Kitabı oku: «Goethe'nin Hayatı», sayfa 2
İkinci Bölüm
Goethe, Leipzig’te insanların durmaksızın bir o yana bir yana geçtiği bir avluya bakan, üniversiteye yakın, iki şirin odası bulunan bir eve yerleşti. Oraya sonbahar panayırının olduğu bir dönemde vardığından, görünüşleri ilgisini çeken birçok yabancıyla karşılaşma olanağı buldu. Eskiden kitap ticaretinin merkezi olması bakımından şimdiye göre çok daha önemli bir şehir olan Leipzig onu öylesine etkilemişti ki orada geçireceği seneleri dört gözle bekliyordu. Özellikle de buradaki insanların, Frankfurt’un resmi ve katı kurallı sosyal yapısıyla zıtlık gösteren sıcakkanlı ve serbest tutumları onu büyülemişti.
Şehre varışından birkaç gün sonra üniversiteye öğrenci olarak kabul edildi. Bazı hukuk derslerine katılmak zorunda olsa da Cicero’nun De Oratore’si üzerine Ernesti’den, retorik ve Alman edebiyatı konusunda da Gellert’ten ders aldı. İlk başlarda derslerine örnek bir çalışkanlıkla katılan Goethe, çok geçmeden derslerin ona bir faydası dokunmadığı kararına vardı. Hukuk bölümündeki hocalarının ona anlatabilecekleri Frankfurt’ta öğrendiği şeylerden farklı çok az şey vardı, ki bunlar da Goethe’nin onların yardımı olmadan üstesinden ustalıkla gelebileceği şeylerdi. Gellert’in kılı kırk yaran, sıradan tavrı ona çekici gelmemişti. Hatta alanında son derece özgün olan Ernesti bile ona göre Latin edebiyatının ruhuna nüfuz edemiyor, daha doğrusu onun büyüsünü derinlemesine hissettiremiyordu. Leipzig’te geçirdiği tüm zaman boyunca kuşkusuz derslere katılmaya devam etse de üniversiteyle ilişkisi içten değil, zorakiydi ve üniversitenin onun entelektüel gelişimine çok az bir katkısı oldu.
Bir tarih profesörü olan Böhme, ona arkadaş canlısı bir şekilde davrandı. Kültürlü ve hoş bir kadın olan karısı Goethe’yle konuşmaktan keyif alırdı. Ancak kadının Frankfurt’a özgü hal ve tavırlarıyla bilakis açık biçimde alay edip hayranı olduğu şairlerin yazılarını yermesi onu biraz rencide ederdi. Her gün tıp profesörlerinden birinin evinde akşam yemeğine katılırdı, burada tıp ve doğabilimlerinde okuyan öğrencilerle tanışırdı. Leipzig yavaş yavaş ilginç olmaktan çıktığında, memleketinde alıştığı şeylere özlem duymaya başlayan Goethe, her şeyden önce en içten duygu ve düşüncelerini paylaşabileceği birkaç arkadaşa hasretti. Gittikçe neşesiz ve ümitsiz bir ruh haline girdiğinden dolayı, 1766 ilkbaharında Frankfurt’tan Leipzig’e hukuk okumaya gelen Horn adında bir arkadaşının onda eski zinde ve esprili havasını bulamayışına fazlasıyla üzüldü. Birkaç yıl onun en yakın dostlarından biri olacak Horn’un varlığı, Goethe’nin yeniden canlanmasına epey bir katkıda bulundu. Toparlanma süreci, Würtemberg’li Dük Frederick Eugene’in özel sekreterliğini yapmak için Frankfurt’tan Treptow’a giderken Leipzig’e uğrayan Schlosser adındaki başka bir arkadaşıyla tamamlandı. Sonraları Goethe’nin kız kardeşiyle evlenen, dinç ve bağımsız bir karakteri olan Schlosser’in biraz katı bir mizacı olsa da özünde nazik ve sempatik biriydi. Onun gelişiyle birlikte Goethe, başarılı bir biçimde eski canlılığını ve özgüvenini kazandı.
Schlosser, karısı da Frankfurt’lu olduğundan dolayı onun hemşerilerini de evinde ağırlamaktan memnuniyet duyan Schönkopf adında bir şarap tüccarının yanında konaklıyordu. Goethe Schönkopf’un sofrasında bulunmaktan öyle haz alıyordu ki her gün orada yiyip içmeye kararlıydı. Bu kararlılığı, Leipzig’te geçirdiği süre boyunca devam edecekti. Schönkopf’un tatlı ve cilveli kızı Anne Catharine, Goethe’nin duyarlı karakterini görür görmez adamın kalbini fethetmişti. Tıpkı Gretchen gibi Anne de ondan iki ya da üç yaş büyüktü. Öte yandan Goethe, yalnızca bu özelliğinin bile kızı sevilmeye daha fazla değer kıldığını hissediyordu. Onun kendisine bağlılığını zevkle kabul eden Annette (Goethe ona genellikle böyle hitap ederdi) de ona içten bir şekilde düşkündü. Asla onun karısı olamayacağına yönelik bir şüpheye düşen Annette, Goethe’ye başka hayranlarına verdiğinden fazlasını da vermedi. Goethe kızın rakiplerine yönelik sevecen tutumlarından ötürü kıskançlık ateşiyle yansa da Annette attığı tek bir gülücükle onun ayaklarını yerden keserdi. Bütünüyle düşünüldüğünde, Annette’yle yıllar süren ilişkisinin ona mutluluktan çok ıstırap verdiği görülür. Goethe, ne kızın aşkının sadece ama sadece onun olması gerektiğine inanıyor ne de bu aşka kendisinden başka birinin talip olduğunu düşünmeye dayanabiliyordu.
