Kitabı oku: «Kelt masalları», sayfa 2
“Evet, gerçekten öyle Conall, sen ağzı laf yapan bilge birisin. Parmağın da gerçekten yok. İki oğlunun da canını kurtardın; eğer bana yarın asılacak olan oğlunun idamını izlemekten daha zor bir durum anlatırsan en büyük oğlunun hayatını kurtarabilirsin.”
“Bu anlattıklarımdan sonra babam gitti ve bana bir eş buldu, ben de evlendim. Tekrar ava çıktım. Deniz kenarında gidiyordum ve suların ortasında bir ada gördüm, iki ucunda da ip olan bir tekne gördüm. Bu teknenin içinde bir sürü değerli şey vardı. Onları nasıl alabileceğimi düşündüm. Ayağımın birini tekneye koydum, diğer ayağım ise yerdeydi; kafamı kaldırdığımda ise bir de baktım ki tekne suların ortasına gelmişti bile, adaya varana kadar da durmadı. Tekneden indiğim anda tekne eski yerine geri döndü. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Etrafta ne bir yiyecek ne de bir eşya vardı, sanki orada kimse yaşamıyor gibiydi. Bir tepenin üstüne çıktım. Sonra bir vadiye vardım, orada vadinin dibindeki mağaranın ağzında bir kadın ve çocuğunu gördüm. Çocuğun kıyafetleri yoktu, kadının ise elinde bir bıçak vardı. Kadın, bıçağı bebeğinin boğazına dayamaya çalıştı, bebek ise kadının yüzüne güldü. Bunun üzerine kadın ağlamaya başlayıp bıçağı elinden fırlattı. Dostlardan uzak, düşmana ise yakın olduğumu düşünmüştüm ve kadına ‘Burada ne yapıyorsun?’ diye sordum. O da bana ‘Sen buraya neden geldin?’ diye sordu. Ona oraya nasıl ulaştığımı anlattım. ‘Öyle mi, ben de aynı şekilde gelmiştim,’ dedi. ‘Neden çocuğun boğazına bıçak dayıyordun?’ diye sordum. ‘Çünkü burada yaşayan dev için bebeğimi pişirmek zorundayım, yoksa beni de öldürecek,’ diye cevap verdi. Tam o sırada devin ayak seslerini duymaya başladık, ‘Ne yapayım? Ne yapayım?’ diye bağırdım kadına. Sonra kazanın içine girdim, şansıma içindeki su çok sıcak değildi; içine girer girmez dev geldi. ‘Küçüğü benim için haşladın mı?’ diye bağırdı. ‘Daha pişmedi,’ dedi kadın. Ben de kazanın içinden ‘Annecim, annecim, çok sıcak, yanıyorum,’ diye çığlık atıyordum. Dev, ‘HA HA HAHA!’ diye gülüp kazanın altına odun doldurdu.
Artık oradan çıkamadan kaynayacağıma emindim. Ancak talih yüzüme güldü ve dev, kazanın yanında uyuyakaldı. Kazanın dibi ayaklarımı haşlamıştı. Kadın, devin uyuyakaldığını fark edince kazan kapağındaki delikten sessizce ‘Yaşıyor musun?’ diye sordu. Ben de henüz ölmediğimi söyledim. Kafamı kaldırdım, kapaktaki delik o kadar büyüktü ki başım içinden kolayca geçti. Her şey iyi gidiyordu ta ki kalçalarım sıkışana kadar. Kalçalarımın derisi soyuldu, ancak dışarı çıkmayı başarabildim. Kazandan çıkınca ne yapmam gerektiğini bilemedim; kadın da bana devi öldürebilecek kendi silahından başka bir silah olmadığını söyledi. Bunun üzerine mızrağını yavaşça çekmeye başladım, aldığı her nefeste beni içine çekecek gibi oluyordu, nefesini verdiğinde ise beni geri itiyordu. Ancak tüm bu zorluklara rağmen mızrağı almayı başardım. Sonrasında ise bir fırtınadaki saman gibiydim, çünkü mızrağı kontrol edemiyordum. Yüzünün ortasında tek bir gözü olan deve bakmak ise korkunçtu; benim gibi birinin ona saldırması etkili olmazdı. Bu yüzden mızrağı olabildiğince diktim ve gözüne oturttum. Bunu hissedince kafasını kaldırdı, böylece mızrağın diğer ucu mağaranın tepesine çarptı ve mızrak kafasını delip geçti. Olduğu yere yığılıp kaldı ve geberdi. Tabii ki ne kadar büyük bir sevinç yaşadığımı tahmin edebilirsiniz kralım. Ben ve kadın, daha temiz bir yere geçtik ve geceyi orada geçirdik. Sonrasında gittim ve adaya geldiğimiz tekneyi getirdim, kadını ve çocuğu yüklenip onları karaya çıkardım.”
O an Lochlann kralının annesi bir yandan ateşi harlıyor, bir yandan da Conall’ın çocukla ilgili olan öyküsünü dinliyordu.
“O sen misin?” diye sordu, “Oradaki sen miydin?”
“Aynen öyle, bendim.”
“Aman Tanrım! Aman Tanrım! Oradaki kadın bendim, hayatını kurtardığın çocuk da kralın ta kendisi. Kral hayatını kurtardığın için sana teşekkür etmeli,” dedi kadın. Hepsini büyük bir sevinç seli kaplamıştı.
Kral, “Ah Conall, çok büyük zorluklar atlatmışsın. Kahverengi at artık senindir, üstüne yükleyeceğiniz çuvala da hazinemdeki en değerli şeyleri dolduracağım,” dedi.
