Kitabı oku: «Ndura. Ormanın Oğlu»
Ndura.
Ormanın oğlu.
Yazar
Javier Salazar Calle
Kapak tasarımı © Sara García
Orijinal adı: Ndura. Hijo de la selva.
Telif hakkı © Javier Salazar Calle, 2014
İngilizceden çeviren: Abdullah Karaakın
2. Basım
Yazarı aşağıdaki mecralarda takip edebilirsiniz:
Tüm hakları saklıdır. Bu eserin telif hakkı sahibinin izni alınmadan elektronik, mekanik, fotokopi, manyetik ve optik kayıt yöntemleri veya başka herhangi bir veri saklama veya erişim sistemi de dâhil herhangi bir şekilde ve yöntemle kısmen ya da tamamen çoğaltılması kesinlikle yasaktır.
Tıpkı benim gibi yerlerinden kalkmadan macera yaşamayı seven herkese ithafen – zira bu dünyada hayal gücünün galip gelmesine imkân tanıyorlar.
Özellikle yıllar önce bu dünyadan göçen en yakın arkadaşıma ve onun ismini taşıyan, benim de büyük ümitler beslediğim oğlum Alex’e.
İçindekiler Tablosu
0. GÜN
1. GÜN
2. GÜN
3. GÜN
4. GÜN
5. GÜN
6. GÜN
7. GÜN
8. GÜN
9. GÜN
10. GÜN
11 ve 12. GÜNLER
13. GÜN
14. GÜN
15. GÜN
16. GÜN
17. GÜN
18. GÜN
19. GÜN
20. GÜN
21. GÜN
22. GÜN
23. GÜN
24. GÜN
25 ve 26. GÜNLER
27. GÜN
Macera başlasın…
0. GÜN
Afrika’nın bağrında, bir ağacın gövdesine yaslanmış oturuyorum. Ateşler içinde kıvranırken titremeler de sıklaşıyor, her yanımı saran bir ağrıdan başka bir şey hissedemiyorum. Titremelere engel olamıyorum. Bir tepenin başındayım. Arkamda gür, yaban, amansız bir orman. Önümdeki manzara sanki bir efsun kalkmışçasına birden beliriyor; orada burada birkaç çotukla beraber yoğun kerestecilikten arta kalanlar, artık yerlerinde yeller esen şeylere dair ufak bir fikir veriyor. Tepenin dibinde, yeni yeni beliren bir şehrin ilk evlerini seçebiliyorum. Yaprak ve tuğlalarla harmanlanmış çamur. Medeniyet.
Evimden, çevremden, ailemden, kız arkadaşımdan, arkadaşlarımdan binlerce kilometre uzaktayım. Su içmek için çeşmeyi açıvermenin, yemek yemek için barın birine girip sipariş vermenin yeterli olduğu o rahat hayattan uzakta. Yatakta, sıcak, kuru ama en önemlisi de güvenli bir yatakta uyumaktan çok uzakta. Öyle özlüyorum ki o dinginliği! Akşam işten çıkınca kalan vaktimi nasıl değerlendirsem diye düşünmenin hayatımdaki tek belirsizlik olduğu zamanları. Şimdi önceki meşguliyetlerim çok saçma geliyor: ev kredisi, maaş, arkadaşlar arası tartışmalar, sevmediğim yemekler, futbol maçı – ama en çok da yemekler…
Hayatta kalma ihtiyacının insanın bakış açısını değiştirdiği ortada. En azından bende öyle oldu. İyi de evden bu kadar uzakta, Orta Afrika ormanlarının sınırında ölmek de ne? Kendimi nasıl bu Dantevari ve görünüşe bakılırsa çaresiz duruma düşürdüm? Bu hikâye nasıl başladı?
Şimdi beni ölümün kıyısına, öteki tarafa transit gitmeye, çok büyük ihtimalle defterimin dürülmesine sürükleyen badireleri zihnimde canlandırıyorum.
