Mansfield Park

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Kitap okumak için zamanınız yok mu?
Parçayı dinle
Mansfield Park
Mansfield Park
− 20%
E-Kitap ve Sesli Kitap Satın Alın % 20 İndirim
Kiti satın alın 395,62  TRY 316,50  TRY
Mansfield Park
Sesli
Mansfield Park
Sesli kitap
Okuyor Benedict Cumberbatch, Cast Full, David Tennant
372,21  TRY
Daha fazla detay
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

8

Fanny’nin binicilik egzersizleri ertesi sabah yeniden başladı. Bir önceki güne oranla daha serin, ferah bir gündü. Edmund, Fanny’nin yitirdiği sağlığının da kaçan keyfinin de kısa zamanda tekrar yerine geleceğini umuyordu. Fanny’nin yola çıkmasının hemen ardından Mr. Rushworth ve annesi geldi. Annesi, on beş gün önce konuşulan, ancak kendisinin evde olmaması nedeniyle tarihi bir türlü kararlaştırılamayan Sotherton ziyaretinin bir an önce gerçekleştirilmesinde ısrarcıydı. Mrs. Norris ve yeğenleri, bu planın tekrar gündeme gelmesine sevinmişti. Hep birlikte bir tarih kararlaştırdılar. Ancak Mr. Crawford’ın da o gün müsait olması şarttı. Mrs. Norris, Mrs. Crawford’ın o gün müsait olacağından ve seve seve geleceğinden adı gibi emindi ancak genç hanımefendilerin, teyzelerinin sözüne güvenip bu ziyareti riske atmaya hiç niyeti yoktu. Miss Bertram’ın da dürtmesiyle Mr. Rushworth papaz evine giderek, müsait olup olmayacağını doğrudan Mr. Crawford’a sormaya karar verdi.

Mr. Rushwoth papaz evine doğru gittiği sırada içeri Mrs. Grant ve Miss Crawford girdi. Epeydir dışarıda oldukları ve farklı bir yoldan dolaşarak geldikleri için Mr. Rushworth’le karşılaşmamışlardı. Bununla birlikte Mr. Rushworth’ün, Mr. Crawford’ı evde bulacağını umut ediyorlardı. Sotherton planından hemen onlara da söz edildi. Mrs. Norris bu konuda böylesine hevesliyken zaten başka bir şeyden söz etmeleri mümkün değildi. Mrs. Rushworth iyi niyetli, kibar biri olmakla birlikte boş konuşan, hava atmaktan hoşlanan bir kadındı. Kafası pek çalışmazdı ancak Leydi Bertram’ın da gelmesinin kendisinin ve oğlunun çıkarına olacağının farkındaydı ve bu yüzden bu konuda ısrarcı davranmaktaydı. Leydi Bertram bu teklifi inatla reddediyordu. Ancak her zamanki yumuşak üslubuyla söylediği sözler, Mrs. Rushworth’e Leydi Bertram’ın aslında gelmeyi istediğini düşündürüyordu. Mrs. Rushworth ancak Mrs. Norris’in bolca dil dökmesinin ve çok daha kati bir şekilde konuşmasının ardından ikna olabildi.

“Mrs. Rushworth, emin olun ki bu yolculuk ablam açısından dayanamayacağı derecede yorucu olacaktır. On beş kilometre gidiş, on beş de dönüş… Ablamı bu defalığına affedin. Bu seferlik sevgili kızlarıyla ve benimle yetinin. İnanın ablam Sotherton’a gitmeyi her şeyden çok istiyor ancak maalesef bu mümkün değil. Fanny Price’ı tanıyorsunuz. Kendisi ablama refakat edecek. Dolayısıyla bizim gitmemiz ablam açısından bir sorun olmayacak. Edmund şu an burada değil ancak ben onun adına, gelmekten memnuniyet duyacağını söyleyebilirim. Kendisi atıyla gelebilir.”

Mrs. Rushworth, istemeye istemeye Leydi Bertram’ın evde kalmasına razı oldu, hanımefendinin eksikliğinin hissedileceğini düşündü ve “Daha önce Sotherton’ı hiç görmemiş olan genç Miss Price da keşke gelebilseydi. Bu fırsatı kaçıracak olması çok üzücü!” dedi

Mrs. Norris, “Çok kibar ve düşüncelisiniz hanımefendi.” diye atıldı, “Fanny’nin Sotherton’ı görmek için ileride bol bol fırsatı olacak. Daha önünde uzun yıllar var. Ancak şu an gelmesi söz konusu olamaz. Leydi Bertram’ın onsuz yapabileceğini sanmıyorum.”

“Hayır! Fanny olmadan yapamam.”

Her insanın Sotherton’ı mutlaka görmek isteyeceğine emin olan Mrs. Rushworth, Miss Crawford’ı da davet etti. Taşınmalarından bu yana zahmet edip Mrs. Rushworth’ün ziyaretine gitmeyen Mrs. Grant bu teklifi kendi adına kibarca reddederken, kız kardeşinin dilerse gidebileceğini söyledi. Mary de ısrarlara fazla direnemeyerek gelmeyi kabul etti. Az sonra da Mr. Rushworth papaz evinden muzaffer bir edayla döndü. Edmund da konuklar ayrılmak üzereyken eve döndü. Mrs. Rushworth’ü arabasına kadar geçiren, diğer iki hanıma yarı yola kadar eşlik eden Edmund, gerçekleştirilmesi planlanan geziden de bu sayede haberdar oldu.

