Kitabı oku: «Beyaz Diş»
Jack London, (1876-1916) Amerikalı yazar. Beş yaşındayken kendi kendine okuma yazma öğrendi. Sekiz yaşındayken bir çiftlikte işçi olarak çalışmaya başladı. 1893 yılında Japonya yakınlarında bir tayfunu anlatan haberleriyle gazetecilik ödülünü kazandı. 1895 yılında liseye başladı. Bir yıl okuduktan sonra üniversiteye girdi fakat maddi zorluklar sebebiyle devam edemedi. Marx, Darwin, Spencer, Nietzsche’den esinlenerek kendi fikirlerini oluşturdu. 1897 yılında Alaska yakınlarında altın aramaya giden madencilere katılarak gözlemleri sonucunda ünlü romanları arasında yer alan Vahşetin Çağrısı’nı yazdı. İki evlilik yaptı. Ölüm sebebi tartışılan London’ın intihar ettiği de iddia edilmiştir.
Ünlü Eserleri: Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş, Martin Eden, Demir Ökçe, Deniz Kurdu’dur.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.
1. BÖLÜM
ET İZİ
Buz tutan nehrin iki yakası karanlık ladin ağaçlarıyla kaplanmıştı. Üzerlerindeki buz tabakasını rüzgârın az önce savurduğu ağaçlar, kaybolmaya yüz tutmuş uğursuz gün ışığında birbirlerine yaslanır gibiydiler. Ağır bir sessizlik hüküm sürmekteydi bu arazide. Issız, cansız ve hareketsiz olan arazi öylesine yalnız ve soğuktu ki içinde bulunduğu ruh hâli, üzgün bile değildi. Belli belirsiz bir kahkaha var gibiydi. Ama herhangi bir hüzünden daha ürkütücü bir kahkahaydı bu. Bir sfenksin, neşesiz gülümsemesi gibi bir kahkaha, buz gibi soğuk bir kahkaha, yenilgiyi kabullenmenin getirdiği keder gibi bir kahkaha…
Sonsuzluğun hünerli ve anlaşılmaz bilgeliğinin, hayatın anlamsız oluşuna ve hayat için çabalamanın gereksizliğine gülmesiydi bu. Kuzeyin yabani ve buz gibi vahşetiydi bu.
Ama yine de hayat vardı bu yabancı topraklarda. Meydan okuyan bir hayat… Kurdu andıran bir köpek sürüsü, donmuş nehrin yatağı boyunca güç bela ilerlemekteydi. Kürkleri donla kaplıydı. Nefesleri, ağızlarından çıkar çıkmaz donuyor, buz kristallerine dönüşerek kürklerine yapışıyordu. Deri bir koşum takımı ile bir kızağa koşulmuşlardı. Bütün yüzeyi kar üzerinde ilerleyen ayaksız kızak sağlam ağaç kabuklarından yapılmıştı. Kızağın ön kısmı, önündeki karları kenara savuracak şekilde havaya kalkıktı. İnce uzun bir kutu kızağa sıkıca kayışlarla bağlanmıştı. Bir de başka şeyler vardı. Battaniyeler, bir balta, kahve demliği ve tava… Ancak asıl alanı ince uzun kutu işgal etmekteydi.
Geniş kar ayakkabıları giyen bir adam, köpeklerin önünde mücadele ederek ilerliyordu. Kızağın arkasında ise ikinci bir adam vardı. Tabutta ise mücadelesi sona ermiş üçüncü bir adam yatıyordu. Yabani kuzeyin yendiği ve bir daha hareket edip mücadele edemeyecek hâle getirene kadar darbe vurduğu bir adamdı bu. Yabani kuzey hareketi sevmezdi. Hayat ona hakaret gibi gelirdi. Çünkü hayat bu demekti. Yaban, bunu yok etmek isterdi. Denize akmasını engellemek için suyu dondurur, ağaçların öz suyunu kurutup kalplerine kadar dondururdu. Ne var ki yabanın yaptığı en gaddar ve korkunç şey insanoğlunu ezip itaate mecbur bırakmaktı. Yaşayanlar içinde en hareketli olanı insandı çünkü. Her hareketin en nihayetinde sona ereceği hükmüne sürekli başkaldırırdı.
Fakat kızağın arkasında ve önünde inatla ve güç bela ilerleyen iki adam henüz ölmemişlerdi. Vücutları kürkle ve yumuşak derilerle kuşatılmıştı. Kirpikleri, yanakları ve dudakları donan nefeslerinin oluşturduğu kristallerle öylesine kaplanmıştı ki yüzlerini ayırt etmek mümkün değildi. Hayalet maskesi takmış gibi bir görüntüleri vardı. Doğadışı bir âlemde bir hayaletin cenaze kaldırıcısı gibiydiler. Ama bütün bunların dışında onlar hâlâ insandı. Issızlığın, alaycılığın ve sessizliğin diyarına giriyorlardı. Muazzam bir maceraya dalan cılız macera adamlarıydılar. Uzay boşluğu misali hayatsız ve yabancı bir güce sahip bu âleme meydan okurcasına ilerliyorlardı.