Schönkopf’un evinde onun entelektüel gelişimine önemli ölçüde katkıda bulunacak bir kimseyle tanışmasa da genç bir konta özel öğretmenlik yapan Behrisch adında bir bilginin de aralarında olduğu birçok değerli insanla yakından iletişim kurma zevkine erişti. Behrisch’in sadık bir arkadaş ve akıllı bir eleştirmen olması Goethe’nin hoşuna gitmişti. Zamanla çevresi genişleyen Goethe, Leipzig’te de neredeyse Frankfurt’taki kadar fazla arkadaş edinmişti. Özellikle de matbaacı Breitkopf’un evini ziyaret etmekten keyif alırdı. Biri takdire şayan bir piyanist ve becerikli bir besteci olmak üzere, Breitkopf’un Goethe’nin yaşlarında iki oğlu vardı. Bu konuksever ailenin evinde, Goethe sık sık müzikal eğlencelere katılırdı. Üstelik hem şarkı söyleyebildiği hem de flüt çalabildiği için kendisi de eğlencelere bizzat dahil olurdu. Sonraları belli bir düzeyde çello çalmayı bile öğrendi.
Goethe’nin Leipzig’te temas kurduğu en seçkin kişi; çizim, resim ve mimarlık akademisinin yöneticisi olan Oeser’dı. Macaristan’ın Presburg şehrinden gelen Oeser, hemşerilerinde de sıkça rastlanan bir enerjiyle ve şevkle doluydu. Sanatsal başarıları kalıcı bir değere sahip olmasa da etkisi altında kalanların, sıradışı bir biçimde sanata ilgi duymalarını ve yüksek ölçüde gayret göstermelerini sağlayacak güce sahipti. Bundan uzun zaman önce, Dresden’dayken Oeser’la yakın bir ilişki kuran Winckelmann, “Sanat eserlerine kalıcı cazibesini kazandıran nitelikler basitlik ve sükûnettir,” teorisini ondan öğrenmişti. Usta işi sanatsal yöntemlere özlem duyan ve bu yüzden Oeser’ın çırağı olan Goethe de, sanat hakkında elde ettiği tüm verimli düşüncelerin ve kendi kabiliyetlerinin üstüne gitme cesaretinin tohumlarını bu bilge ve güler yüzlü hocasının ektiğini asla unutmadı. Oeser’ın hem Leipzig’teki hem de ülkesindeki evinde Goethe, her zaman hoş karşılanan bir misafirdi. Oeser’ın biri evli iki kızı vardı. Goethe’nin yaşlarındaki bekâr kızı Frederika, babasıyla birlikte yaşıyordu. Güzel, hayat dolu ve becerikli bir kız olan Frederika, Goethe’nin en iyi arkadaşlarından biri oldu.
Oeser, Goethe’nin tek sanat eğitmeni değildi. Bir gravür ustası olan Stock, Breitkopf’ların evinin üst katındaki evde, karısı ve iki genç kızıyla (sonraları Schiller’in en yakın iki arkadaşıyla evlendiler) birlikte yaşıyordu. Goethe ondan büyük bir şevk ve sabırla çalıştığı gravür dersleri aldı. Ayrıca zaman zaman kitapları ciltlemek için mukavvaları da oyarak kendisini oyalıyordu. Goethe’nin meşguliyetlerinin neredeyse sınırı yok gibiydi. Üstlendiği her işte üstün olmayı beklemese de, bu gayreti ona iyi ve kötü eseri birbirinden keskin biçimde ayırıp doğru ve kalıcı ilkelere göre biçimlendirilmiş olanları takdir etmek ve onlardan keyif almak için yeterli ölçüde bir kavrayış kazandırdı.
Leipzig’teki iyi resimlerin tümünü görmüş olan Goethe, 1767’de Dresden’deki resim galerisini gezmek amacıyla kısa bir tatile çıktı. Orada, dostça bol bol sohbet ettiği saygıdeğer ve esprili bir kunduracının evinde konakladı. Galerideki tüm büyük ekollerin resimleri ilgisini çekse de Hollanda ekolüne ait olanlar gerçeğe uygun oluşlarından ötürü onu en güçlü biçimde etkileyen eserlerdi. Hayran kaldığı başyapıtlar, onları gezmeye günlerce devam eden Goethe’nin zihnini öylesine derinden etkilemişlerdi ki gerçek dünyaya döndüğünde çevresindeki şeyleri sanki bir resmin parçalarıymış gibi görmekten kendini alamıyordu. Kunduracı arkadaşı bile sanki Ostade’nın tuvalinden fırlayan bir figür gibi görünüyordu.
