelerine kabul buyurduklarını, bu lütfü hümayunun kadir ve kıymetini bilerek sadıkane ifayı vazife edeceğimizden emin bulunduklarını” söyledi. Ve ikişer bin kuruş maaşla benim mabeyin kâtipliğine, Esat’ın da şifre kâtipliğine tayin edildiğimizi tebliğ etti. Fazla olarak ona da bana da saniye rütbesi, üçüncü rütbeden mecidi nişanı ihsan buyurulmuştu. Tahsin Paşa bunları sayıp dökerken ben zihnen hesap yapıyordum: İki bin kuruş maaş! Dâhiliye kaleminde aylığım yüz kuruştu. Demek ki bir anda yirmi misli zamlı maaşa nail oluyordum. Ne âlâ şey! İltifatı şahane bu suretle tecelli etmişti.
Tahsin Paşa Esat’ı bir hademeyi yanına alarak şifre dairesine gönderdi. Ben odada yalnız kalınca; vazifeme devam etmek, hariçte kimse ile görüşmemek, ecnebilerle düşüp kalkmamak, Nezaret dairelerine girip çıkmamak, ne kendi evimde ne başkasının evinde içtimalar yapmamak gibi birkaç nasihat verdikten sonra, Tahsin Paşa masasından kırmızı bir atlas kese çıkararak bana uzattı:
“Efendimiz ihsan buyurdu, ihtiyacınıza sarf edersiniz.” dedi ve o aralık çağırttığı mabeyin kâtiplerinden Diyarbakırlı İsmail Hakkı Bey merhuma beni teslim ederek kitabet dairesine gönderdi.
Yirmi misli zamlı maaş, rütbe, nişan, bir kese dolusu altın: Bu, bir peri masalına benziyordu.
Kitabet dairesine gittik. Burası geniş bir oda, sıra sıra masalar dizilmiş, her masada bir kâtip oturuyordu. En başta Cevat Bey’i gördüm.
Cevat Bey her sene hünkâr tarafından mükâfat dağıtım merasimine gelir, birinci çıkanlara altın saat getirirdi. O sene Sultan Hamit maarif madalyasını ihdas etmişti. Sultan Hamit bu madalyaya, her nedense, fazla ehemmiyet verdiği için mükâfat dağıtım merasimi çok parlak olmuş, Cevat Bey’den başka saraydan maiyeti seniyye erkânı Harbiye Müşiri Şakir Paşa, Babıâli’den Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa bir de Şehremini Rıdvan Paşa gelmişlerdi. Cevat Bey o sene de hünkâr namına mükâfat dağıtımımıza gelmiş, ihdas olunan maarif madalyasını kendi eliyle göğsüme takmıştı. Beni çok hararetle karşıladı ve hazır bulunan kâtip beylere bizzat takdim etti. Cevat Bey’in sağında Reşit Bey, solunda Ali Ekrem Bey vardı. Reşit Bey (H. Nazım) imzasıyla, Ali Ekrem Bey de (A. Nadir), imzasıyla Servetifünun’a şiir yazarlardı. Bunları edebiyat arkadaşı olarak gıyaben tanırdım. Ondan sonra öteki kâtiplerle tanıştık. Refik Bey; çok ağır başlı, son derece şık bir tip… Fethi Bey, şişman karnını zahmetle taşıyan tok sözlü bir İstanbul çocuğu… Yahya Sezai Bey, gözlerinin içi daima gülen sevimli bir sima… Rıfat Bey, babasının emektarlığına hürmeten hizmete alınmış hastalıklı bir genç… Ecvet Bey, dudaklarında kahkaha eksik olmayan kalender meşrep bir paşazade…
Kitabet dairesi bambaşka bir âlemdi. Bana gösterdikleri masaya oturur oturmaz sabahleyin bizi Başkâtip Paşa’nın yanına götürmek için gelen ablak yüzlü adamın “O kadar acelesi yok. Yemeğinizi bitiriniz, sonra gideriz.” demesindeki hikmeti şimdi anlamıştım. Çünkü kâtip beylerin odasında ramazandan, oruçtan eser yoktu. Odanın içi sigara dumanıyla doluydu. Odacılar aralıksız kahve ve su taşıyorlardı.
Kitabet dairesinin bundan daha bariz bir ikinci hususiyeti de bu odanın içinde hüküm süren serbestlikti. Beş buçuk senelik müşahede ve tecrübelerime güvenerek iddia edebilirim ki o devirde Osmanlı ülkesinin en serbest konuşulan en pervasız tenkitlere sahne olan yeri kitabet dairesiydi. Bunun ilk misalini vazifeme ilk başladığım gün gördüm.