Salona döndüğünde, Mrs. Norris, Miss Crawford’ın da gelmesinin iyi olup olmayacağına karar vermeye çalışıyor, faytonda kendisine yer kalıp kalmayacağını hesaplıyordu. Bertram kardeşler gülerek, teyzelerine içinin rahat olması gerektiğini, faytonun herkesi alacek kadar geniş olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir kişi de sürücünün yanında gidebilirdi.

Edmund, “Henry Crawford’ın faytonuyla gitmeniz şart mı?” dedi, “Annemin gezinti arabası ne güne duruyor? Başından beri bu aile ziyaretinin neden kendi aile arabamızla yapılmadığına aklım ermedi zaten.”

“Ne!” diye haykırdı Julia, “Faytonda rahat rahat gitmek dururken gezinti arabasına neden sıkışalım ki? Hem de bu havada! Kusura bakma sevgili Edmund ama böyle bir şey mümkün değil!”

“Dahası…” dedi Maria, Mr. Crawford da kendisiyle gelmemizi istiyor. Bu konu ilk açıldığında bizden söz almıştı.”

Mrs. Norris de “Sevgili Edmund!” diye ekledi, “Bir araba yetecekken iki arabayla gitmenin, boş yere zahmete girmenin ne âlemi var. Aramızda kalsın, bizim arabacı da Sotherton yolundan pek şikâyetçi. Dar yollar yüzünden arabanın çizilmesinden dolayı sürekli sızlanıyor. Sen de biliyorsun ki sevgili Sör Thomas’ın, eve döndüğünde arabanın sağının solunun çizilmiş olduğunu görmesini istemeyiz.”

Maria, “Mr. Crawford’ın faytonunu bu nedenle kullanmamız pek hoş olmaz.” dedi, “Ancak doğrusunu istersen şu Wilcox aptalın teki! Araba kullanmayı bile bilmiyor. Çarşamba günü o dar yollarda hiç sıkıntı çekmeden gideceğimizi garanti ederim.”

Edmund, “Sürücünün yanında gitmek zorunda kalan açısından zor olmayacak mı?” diye sordu.

“Zor mu?” diye haykırdı Maria, “Daha neler! Bence en güzel yer orası. Manzaraya doyum olmaz. Eminim ki Miss Crawford orada gitmeye gönüllü olacaktır.”

“O hâlde Fanny’nin de sizinle gelmesine kimsenin itirazı olmayacak. Ona yer kalmaması gibi bir sorun olmadığına göre…”

“Fanny mi?” diye sordu Mrs. Norris, “Sevgili Edmund, bu da nereden çıktı? O teyzesiyle kalacak. Mrs. Rushworth’e de söyledim bunu, yani Fanny davetli değil.”

Edmund annesine dönerek, “Hanımefendi!” dedi, “Sizin bakımınız haricinde, Fanny’nin de gitmesine karşı çıkmanızı gerektirecek bir neden yok sanırım. Yani ona ihtiyacınız olmasa, illa ki evde kalsın diye ısrar etmezsiniz?”

“Elbette etmem, ancak onsuz yapamam ki!”

“Yapabilirsiniz, çünkü sizinle ben kalacağım.”

Bu söze, odadakiler hep bir ağızdan itiraz etti.

“Evet…” diye devam etti Edmund, “Benim gitmeme hiç gerek yok. Dahası ben de evde kalmak istiyorum zaten. Fanny’nin Sotherton’ı görmek için ne kadar can attığını, bunu ne kadar çok istediğini biliyorum. Hazır onu mutlu etme fırsatını yakalamışken kaçırmak istemem. Onu bu zevkten mahrum bırakmak istemeyeceğinize eminim hanımefendi.”

“Elbette! Teyzenin de bir itirazı yoksa gitmesine memnuniyetle izin veririm.”

Mrs. Norris’in tek bahanesi kalmıştı. Mrs. Rushworth’e Fanny’nin gelemeyeceğini söylemişlerdi. Dolayısıyla şimdi onu götürmeleri hoş karşılanmayabilirdi. Böyle bir şeyi açıklamakta güçlük çekerlerdi. Mrs. Rushworth gibi görgülü bir kadının hak etmeyeceği türden bir nezaketsizlik olurdu bu. Mrs. Norris, Fanny’yi zerre kadar sevmezdi ve Fanny’yi mutlu etmek adına en ufak bir zahmete girmeye bile katlanamazdı. Ancak şu an Edmund’a karşı çıkmasının asıl nedeni bu değil, kendi hazırladığı planının değişmesine içerlemesiydi. Her şeyden öte bu planı bizzat kendisi yapmıştı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştı. Herhangi bir değişiklik, işlerin sarpa sarmasına yol açabilirdi. Edmund, Mrs. Rushworth adına kaygılanmaması gerektiğini söyledi. Kendisini arabasına geçirdiği sırada, Mrs. Rushworth, Miss Price’ın da bir yolunu bulup gelebilmesini çok istediğini söylemiş, Edmund da kuzeni adına bu daveti kabul etmişti. Bu sözlere çok öfkelenen Mrs. Norris, “Çok güzel!” diye söylenmeye başladı, “Nasıl biliyorsanız öyle yapın. Umurumda değil!”