Goethe resim sanatından güçlü bir biçimde etkilense de edebiyat onun gerçek dostuydu. Latin klasiklerini giderek artan bir zevkle okuyor olmasının yanı sıra bir tür mutluluk içgüdüsüyle dehasının gelişmesi için en uygun yazarlara yönlendirildiği yeni izlenim ve dürtülerle çevrili olduğunu da hissediyordu. Frankfurt’tayken Shakespeare’i, Wieland’ın çevirisinden okumuş olan Goethe’nin karşısına şimdi de Dodd’un Beauties of Shakespeare’i çıkmıştı. Bu kitaptaki seçmeleri okumak henüz Shakespeare’in gerçek değerini keşfetmesini sağlamasa da sonraki aşamalarda elde edeceği daha derin kavrayışın özünü oluşturuyordu. Kariyerine başladığı Pietist3 tutkularını ardında bırakmış olan Wieland artık düzyazı ve şiirlerini basit Epiküryen felsefesiyle süslüyordu. Son dönem yazılarının her birini büyük bir şevkle okuyan Goethe, tüm hatalarına rağmen fikirlerini canlılık, incelik ve zarafetle sunmasını iyi bilen Wieland’dan çok şey öğrendi. Lessing’in 1766 yılında yayımlanan Laocoon’unu okuduktan sonra döneminin diğer gençleri gibi kendisinin de kitaptan büyük bir haz aldığını, başyapıtın ciddi ve mükemmel bir ruha sahip olduğunu söyledi. Tıpkı bir şimşeğin parıltısı gibi bu eser de sanatları birbirinden ayıran geniş çizgileri açığa çıkarıyordu. Ayrıca her sanatın, ancak kendi sınırları dışına taşmadığında en yüksek amacına ulaşabileceğini ve tüm sanatlar arasında şiirin doğası gereği en derin, en geniş kapsamlı ve en görkemli sanat olduğunu gözler önüne seriyordu. Tüm bunlar Goethe için yeni şeylerdi ve onu eleştirel düşüncenin temel sorunları üzerine kafa yormaya teşvik etti. Lessing’in, Almanca’da hâlâ türünün en muhteşem biçimlendirilmiş oyunu olan Minna von Barnhelm’ini de aynı şevkle karşıladı. Diğer Alman oyun yazarlarının aksine Lessing motiflerini doğrudan dönemin yaşamından seçerken, bu motifleri kalıcı bir biçimde çekici kılacak yaratıcı bir hayal gücü ve incelikle bezeyerek ifade ettiği için eser Goethe’yi çok etkiledi. Goethe, 1768 baharında Leipzig’te bir ay geçiren Lessing’i ne yazık ki göremedi. Aşağı yukarı o vakitlerde, onun çok saygı duyduğu ve antik dönem sanatı üzerine kaleme aldığı yazılarıyla Goethe’nin entelektüel yaşamını zenginleştiren ve geliştiren en önemli isimler arasında yer alan Winckelmann’ın cinayet haberiyle sarsıldı.
Leipzig’e gelişi itibarıyla, Goethe tiyatrolara düzenli olarak katıldı, hatta ara sıra Schönkopf’un evinde oynanan halka kapalı oyunlarda rol aldı (komedi kısımlarında her seferinde kayda değer bir başarıyla). Tiyatro oyunları devamlı aklının bir köşesinde yer ediyordu ve sahneye aktarılacak bir oyun yazmayı denemek istiyordu. Bunun üzerine 1767-68 kışında Die Laune des Verliebten (Âşığının Haleti Ruhiyesi) ve Die Mitschuldigen (Karmaşıklıklar) adında iki oyun yazdı. İlki aslında Annette Schönkopf’la ilişkisine dair deneyimlerinin bir sunumuydu. İkincisiyse Gretchen’le ayrılığına yol açan olayla bağlantılı olarak dikkatini Frankfurt’a odaklayan durumların tatsız bir tasvirini yapıyordu. On iki hecelik kafiyeli dizeler biçiminde yazılan her iki eser, çoğu çağdaşı gibi Goethe’nin de hâlâ klasik Fransız tiyatrosunu model aldığını göstermektedir.