Anlatayım: Bana gösterilen masanın başına oturmuştum. Bir aralık bir odacı gelip kâtiplerden Rıfat Bey’i başkâtipin yanına çağırdı.
Rıfat Bey üç beş dakika sonra tekrar geldi. Elinde bir kâğıt vardı. En sonunda zavallıyı mezara götüren zalim bir hastalığın daha o zamandan sararttığı çehresi berbat bir hâldeydi. Cevat Bey sordu:
“Ne var Rıfat?”
“Ne olacak? Tatar Şakir Paşa’nın ihbar yazısı verdiği zabiti sürüyorlar. Biçare adam; hem yedinci orduya…”
Öteden Yahya Sezai Bey haykırdı:
“Şu melun Tatar gebermedi gitti.”
Cevat Bey:
“Allah şerrinden saklasın.”
Ben hayretler içinde dinliyordum. Padişahın sürgüne gönderdiği adamlara biçare demek… Bir ihbarcı paşaya ölüm bedduası etmek… Biz böyle şeyleri söylemeye evlerimizde bile cesaret edemezdik. O anda hatırıma Recai Efendi’nin “boynuzsuz koyun” prensibi geldi. İşte bir kalem heyeti ki hemen hepsi Mülkiye Mektebi fabrikasının mahsulüdür ve hepsi “atebeyi şahaneye sadıkane ifayı hizmet edecekleri” kanaatiyle buraya alınmışlardı. Hepsi bol bol maaş alırdı, hepsinin göğsü sırma ve nişanlarla doluydu. Recai Efendi boynuzsuz zannederek buraya tavsiye ettiği koyunların birer azılı koçtan farklı olmadığını görse hayretten düşer bayılırdı.
Biraz sonra Reşit Bey masasından kalkarak yanıma geldi, bana yeni vazifemin mahiyetini ve takip edeceğim hattıhareketi anlattı. Yeni yolumda tesadüf edebileceğim arızalara, başıma gelebilecek kaza ve felaketlere dair uzunca bir hitabette bulundu. Kısaca vazifemin ufuklarını, enginlerini, çukur ve uçurumlarını anlattı. Reşit Bey zengin tecrübelerinin ve kuvvetli muhakemesinin verdiği hayırhah bir salahiyetle bana bunları söylerken ben çok sevdiğim hocalarımın birinin takriri karşısındaymışım gibi onu zevk ve dikkatle dinliyordum. İtirafa mecburum ki eğer beş buçuk senelik saray hayatımda bu devrin çirkinliklerine kendimi karıştırmadan, eğer beş buçuk sene sonra Sultan Hamit’in sarayından meşrutiyetin Ayan Meclisine geçerken arkamda kirli bir iz bırakmadımsa bunun büyük bir kısmını Reşit Bey’e borçluyum.
Bir mesele: Benim ismim ne olacaktı? Gerçi nüfus tezkeremde İsmail Hakkı yazılı idi ve beni Hakkı diye çağırırlardı. Fakat kitabet dairesinde benden başka iki İsmail Hakkı daha vardı. Birine Hakkı Bey, ötekine İsmail Hakkı Bey derlerdi. Bana kala kala İsmail ismi kalmıştı. O günden itibaren ben de İsmail olmuştum. (Müştak ismini Meşrutiyet’in ilk günlerinde Tevfik Fikret merhum hediye etmişti.)
Kitabet dairesi geceli gündüzlü çalışan bir büro idi. Yirmi kadar kâtip, onar onar, iki nöbete ayrılmışlardı. Her nöbetin kâtipleri bir ikindi vaktinden ertesi ikindi vaktine kadar vazife başında bulunur, nöbetten çıkan nöbete girene -tıpkı kışlalarda olduğu gibi- vazife teslim ederdik, Başkâtip Paşa evine gitmedikçe kitabet dairesinin faaliyeti durmazdı. Başkâtip Paşa genellikle gece yarısı gider, kâtipler de o zaman yatarlardı. Her kâtipin bir portatif karyolası vardı. Gece yarısından sonra kalem odası yatak odası hâlini alırdı. Her nöbetin bir sernöbeti vardı. Bunların biri, Cevat Bey, ötekisi Faik Bey’di. Benim sernöbetim Faik Bey’di. Yıldız Sarayı’ndan sonra Ayan Meclisinde tekrar birleştiğimiz Faik Bey, çok centilmen bir insandı. Beş buçuk senelik saray arkadaşlığı benim kalbimde ona karşı derin bir hürmet ve muhabbet bırakmıştı.