1. GÜN
BU MÜTHİŞ HİKÂYENİN BAŞLANGICI
Kolumdaki saate baktım. İspanya’ya dönüş uçuşumuza iki saat var. Alex ve Juan’la birlikte çoktan Windhoek'teki havaalanının alışveriş bölümüne gelmiş, yerli paranın son kuruşlarını harcayıp yeri gelmişken de insanın hep son ana kadar ertelediği o hediye alma faslını gerçekleştiriyorduk. Yemeğimizi çoktan yemiştik. Yapılacak bir tek alışveriş kalmıştı. Babama tahta kabzasına ülkenin adı Namibya kazılı bir bıçak aldım. Kalanlara da tahtadan incelikle yontulmuş envaiçeşit hayvan figürü aldım. Kız arkadaşım Elena’ya özel olarak ise, Afrika savanındaki tipik bir köyden güzel bir el işi yontulmuş zürafa figürü aldım. Alex bir ağız tüfeğiyle bir sürü ok aldı. Söylediğine bakılırsa, kendi hedef tahtasında oynayıp işe biraz renk katıp bir bakıma kabile havası vererek kendi kendini teşvik etmek içinmiş. Bir saat boyunca sırtımızda çantalar oradan oraya dolaşıp bu egzotik ülkedeki son anlarımızın tadını çıkardık. Hem de ta uçağa biniş saati gelene. Bagajımızı zaten teslim etmiş olduğumuzdan, doğrudan söylenilen kapıya giderek dört motorlu ve pervaneli eski model uçağın birkaç fotoğrafını çektikten sonra, içerdeki yerlerimizi almamız çok sürmedi. Vahşi Afrika savanında arazi aracıyla çıktığımız on beş günlük safari artık bitiyordu ve bu toprakları özleyecek olmamıza karşın sıcak suyla duş almanın ve İspanyol usulü iyi yemekler yemenin hasretini çekiyorduk. Her ne olursa olsun, ayrılışımızın zamanlaması çok talihsizdi çünkü söylenene bakılırsa birkaç gün daha kalıyor olsaydık onlarca yıldır görülen en muhteşem güneş tutulmalarından birine, hem de tutulmanın en net görüldüğü Afrika’da şahit olacaktık.
Bu üçlünün en cesur ve maceraperesti bendim, neticede onları buraya gelmeye ikna eden de ben olmuştum. Ama maceraperest olmak başka, bir yere yanında birisi olmadan gitmek başka. İlk başta, sığınacak tek bir gölge bulunmayan, havanın gün boyu 40 derece olduğu bir yerde, hiç de konforlu görünmeyen bir fotoğraf safarisi için Kuzey İtalya’daki rahat tatil planlarını feda etmek istemediler. Safari bittiğindeyse hiç pişman olmuşa benzemiyor, aksine, yine olsa hiç düşünmeden yine yaparmış gibi duruyorlardı.
Bindiğimiz makine bizi 1.000 kilometreden fazla kuzeye, eve dönmek üzere modern ve konforlu Avrupa havayollarına aktarma yapacağımız başka bir uluslararası havaalanına götürüyordu.