Maria, “Çok garip…” dedi, “Yani Fanny’nin yerine senin evde kalman…”

Asıl evde kalması gerekenin kendisi olduğunu düşünen Julia, hızla odadan çıkarken, “Sana minnettar olmalı.” diye ekledi.

Edmund’ın, “Fanny gereken minnettarlığı gösterecektir.” cevabı üzerine konu kapandı.

Plandan haberdar olan Fanny elbette mutlu olmuştu ancak minnet duyguları mutluluğunu da bastırmıştı. Fanny’nin minnettarlığı, genç kızın kendisine karşı hissettiklerinden habersiz olan Edmund’ın tahmin edebileceğinin ötesindeydi. Tek üzüntüsü, Edmund’ın onun için kendi mutluluğunu feda etmesiydi. Hem Edmund olmadan Sotherton’a gitmenin ne anlamı olacaktı ki?

İki ailenin bir sonraki buluşması, planda, herkesin onay verdiği bir değişikliği daha beraberinde getirdi. Mrs. Grant, Edmund’a ve Leydi Bertram’a, kendilerine eşlik edebileceğini söyledi. Dr. Grant de akşam yemeğinde onlara katılabilirdi. Leydi Bertram buna çok sevinmiş, genç hanımefendilerin de keyifleri tekrar yerine gelmişti. Edmund da geziye katılabilmesini sağlayan bu değişiklikten dolayı mutluydu. Mrs. Norris de bunun mükemmel bir plan olduğu düşüncesindeydi. Hatta aynı şey kendisinin de aklından geçmişti. Mrs. Grant konuyu açtığı sırada kendisi de tam bundan söz etmek üzereydi.

Çarşamba günü, şanslarına hava çok güzeldi. Mr. Crawford’ın kullandığı fayton kahvaltının hemen ardından geldi. Herkes hazırdı. Mrs. Grant’in inmesi ve diğerlerinin yerlerini almasıyla yola çıkabileceklerdi. Herkesin oturmak için can attığı makam koltuğu henüz boştu. Hangi talihliye kısmet olacaktı? Bertram kardeşler çok hevesli görünmemeye gayret etmekle birlikte aslında ikisi de koltuğu kapmak için can atıyordu. Arabadan inmekte olan Mrs. Grant’in sözleri olası bir tartışmayı başlamadan bitirdi. “Beş kişi olduğunuza göre birinizin Henry’nin yanında oturması iyi olur. Julia, sen geçenlerde araba kullanmayı öğrenmek istediğini söylüyordun. Bu vesileyle öğrenmiş olursun.”

Sevinen Julia, üzülen Maria olmuştu. Julia hiç vakit yitirmeden sürücünün yanındaki koltuğa yerleşti. Canı sıkılan, suratı asılan Maria’nın da arkadaki yerini almasının ardından fayton, evde kalan iki hanımın iyi yolculuklar temennileri ve sahibesinin kucağındaki köpeğin havlamaları arasında yola koyuldu.

Yol çok güzel kırların içinden geçerek ilerliyordu. Atıyla yaptığı gezintilerde evden hiç bu kadar uzaklaşmamış olan Fanny’nin bugüne dek hiç görmediği yerlerden geçiyorlardı. Yeni yerler görmekten gayet memnun olan Fanny, güzelliklerin tadını çıkarıyordu. Diğerleri kendisini sohbete pek dâhil etmiyordu. Zaten onun da böyle bir niyeti yoktu. Eskiden beri en iyi dostu kendi düşünceleri olmuştu. Manzarayı, akıp giden yolu, toprak örtüsündeki değişimi, ekinleri, kır evlerini, sığırları, çocukları izlemek onu fazlasıyla mutlu ediyordu. Bir de Edmund yanında olsaydı, hissettiklerini ona anlatsaydı, Fanny’den mutlusu olamazdı. Bu konuda Fanny ve karşısında oturan genç hanımefendi aynı duyguları paylaşıyordu. Fanny ile Miss Crawford her açıdan çok farklılardı. Tek ortak yanları, Edmund’a duydukları bağlılıktı. Miss Crawford, Fanny kadar zevkli, düşünceli, hassas biri değildi. Doğaya pek ilgi göstermezdi. Onun ilgisini sadece insanlar çekerdi. Neşeli ve hayat dolu biriydi. Ancak iki genç kız da yolun kıvrılarak ilerlediği yerlerde veya Edmund’ın kendilerine yaklaşma fırsatı bulduğu yokuşlarda arkalarına dönüp de Edmund’a baktıklarında aynı şeyi hissediyorlardı. O an ikisinin da ağzından “İşte orada!” sözleri dökülüyordu.