Vazifeme ertesi gün başlayacaktım. Arkadaşlara veda ettim. Sarayın büyük kapısına yaklaşırken karşıdan bütün kapıcılar ayağa kalktılar, selam vaziyeti aldılar. Ne de çabuk duymuşlardı! Önlerinden geçerken kandilli temennilerle tebrik ettiler. Ben gözlerimle hep dün akşamki pos bıyıklı Arnavut’u arıyordum. Onun önünden şöyle elimi kolumu sallayarak geçmeyi o kadar istiyordum ki…
Ta kapı önüne kadar getirilen arabaya bineceğim sırada kafamın içinde bir şimşek çaktı: Esat! O ne olmuştu? Şifre dairesi buraya uzak mıydı? Onu bir daha göremeyecek miydim? Yüreğime arkadaşını kaybetmiş bir yolcu garipliği çöktü…
Beşiktaş’ı geçtikten sonra cebimdeki atlas keseyi çıkarıp saydım: Elli altın! Dâhiliyedeki maaşımın elli misli bir para, bir günde elime geçmiş bulunuyordu. Bu kadar parayı nereye harcayacağımı bilemiyordum.
Araba Horhor’daki evimizin önünde durdu. Kapıyı annem açmıştı. Zavallının ağlamaktan yüzü gözü şişmişti. Dört beş cümle ile olup biteni anlattım. Büyük bir kederin bir anda büyük bir sevince nasıl inkılâp ettiğini o gün annemin yüzünde görmüştüm.
Ertesi gün kendime bir parça çekidüzen verdim. Sarayda başkâtipin yanına mutlaka redingotla ve koyu pantolonla gidilirdi. Hazır elbise satanlardan bir redingot bir de ceket takımı tedarik ettim. Çarşıdan eve dönerken Direklerarası’ndan geçtim. O zaman Direklerarası’ndaki kıraathane ve çayhanelere çoğunlukla memur ve talebe giderdi. Bunların caddeye bakan pencereleri önünde bir hayli aşinaya rast geldim. Bu aşinaların önünden rütbeli, nişanlı, yirmi lira maaşlı, cebi altın dolu bir saray kâtipi sıfatıyla yapacağım tesiri görmek istiyordum. Esasen o gün gazetelerin (tevcihatı resmiye) sütununda “mabeyni hümayunu cenabı mülûkâne kitabetine tayin buyurulduğum” yazılmıştı. Tanıdıklarımla her göz göze gelişimde bakışta, oturdukları yerden kımıldanışta, selam verişte eskiye nispetle, büyük bir fark olduğunu hissettim.
İkindiye doğru yine bir arabaya atladım. Aynı yollardan geçerek Yıldız’a gittim. Şimdi bu yollar, bu meydan bu kapı bana yabancı değildi. Araba Beşiktaş’ı Yıldız’a bağlayan yokuşu çıkarken iki sıra ağaçlar sarayın kapıcıları gibi divan durmuş, rüzgârdan sallanan dallar bana selam veriyor sanıyordum.
Biraz sonra vazifemin başında bulunuyordum.
BAYRAM ALAYINDA
Yazılarıma bayram alayıyla başlayışımın iki sebebi var: Birincisi Yıldız Sarayı’na girdikten üç gün sonra ilk gördüğüm ehemmiyetli manzara, bayram alayı idi. Bundan dolayı sıra itibarıyla kalemimin ucuna önce bu geldi. İkinci sebep de şudur: Bir devrin tarihinde yalnız siyasi vakaların değil, bazen alay ve merasim gibi teferruat kabilinden hadiselerin de ehemmiyeti vardır. Çok defa bir teşrifat usulü, bir ananenin tafsilatı tarihi aydınlatmaya yeterli gelir. Bunlar ait oldukları devrin zevk ve temayüllerine işaret etmek itibariyle bilinmesi faydalı şeylerdendir.
Bayram sabahı giyindik kuşandık. Arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine ben kiralık bir üniforma ve bir kılıç tedarik etmiştim. Sarayın kapısı önünde hünkârı bekliyorduk. Biraz sonra mızıka selam havası çalmaya başladı ve çok geçmeden dört atlı saltanat arabası göründü. Sultan Hamit kül renkli bir müşir kaputu giymişti. Karşısında Şehzade Burhaneddin Efendi ve Serasker Hiza Paşa oturuyordu. Arabanın iki tarafında miralaydan müşire kadar çeşitli rütbede yaverler yaya yürüyorlardı. Tophane müşiri Zeki Paşa yaveri ekrem sıfatıyla arabanın arka tekerleği hizasında gidiyordu. Mabeyin kâtiplerinin yeri arabanın arkasıymış. Tahsin Paşa dingile bitişik, biz onun arkasından, arabayı takibe koyulduk.