Kalkıştan sonra, Alex’in dijital fotoğraf makinesinden seyahatimizde çektiğimiz fotoğraflara bakarak kendimizi eğledik. Aralarında Alex’le Juan’ın hırçın bir öküz başlı antilop onları kovalarken dehşete düşmüş şekilde kaçtığı müthiş komik bir fotoğraf da vardı. Onlar anılar ve gülüşmeler arasında fotoğraflara bakmayı sürdürürken, ben de pencereden dışarı bakıp geçip giden bulutları izleyerek düşüncelere daldım. Okul yıllarından tanıdığım en iyi iki arkadaşımla inanılmaz bir ülkede yaşadığımız harikulâde bir maceradan eve dönüyor olmak çok güzel bir histi. Yemek yerken izlemeye bayıldığım o National Geographic programlarında olmak gibi bir şeydi. Bir 4x4’e binip öküz başlı antilopların büyük göçlerinin izlerinin takip edildiği, fil sürülerinin fotoğraflandığı, vahşi Afrika savanının sıcağında birkaç metre ötedeki meşhur aslanların izlendiği bir safari. Su aygırlarının kavgalarını, gergin bir bekleyişle av arayan timsahları, bir parça leş için heyecanlanan sırtlanları, ölmüş bir şeyin üzerinde daireler çizen akbabaları, ilginç sürüngenleri ve her türden böceği görmüştük. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kamp kurup çadırlarda kalmış, yıldızlarla bezeli apaçık bir göğün altında kamp ateşinin ışığında akşam yemeği yemiştik. Ne muazzam bir deneyimdi! Özellikle de Etosha Ulusal Parkı’na gidişimiz.
Aşağıda, o ana dek gördüklerimize tezat oluşturan devasa yeşil bir leke vardı; ekvator bölgesinden geçiyorduk. Her yanı uçsuz bucaksız gür bir orman kaplamıştı. Bir sonraki seyahatimizin hedefi buna benzer bir şey olabilirdi, mesela inanılmaz canlı çeşitliliğinin tadını çıkarmak için molalar vererek Amazon Nehri boyunca tekneyle gezebilirdik. Ne de olsa ağaçsız bir savanın devasa enginliğini artık görmüş olduğumuzdan, şimdi de bitki deryasının ve bereketli yaşamın ihtişamını görmeyi istiyordum. Geçit vermez ormanda palalarla yol açıp ilerleyebilmeyi, yiyecek bulmayı öğrenmeyi, bizim medeniyetimizle hiçbir alışverişi bulunmayan kabileleri tanımayı, egzotik hayvan ve bitkileri görmeyi istiyordum. Fakat bu ancak önümüzdeki yıl olabilirdi, tabi arkadaşlarımı benimle gelmeye bir kez daha ikna edebilirsem. Ama hakkını yememek lâzım, Kuzey İtalya da o kadar kötü bir plan değildi şimdi.
Patlama sesine benzer büyük bir gürültü, sonra da uçağın yaptığı ani bir manevra beni hayal dünyamdan çekip aldı. Uçak yalpalamaya başladı ve çok geçmeden kendimi lunaparktaki hız trenine binmiş gibi hissettim. Kendimi koridorun ortasında, bir kadının üzerinde yatar buldum. Hemen ayağa kalkıp bir daha düşmemeye çalışarak koltuğuma döndüm. Her tarafta paniğe kapılmış insanların çığlıkları yankılanıyordu. Bir hengâmedir koptu.
“Yangın, yangın, kanattan vurulduk!” diye bağırdı koridorun öteki tarafından biri.
“Sağ taraftan!” diye işaret etti başka bir yolcu.
Önce neden bahsettiğini anlamasam da, onun bulunduğu yerdeki pencereden dışarı bakınca bir duman bulutunun ortalığı zifiri karanlığa, felâket bir gece karanlığına boğduğunu gördüm. Uçağın hareketleri gitgide keskinleşiyordu. Kimileri bağırmaya başladı. Pilotun hoparlörlerden gelen gergin ve zar zor seçilen sesini duyduk: üzerinden geçmekte olduğumuz Kongo’daki gerillaların attığı füzeyle vurulduğumuzu ve acil iniş yapacağımızı bildiriyordu. Kadının birine sinir krizi gelince, iki hostes, bir adamın yardımıyla kadını zorla koltuğunda tutmak zorunda kalmıştı. Biz üçümüz hemen oturup kemerlerimizi bağlayarak uçağa ilk bindiğimizde hostesin gösterdiği pozisyonu alıp başımız dizlerimizin üzerinde, insanın içini ferahlatmaktan bayağı uzak olan metal zemini seyreder hâlde bekledik. Dehşete düşmüştük. O rahatsız pozisyonda beklerken, haberlerde, ülkenin elmas madenlerinden bazılarını, hatta cep telefonu hatlarının, mikroçiplerin ve nükleer enerji santrali parçalarının yapımında elzem olan bir metali içeren değerli koltan cevheri madenlerinin de bazılarını ellerinde tutarak zengin olan bu isyancılardan bahsettiklerini anımsadım. Tüm komşu ülkelerin bir çıkarı bulunan, yirmi yılı aşkın süredir devam eden ve hiç bitecekmiş gibi de durmayan kanlı bir iç savaş gibi bir şey vardı.