Yürürken konuşmuyor, enerjilerini muhafaza ediyorlardı. Her tarafta var olan sessizlik, varlığını elle tutulur bir ağırlıkla hissettiriyordu. Suyun derinliklerine dalan bir dalgıcın hissettiği ağırlığı hissedercesine tecrübe ediyorlardı sessizliği. Sonsuz bir genişlik ve değiştirilemez zorunluluğun ağırlığıyla eziyordu onları sessizlik. Kendi zihinlerinin en uzak köşelerine çekilmeye zorluyordu. Sessizlik içlerindeki, geçici hevesleri, kibri, yersiz öz güvenlerini ezilen bir üzümün suyu misali çıkarıyordu. Ta ki kendilerini sınırlı ve küçük toz tanecikleri gibi hissettirene kadar… Devasa doğa güçlerin oyunları arasında cılız adımlar ve kısıtlı bilgileriyle ilerleyen toz tanecikleriydiler.
Bir saat geçti, sonra bir saat daha. Güneşsiz kısa günün solgun ışığı kaybolmaya başladığında cılız bir çığlık yükseldi durgun havaya. Aniden havaya yükseldi ve yankılandıktan sonra yavaşça kayboldu. Eğer bir miktar acı içeren şiddet ve aç kalmış heves içermeseydi kaybolmuş bir ruhun feryadı olabilirdi. Öndeki adam, arkadaki ile göz göze gelinceye kadar başını çevirdi. Aralarında tabut olan bu iki adam birbirlerine başlarını salladı.
İkinci bir çığlık daha yükseldi. İğne misali tiz bir ses çıkararak sessizliği deldi. Adamlar sessizliğin nereden geldiğini anladılar. Üzerlerinden geçtiği karlı alanda bir yerlerde, arka taraflarındaydı.
“Peşimizdeler Bill.” dedi öndeki adam.
Boğuk ve gerçekçi olmayan bu sesi belirgin bir çaba göstererek çıkarmıştı.
“Et kıtlığı var.” dedi arkadaşı. “Günlerdir bir tane bile tavşan izi görmedim.”
Bunun üzerine daha fazla konuşmadılar. Yine de kulakları arkalarında yükselmeye devam eden av çığlıklarına karşı tetikteydi.
Karanlık çökünce köpekleri nehrin kenarında, ladin ağaçlarının kümelendiği bir yere bırakıp kamp yaptılar. Ateş tarafındaki tabut hem oturak hem de masa görevi görüyordu. Ateşin uzağındaki kurt köpekler kendi aralarında hırlaşıp didişseler de karanlığın içine kaçacaklarına dair hiçbir belirti göstermiyorlardı.
“Öyle görünüyor ki kampa yakın duruyorlar Henry.” diye yorum yaptı Bill.
Ateşin yanına çömelmiş kahve kabının içine buz parçası yerleştiren Henry kafasını salladı. Tabuta oturup yemek yemeye başlayıncaya dek konuşmadı.
“Postlarının nerede güvende olduğunu biliyorlar.” dedi. “Yem yemeyi, yem olmaya tercih ediyorlar. Kendileri pek akıllı köpekler.”
Bill kafasını salladı. “Ah, orasını bilmiyorum.”
Arkadaşı ona hayretli gözlerle baktı.
“Henry!” dedi arkadaşı fasulyeleri itinayla yerken. “Şu köpekleri beslediğim sırada nasıl didiştiklerini fark ettin mi?”
“Her zamankinden fazla huysuzdular.” dedi Henry.
“Kaç tane köpeğimiz var Henry?”
“Altı.”
“Pekâlâ, Henry.” diyen Bill, söyleyeceklerini daha iyi vurgulamak için bir anlığına sustu.
“Dediğin gibi Henry altı köpeğimiz var. Torbadan altı balık çıkarıp her birine verdim. Yine de bir balık eksik oldu Henry.”
“Yanlış saydın demek ki.”
“Altı köpeğimiz var.” dedi diğeri sakince. “Altı balık çıkardım. Tek Kulak balık alamadı. Sonra tekrar dönüp torbadan bir balık daha alıp ona verdim.”
“Sadece altı köpeğimiz var.” dedi Henry.
“Henry!” diye devam etti Bill. “Hepsinin köpek olduğunu söylemiyorum. Ama yedi tane balık aldılar.”
Henry ateşin ötesine bakıp köpekleri saymak için yemeğe ara verdi.
“Şu anda sadece altı taneler.” dedi.
“Diğerinin karda koştuğunu gördüm.” dedi Bill soğukkanlılıkla. “Yedi tane gördüm.”
Henry, arkadaşına acıyan gözlerle bakarak şunları söyledi:
“Bu yolculuk bittiğinde çok mutlu olacağım.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Bill.
“Demek istediğim bu bizim yük senin sinirlerini bozdu. Olmayan şeyler görmeye başladın.”
“Bunu ben de düşündüm.” dedi Bill ciddiyetle. “Bu sebepten karda koşmaya başladığını görünce izlerine baktım. Sonra da köpekleri sayınca altı tane olduklarını gördüm. İzleri hâlâ karın üzerinde. Bakmak ister misin? Sana gösteririm.”