Sultan Hamit bayram namazlarını Beşiktaş Cami’sinde kılardı. Sebep? Evvela burası Beşiktaş Sarayı’na en yakın camiydi. Sonra muhafaza tertibatı daha kolay alınabilirdi, çünkü bütün Beşiktaş havalisi saray adamlarıyla doluydu. Ondan sonra Abdülhamit usul ve âdet değiştirmekten hoşlanmazdı. Camide binek taşında sadrazam, şeyhülislam, evkaf nazırı padişahı karşıladılar. Makamı teşkil eden bizler namazın sonuna kadar o civarın kahvelerinde, sütçü dükkânlarında bekledik. Bu bayağı dükkânların tahta peykelerinde sırmalı, nişanlı kordonlu paşaların manzarası ibret alınacak bir şeydi. Fakat bu bayağılıktan herkes memnundu. Namazdan sonra padişah tekrar arabasına bindi. Vükela3 en önde at üstünde gidiyorlardı. Güzergâh iki taraflı askerle dolu idi. Bütün dükkânlar kapalı, bütün pencerelerin perdeleri inikti. Yolda sağlı sollu birtakım kapalı arabalar gördüm. Her arabanın önünde, el pençe divan durmuş, bir harem ağası vardı. Arabalardan yaşmaklı kadınlar bakıyordu. Sonra öğrendim: Bunlar bayram alayını seyre gelmiş sultanlar ve saraylı kadınlardı.
Dolmabahçe Sarayı’na girdik. Burada her sınıfın ayrı bir odası vardı. Vükelanın yanına askerler, sivillerin odasına sarıklılar gidemezdi. Biz birkaç koridoru geçtikten sonra muayede salonuna geldik. Kubbesinin yüksekliği, ölçülerinin genişliği, avizesinin billurdan bir şelaleyi andıran mehabetiyle bu salon beni ilk bakışta şaşırtmıştı. Yüzü denize yönelik olarak sol cephede Osmanlı padişahlarının tahtı duruyordu. Biz kâtipler, dizi hâlinde tahtın arkasına geçtik. Derken yukarıki galeriden fanfar takımı selam havasını çalmaya başladı ve sağda bir kapı açılarak Sultan Hamit göründü. Arkasından Tahsin Paşa ve musahip Nadir Ağa geliyordu. Gözümü hünkâra diktim. Sol eliyle kılıcını tutuyor sağ eliyle selam veriyordu. Kısa boylu, kır sakallı, kafası omuzlarının içine çökmüş, fakat adımları sağlamdı. Ben en yeni kâtip olmak itibarıyla sıranın sonunda bulunuyordum. En başta bir Arap duruyordu. Boğazından göbeğine kadar som sırma içindeydi. Göğsü nişanlarla doluydu. Başkâtip paşa, başmabeyinci, mabeyin kâtipleri ondan sonra geliyorlardı. Bu Arap, darüsseade ağası idi. Osmanlı tarihinde darüsseade ağası denilen sınıfın mevkisini biliyordum. Hatta bunlardan bazılarının devlet siyasetinde mühim roller oynadıklarını da okumuştum. Fakat ne de olsa yirmi yirmi beş münevver insanın başında bu Afrika zencisini görmek sinirlerime dokunmuştu. Fellah durduğu yerde âdeta uyukluyordu.
Padişah tahtın önüne gelince Teşrifat Nazırı salonun tam ortasına kadar ilerleyerek yerden bir temenna etti. Bunun manası: Müsaade buyurursanız muayede başlayacak demekti. Hakikaten o esnada sağ taraftan beyaz kürkü, sırmalı sarığı ve sarı çedik pabuçlarıyla şeyhülislam, onun iki adım gerisinde de arkasında siyah cübbesi ve başında şerafet takkesiyle peygamber torunlarından biri göründü. O devrin teşrifatında buna “şerif hazretleri” denilirdi. Mızıka birden durdu: Sanki bununla beraber teneffüsler de durmuştu. O kadar ki şeyhülislamın sarı pabuçlarından çıkan yumuşak gürültü bile işitiliyordu. Tahta beş on adım kala şeyhülislam ellerini kaldırdı. Duaya başladı, bütün eller dua vaziyetinde kalkmıştı. Şeyhülislam dua ederken göz ucuyla padişaha bakıyordu. Duanın ölçüsünü de padişah tayin edecekti. Filhakika Sultan Hamit’in ellerinde hafif bir kımıldama hasıl olunca şeyhülislam duayı bitirdi. İki din ulusu padişahın eteğini öpmek üzere ilerleyip eğildiler. Padişah tahtın bir basamaklı merdiveninden inerek onları eğilmeye bırakmadı. İkisine bir şeyler söyledi. Herhâlde tebriklerine mukabele etmişti.