Goethe, Leipzig’te hiciv sanatına fazlasıyla düşkün bir şair olarak tanınıyordu. Otobiyografisinde, bir zamanlar Almanya’nın edebi diktatörü olarak tanımladığı Gottsched’i ziyaretini anlatır. Bu matrak anlatım tarzından, kendi günlerinin sona erdiğini anlamakta zorlanan bu katı ihtiyarın ziyaretine alaycı bir tavırla gittiğini görmek zor değildir. Asil üslubuyla övünen Clodius’uysa, şatafatlı dizelerinin parodilerini yazarak çileden çıkarmıştı. Ancak özünde Goethe bu tür eserleri bile bir hayli önemseyecek kadar cömertti. Onun en çok hoşuna giden şey kendi düşünce ve duygularına dolaysız bir şiirsel anlatım kazandırmaktı. Bu sebepten dolayı Leipzig’te bulunduğu dönemde epey fazla sayıda şarkı sözü yazdı ve bunlardan bazıları Breitkopf kardeşlerin büyüğü tarafından bestelendi. Bunlar, daha sonraki dönemlerde ürettiği yine aynı türden eserlerin tanımlanamaz büyüsüne nazaran eksiksiz bir ritim duygusundan yoksun olsalar da, en azından ustalık dönemindeki ifade etme yeteneği ve canlılığından bir ipucu verir nitelikteydi.
1767’de Goethe Schönkopf’ları, Kanne adında Sakson bir avukat arkadaşıyla tanıştırdı. Kanne’nın, Annette’nin cazibesine kapıldığını fark eden Goethe, Annette’nin de onun bu tavrına kayıtsız kalmadığını görünce büyük bir kederin içine düştü. Teselli aramak için doğaya kaçarak ve genç kadınların güvenilmez oluşları üzerine iğneleyici dizeler yazarak öfkesini bastırmaya çalışsa da bunların tümü boşunaydı. Bütünüyle acınası bir halde olan Goethe’nin çeşitli diğer nedenlerin de yol açtığı mutsuzluğu, sonraları yaşamının düzenini bozup onu ağır biçimde hasta etti. Nihayetinde 1768’in bir haziran akşamı şiddetli kanaması olunca aceleyle bir doktor çağırıldı. Bir müddet ciğerleriyle ilgili bir hastalıktan mustarip olduğundan endişe edildi. Hastalığı süresince dostları tarafından şefkatle bakılan Goethe, iyileşme evresinde dostu Frederika Oeser’yla ettiği canlı ve coşkulu sohbetlerle neşelendi. Frederika, zamanında kırsalda kendisini ziyarete gelen bu genç dostunun veremden öleceğine yönelik saçma düşüncelere kapılmasına gülerdi. Bunun birlikte iyileşme süreci yavaş olduğundan en sonunda Frankfurt’a geri dönmeye karar verdi ve önemli işlerin başlangıcına vesile olduğuna inandığı doğum gününde yola çıktı. 26 Ağustos gününde Schönkopf’lara uğrayıp kendisine ayda bir defa yazmasına izin veren Annette’ye veda etti. Belki bunun onu son görüşü olduğu düşüncesinden duyduğu üzüntüyle yola çıkmadan önceki son günün akşamı Annette’nin evine bir defa daha gitme dürtüsüne karşı koyamadı. Işıkların yanık olduğunu görüp evin kapısının önündeki basamaklarda dolansa da, içeri girmeye cesaret edemedi.
Frankfurt’a vardığında, hasta genç adamı annesi ve kız kardeşi sonsuz şefkatle karşılarken onu solgun ve zayıf gören babası, büyük bir heyecanla beslediği umutların suya düşmesi karşısında hissettiği acıyı sakladı. Yeniden evinde olduğu için mutlu olan Goethe, günlerini çizim ve gravür yaparak geçiriyordu. Annette’ye küçük armağanlar gönderiyor, Oeser ve Leipzig’teki diğer dostlarına neşeyle mektuplar yazıyordu. Ancak yıl sonuna varmadan yeniden güçsüz düşen Goethe, bu kez farklı bir hastalıktan mustaripti. Oğlunun çektiği bu korkunç ıstırap karşısında ümitsizliğe sürüklenen annesi, İncil’i eline alıp gözünün takılacağı ilk cümleyi kendisine kılavuz kabul etmeye kararlıydı. Neyse ki Yeremya’nın, “Samiriye dağlarında yine bağ dikeceksin. Bağ dikenler üzümünü yiyecekler,” sözleriyle karşılaşan annesini birden rahatlama hissi sardı. Sonraları da bu söz onun en gözde “vaadi” olarak kaldı. Goethe çabucak toparlansa da 1769 yılının başlarında bir ay boyunca odasına kapanmak zorunda kaldığı bir başka hastalığa yakalandı. Böylece şiddetli biçimde sarsılan bünyesinin eski durumuna geri dönebilmesi için zamana ve ihtiyata ihtiyaç olduğu açıklık kazandı.
Annesinin en yakın dostları arasında, Moravya kilisesine bağlı ve güvenilir bir insan olan Fräulein von Klettenberg de vardı. Soylu, saf ve onurlu karakteriyle derin ölçüde mistik bir dindarlığı bünyesinde birleştirmişti. Hastayken ona çok büyük bir nezaket gösteren Fräulein von Klettenberg, Goethe’nin zihninde çok güçlü bir etki bıraktı. Bu dönemde Goethe büyük bir ciddiyetle sık sık insan yaşamı ve kaderine ilişkin en derin sorunlar üzerine düşündü. Hatta Teslis, Şeytan, Tanrı, İnsan, Düşüş ve Kurtuluş öğelerinin yer aldığı detaylı bir teolojik sistem bile kurdu. Kurumsal düşünme denemeleri, Fräulein von Klettenberg gibi Moravya kilisesine bağlı biri olan doktoru tarafından yönlendirildiği simya çalışmalarıyla bağlantılıydı. Goethe, simya yasalarıyla paralel birçok deney yürütmekle yetinmeyip bu konuyla alakalı yazılmış eline geçen tüm eski kitapları da okudu.