 

İlk on kilometre boyunca Miss Bertram’ın içi pek rahat etmemişti. Bakışları dönüp dolaşıp Mr. Crawford ve yanında oturan kız kardeşine yöneliyordu. İkili keyifli bir sohbete dalmış gibiydi. Gülümseyerek Julia’ya döndüğü sırada Mr. Crawford’ın o anlamlı bakışlarını görmek, Julia’nın kahkahalarını işitmek sinirlerini bozuyor, kendisine hâkim olmakta güçlük çekiyordu. Arada bir onlara dönen Julia’nın yüzünde güller açıyor, coşkuyla konuşuyordu. Oturduğu yerden manzaranın ne kadar harika göründüğünü anlatıyor, “Keşke siz de görebilseydiniz.” diyordu. Ancak yerini kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Sadece bir kez, tepeyi tırmandıkları sırada Miss Crawford’a yer değiştirme teklifinde bulundu. Pek de samimi olmadığı, sözlerinden de anlaşılıyordu: “Buradan kırlar çok güzel görünüyor. Keşke burada otursaydınız da görseydiniz. Ama sanırım oturmak istemezsiniz. Ben de ısrar etmeyeceğim.” Daha Miss Crawford cevap vermeye fırsat bulamadan tekrar hızlanmışlardı ve yer değiştirme imkânı ortadan kalkmıştı.

Sotherton’a yaklaşınca Miss Bertram daha da keyiflendi. Kendisi bir Bertram’dı ama aynı zamanda müstakbel bir Rushworth’tü ve Sotherton’a yaklaştıkça Rushworth kimliği daha ağır basmaya başlıyordu. Mr. Rushworth’ün sahip oldukları, kendisinin de sayılırdı. Miss Crawford’a, gördükleri korulukların Sotherton Malikânesi’ne ait olduğunu, yolun her iki yanındaki arazilerin Mr. Rushworth’ün olduğunu gururla anlatıyordu. Yargıçlık unvanına da sahip bu köklü ailenin yaşadığı malikâneye yaklaştıkça Miss Bertram’ın gururu daha da artıyordu.

“Artık bozuk yollar bitti Miss Crawford. Bundan sonra rahatız. Bu yol, Mr. Rushworth malikâneye yerleştikten sonra yaptırılmış. Buradan itibaren köy başlıyor. Şu evlerin hâli gerçekten utanç verici! Şu kilisenin kulesi güzelliğiyle nam salmıştır. Bu tür yerlerde kiliseler malikâneye yakın yapılır. Neyse ki burası öyle değil. Çan seslerine katlanmak zor olurdu doğrusu… Şurası da papaz evi… Derli toplu bir bina… Duyduğum kadarıyla papaz da eşi de pek düzgün insanlarmış. Şu düşkünler evi de aile tarafından yaptırılmış. Sağ tarafta kâhyanın evi var. O da pek efendi biri. Malikânenin kapısına yaklaştık. Ancak buradan malikâneye kadar, park boyunca, daha bir kilometreye yakın yolumuz var. Parkın bu tarafı çok kötü görünmüyor. Ağaçlar çok güzel. Ancak evin konumu felaket… Yokuş aşağı bir kilometre kadar inmemiz gerekiyor. Bence yazık olmuş. Daha düzgün bir yere yapılmış olsaydı, bu kadar çirkin görünmezdi.”

Miss Crawford, sürekli hayranlığını dile getiriyordu. Miss Bertram’ın neler hissettiğini tahmin ediyor ve kendisini daha da iyi hissetmesi için elinden geleni yapmaya çabalıyordu. Keyfi yerinde olan Mrs. Norris de övgüler düzüyordu. Fanny bile duyduğu hayranlığı dile getirdi. Fanny’den böyle sözler duymak, Miss Bertram’ın pek hoşuna gitmişti. Fanny gözlerini dört açmış, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışıyordu. Uzun arayışlardan sonra görebildiği ev hakkındaki yorumu, “İnsanda saygı uyandırıyor.” oldu. Ardından da “Şu sözünü ettiğiniz ağaçlıklı yol nerede?” diye sordu, “Anladığım kadarıyla bina doğuya bakıyor. Dolayısıyla ağaçlıklı yol evin arkasında olmalı. Mr. Rushworth batı yakasında olduğunu söylemişti.”

“Evet, tam arkasında… Evin biraz ilerisinden başlıyor, yaklaşık bir kilometre kadar uzanıyor ve parkın sınırında sona eriyor. Buradan bir parçasını görebilirsin. Şu ilerideki meşe ağaçlarının arasından…”

Miss Bertram, Sotherton hakkındaki her şeyi biliyormuşçasına konuşuyordu. Oysa Mr. Rushworth fikrini sorduğu sırada hiçbir şey bilmediğini söylemişti. Malikânenin girişindeki geniş taş merdivenlere ulaştıklarında Miss Bertram’ın gururu ve mutluluğu doruğa ulaşmıştı.