İki sarıklı çekilince mızıkanın taşkın ahengi salonun ortasına boşandı, muayede başlamıştı. O aralık tahtın yanı başında sağlam yapılı, iri boylu, dimdik duruşlu bir asker paşası peyda oldu. Bu, müşir Fuat Paşa idi. Fuat Paşa, tahtın kenarına gelerek Sultan Hamit’in bir işaretiyle saçağı eline aldı. Başta sadrazam olduğu hâlde vükela, erkânı devlet, teşrifata dâhil bütün memurlar, askerler, renk renk cübbeleriyle ulema birer birer gelip bu saçağı öptüler. Bir aralık salonun ortasında dimdik duran teşrifat nazırı yerden selam vermeye başladı. Bir, bir daha, bir daha… Kendi kendime: “Herif delirdi mi?” diyordum. Meğer bunun manası: “Artık tahta oturabilirsiniz.” demekmiş. Yani hünkâr muayyen bir rütbeye kadar tebrikâtı ayakta, ondan sonrakileri oturduğu yerde kabul edermiş. Büyük rütbeliler tebriklerini yapmışlar, sıra küçük rütbelilere gelmiş, teşrifat nazırı o temennalarla hünkâra oturmak zamanı geldiğini hatırlatıyordu.
Muayedenin bu birinci kısmı hayli uzun sürdü. Nihayet padişah ayağa kalktı, salonun dört cephesini dolduran insanları umumi bir temenna ile selamladı ve mızıkanın marş havası içinde odasına çekildi.
Yarım saat sonra muayedenin ikinci kısmı başlamıştı. Salon boşalmıştı. Şimdi tebrikât sırası saray memurlarının ve bendegân takımının idi. Başta bizler geliyorduk. Ben tahta yürürken gözlerim hep Sultan Hamit’in üstündeydi. İsmi korkunç akislerle muttasıl kulaklarımızda çınlayan Sultan Hamit, zulüm ve istibdadından dolayı adına Kızıl Sultan denilen padişah, memleketin dört köşesini tiril tiril titreten hükümdar nasıl adamdı? Tahta yaklaşmıştım. Hünkâr beni görünce gülümsedi. Tabii yüzümü bilmezdi, fakat göğsümdeki altın maarif madalyasından yeni hizmete aldığı kâtip olduğumu anlamıştı. Saçağı öpeceğim sırada Fuat Paşa’ya beni göstererek:
“Bu sene Mülkiye Mektebinden birinci çıkan… Mabeyin kâtipliğine aldım.” dedi. Gür bir sesi vardı. Ben hâlâ onun yüzüne bakıyordum. O kadar çok bakmışım ki etrafımdakilerin dikkatini celbetmiş. O gün başkâtip paşa, bana padişahın yüzüne bakmanın saray adabına aykırı olduğunu söylemişti.
Bizden sonra mabeyinciler, yaverler, hazine-i hassa, hazine-i hümayun erkânı saçak öptüler. Nihayet sıra köle takımına geldi. Allah’ım o ne çorba, o ne eciş bücüş şeydi! Bir dudağı yerde bir dudağı gökte harem ağalarından tutun da cepkenli poturlu koyun çobanlarına varıncaya kadar, genç ihtiyar, sakat sağlam bir sürü mahlukat, padişahın kümesine bakan kuşçular, hayvanlarını tımar eden seyisler, yemeğini taşıyan tablakârlar, at uşakları, arabacılar, saltanat kayığı hamlacıları, mızıkasında çalgıcılar, tiyatrosunda aktörler, bekçiler, kapıcılar, kısaca yüzlerce insan gelip geçtiler.
Ben hayretle bakıyordum. Nişan denilen şeyin Abdülhamit devrinde ne kadar ayağa düştüğünü o gün anlamıştım. Nişansız madalyasız adam hemen yok gibiydi. Koşum dizgini kullanmaktan eli nasır tutan arabacıbaşı ile üstü başı o dakika gübre kokan at uşağının da göğüslerinde Osmanlı Devleti’nin iki nişanı sallanıyordu.
Bayram alayı bitti. Bundan sonra sarayda haremi hümayun tebrikâtı vardı. Padişah, bu sefer gayriresmî olarak Yıldız’a döndü. Biz de vazifelerimizin başına geldik. Çünkü kitabet dairesinin tatili yoktu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.