Henry cevap vermeden sessizce yemeye devam etti. Son lokmasını yerken bir yudum kahve içti. Elinin tersiyle ağzını sildikten sonra şöyle dedi:
“O zaman…”
Karanlıktan gelen uzun, feryat dolu bir çığlık, acı bir hüzünle sözünü kesti. Cümlesini elini sesin geldiği yöne doğru sallayarak tamamladı:
“Bunlardan biri olduğunu mu düşünüyorsun?”
Bill başını salladı.
“Köpeklerin nasıl huysuzluk çıkardığını sen de gördün.”
Ardı ardına gelen çığlıklar, birbirine yanıt niteliğindeki gürlemeler sessizliği bir velveleye dönüştürüyordu. Her taraftan yükselen çığlıklardan korkan köpekler bir araya toplanarak ateşe öylesine yakın duruyorlardı ki tüyleri hafifçe yanıyordu. Bill piposunu yakmadan önce ateşe daha fazla odun attı.
“Galiba canın sıkkın senin.” dedi Henry.
“Henry…” diyen Bill sözlerine devam etmeden önce düşünceli bir şekilde piposunu çekti. “Henry, düşünüyordum da şu adam senin ve benim olabileceğimizden çok daha şanslı.”
Üzerine oturdukları tabutu başparmağıyla işaret etti.
“Sen ve ben Henry, eğer öldüğümüzde cesedimizin üzerinde bizi köpeklerden uzak tutacak kadar taş olursa şanslı olacağız.”
“Ama bizim hayatımızda onun hayatında olduğu gibi insanlar, para ya da diğer şeyler yok.” dedi Henry. “Uzun mesafe cenazeleri sen ve ben gibilerin karşılayabileceği şeyler değil.”
“Anlamadığım şey Henry, böyle bir adam yani kendi ülkesinde soylu gibi bir şey olan biri, hiçbir zaman kazmakla ya da gömmekle uğraşmamış biri Tanrı’nın unuttuğu böyle bir yere neden gelir? İşte bunu kafam almıyor.”
“Eğer evinde kalsaydı güzelce yaşlanırdı.” dedi Henry.
Bill konuşmak üzere ağzını açsa da fikrini değiştirdi. Onun yerine her yönden etraflarını duvar gibi kuşatan karanlığı işaret etti. Sonsuz karanlıkta herhangi bir silüete işaret eden hiçbir şey yoktu. Sadece alev alev yanan kömür misali parlayan bir çift göz vardı. Henry kafasıyla ikinci ve üçüncü çift gözü işaret etti. Parlayan gözler etraflarını sarmıştı. Arada bir hareket ediyor ya da kaybolup tekrar ortaya çıkıyorlardı.
Köpekler, gittikçe daha fazla huzursuz olmaya başladılar. Korkudan kaçışarak ateşe yaklaştılar. Adamların ayaklarına doğru büzüşerek tırmanmaya çalıştılar. O telaşede köpeklerden biri ateşe düşüverdi. Acıyla ve korkuyla havlamaya başladı. Yanan derisinin kokusu havayı kapladı. Bu velvele alev alev yanan gözlerin kıpırdamasına hatta bir süreliğine geri çekilmesine sebep oldu. Ancak köpekler susunca tekrar ortaya çıktılar.
“Henry, cephanemizin bitmiş olması büyük şanssızlık.”
Piposunu bitiren Bill, yemekten önce kara yaydıkları kürkleri ağaç dallarına seren arkadaşına yardım etti. Henry homurdandı ve ayakkabılarının bağlarını çözmeye başladı.
“Kaç tane kurşunumuz kalmıştı?” diye sordu.
“Üç.” diye cevap geldi. “Keşke üç yüz tane olsaydı. O zaman onlara günlerini gösterirdim.”
Parlayan gözlere doğru yumruklarını öfkeyle sıktıktan sonra ayakkabılarını ateşin yanına yerleştirdi.
“Keşke şu soğuk ara verse.” diye devam etti. “İki haftadır sıfırın altında elli derece. Şu yolculuğa hiç çıkmasaydım Henry. Hiç hoşuma gitmedi. İyi hislerim yok nedense. Mademki dilekte bulunuyorum keşke şu yolculuk sona erse de senle birlikte Fort McGurry’de ateşin etrafında kart oynasak. İşte bunu isterdim.”
Henry homurdanarak yatağa girdi. Uykuya daldığı sırada arkadaşının sesiyle uyandı.
“Söylesene Henry, buraya gelip balığı alan köpeğe diğerleri neden saldırmadı? Bu benim canımı sıktı.”
“Çok şey canını sıkıyor Bill.” dedi uykulu ses. “Daha önce böyle değildin. Sesini kes ve uyu. Sabaha çok iyi olursun. Miden ağrıyor canını sıkan bu.”