9

Mr. Rushworth sevgilisini karşılamak üzere kapıda bekliyordu. Tüm konuklarını özenle buyur etti. Konuklar oturma odasında, Mr. Rushworth’ün annesi tarafından da aynı içtenlikle karşılandı. Tabii Miss Bertram her ikisinden de kendisini çok mutlu eden özel bir ilgi gördü. Karşılama merasiminin ardından sıra yemeğe geldi. Kapılar ardına dek açıldı ve ara salonlardan geçerek, kendilerini bekleyen birbirinden güzel yemeklerle donatılmış yemek odasına geçtiler. Bol bol yediler, bolca sohbet ettiler. Herkesin keyfi yerindeydi. Yemekte asıl gündem maddelerini de ele aldılar. Mr. Crawford parkı nasıl gezmeyi, incelemeyi tercih ederdi? Mr. Rushworth küçük faytonu kullanabileceklerini söyledi. Mr. Crawford, iki kişiden fazlasını alabilecek bir arabanın daha iyi olabileceğini belirtti. Belki pek rahat etmezlerdi ancak en azından bu sayede diğerlerinin fikirlerinden mahrum kalmazlardı.

Bunun üzerine Mrs. Rushworth gezinti arabasını da alabileceklerini söyledi. Ancak bu öneri kimsenin hoşuna gitmedi. Genç hanımefendilerin rahatsızlığı, yüzlerinde en ufak bir gülümsemenin belirmemesinden, ağızlarından onaylayıcı tek bir söz çıkmamasından belliydi. Mrs. Rushworth’ün, çoğu ilk kez gelen konuklarına evi gezdirme önerisi çok daha fazla kabul gördü. Miss Bertram evin ihtişamıyla hava atabileceği için, diğerleri ise oyalanacak bir şeyler buldukları için mutluydu.

Hep birlikte ayağa kalktılar. Mrs. Rushworth’ün rehberliğinde, hepsi birbirinden geniş bir dizi odayı gezdiler. Odalar yarım yüzyıl öncesinin modasına göre dekore edilmişti. Döşemeler, masif maun mobilyalar, damaskolar, mermerler, yaldızlar ve oymaların hepsi birbirinden kaliteliydi. Duvarlar tablolarla doluydu. İçlerinde birkaç güzel resim vardı ancak çoğunluğunu, Mrs. Rushworth dışında kimsenin tanımadığı aile büyüklerinin portreleri oluşturuyordu. Mrs. Rushworth, kâhyadan kimin kim olduğunu öğrenebilene dek akla karayı seçmişti. Ancak şu an ev hakkında en az kâhya kadar bilgi sahibiydi.

Mrs. Rushworth daha çok Miss Crawford ve Fanny’ye anlatıyordu. Ancak bu ikilinin ilgi düzeyleri arasında dağlar kadar fark vardı. Bugüne dek sayısız konak görmüş olan ve böyle şeylere pek ilgi duymayan Miss Crawford kibarlığından dinlermiş gibi yapıyordu. Fanny açısından ise her şey yeni ve ilginçti. Mrs. Rushworth’ün ailesinin geçmişi ile ilgili anlattıklarını, ailenin yükselişini ve ihtişamını, kraliyet ailesine yaptıkları ziyaretleri, kraliyet nezdindeki hizmetlerini cankulağıyla dinliyor, bildiği tarihsel olaylarla bir bağ kurabildiğinde seviniyor, geçmişi gözünde canlandırmaya çabalıyordu.

Binanın konumu nedeniyle odaların hiçbirinin güzel bir manzarası yoktu. Fanny ve diğerleri Mrs. Rushworth’ü dinlediği sırada Henry Crawford düşünceli bir şekilde pencereden dışarı bakıyor, başını iki yana sallıyordu. Batı yakasındaki odaların tamamı bahçeye ve demir parmaklıkların ardındaki ağaçlıklı yola bakıyordu.

Pencere vergisini arttırmaktan ve hizmetçilere iş çıkarmaktan başka bir işe yaramayan bir yığın odayı gezmelerinin ardından, Mrs. Rushworth, “Şimdi…” dedi, “Şapele geçiyoruz. Aslında buraya yukarıdan girip tepeden bakmamız gerekir. Ancak dostlar arasında olduğumuza göre, izninizle sizi şuradan içeri alacağım.”

Hep birlikte içeri girdiler. Fanny buranın çok daha görkemli olacağını düşünmüştü. Ancak dikdörtgen biçimli, uzun, sırf ibadet amacıyla döşenmiş bir yerle karşılaştı. Yukarıdaki aile galerisinin pervazındaki kırmızı kadife minderler ve dört bir yandaki maunlar haricinde gayet ağırbaşlı bir yerdi. Edmund’a, “Hayal kırıklığına uğradım.” diye fısıldadı, “Hayalimdeki şapel böyle değildi. İnsanı korkutan, hüzünlendiren, başını döndüren bir şey yok. Ne bir koridor var, ne bir kemer, ne bir yazıt, ne de sancak… Ne ‘cennet rüzgârlarıyla dalgalanan’ sancaklar var ne de ‘Burada Bir İskoç Hükümdarı Yatıyor’ tabelası.”

“Buranın, manastırların ve şatoların şapellerine oranla çok daha yeni olduğunu ve çok daha sınırlı bir amaç doğrultusunda inşa edildiğini unutuyorsun kuzen. Tamamen ailenin şahsi kullanımı için inşa edilmiş. Sanıyorum cenazeler köydeki kilisededir. Sancak ve yazıtlar için de oraya bakman gerekir.”