1769 yılı sonbaharında Breitkopf tarafından bestelenen melodileriyle birlikte yazdığı şarkı sözlerinin birkaçından oluşan bir cilt kitap Leipzig’ten ona gönderildi. Goethe artık başka işlerle meşgul olduğundan dolayı gönderilen bu kitap ona pek bir haz vermedi. İngiltere’ye giderken Frankfurt’tan geçen General Paoli’yle göz göze gelişi onu çok daha derinden etkilemişti. Paoli’nin soylu ve romantik kariyeri Boswell’in, Boswell vasıtasıyla Johnson’ın ve Korksikalı kahramanın yakında Londra’da bir araya geleceği parlak edebi topluluğun tüm diğer üyelerinin olduğu gibi Goethe’nin de şevkini alevlendirmişti.
O sıralarda Annette’nin, arkadaşı Kanne’yle nişanlandığını öğrendi. Bu haber üzerine umutsuzlukla sarsılan Goethe, son anda onların birliklerini bozacak bir şey olmasını ve arkadaşının yerini kendisinin almasını umuyordu. Öte yandan Annette onunla aynı hisleri paylaşmıyordu. Ona duyduğu aşkın neden olduğu neşe ve eziyet, evliliğiyle birlikte çok geçmeden sonsuza dek ortadan kalkacaktı.
Babası, Goethe’nin hukuk çalışmalarına mümkün olduğunca kısa bir sürede geri dönmesini çok istiyordu. Dolayısıyla evinde geçirdiği bir buçuk yıllık aradan sonra 1770 yılının Nisan ayında Strazburg’a doğru yola çıktı (çeşitli sebeplerden ötürü diplomasını burada alması gerektiğinde karar kılınmıştı). Goethe artık 21 yaşındaydı. Sağlığına tam kavuşmuş olmamasına karşın, yapması gereken işleri bitirmek için yeterince gücü olan Goethe’nin artık ölümcül bir hastalıktan mustarip olma korkusu da kalmamıştı.
Fransız Krallığı’na ait bir vilayet olsa da Alsace özünde hâlâ Almandı. Bu durum devrim zamanı insanlar, kendilerini birer Alman olarak görmeye son verip Fransa’yla bağlarından gurur duymaya başladıklarında sona erecekti. Goethe Strazburg’a vardığında yabancı bir şehre gelmiş gibi hissetmedi. Şehir gerçekten de Fransız öğelerini bünyesinde barındırsa da kendisiyle aynı dili konuşan halk, Cermen atalarının gelenek ve göreneklerini sürdürüyordu. Frankfurt’ta olduğu gibi Strazburg’da da geçmiş dönemlerden esintiler mevcuttu ve tüm bunlar Goethe’nin dikkatini hemencecik çekmişti. Özellikle de o güne dek gördüğü en görkemli yapı olan katedralden (Notre-Dame) çok etkilendi. Bu yapının hem içini hem dışını iyice inceleyen Goethe, her zaman kötülenen gotik mimarinin sıkı bir hayranına dönüştü. Özellikle günbatımında sık sık kuleye çıkıp tepeden görünen geniş ve tuhaf manzaranın keyfini çıkarıyordu.
Eski balık pazarında takıldığı hoş mekânlardan birinde, sevdiği birçok öğrenciyle buluşup akşam yemeği yediği bir masası vardı. Bu masanın başında Salzmann isminde, zevkli ve kültürlü bir adam olan orta yaşlı bir kâtip otururdu. Goethe’yi daha ilk bakıştan gözüne kestiren Salzmann, onunla felsefe üzerine tartışmalar yürütmesinin yanı sıra lisans dönemindeki çalışmalarına ilişkin ona işe yarar ipuçları da verdi. Bu masada tanıştığı bir başka kişiyse, otuz yaşında Strazburg’a tıp okumaya gelen ve geçim konusunda tanrıya bel bağlayan Jung Stilling’di. Stilling, Goethe’yle ilk karşılaşma anını hiçbir zaman unutmadı. O ve arkadaşı Herr Troost daha kimse gelmemişken masadaki yerlerini almışlardı. Çok geçmeden gelen konuklar arasında içeri canlı bir havayla giren, “büyük parlak gözlü, geniş alınlı ve güzel fizikli” genç bir adam vardı. Bu, Goethe’ydi. Stilling’in arkadaşı, “Mükemmel bir adam olmalı,” diye fısıldamıştı. Stilling de arkadaşıyla aynı görüşte olmasına karşın, Goethe’nin (sonraları hatalı bir izlenim olduğu anlaşılan) “çılgın bir genç” gibi gözükmesinden dolayı başlarını belaya sokabileceğini düşünmüştü. Sonraları bir başka akşam yemeğinde bu önyargısından ötürü konuklardan biri Stilling’e gülmüştü. Başlarda sitem ettiği Stilling’in dostluğunu kazanmaya çalışan Goethe, ona samimi bir tavırla bağlanmıştı.