Ağır nefes alan iki adam, tek bir örtünün altında yan yana uyudu. Ateş söndü. Kampın etrafındaki parlak gözlerin oluşturduğu çember gittikçe daralıyordu. Bir seferinde öylesine yüksek sesle uludular ki Bill uyandı. Arkadaşını uyandırmamak için yatağından dikkatle kalkıp ateşe bir odun daha attı. Ateşteki alev yeniden şiddetlenince parlayan gözler geri çekildi. Bir araya toplanmış köpeklere şöyle bir göz attı. Gözlerini ovaladıktan sonra ise köpeklere daha dikkatli baktı. Sonra tekrar battaniyenin altına girdi.
“Henry!” dedi. “Hey, Henry!”
Henry uykusundan uyanırken homurdandı ve sordu:
“Gene ne var?”
“Bir şey yok.” dedi. “Şimdi yedi oldular. Daha yeni saydım.”
Henry bu bilgiye horlamaya dönüşen bir hırıltı ile yanıt vererek uykuya daldı.
Sabah olduğunda ilk önce uyanarak arkadaşını kaldırmaya çalışan Henry’ydi. Gün ışığına üç saat vardı. Her ne kadar saat altı olsa da. Battaniyeleri toparlayan Bill kızağı yolculuk için hazırlarken Henry kahvaltıyı hazırladı.
“Söylesene Henry…” dedi aniden. “Kaç tane köpeğimiz vardı?”
“Altı.”
“Yanlış!” dedi Bill zafer kazanmış bir tavırla.
“Yine yedi mi?” diye sordu Henry.
“Hayır, beş. Biri yok oldu.”
“Lanet olsun!” dedi Henry öfkeyle. Yemek hazırlamayı bırakıp köpekleri saymaya koyuldu.
“Haklısın Bill.” dedi. “Şişko yok.”
“Şimşek gibi kayboldu üstelik. Dumandan göremedim onları.”
“Hiç şansı yok.” dedi Henry. “Onu diri diri yutmuşlardır. Boğazlarından aşağı inerken eminim acıyla havlamıştır. Lanet olsun onlara!”
“Zaten aptal bir köpekti.” dedi Bill.
“Ama hiçbir köpek bu şekilde intihar edecek kadar aptal değildir.” Henry geriye kalan köpeklere her birinin en belirgin özelliklerini inceleyen bir bakışla baktı. “Eminim diğerleri yapmaz onun yaptığını.”
“Onları ateşten sopayla uzaklaştıramazsın.” diyerek arkadaşının fikrine katıldığını beyan etti. “Şişko’nun bir sorunu olduğunu düşünmüşümdür hep.”
Kuzey topraklarındaki ölü bir köpeğin ardından söylenenler işte bu kadarcıktı. Birçok köpeğin ya da insanın ardından da bu kadarcık şey söylenirdi.
DİŞİ KURT
Kahvaltı yaptılar ve az buçuk eşyalarını kızağa yükleyip yanan ateşi arkalarında bırakarak karanlığa daldılar. Bir anda üzücü çığlıklar yükselmeye başladı. Karanlığı ve soğuğu delerek birbirine cevap veren çığlıklar… Gün ışığı saat dokuzda belirdi. Öğle vakti gelip de güneyde pembemsi bir renk aldığında gökyüzü, yeryüzündeki çıkıntı ile öğle güneşi ve kuzey dünyası arasındaki sınırı belirtiyordu. Ancak pembemsi renk çabucak kayboldu. Gri ışıklar ise saat üçe kadar görünmeye devam edip yok oldular. Böylece Arktik gecesinin kefeni ıssız ve sessiz araziyi kaplayıverdi.
Karanlık artmaya devam ettikçe avcı çığlıkları sağdan soldan yükselmeye başladı. Hatta o kadar yakınlardı ki yürüme mücadelesi veren köpeklere birden fazla kısa ömürlü panik yaşattılar.
Böylesi panik hâllerinden birinde, Henry ile birlikte köpekleri yeniden yola soktuktan sonra Bill şunları söyledi:
“Bir yerlerde bir av yakalayıp uzaklaşsalar da bizi rahat bıraksalar keşke.”
“Gerçekten de sinir bozuyorlar.” diyerek arkadaşına katıldı Henry.
Kamp kurana kadar hiç konuşmadılar.
Bill haykırıp köpeklerden acı dolu bir çığlık yükseldiği sırada Henry eğilmiş kaynayan fasulye kabına buz eklemekteydi. Bu sesler irkilmesine sebep oldu. Kardan geçip karanlığa sığınarak kaybolan şekli görmek üzere derhâl doğruldu. Daha sonra Bill’in, köpeklerin arasında yarı muzaffer yarı kederli bir hâlde durduğunu gördü. Bir elinde sopa vardı. Diğer elindeyse güneşte kurutulmuş somon balığını kuyruğundan tutuyordu.
“Yarısı bende.” dedi. “Aynı anda indiriverdim bir tane. Ciyaklamasını duydun mu?”
“Neye benziyordu?” diye sordu Henry.
“Göremedim. Ama dört ayaklıydı. Ağızları ve tüyleri herhangi bir köpeğe benziyordu.”
“Evcil bir kurt olmalı diye düşünüyorum.”