Aldığım darbeler o kadar kuvvetliydi ki beni art arda müthiş bir şiddetle öne savurunca emniyet kemerim vücudumu sıkarak soluğumu kesti ve önümdeki koltuğa başımı çarptım. Uçağın burnunun aşağı çevrildiğini hissettim ve uçak tam o anda vida gibi döne döne alçalmaya başladı. Kıyamet gibi bir gürültü kopuyordu, sanki binlerce motor aynı anda son güç çalışmaya başlamıştı. Yerle temas etmeden hemen önce, pilot hoparlörden son bir uyarı yaparak tespit etmiş olduğu bir açıklığa acil iniş yapacağını bildirdi. Aklımdan en son geçen şey hepimizin çarpışmadan öleceğiydi. Sonrası tam bir kaos, güm güm sesler, darbeler ve karanlık…
Kendime geldiğimde başımda feci bir ağrı vardı. Elimi alnıma götürünce biraz kanadığını fark ettim. Üstelik tüm vücudumda ezik ve sıyrıklar vardı. Ama en kötüsü de emniyet kemerinin baskı yaptığı yerde açılmış çıplak tenimdeki su toplamış koca kabartıydı. Parmaklarımı üzerinde gezdirince acıdan dişlerimi sıkmama neden olan keskin bir batma hissi oluştu. Arkadaşlarıma baktım; Juan şoka girmiş gibiydi, homurdanıp yakınarak ufak ufak hareket ediyordu. Alex… Alex’te hiç hareket yoktu, hayat ve neşe dolu yüzü tamamen solmuş ve kaskatı kesilmişti, ensesinden oluk oluk kan akıyordu. Çaresizlik içinde tekrar tekrar seslendim ona. Yüzüne dokundum, kaskatıydı. Tutup hafifçe sarstım, adını seslendim, yalvarıp yakardım. Alex ölmüştü, basbayağı, ölmüştü. Bu söz kafamın içinde sanki kendi kendine çoğalır gibi yankılanıp durdu: Ölmüştü.
O ıstırap içinde, üzerime çullanan hislerle bir tepki vermeye çalıştım. Aldığım darbelerden olacak, kafamda güm güm bir ses yankılandı.
“Bir dakika,” diye düşündüm, “kafamda değil ki bu ses.” Uzaklarda bir yerde davulların kendini tekrar eden bir ezgi çaldığını duyabiliyordum. Sanki birileri uzaktan birbiriyle iletişim kuruyordu.
“Sıçtık!” dedim kendi kendime.
Sendeleyerek ayağa kalktım, aklıma aniden bir fikir gelmişti. Eğer bizi gerillalar vurduysa gelip bizi esir alacak, hatta belki öldüreceklerdi. Derhâl oradan ayrılmamız gerekiyordu. İlk tepkim Alex’i uyarmak olmuştu ama kafamı çevirip onu gördüğümde ölmüş olduğu bir kez daha yüzüme tokat gibi çarptı. Ancak birkaç saniye öylece dikildikten sonra tekrar hareket edebildim. Koltuğundan kalkmadan kâbus gören biri gibi birkaç kez kıpırdanmış olan Juan’a yaklaştım.
“Juan,” diye kekeledim, “gitmemiz gerek.”