“Ne kadar da aptalım! Bu hiç aklıma gelmemişti. Yine de hayal kırıklığına uğradım…”

Mrs. Rushworth anlatmaya başladı: “Bu şapel, gördüğünüz gibi II. James döneminde dekore edilmiş. Anladığım kadarıyla bölmeler önceden tahta kaplamaymış. Kürsüdeki ve aile galerisindeki minderlerin mor kumaştan yapıldığına dair ipuçları olmakla birlikte, bu konuda kesin bilgi yok. Çok güzel bir şapel… Eskiden her sabah ve her akşam kullanılırmış. Aile papazının okuduğu dualar hâlâ pek çok kişinin hafızasında. Ancak merhum Mr. Rushworth bu geleneği sona erdirdi.”

Miss Crawford, Edmund’a bakarak gülümsedi ve “Her nesil bir öncekinden daha ileri görüşlü oluyor.” dedi.

Mrs. Rushworth aynı şeyleri Mr. Crawford’a anlattığı sırada Edmund, Fanny ve Miss Crawford başka bir köşede kümelenmişti.

“Bu geleneği sürdürmemeleri çok üzücü!” diye haykırdı Fanny, “Oysa geçmişin değerli bir parçasıymış. Bence bir şapel ve aile papazı gerçek bir konağın olmazsa olmaz bir parçası! Bütün hane halkının dua etmek için bir araya gelmesi güzel bir şey!”

Miss Crawford gülerek, “Ne demezsin!” dedi, “Zavallı hizmetçileri ve uşakları; işlerini güçlerini bırakarak, günde iki kere zorla toplamak, kaçmak için bahaneler bulmaya mecbur bırakmak, aile reisinin hoşuna gidiyordu herhâlde!”

“Fanny’nin hane halkının bir araya gelmesinden bunu anladığını sanmıyorum.” dedi Edmund, “Aile reisi ve hanımefendi bizzat katılmadığı sürece bu gelenek yarardan çok zarar getirir.”

“Ne olursa olsun, bu gibi konularda herkes özgür bırakılmalı. Kim, nasıl istiyorsa öyle davranmalı. Ne zaman ve ne şekilde ibadet edeceğine herkes kendisi karar vermeli. Kiliseye gitme mecburiyeti, resmiyet, kısıtlamalar, uzun uzun ayinler, katlanılır şeyler değil. Burada diz çöken saygıdeğer insanlar, günün birinde insanların baş ağrılarıyla uyandıklarında on dakika daha kestirebildiklerini ve bu yüzden ayıplanmadıklarını görebilselerdi, mutluluk ve kıskançlıktan yerlerinden sıçrarlardı. Rushworth Konağı’ndaki hanımefendilerin istemeye istemeye şapele giderken neler hissettiklerini düşünsenize! Genç Mrs. Eleanor’lar, Mrs. Bridget’ler görünüşte saygılı bir edayla ibadetlerini ediyorlardı ancak akıllarından kim bilir neler geçiyordu. Hele zavallı papaz yüzüne bakılacak bir tip değilse hayal kurmasınlar da ne yapsınlar? Tahminimce de o dönemlerde papazlar bugünkünden de kılıksızdı!”

Bir süre kimse bir şey demedi. Yüzü kızaran Fanny, Edmund’a bakıyordu. Konuşamayacak kadar sinirlenmişti. Edmund bir süre düşündükten sonra, “Korkarım ki sizin bu neşeli ruhunuz, önemli konularda bile ciddi olmanıza engel teşkil ediyor. Çok eğlenceli bir tablo çizdiniz. Komik olduğu inkâr edilemez. Zaman zaman hepimiz dikkatimizi bir şeylere vermekte güçlük çekeriz. Ancak bu kusur sürekli bir hâl aldıysa, ihmal yüzünden alışkanlığa dönüşmüş demektir. Böyle bir insanın ibadetinden bir şey beklenmez. Sizce bir şapelde sıkılan, hayallere dalan bir insanın, kendi odasındayken kafasını toplaması mümkün müdür?”

“Evet, çok daha mümkündür. En azından iki açıdan avantajlı olacaktır. Hem dikkatini dağıtacak şeyler az olur hem de o kadar uzun süre kalma mecburiyeti yoktur.”

“Şapelde bile dikkatini toplamaya çabalamayan bir insan, başka yerlerde de dikkatini dağıtacak şeyler bulacaktır. Kilisenin etkisi ve diğer insanların varlığı, insanın kafasını toplamasına yardımcı olur. Tabii ayinin uzaması hâlinde insanın dikkatini verebilmesinin güçleşeceğini kabul etmek durumundayım. Oxford’u bitireli çok olmadı. Şapel ayinlerinin ne kadar uzun sürdüğünü hâlâ unutmuş değilim.”

Üçü bunları konuştuğu sırada, diğerleri şapelin içerisinde dört bir yana dağılmıştı. Julia, kız kardeşini işaret ederek Mr. Crawford’a, “Mr. Rushworth ve Maria’ya baksanıza! Nikâhları kıyılıyor sanırsınız. Sizce de öyle değil mi?”

Mr. Crawford onaylar şekilde gülümsedi. Maria’ya yaklaşarak, sadece onun duyabileceği bir sesle, “Miss Bertram’ın sunağa bu kadar yakın olduğunu görmek hoşuma gitmiyor.” dedi.