“Evcil ya da değil buraya gelip yemek yiyor balıktan payını alıyor.”
O gece akşam yemeği yendikten sonra tabuta oturup pipolarını çıkardılar. Parlayan gözlerin çizdiği çember her zamankinden daha fazla dardı.
“Keşke birkaç tane geyiğe ya da öyle bir şeye rastlasalar da bizi rahat bıraksalar.” dedi Bill.
Henry, o kadar da anlayışlı olmayan bir tonlamayla homurdanarak tepki verdi. On beş dakika boyunca sessizce oturdular. Henry ateşe bakıyordu. Bill ise ateşin ötesinde karanlıkta kor gibi parlayan gözleri seyrediyordu.
“Keşke McGurry’de olsaydık.” diye konuşmaya başladı tekrar.
“Şu isteklerini de söylenmelerini de bırak!” diye patladı Henry öfkeyle. “Miden ekşimiş. Seni rahatsız eden bu. Bir kaşık karbonat yutarsan sana iyi gelecek ve seninle arkadaşlık etmek kolaylaşacak.”
Ertesi sabah Henry, Bill’in okuduğu lanetler eşliğinde uykusundan uyandı. Henry dirseğine dayanıp kalkarak yeniden yakılmış ateşin yanında köpeklerin arasında duran arkadaşına baktı. Öfkeyle ellerini kaldırıyordu. Yüzünün şekli değişmişti.
“Hey!” diye seslendi Henry. “Şimdi ne oldu?”
“Kurbağa yok.”
“Hayır.”
“Sana yok diyorum.”
Henry yataktan fırlayarak köpeklere koştu. Dikkatle sayıp kendilerinden bir tane daha köpek çalan yaban topraklarına arkadaşı gibi küfürler savurdu.
“Kurbağa içlerindeki en güçlü köpekti.” dedi Bill en sonunda.
“Hem de aptal değildi. diye ekledi Henry.
Böylece iki günde iki köpeğin ardından son sözler söylendi.
Kasvetli bir kahvaltı yapıp kalan dört köpeği kızağa koşumladılar. O gün de bir önceki günlerin tekrarıydı. Donmuş dünyanın yüzeyinde konuşmadan güç bela yürüdüler. Sessizlik sadece peşlerindekilerin çığlıklarıyla deliniyordu. Arkalarından gelen ve sahiplerini göremedikleri sesler… Öğleden sonra karanlıkla beraber peşlerindekilerin çığlıkları daha da yaklaştı. Köpekler heyecanlanmaya ve korkmaya başladılar. Köpeklerin panikle koşumlarının birbirine karışmasının ve iki adamın bunalmasının sebebi bu seslerdi.
“İşte, sizin gibi aptal mahlukları sabitler bu.” dedi Bill memnuniyetle. Görevini tamamlayıp ayağa kalktı.
Yemek pişirmeyi bırakan Henry, yanına geldi. Ortağı köpekleri bağlamakla kalmamış, onları Kızılderili usulü çubuklarla sağlamlaştırmıştı. Her köpeğin boynuna deri bir kayış yerleştirmişti. Bu kayışı boynunun yanına, köpeğin dişiyle ulaşamayacağı bir noktaya sabitlemiş, kayışa da bir metre kadar bir sırık takmıştı. Sırığın diğer ucu da kayış vasıtasıyla yerdeki bir kazığa sabitlemişti. Köpek, sırığın kendi tarafındaki kayışı çiğneyemezdi. Sırık da kayışın diğer ucuna erişmesini engelliyordu.
Henry, onaylarcasına kafasını salladı.
“Tek Kulak’ı zapt edebilecek tek mekanizma bu.” dedi. “Bir kayışı bir bıçaktan daha temiz delebilir. Üstelik de daha kısa sürede. Sabahleyin sapasağlam burada olurlar.”
“Emin olabilirsin ki burada olacaklar.” dedi Bill. “Bir tanesi bile kaybolursa kahvemi içmeden çıkarım yola.”
“Biliyorlar onları öldürmeye yetecek cephanemiz olmadığını.” dedi Henry yatma vakti geldiğinde etraflarını saran gözleri işaret ederek. “Eğer ki birkaç el ateş edebilseydik onlara bize saygılı davranırlardı. Her gece biraz daha yaklaşıyorlar. Ateş ışığından gözlerini çek ve dikkatlice bak şu tarafa. Şunu gördün mü?”
İki adam, belirsiz şekillerin ateş ışığının sınırındaki hareketlerini izleyerek oyalandılar bir süre. Dikkatle baktıklarında karanlıkta parlayan gözlerin yavaş yavaş hayvan silüetine büründüğünü görebiliyorlardı. Zaman zaman bu silüetlerin hareket ettiğini bile fark ettikleri oluyordu.
Köpeklerin çıkardığı bir ses, adamların dikkatini çekti. Tek Kulak, kısa ve istekli inlemelerle sırığın müsaade ettiği miktarda öne fırlıyor, dişleriyle sırığa saldırmak için zaman zaman geri çekiliyordu.