“Peki ya Alex?” diye mırıldandı gözlerini açmadan.
“Alex, Alex öldü Juan.” diye cevap verdim olduğum yere yığılmamaya çalışarak. “Gel hadi, Alex öldü, buradan gitmezsek biz de öleceğiz. Alex, öldü…”
O keşmekeşin ortasında takılıp tökezleyerek sırt çantamı arayıp buldum. Çantayı alıp uçağın arka kısmına gittim. Arkada uçağın bir tarafı yanıyordu ve aşırı sıcaktı. İçerisi inanılmaz garip pozisyonlarda oraya buraya savrulmuş, kimi yaralı kimi hareket etmeye çalışan insanlarla doluydu, kimileriyse ölmüştü. Dört bir yandan bağırtılar, iniltiler ve mırıldanmalar geliyordu. Mutfak kısmına gidip ne bulduysam çantaya doldurdum: kutu meşrubatlar, sandviçler, üzerinde yazı bulunmayan kutular ve bir çatal. Çanta dolduğunda Juan’ın bulunduğu yere gidip onun bir kadının üzerine düşmüş olan çantasını da aldım. İçine uçakta verilen battaniyelerden koydum. Sonra ilkyardım çantasını hatırlayıp mutfağa döndüm. Orada yerde duruyordu, içindeki her şey etrafa saçılmıştı. Yakınımda olan ne varsa toplayıp Juan’ı almaya gittim.
“Hadi Juan, gidiyoruz.”
“Ben gelemem,” diye fısıldadı, “her yerim dökülüyor.”
“Juan hadi, kalkmak zorundasın, yoksa hepimizi öldürecekler. Şimdi çantaları dışarı bırakıp seni almaya geliyorum.”
“Tamam tamam, deneyeceğim.” diye cevap verdi koltuğunda biraz sarsılarak.
İki çantayı da alıp çarpışmanın hengâmesinden tam olarak kendime gelememiş hâlde tökezleyerek oradan ayrıldım. Kendimi durup diğerlerine yardım etmekten alıkoymam gerekiyordu. Ne kadar zamanım kaldığını bilmiyor, sadece yaşamak istiyordum. Bir gün daha yaşayıp güneşin doğuşunu görmek istiyordum. Ormanlık alandaki bir açıklığın, bir kayran’ın bir yanına konmuştuk. Göründüğü kadarıyla, pilot ağaçların yokluğundan faydalanarak buraya inmeyi denemiş fakat biraz ıskalamıştı. Uçak da büyük ağaçlara çarptığında sol kanadını kaybetmişti. Uçaktan göğe upuzun bir duman yükseliyor, kilometrelerce öteden herkese yerimizi belli ediyordu. Ormanın biraz daha içlerine girip çantaları büyük bir ağacın dibine bıraktım. Sonra tam uçağa dönmek üzere arkamı döndüğümde bir grup silahlı zenci benim bulunduğum yerin tam karşısından açıklığa fırladı. Hemen çöküp bir ağaç gövdesinin arkasına gizlendim. Mideme hançer saplanmış gibi oldu. Kimi kamuflaj kimi de sivil kıyafetler giymiş gerillalar ellerindeki silahları doğrultup hiç durmadan bağırarak uçağın etrafını sardı. Söyledikleri tek kelimeyi anlamıyordum ama bulunduğumuz bölgeye bakılırsa Svahili dilinde olsa gerekti – ya da kim bilir hangi dildi.
“Nitoka!” diye bağırdılar tekrar tekrar. “Enyi! Nitoka! Maarusi!1”
Çok geçmeden, afallamış ve kafaları karışmış yolculardan bazıları uçaktan çıkmaya başladı. Adamlar yolcuları ite kaka yere yatırıp üzerlerini iyice aramaya koyuldu. Derken daha fazla isyancı çıkıp geldi. Yolculardan biri, bizim önümüzde oturan bir adam, heyecan yapıp ayağa kalkarak kaçmaya çalıştı. Gerillalar makineli tüfekleriyle birkaç kurşun sıkınca adam oracıkta can verip yere düştü. Tam o kargaşa anında, Juan uçaktan çıkıp herkesin baktığı yönün tersine koştu.