 

Şaşıran genç kız gayriihtiyari şekilde bir iki adım attı. Sonrasında kendisini toparlayarak, yapmacık bir şekilde güldü ve yüksek sesle, “Beni damada siz teslim eder miydiniz?” diye sordu.

Anlamlı bir bakışla, “Korkarım ki bunu istemeye istemeye yapardım.” diye cevapladı.

Yanlarına gelen Julia da şakalaşmalara katıldı: “İnanın bana, nikâhı hemen kıyamamamız çok üzücü! Evraklar tamam olsaydı hazır bir aradayken nikâhı kıyıverirdik. Ne de güzel olurdu!” Julia’nın kahkahaları ve temkinsiz bir şekilde söylediği bu sözler Mr. Rushworth ve annesinin kulağına kadar geldi. Bunun üzerine Mr. Rushworth, sevgilisinin kulağına aşk sözleri fısıldamaya başlarken, Mrs. Rushworth de gülümseyerek, ağırbaşlı bir edayla, ne zaman olursa olsun, bu evliliğin kendisini çok mutlu edeceğini söyledi.

Julia, Miss Crawford ve Fanny’nin yanındaki Edmund’a doğru koşarken, “Keşke Edmund papazlık yapmaya başlamış olsaydı!” diye bağırdı, “Sevgili Edmund, göreve başlamış olsaydın, hemen şimdi nikâhı kıyabilirdin. Henüz yetkin olmaması çok kötü! Mr. Rushworth ve Maria dünden hazır!”

Bir yabancı, Julia’nın sözlerini duyan Miss Crawford’ın yüzünün aldığı hâli görse gülmemek için kendini zor tutardı. Miss Crawford duydukları karşısında şaşkınlıktan donakalmıştı. Fanny, Miss Crawford’ın hâline acıdı. Az önce söylediği sözlerden dolayı üzülmüş olsa gerek, diye düşündü.

“Papazlık mı?” diye sordu Miss Crawford, “Ne yani, papaz mı olacaksınız?”

“Evet, babamın dönüşünün ardından papaz olarak atanacağım. Sanırım Noel’de göreve başlarım.”

Miss Crawford kendisini toparlayarak, “Bilseydim, papazlar hakkında bu kadar saygısızca konuşmazdım.” diyerek konuyu değiştirdi.

Bir süre sonra şapel, her zamanki sessizliğine ve dinginliğine terk edildi. İlk çıkan, kız kardeşinin tavırlarından rahatsız olan Miss Bertram oldu. Diğerleri de burada yeterince oyalandıkları düşüncesindeydi.

Binanın alt katını baştan aşağı gezmişlerdi. En ufak bir yorgunluk belirtisi göstermeyen Mrs. Rushworth, konuklarına üst kattaki odaları göstermek üzere ana merdivenlerden yukarı çıkmak üzereyken, oğlu kendisini durdurarak buna zaman kalmadığını söyledi.

“Çünkü…” dedi, gayet mantıklı bir şekilde, “Evde çok zaman harcadık. Dışarıdaki işlerimize zaman kalmayacak. Saat ikiyi geçiyor. Beşte de yemeğe oturacağız.”

Mrs. Rushworth’ün bu sözlere hak vermesinin ardından, bahçenin nasıl inceleneceği, kimin nasıl gideceği tartışmaları yeniden alevlendi. Mrs. Norris, arabaların ve atların en verimli şekilde nasıl kullanılabileceğine dair düzenlemelere başladığı sırada, gençler bahçeye açılan kapıyı görerek, biraz hava almak ve rahatlamak için kendilerini dışarı attılar.

Gençlerin sıkıldığının farkına varan Mrs. Rushworth, onların ardından bahçeye çıkarak, “Dilerseniz buradan başlayalım.” dedi, “Burada çiçeklerimiz var, şurada da sülünlerimiz.”

Mr. Crawford, çevresine bakınarak, “Acaba…” dedi, “Uzaklara gitmeden burada yapacak bir şey bulabilir miyiz? Duvarlar epey ilgi çekici. Mr. Rushworth, bahçede oturup konuşalım mı?”

Mrs. Rushworth oğluna seslendi: “James, konuklarımız ormanı görmek isteyebilir. Bertram kardeşler ormanı görmemişti.”

Kimseden bir itiraz gelmedi ancak kimsenin de harekete geçmeye niyeti yok gibiydi. Çiçekler ve sülünler çok ilgilerini çekmişti. Hepsi neşeyle bir yana dağılmıştı. İlk harekete geçen, binanın bu tarafında neler yapılabileceğini incelemeye başlayan Mr. Crawford oldu. İki yanı yüksek duvarlarla çevrelenen çimenlik ve çiçek bahçesinin yanı sıra bir dokuz kuka sahası ve sahanın arka tarafında, az ileride başlayan ormana bakan, demir parmaklıklı, uzun bir teras vardı. Sorunları tespit edebilmek için çok uygun bir yerdi. Mr. Crawford’ın ardından Miss Bertram ve Mr. Rushworth o tarafa doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra diğerleri de onları takip etti. Edmund, Miss Crawford ve Fanny terasa ulaştıklarında, Mr. Crawford, Miss Bertram ve Mr. Rushworth’ü, yapılabileceklere dair derin bir tartışmanın ortasında buldular. Bu tartışmaya kısa bir süreliğine katılan üçlü, onları kendi hâllerine bırakarak yollarına devam etti. Diğer üç kişi, yani Mrs. Rushworth, Mrs. Norris ve Julia ise epey geride kalmıştı. Bu ziyaretten giderek sıkılmaya başlayan Julia, Mrs. Rushworth’e eşlik etmeye, sabırsız ayaklarını onun ağır adımlarına uydurmaya mecbur kalmıştı. Teyzesi ise sülünleri beslemek üzere dışarı çıkan kâhya ile dedikoduya dalmıştı. Dokuz kişi arasında bahtına düşenden memnun olmayan tek kişi olan zavallı Julia’nın faytondaki halinden eser yoktu. Âdeta işlediği günahın bedelini ödüyordu.