Salzmann’ın vesilesiyle Goethe, Strazburg’taki birçok hanede ağırlandı. Hastalığı döneminde onu güçlü bir şekilde ele geçiren mistik fikirlerin hâlâ bir nebze etkisi altında olsa da bunlar etrafındaki sosyal hayata katılmasının önüne geçmedi. Dans partileri Frankfurt ve Leipzig’te o zamanlar yaygın değildi. Onun için büyük bir yenilik olan dansa, Goethe hiçbir zaman yeterince doyamıyordu.
Paris’e dönüş yolunda Strazburg’dan geçen genç prenses Marie Antoinette’i görme zevkini yaşadı. Haziran ayında öğrenci arkadaşı Weyland’la, Vosges dağları üzerinden Saarbrücken’e bir at gezisi yaptılar. Geri dönerken Niederbronn’da karşısına çıkan antik sütunlar, üzerine yazılar kazınmış sunaklar ve diğer Roma kalıntıları onu hayrete düşürdü. Çiftlik alanları boyunca yayılmış bu nesneler, büyük Roma uygarlığının canlı bir resmini gözünün önüne getirdi.
Strazburg’a diplomasını almak için gelmiş olduğunu unutmayan Goethe, yirmi birinci yaş gününden hemen sonra üniversitedeki derslere düzenli biçimde katılıp sınavlarını geçti. Ardından, “Tüm yurttaşların uymakla yükümlü olduğu bir dini kavrayış biçimi oluşturmak devletin görevidir,” doktrini üzerine yazacağı bitirme tezini hazırlamaya başladı. Üniversitede geçirdiği süre boyunca kimya, anatomi ve diğer bilimlerle de ilgilendi. Ayrıca Niederbronn’da karşılaştığı değerli nesnelerden esinlendiği, Alsace’ın antik yapıları üzerine yaptığı çalışmaya da bir hayli zamanını adadı.
1770 yılının Eylül ayında bir gün Goethe “Zum Geist” adlı hanın girişinde tesadüfen genç bir papazla tanıştı. Herder’in Strazburg’a henüz vardığını duyduğundan, bu kişinin onun ta kendisi olduğuna hiç şüphesi yoktu. Goethe onu saygıyla selamlayınca, herkes gibi Herder de bu genç öğrencinin yiğit duruşu ve samimi tavırlarından etkilenip onu hoş bir şekilde karşıladı ve onunla sohbet etmeye başladı. İkisi arasında yakın bir dostluğa yol açan bu durumun Goethe’ye önemli getirileri oldu. O zamanlar 26 yaşında olmasına rağmen sıkı bir disiplinden dolayı olgun bir karakteri olan Herder, canlı ve taze fikirlerle dolu iki makale derlemesinin yazarı olarak daha o zamandan iyi bir ün kazanmıştı. Dünyanın büyük yaratıcı ruhlarından biri olmasa da canlı ve sıradışı bir kavrayış yetisiyle donatılmış bir zekâsı vardı. Karakterinde de zihninin dünyaya uzanan kısmına ait fikirlere ilham olacak bir şevk ve soyluluk vardı.
Riga’daki vaizlik ve öğretmenlik işini bıraktıktan sonra bir süre Fransa’da kalan Herder, yakın bir zaman önce Strazburg’a kadar eşlik ettiği genç Holstein-Eutin Prensi’ne özel öğretmenlik yapma görevini kabul etmişti. Darmstadt’ta nişanlandığı Caroline Flachsland’a evlenme teklifi ettiği Bückeburg’dan (çok geçmeden yerine getirilen) baş-papazlık sözü alınca, artık bu özel öğretmenlik görevini bıraktı. Ancak, başını bir hayli belaya sokan bir göz hastalığından mustaripti ve tedavi olma şansı olduğu için altı aydan fazla bir süre daha Strazburg’ta kaldı. Ağrılı bir ameliyat gerçekleştirildi ve iyileşme süreci de beklenenden daha yavaştı. Sürekli ziyaretine gelenlerden biri olan Goethe, bu zorlu süreçte ona yardım etme fırsatını hiçbir zaman kaçırmadı. Karakterine ait tüm mükemmel niteliklerine rağmen çabuk sinirlenmeye ve biraz kibirli davranmaya eğilimli olduğundan, sağlıklı olduğunda bile Herder’le anlaşmak arkadaşları için bir hayli güçtü ve üstelik hastalığında bu huyu biraz bile düzelmemişti. Öte yandan karakterinin özündeki mükemmelliği gören Goethe onun bu duruma özgü kabalığına aldırış etmediğinden, bu yeni arkadaşına yönelik vefalı tavırlarının mükâfatını aldı.