“Şuna bak Bill.” diye fısıldadı Henry.
Köpeğe benzer bir hayvan sinsi bir şekilde yandan hareket ederek ateş ışığına doğru süzüldü. Güvensizlikle cesaret karışımı bir tavırla ilerliyordu. Adamları tedbirle izlerken dikkati köpeklere sabitlenmişti.
Tek Kulak, sopanın mümkün kıldığınca bu davetsiz misafire doğru ilerlemeye çalıştı. Hevesle inliyordu.
“Bu salak Tek Kulak korkmuş gibi görünmüyor.” dedi Bill alçak sesle.
“Bu bir dişi kurt.” diye fısıldayarak cevap verdi Henry. “Şişko ile Kurbağa’nın başına ne geldiği belli. Bu sürünün yemi. Köpeklerden birini kendine çekiyor, sonra da diğerleri yiyordu.”
Ateş çıtırdadı, bir kütük gürültüyle ayrıldı. Bu sesle tuhaf hayvan karanlığa çekildi.
“Henry düşünüyordum ki…” dedi Bill.
“Ne düşünüyordun?”
“Düşünüyordum ki sopayla vurduğum buydu.”
“Hiç şüphe yok buna.” dedi Henry.
“Bir de söylemek istiyorum ki…” diye devam etti Bill. “Bu hayvanın kamp ateşini tanıyor olmasının sebebi şüphe uyandırıyor.”
“Kendine saygısı olan bir kurdun bilmesi gerekenden daha fazla şey bildiği kesin.” diye hemfikir oldu Henry. “Yemek vakti köpeklere yaklaşabilecek kadar bilgi sahibi olan bir kurdun görmüş geçirmişliği vardır.”
“Yaşlı Villan’ın kurtlarla kaçmış bir köpeği vardı bir zamanlar.” diyerek yüksek sesle düşündü Bill. “Bilmeliydim. Little Stick’teki geyik çayırının orada bir sürünün arasında vurdum onu. Yaşlı Villan bebek gibi ağlamıştı. Üç senedir görmemişti onu dediğine göre. O süre boyunca hep kurtlarlaymış.”
“Sanırsam iyi tahmin ettin Bill. Bu bir kurt köpek. Zaman zaman insanların elinden balık yemişliği var.”
“Fırsatını bulduğum anda aslında köpek olan o kurt bir et yığını olacak.” dedi Bill. “Daha fazla hayvan kaybedemeyiz.”
“Ama sadece üç kurşunun var.” diyerek itiraz etti Henry.
“Ölümü garantileyecek bir atış için beklerim.”
Sabah olduğunda Henry, ateşi yenileyerek kahvaltıyı hazırladı. Bu arada arkadaşı horulduyordu.
“Çok rahat uyuyordun.” dedi Henry arkadaşını kahvaltıya çağırırken. “Seni uyandırmaya kıyamadım.”
Bill uykulu vaziyette yemeye başladı. Bardağının boş olduğunu fark edince demliğe uzandı. Ama demlik uzanamayacağı kadar uzakta, Henry’nin yanındaydı.
“Desene Henry…” dedi kibarca çıkışarak. “Bir şey unutmadın mı?”
Henry dikkatle etrafına bakıp kafasını salladı. Bill boş demliği tuttu.
“Sana kahve yok.” dedi Henry.
“Bitti mi?” dedi Bill endişeyle.
“Hayır.”
“Midemi bozar diye mi endişelendin?”
“Hayır.”
Bill’in yüzü öfkeyle kızardı.
“O zaman açıklama yapmanı bekliyorum heyecanla.”
“Kocabaş yok olmuş.” dedi Henry.
Acele etmeyen ve yenilgiyi kabullenmiş bir tavırla başını çeviren Bill köpekleri saydı.
“Nasıl oldu?” diye sordu soğukça.
Henry omuz silkti. “Bilmiyorum. Tabii eğer Tek Kulak kayışı çiğnemediyse. Tek başına bunu yapamayacağı kesin.”
“Lanet yaratık!” Bill ciddi bir şekilde yavaş yavaş konuşuyordu. Sesinde öfkeye işaret eden bir şey yoktu. “Kendi kayışını çiğneyemediği için Kocabaş’ınkini çiğnemiş.”
“Her neyse, Kocabaş’ın sıkıntıları sona erdi. Şu anda çoktan yirmi farklı kurdun midesine inmiştir.” En son kaybettikleri köpeğin ardından Henry’nin söylediği son sözler bunlardı. “Biraz kahve al Bill.”
Ama Bill kafasını salladı.
“Hadi ama!” diye rica etti Henry demliği kaldırarak.
Bill bardağını yanına itti. “Şimdi içersem ne olayım. Eğer bir köpek kaybolursa içmem demiştim. İçmeyeceğim.”
“Ama çok güzel olmuş kahve.” dedi Henry kışkırtmak istercesine.
Bill inatçıydı. Kuru kuruya kahvaltısını etti ve oynadığı oyun için Tek Kulak’a küfürler mırıldandı.
“Bu gece onları birbirlerine ulaşamayacakları şekilde bağlayacağım.” dedi Bill yola çıktıklarında.