Aldığı terbiye nedeniyle yaşlı kadını bırakıp gidemiyordu. Bununla birlikte, kendine hâkim olmak, başkalarını da dikkate almak, kendini tanımak ve hislerini anlamak gibi meziyetlerden yoksundu. Bu yüzden de şu an çok mutsuzdu.

Miss Crawford, terasta attıkları turun ardından ormana açılan kapıya doğru döndükleri sırada, “Bu sıcağa dayanılmaz.” dedi, “Biraz ferahlamaya itirazı olan var mı? Şurada ne güzel bir orman var. Keşke o tarafa geçebilsek! Keşke şu kapılar kilitli olmasa! Fakat elbette ki kilitli, zira böyle büyük yerlerde sadece bahçıvanlar dilediği yere gidebilir.”

Ancak kapı kilitli değildi. Üçü birden neşe içerisinde kapıdan çıkarak kavurucu güneşten kaçmaya karar verdi.

Uzunca bir merdivenden indiklerinde kendilerini ormanın içinde buldular. İki dekar genişliğinde, ağırlıklı olarak karaçam ve defne ağaçlarının, budanmış kayınların düzenli bir şekilde dikili olduğu orman, terasa ve dokuz kuka sahasına oranla çok daha serindi. Ferahlamışlardı. Bir süre yürüyerek manzarayı seyrettiler. En sonunda, verdikleri kısa molanın ardından Miss Crawford, “Demek papaz olacaksınız Mr. Bertram.” diyerek söze girdi, “Çok şaşırdım!”

“Neden şaşırdınız ki? Bir mesleğim olduğunun farkına varmış, avukat, asker veya denizci olmadığımı tahmin etmiş olmalısınız.”

“Çok doğru. Ancak sözün kısası, papaz olacağınız aklıma gelmedi. Hem bilirsiniz, genelde küçük erkek kardeşe servet bırakan bir amca veya dede vardır her zaman.”

“Bu çok takdire şayan bir uygulama.” dedi Edmund, “Ancak her zaman geçerli değil. Ben de bu istisnalardan biriyim ve bir istisna olarak kendi adıma bir şeyler yapmam gerekiyor.”

“Peki ama neden papaz olacaksınız ki? Yani önünüzde bir yığın seçenek dururken…”

“Sizce asla kiliseyi seçen çıkmaz mı?”

“Asla, çok ağır bir söz… Ancak evet, pek sık değil anlamında kullanırsak asla çıkmayacağını düşünüyorum. İnsan kilisede ne yapar ki? Erkek dediğin kendini göstermek ister ve bir şekilde bunun yolunu da bulur. Ancak kilisede böyle bir şey mümkün değil. Din adamı dediğin bir hiçtir!”

“Umarım bu ‘hiç’ sözünü de ‘asla’ gibi bildiğimizden farklı bir anlamda kullanıyorsunuzdur. Bir din adamı pek popüler olamaz elbette. Birliklere önderlik edemez, kıyafetlerinin tonunu belirleyemez. Ancak yine de insanlık açısından, hem bireysel hem de toplumsal olarak, hem bu dünyada hem de öteki dünyada büyük önem taşıyan bir konuda söz sahibi olan; dinin, ahlakın ve bunların etkisiyle ortaya çıkan davranışların koruyuculuğunu yapan birisinden, ‘hiç’ diye söz etmezdim. Bu göreve kimse ‘hiç’ diyemez. Eğer bu görevi yürüten kişi bir hiçse, bu, görevini ihmal ettiği, önemini anlayamadığı, görevini bir yana bırakarak dalmaması gereken âlemlere daldığı içindir.”

“Din adamlarına, şimdiye dek duymaya alıştıklarımızdan, benim aklımın alabileceğinden çok daha fazla anlam yüklediniz. Toplum üzerinde bu önemi ve etkiyi maalesef görmek pek mümkün değil. Zaten insanların arasına kırk yılda bir çıkıyorlar. Vaazın dinlemeye değer olduğunu, vaizin James Blair kadar duyarlı olduğunu farz etsek dahi haftada iki vaaz bu sözünü ettiğiniz değerleri ortaya çıkarmaya yeter mi? Cemaatin haftanın geri kalan kısmındaki davranış ve düşüncelerini nasıl yönlendirecekler? İnsanların din adamlarını kürsü dışında bir yerde gördüğü yok ki!”