Bu dönemde, Avrupa düşünce yapısı dünyanın görebileceği en büyük devrimlerden birine tanık oluyordu. Hiç şüphe yok ki hareketin öncüsü Rousseau’ydu. Rousseau bir edebiyatçı olarak Voltaire’in yanına bile yaklaşamazdı. Ne de Diderot’dan daha kapsamlı ya da onunla aynı ölçüde bir bilgi dağarcığına sahipti. Ancak onun fikirleri çağın en temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Rousseau halkın dikkatini insanlığa yönlendiren, peygamberlere has bir şevk ve heyecana sahipti. Fransız uygarlığını köklerinden sarstı, Almanya üzerinde de çok derin bir etki bıraktı. Kaliteli zihinler, her yerde dünyanın mevcut durumundan büyük bir hoşnutsuzluk duyuyordu. Rousseau’ya göre adaletten yoksun kurumlar tarafından bozulmadığı müddetçe daima saf ve soylu kalacak özsel insani niteliklerin, özgürce gelişimi ve dışavurumu adına norm ve geleneklere karşı çıkıp “doğa”ya dönüş için haykırıyordu her biri.
Rousseau hakkında ciddi çalışmalar yapan Herder, öğretisindeki tüm temel tezleri benimseyip onun bu doktrinlerini sadece yaşamın eleştirisinde değil, aynı zamanda edebiyata dair yargılarına da uygulamıştı ve ayrıca o andan itibaren Goethe’yi kendi entelektüel zenginliğinin bir paydaşı olarak kabul etti. Halihazırda Rousseau’nun bir okuru olan Goethe’nin zihni artık, erken dönem yazılarının karakterinden aşina olduğumuz gibi La Nouvelle Héloïse ve Emile4 ruhunun derinden etkisi altındaydı. Daha da önemlisi Shakespeare’in dehasının ihtişamını tamamen kavramış olmasının getirdiği faydaydı. Tüm şairler içerisinde Shakespeare, Herder’in öğrettiği biçimiyle doğanın en doğru yorumuna kavuştuğu kişiydi. Onun oyunları üzerine büyük bir hevesle çalışmaya dönen Goethe, onların güç ve güzelliklerinden daha önce hiç olmadığı kadar etkilenerek onlarda yatan anlamı tüketmenin mümkün olmadığını daha da güçlü bir şekilde hissetti. Herder’in; Swift, Richardson, Fielding, Sterne ve Goldsmith hakkında da söyleyeceği çok şeyi vardı. Goethe’nin de aralarında bulunduğu bir arkadaş çevresine neşeli, acıklı ve huzurlu cazibesiyle her birinin zevkle dinlediği Wakefield Papazı’nı5 okuyordu. Herder’in etkisiyle Homeros okumaya başlayan Goethe, Hamlet’ten6 bile alamadığı güçlü ilhamı İlyada7 ve Odyssey’den8 almıştı. Macpherson’ın çevirdiği Ossian, Herder’in hayal gücü üzerinde büyük bir etki bıraktı. Aldığı bu hazzı Goethe’yle de paylaştı. Goethe de Fingal ve The Songs of Selma’da (Selma Şarkıları) ilkel edebiyatın görkemli ve büyüleyici birçok izine rastladı. Yine Percy’nin Reliques’ini (Eski Eserler) iyi bilen Herder’in etkisiyle, Goethe ilk defa şiirsel dürtünün en güzel dışavurumunun herkesçe bilinen şarkı ve baladlarda bulunduğunu öğrendi. Bunu öğrenmesi ona çok büyük bir haz verdi. Böylece elindeki derleme halk şarkılarını, kendi sözlerini kullanarak yeni bir tarzda ve ancak ince bir zekânın üstesinden gelebileceği bir zarafet ve basitlikle yeniden yaratma işine girişti.
Herder’in üzerinde bıraktığı etki sayesinde Goethe, Strazburg döneminde büyük bir entelektüel uyanış yaşadı. Hiçbir doktrinel yapıyı hakikatin tam ve nihai dışavurumu olarak görmüyordu. Bunun aksine Herder’den zihnini başkalarına bağımlı olmadan kullanabilmeyi öğrendi. Artık bizzat kendi gözleriyle baktığı dünyayı yargılayarak fikirlerini özgürce test edebilmeye başlamıştı. Herder’le tam da ondan daha ileri düzeyde özgün bir zihne ihtiyaç duyduğu ve onun da buna ayak uydurabileceği bir gelişim evresindeyken tanıştı. Öğretmeniyle yolları ayrıldığında, artık bir ustanın dizinin dibinde oturmasına ihtiyacı yoktu. Tıpkı sırlarını çözdüğü şairlerin yaptığı gibi dünya gerçekleriyle dolaysız biçimde temas edip, doğasının ona bir armağanı olan dürtüleriyle kendi kavrayış ve yaratıcılığının izini sürerek büyük başarılar elde etmenin mümkün olduğunu öğrenmişti artık.