Yüz metre kadar mesafe katettikten sonra önden yürüyen Bill, eğilerek ayakkabısına takılan şeyi aldı. Hava karanlık olduğundan bu cismin ne olduğunu anlayamasa da dokunması yeterli oldu. Tekrar attığı bu cisim kızağa çarptıktan sonra tekrar Bill’in ayağına geldi.
“Belki de buna ihtiyacın vardır.” dedi Henry.
Bill haykırdı. Kocabaş’tan geriye kalan tek şey buydu. Onu bağladıkları sırık…
“Onu yiyip saklandılar.” dedi Bill. “Sırık tertemiz. Sırığın uçlarına bağlı kayışları yemişler. Çok açlar Henry. Bu yolculuk sona erinceye kadar seni ve beni bile yiyebilirler.”
Henry meydan okurcasına kahkaha attı. “Daha önce kurtlar tarafından bu şekilde takip edilmemiştim hiç. Ancak çok daha kötülerini gördüğüm hâlde sağlam kaldım. Seni alt etmek için bir avuç belalı yaratıktan daha fazlası gerekir Bill.”
“Bilmiyorum, bilmiyorum…” diye uğursuzca söylendi Bill.
“McGurry’e vardığımızda bilirsin.”
“Çok da hevesli değilim.” diye ısrar etti Bill.
“Rengin solmuş, seni rahatsız eden bu.” dedi Henry. “Sana lazım olan şey kinin. McGurry’e varır varmaz sana bol miktarda kinin vereceğim.”
Bill bu teşhise katılmadığını belirtircesine homurdanıp sessizliğe gömüldü. Diğer günler gibi olan bir gündü. Gün ışığı saat dokuzda göründü. On iki olduğunda ufuk görmedikleri güneşle ısındı. Öğlene doğru soğuk bir griye büründü hava. Üç saat sonra da gece oldu.
Güneşin, ortaya çıkmak için harcadığı beyhude çaba henüz sona erdiğinde Bill, kızaktaki tüfeği çıkarıp şöyle dedi:
“Sen devam et Henry. Ben görülecek bir şey olup olmadığına bakacağım.”
“Kızağa yakın dursan iyi edersin.” diye itiraz etti arkadaşı. “Sadece üç kurşunun var. Ayrıca başımıza neler geleceğini bilemeyiz.”
“Şimdi kim mızmızlanıyor?” diye sordu Bill muzaffer bir edayla.
Henry cevap vermedi. Ağır ağır yürüdüğü sırada arada bir arkasına dönüp arkadaşının kaybolduğu gri ıssızlığa endişeli bakışlar attı. Bir saat sonra kızağın geçtiği yolları kestirmeden yürüyen Bill geri döndü.
“Etrafa yayılmışlar ve geniş bir alanda dolanıyorlar.” dedi. “Bir taraftan bizi takip edip diğer taraftan yeni avlar arıyorlar. Görüyorsun ki bizi elde ettiklerine eminler. Bizim için beklemeleri gerektiğini biliyorlar. Bu arada yollarına çıkan yenilebilir her şeyi yemeye istekliler.”
“Bizi elde ettiklerine emin olduklarını sanıyorlar demek istedin.” diyerek itirazını dile getirdi Henry.
Fakat Bill onu dikkate almadı. “İçlerinden bazılarını gördüm. Çok zayıflardı. Zannedersem haftalardır Şişko, Kurbağa ve Kocabaş dışında bir şey yememişler. Çoğu onları bile yiyememiştir. Pek zayıf düşmüşler. Gövdeleri tahta gibi düzdü. Mideleri de sırtlarına yapışmıştı. Çok çaresizler, bu kadarını söyleyebilirim. Hele bir çıldırsınlar da o zaman gör sen.”
Birkaç dakika sonra artık kızağın arkasından ilerleyen Henry, alçak sesli bir uyarı ıslığı çaldı. Bill arkasına dönerek sessizce durdurdu köpekleri. Arkalarında, henüz döndükleri dönemeçte netlikle görebildikleri tüylü bir silüet ilerliyordu. Burnu iz üzerindeydi. Tuhaf yürüyüşü kayar gibiydi ve çaba harcamıyordu sanki yürürken. Onlar durduğunda hayvan da durdu. Başını kaldırdı. Burun delikleri kokularını yakalamış ve üzerinde çalışıyormuş gibi açılıp kapanıyordu.
“Bu dişi kurt.” diye cevap verdi Bill.
Karın üzerinde yatan köpeklerin yanından geçerek kızağın yanındaki arkadaşına katıldı. Kendilerini günlerdir takip eden ve köpeklerinin yarısını telef etmiş tuhaf hayvanı izlemeye başladılar.