“Basi!2 Basi!” diye bağırdı isyancılardan bazıları onu fark edince.
Juan tam açıklığın kenarına ulaşmak üzereyken, liderleri gibi duran adam “Nifyetua!3” diye bağırdı.
Adamlardan ikisi Juan’ın arkasından hemen ateş etti. Kurşunlardan biri kulağımda ıslık çalarak yanımdan geçti. Başımı eğerek, sanki bu beni kurşunlardan koruyacakmış gibi aptal bir düşünceye kapılıp gözlerimi sımsıkı kapadım. Juan benim olan biteni izlediğim yerden yalnızca üç metre ötede dizlerinin üzerine düştü ve tamamen yığılıp kalmadan önce, yerde çömelmiş duran bana bakmayı başarıp son gülümsemesini bana bahşetti.
“Nitoka, maarusi!” diye bağırmaya devam ettiler uçağa doğru.
Çığlık atmamak için çok büyük çaba sarf etmem gerekmedi çünkü tamamen dilim düğümlenmiş, felç olmuştum. O hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum ama hareket kabiliyetimi tekrar kazandığımda, sadece bir tek çıkış yolum kaldığını biliyordum: canımı kurtarmak için koşup kaçmak. İki sırt çantasını da alıp gür ormanın içine doğru mümkün olan en gizli şekilde yürümeye çalıştım fakat bunda çok da başarılı olamadım çünkü tökezliyordum ve tüm bedenim acıdan bitap düşmüştü, vücudumu tam anlamıyla kontrol etmekten acizdim. Nereye gideceğimi bilmiyordum ama hayatta kalma ihtimalimi en üst düzeyde tutmak istiyorsam kendimi o vahşilerden mümkün olduğunca uzaklaştırmam gerektiği ortadaydı.
Korkunun, hem de ölüm korkusunun sürüklemesiyle, bacaklarım artık kaldıramayıncaya kadar yaklaşık iki saat yürüyüp kendimden geçerek yere yığıldım. Çantalar sanki taşla doluydu. Sol dizimde derinden gelen bir ağrı hissettim; futbol oynarken sakatlandığımdan beri dizim hiçbir zaman tam iyileşmemişti ve zorladığım zaman hâlâ ara ara sıkıntı çıkarıyordu. Çantamı açıp bir gazoz aldım. Hâlâ biraz soğuk gibiydi, açıp kana kana içtim. Terden sırılsıklam olmuştum, çenemden sel gibi ter akıyordu, sanki yağmur yağmış ya da havuzdan yeni çıkmış gibiydim. Hava almaya ihtiyacım olduğundan derin derin nefes almak için ağzımı açtım. Elimdeki içeceği fazla hızlı içip boğazıma kaçırınca şiddetli bir öksürük nöbetine tutuldum. Boğuluyor gibi oldum. Hâlâ biraz kesik kesik nefes alarak da olsa kendimi toparladığımda çevremdeki ışığın azaldığını fark ettim, hava kararıyordu. Alex kazada ölmüş, Juan kurşunlarla delik deşik edilmişti; en yakın iki arkadaşım hiç anlamadığım ve zerre umurumda olmayan salak saçma bir iç savaşta bir anda yitip gitmişti. Niye birbirlerini öldürmüyorlar? Neden biz? Neden ölenler arkadaşlarım Alex’le Juan olmak zorunda? Piç kuruları! Bana bıraksalar tekmili birden yok olup gitsin, hiç karışmam. Onlar yüzünden şimdi bu boktan, nemli, bunaltıcı ve boğucu yerde, arkadaşlarım olmadan tek başıma kaldım. Neden ben? Neden onlar? O vahşilerin makineli tüfeklerle vurduğu Juan'ın ölümü sanki bir film sahnesiymiş gibi kafamda tekrar tekrar dönüyordu. Bana attığı o son bakışta gözlerindeki ışığın sönüşü… Düşünmemeye, zihnimin derinlerine itmeye çalışsam da başaramadım. Daha birkaç saat önce birlikte seyahatimizin anılarını anlatıp gülüşüyorduk ama şimdi…