Herder’le birlikte geçirdiği dönemde uyanan taptaze dürtüler Goethe’nin, derinlerdeki capcanlı ve ahenkli dünyanın zevkine varmasına olanak sağlamıştı. 1770 yılının sonbahar mevsiminde Weyland’la birlikte şirin bir Alsace köyü olan Sesenheim’a yolculuk ettiler. Weyland orada üvey kız kardeşlerinden birinin karısıyla akraba olduğu Papaz Brion’u ziyaret etmek istiyordu. Ağaçlarla kaplı bir kırda bulunan bahçesinin yanında dikilen bu eski moda ihtiyara yaklaşırken, Goethe’nin kıpır kıpır olan ruhu bile güzellik ve dinginliği ilk bakışta göze çarpan bu manzaranın sakinleştirici etkisini hissetmişti. Gerçekten sıcakkanlı ve konuksever biri olan Papaz Brion’un biri evli dört kızıyla sekiz yaşında bir oğlu vardı. Böylesine sade ve mutlu bir ailenin hiç var olmadığını düşünen Goethe (Oliver Goldsmith’in kim olduğunu henüz bilmediğinden bu düşüncesi sonradan ortaya çıkmıştı) bazen onları Wakefield Papazı’ndaki aileyle karşılaştırırdı. Bir anlık hevesle kendini olmadığı biri olarak tanıtsa da çok geçmeden karakterini belli etti. Bu durum üzerine hoş karşılanınca birdenbire rahatladı. Papazın en küçük kızı Goethe’nin ilgisini çekecek yaşta değildi. Diğerleriyse onunla aynı yaşta olan Salomca ile on dokuz yahut yirmi yaşlarında olan Frederika’ydı. Nazik ve minyon bir kadın olan Frederika’nın gür açık renk saçları, koyu mavi gözleriyle güzel biçimli bir çehresi vardı. Oldukça hassas karakterine karşın, kırsalın tatlı ve şifalı havasından dolayı canlı bir görünüşe sahipti. Nazlı genç kız tavırlarının ardında derin bir tutkuyla bağlanabilecek bir kadın yatıyordu. Çetin ve dobra biri olan ablası Salomca’ya kıyasla çok daha çekiciydi.
Goethe otobiyografisinde bu sevimli kızla ilişkisini eşsiz biçimde betimler. Birçoğunun doğru olmadığı bilinen bu betimlemenin ayrıntılarına güvenmek imkânsız olsa da şüphe yok ki gerçekten olup biten her şeyi dürüst bir tavırla, ana hatlarıyla göstermektedir. Ancak şu kesindir ki Goethe Frederika’ya karşı, Gretchen ve Annette’ye duyduğundan daha derin ve kalpten bir aşkla doluydu. Onlarla ilişkisinin hiçbir zaman yüzeyden öteye geçmemesine karşın Frederika’ya duyduğu aşk, romantizm ve giderek alevlenen bir tutkuyla bezenmişti. Öte yandan Frederika’nın da bu genç şairin yaptığı kurlara direnmesi mümkün müydü? Bilinmeyen bir dünyadan yayılan göz kamaştırıcı ışık gibi birden yoluna çıkan bu genç adamın sıcaklığı karşısında onun da kalbi aşk, sevinç ve zevkle atıyordu.
Goethe ilk ziyaretinin hemen ardından Frederika’ya Strazburg’un ona daha önce hiç bu kadar boş görünmediğini yazdığı bir mektup gönderdi. Bunu daha başka mektuplar da izledi ancak tüm bu mektupları daha sonra Frederika’nın ablası yaktı. Goethe onu görmek için Sesenheim’ı sık sık ziyaret etti. 1771 yılında Paskalya bayramının hemen ardından, Frederika annesi ve kardeşiyle Strazburg’a geldi. Orada kaldığı süre boyunca birlikte geçirdikleri zaman mutlu olsalar da nedense Frederika kendini tamamıyla rahat hissetmiyordu. Bunun ardından Goethe onunla yalnızca, mutluluklarını yansıtan doğa onları çevrelerken baş başa kalabildikleri kırsalda mükemmel bir duygudaşlık yakaladıklarının farkına vardı.
Goethe, Hamsin Yortusu’nda tekrar onun evine gidip kısa bir ziyaretin ardından çalışmalarına dönmek niyetindeydi. Ancak Frederika pek iyi değildi. Günler, hatta haftalar geçmesine rağmen Goethe hâlâ Sesenheim’dan ayrılmamıştı. Ziyareti sırasında köyde oldukça ünlenen Goethe; hasır işini öğrenmek, papazın at arabasını boyamak ve papaz evinin yeniden inşasının planını çizmek gibi çeşitli uğraşlar ediniyordu. Homeros çalışmasına devam edip Frederika’ya The Songs of Selma’dan yaptığı çeviriyi okuyordu. Bu sırada, âşıkların tutkusu durmadan büyüyerek kalplerinin derinlerine kök salıyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.