Bir müddet titizlikle inceledikten sonra hayvan öne doğru bir kaç adım attı. Bu şekilde devam etti. Ta ki doksan metre kadar yaklaşıncaya dek. Ladin ağaçlarının kümelendiği yerin yakınında durdu, kafasını kaldırdı ve kendisini izleyen adamların kıyafetlerinin kokusunu ve görüntüsünü hafızasına kaydetmeye çalıştı. Hayvan onlara istekle bakıyordu. Tıpkı bir köpek gibi. Ancak bu istekli bakışlarda bir köpeğin sevgisi yoktu. Bu istekli bakışların kaynağı açlıktı. Dişleri kadar acımasız, soğuk kadar zalim bir isteklilik…
İri bir kurttu bu. Zayıf yapısına rağmen kendi türünün en irilerinden olduğu belliydi.
“Omuz yüksekliği yetmiş beş santim kadar.” dedi Henry. “Boyunun bir buçuk metre kadar olduğuna bahse girerim.”
“Bir kurt için tuhaf bir rengi var.” dedi Bill. “Daha önce hiç kızıl kurt görmemiştim. Neredeyse tarçın rengi gibi.”
Hayvan kesinlikle tarçın rengi değildi. Kürkü hakiki kurt kürküydü. Asıl rengi griydi ve yer yer soluk bir kızıllık vardı. Şaşırtıcı bu ton zaman zaman görünüp kayboluyordu. Âdeta bir göz yanılsaması gibiydi. O an için belirgin bir gri renge sahip olsa da zaman zaman tuhaf bir kızıl parıltı saçıyordu sanki. Bu rengi sıradan tecrübelerle tanımlamak mümkün değildi.
“Sanki kızak çeken Sibirya kurdu.” dedi Bill. “Kuyruğunu sallamaya başlarsa şaşırmam.”
“Hey köpek!” diye bağırdı. “Buraya gel adın her neyse.”
“Senden azıcık bile korkmuyor.” diye güldü Henry.
Bill tehditkâr bir tavırla elini sallayıp bağırsa da hayvan korkmadı. Gözlemleyebildikleri tek değişim hayvanın daha fazla tetikte olduğuydu. Onlara hâlâ açlığın acımasız hevesiyle bakıyordu. Adamlar etti, hayvan ise aç. Cesaret edebilse yanlarına gidip onları yerdi.
“Buraya bak Henry.” dedi Bill. Farkında olmayarak sesini alçalttı söyleyeceği şeyden dolayı. “Üç kurşunumuz var. Ama onu kesinlikle vurabiliriz. Kaçırmak imkânsız. Üç köpeğimizi elimizden aldı. Onu durdurmalıyız. Ne dersin?”
Henry rıza gösterircesine kafasını salladı. Bill tüfeği dikkatlice çıkardı. Omzuna götürecek olsa da olmadı. Çünkü dişi kurt bir anda yolun yanına sıçrayıp ladin ağaçları arasında kayboldu.
İki adam birbirine bakındı. Henry uzun ve durumu anlayan bir ıslık çaldı.
“Bunu bilmeliydim.” diyerek kendine kızdı Bill tüfeği tekrar yerleştirirken. “Köpeklerin beslenme zamanında gelmeyi bilen bir kurt ateş açan demirleri de bilir. Sana diyorum Henry, bu yaratık bütün sıkıntılarımızın sebebi. Eğer o olmasaydı şu anda üç yerine altı köpeğimiz olurdu. Ve sana şimdi diyorum ki Henry, onu yakalayacağım. Açık alanda vurulmayacak kadar akıllı. Ama onu bekleyeceğim. Adımın Bill olduğundan emin olduğum gibi ona pusu kuracağıma eminim.”
“Bunu yapmak için çok uzaklaşmamalısın.” diye uyardı arkadaşı. “Eğer ki sürü üzerine atlarsa şu senin üç kurşun cehennemdeki üç ‘eyvah’a dönüşür. Hayvanlar feci aç ve bir kere üzerine gelirlerse seni kesinlikle ele geçirirler Bill.”
O gece erkenden kamp yaptılar. Üç köpek kızağı altı köpek kadar kısa sürede çekemiyordu. Üstelik tükenir gibiydiler. Adamlar erkenden yatağa girdi. Ama ilk önce Bill, hayvanların birbirlerinin kayışlarını kemiremeyecek mesafede olduklarına emin oldu.
Ne var ki kurtlar daha da cesaretlenmişlerdi. Adamlar da uykularından birden fazla kez kalktılar. Kurtlar o kadar yaklaşmışlardı ki köpekler öfkeden deliye döndü. Bu sebepten maceraperest yağmacıları güvenli bir mesafede tutmak için zaman zaman ateşi yenilemek gerekiyordu.
“Denizcilerin gemiyi takip eden köpek balıklarından bahsettiğini duymuştum.” dedi Bill ateşi yenilediği zamanlardan birinde tekrar battaniyeye bürünürken. “Yani, bu kurtlar karaya ait köpek balıkları. İşlerini bizden iyi biliyorlar. Bizi yakalayacaklar. Bizi kesinlikle yakalayacaklar Henry.”
“Böyle konuşmana sebep olarak seni yarı yakalamışlar zaten.” dedi Henry sert bir şekilde. “Yakalandığını söyleyen bir adam yakalanmış sayılır. Bu şekilde konuştuğuna göre seni kısmen yediler demektir.”