Ne kadar olduğunu hatırlamıyorum, bir süre ağladım ama çok iyi geldi. Nihayet ağlamaktan kendimi alabildiğimde kendimi çok daha iyi hissediyordum. Yani, en azından daha sakindim. Hava iyiden iyiye kararıyor, loş orman karanlığa teslim oluyordu. Uyuyacak bir yer bulmak zorundaydım. En çok isyancılar beni bulur çekincesiyle yerde uyumaktan korkuyordum ama yılanlar, uluyan maymunlar ve kim bilir daha ne türlü vahşi aç yaratıkla ağaçta uyuma fikri de pek iç açıcı gelmiyordu. Bir karar vermek zorundaydım. Yılanlar mı silahlı öfkeli adamlar mı? Yılanlar kötünün iyisi gibi geldi, en azından henüz bana bir zararları dokunmamıştı. Benim tırmanabileceğim ama yılanları zorlayabilecek, bir de biraz kurulup uyuyabileceğim bir yeri olan bir ağaç aramaya başladım.
Etrafta inanılmaz çeşitli ağaç ve bitkinin olduğunu da tam o sırada fark ettim. En küçük ve ufacık bitkilerden, boyu 50 metreyi aşan, gövdesi diğerlerinin hepsinden büyük olan ve nerede bittiğini bile göremediğiniz ağaçlara kadar birçok farklı türden oluşan müthiş çeşitlilikte bir bitki örtüsü her yerden fışkırıyordu. Aralarında küme küme sık çiçekleri ve boyları birkaç metreye varan saçaklanmış renkli yapraklarıyla upuzun palmiye ağaçları da vardı4. En üstte boyları 30 metreye varan ağaçlarla bunlardan bile uzun ağaçlardan oluşan bir tabaka, onun altında bizim mezarlıklara diktiğimiz servilere benzer uzayıp giden şekilleriyle 10 – 20 metrelik ağaçlardan oluşan bir ikinci tabaka, ışığın çok az ulaşabildiği en altta da 5 – 6 metrelik ağaçlardan oluşan bir tabaka vardı. Bir de çalılıklarla tek tük de olsa birkaç genç ağaççık görülüyordu; bir yosun tabakası yer yer çalılıkların neredeyse tamamını kaplamıştı ve her yanda tüm ağaç gövdelerine tırmanıp dallardan sarkan bir odunsu sarmaşık (liyan) deryası vardı. Her yer çiçek her yer meyveydi ama genelde en yükseklerde oldukları için ben yetişemiyordum. Her türden hayvan da vardı; kolay kolay görünmeseler de ben kuş cıvıltılarını, maymunların tiz çığlıklarıyla onlardan biri geçince başımın üzerinde sallanan dalları, her tarafta çiçeklerin etrafında vızıldayan böcekleri, hatta uzaktan uzağa da olsa bazı kara hayvanlarının ayak seslerini duyabiliyordum. Dört bir yanda kelebekler ve envaiçeşit böcek kıpır kıpır dolanıyordu. O durumda olmasam öylesi güzel bir yerin tadını çıkarırdım ama o an her şey hayatta kalmamın önünde potansiyel bir engeldi. Tabi bir de her şey beni korkutuyordu.
Kısa bir arayışın ardından işimi görür gibi duran bir ağaç bulup sırtımda iki çantayla tırmandım. Çantalar inanılmaz bir şekilde ağır geliyordu ve dizim de biraz ara vermem için yalvarıyordu. Kendimi güvende hissedecek ama gece düşersem ölmeyecek ya da ciddi şekilde yaralanmayacak kadar yükseğe tırmandığımda neredeyse birbirine paralel şekilde yan yana uzayan iki ağır dalın arasına elimden geldiğince sokuldum ve uçaktan getirmiş olduğum küçük örtülerden biriyle üzerimi biraz örtüp ötekini de yastık yaptım. Her zamanki gibi kendilerine özgü bir şekilde gökte debelenircesine kanat çırpıp içgüdülerini kullanarak delirmiş gibi pır pır uçuşan devasa sayıda büyük ve koyu kahverengi yarasa görülüyordu5. Nasıl sayılırlardı bilmiyorum ama binlercesi olsa gerekti. Çoğunlukla palmiye ağaçlarında duraklıyorlar ve zannedersem onların meyvelerini yiyor ya da meyveleri yiyen böcekleri avlıyorlardı.
On beş yirmi dakikalık kısa nöbetler hâlinde herhâlde iki saat kadar uyumuşumdur. Dört bir yandan gelen sesler rahat vermedi; ayak sesleri, insan sesleri, gaklamalar, acı çığlıklar, vızıltılar, fısıltılar ve durmadan bir yükselip bir alçalan mırıltılar duyup durdum. Birkaç kez bir çocuğun canhıraş ağlamalarını ve fillerin hortumlarını öttürdüğünü duyduğumu bile zannettim. Bunlarının tümü gerçek miydi yoksa ben kafamda mı kuruyordum bilmiyorum. Zaman zaman, uyku arasında vahşi bir yaratık beni mideye indirecekmiş gibi huzursuz edici bir kükreme duyuyordum. Bazen de ıstıraptan soluğum kesiliyor, neredeyse gerçekten canım acıyana kadar kalbimde bir sıkışma hissediyordum. Etrafımdaki her ses, her hareket, her şey bir işkence gibi, aniden bastıran bir boğulma hissi gibi geliyordu. Birazcık uykuya dalabildiğim an bir şey oluyor, korku içinde uyanıyordum. Bazen kasvetli gecenin karanlığında parlayan gözler gördüğümde moralimi bozmamak adına gözlerin sadece bir baykuşa ya da o bölgede bulunan kuş türlerinden birine ait olduğunu düşünmeye çalışsam da moralimi yüksek tutma çabalarım kısa sürdü; sonrasında kedigiller ailesinin niyeti bozmuş üyeleri ya da avlanmakta olan tehlikeli bir yılan görüp durdum. Zaman zaman da yakınlardan gelen silah sesleriyle kesik kesik patlamalar duyuyordum ama dikkatle dinlediğimde aslında duyacak hiçbir şey olmadığı ortaya çıkıyordu.
“Javier,” diye seslendiğini duydum AIex’in.
Uykumdan afallamış hâlde kalkıp “Efendim? Neredesin?” dedim.
“Javier,” dendiğini duydum yine.
Huzursuzluk, heves ve arkadaşımı görmenin gergin heyecanıyla dönüp etrafıma baktım. Ta ki Alex’in öldüğünü ve benim de ormanın göbeğinde çaresiz yapayalnız kaldığımı hatırlayana kadar. Kimsenin yardımıma koşabilecek olmaması, içimdeki acıyı, umutsuzluğumu paylaşacak birinin olmaması beni korkutuyordu. Paniğin beni ele geçirmesine izin veremezdim, hayatta kalmak için kötü düşünceleri aklımdan çıkarmak zorundaydım ama yapamadım. Boğucu bir yalnızlık hissi beni korkuya daha da teslim olmaya zorladı.
“Javier, Javier.”
Adımı seslenişi gece boyunca bitmedi, bir şey sorar, beni bir şeye davet eder gibiydi. Ne yöne gideceğimi bilsem onunla giderdim.