O gece yattılar, ertesi gün Conall erken kalkmıştı, ancak kraliçe daha da erken kalkıp yolculuk için hazırlıkları yapmaya başlamıştı. Conall, kahverengi at ile çok değerli olan altın ve gümüş dolu çuvalı alıp oğullarıyla birlikte yola koyuldu. İrlanda’daki evlerinde büyük bir sevinçle karşılandılar. Altın ve gümüşleri evinde bırakıp atla birlikte İrlanda kralının yanına gitti. Artık kralla sonsuza dek iyi birer arkadaş olmuşlardı. Eve, eşine döndü ve hep birlikte bir ziyafet hazırladılar; bu ziyafet insanların görüp görebileceği en büyük ziyafetti.
Hudden, Dudden ve Donald O’Neary
Bir zamanlar iki çiftçi vardı, isimleri Hudden ve Dudden’dı. Bahçelerde kümes hayvanları, yaylalarda koyunları, nehrin kenarındaki çayırlıkta da bir sürü sığırları vardı. Ancak tüm bunlara rağmen mutlu değillerdi. Çünkü sahibi oldukları iki çiftliğin arasında Donald O’Neary adında fakir bir adam yaşıyordu. Başını soktuğu harabesinden başka, sahip olduğu tek şey daracık bir araziydi. Bu arazi de tek ineği Daisy’nin açlıktan ölmemesine zorlukla yetiyordu. Her ne kadar Daisy elinden geleni yapsa da verebildiği süt ne içmeye ne de tereyağı yapmaya yetiyordu. Böyle bir durumda Hudden ve Dudden’ın kıskanacağı pek bir şey olmadığını düşünebilirsiniz, ancak kıskanıyorlardı. İnsan buldukça bunuyor, Donald’ın komşuları da geceleri geç saatlere kadar oturup o küçük araziyi kendi arazilerine nasıl katabileceklerini düşünüyorlardı. Hiç düşünmedikleri zavallı Daisy ise onlara göre bir kemik torbasından başka bir şey değildi.
Bir gün Hudden, Dudden ile karşılaştı. Çok geçmeden her zamanki gibi homurdanmaya başladılar, konuştuklar şey belliydi: “Ah şu berduş Donald O’Neary’yi şu araziden bir atabilsek!”
“Daisy’yi öldürelim öyleyse,” dedi Hudden sonunda. “Eğer bu da onu o araziden gönderemezse hiçbir şey gönderemez.”
Çok geçmeden anlaştılar. Daisy, gün içinde avucunuzu dolduracak kadar bile çimen yememiş olsa da uzanmış geviş getirmeye çalışıyordu. Hudden ve Dudden karanlık çökünce Daisy’nin geviş getirdiği küçük barakaya sokuldular. Dohudden, dudden ve donald o’neary nald, Daisy’nin geceyi rahat geçireceğinden emin olmak için geldiğinde zavallı hayvancağızın ölmeden önce kalan zamanı, yalnızca sahibinin avucunu yalamaya yetmişti.
Gelgelelim Donald kurnaz bir adamdı, her ne kadar üzgün olsa da Daisy’nin ölümünden bir yarar sağlayıp sağlayamayacağını düşünmeye başladı. Düşündükçe düşündü. Ertesi gün erkenden kalkıp panayıra doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Daisy’nin postunu sırtlamıştı; cebindeki paralar şıkırdıyordu. Panayıra iyice yaklaşınca postun içine birkaç yarık açıp her yarığın içine bir metelik koydu ve kasabanın en iyi hanına kasıla kasıla girdi, öyle bir yürüyordu ki sanki hanın sahibiydi. Postu duvardaki bir çiviye asıp oturdu.
“En iyi viskinden getir,” dedi hancıya. Hancı, Donald’ın görünüşünü pek beğenmedi. “Ödeyemeyeceğimden mi korkuyorsun?” diye sordu Donald, sonra devam etti: “Neden ödemeyeyim ki, sonuçta burada istediğim zaman bana para veren bir postum var.” Bunu söyledikten sonra elindeki so pasıyla posta küt diye vurdu ve posttan bir metelik fırladı. Hancının gözleri, hayal edebileceğiniz üzere, fal taşı gibi açıldı.
“Bu post için ne kadar istersin?” dedi hancı.
“Satılık değil güzel dostum.”
“Bir altına ne dersin?”
“Söylediğim gibi, satılık değil. Yıllardır bana ait ve yıllardır beni geçindiriyor değil mi?” Bunu söyledikten sonra posta bir kere daha vurdu ve ikinci metelik dışarı fırladı.
Uzun lafın kısası, Donald postu sattı. O akşam Hudden’ın kapısını kim çaldı dersiniz? Donald’ın ta kendisi.
“İyi akşamlar Hudden. Tartını ödünç alabilir miyim?”
Hudden şöyle bir baktı, kafasını kaşıdı, ancak nihayetinde tartıyı ödünç verdi.
Donald, eve sağ salim vardığında ceplerindeki parlak altınları çıkardı ve her bir altını tartıda tartmaya başladı. Ancak Hudden tartının dibine bir tereyağı parçası koymuştu, böylece Donald tartıyı geri götürdüğünde tereyağına yapışan son altın tanesi tartının altındaydı.
Hudden bir değil, on kez baktı. Donald arkasını döner dönmez Hudden, büyük bir telaşla Dudden’a koştu.
“İyi akşamlar Dudden. Şu serseri yok mu, Tanrı onun belasını versin.”
“Kim? Donald O’Neary mi?”
“Başka kim olabilir? Çuval çuval altınla geri dönmüş.”
“Nereden biliyorsun?”
“İşte benden ödünç aldığı tartı, içinde de üstüne yapışmış altın tanesi.”
Birlikte yola çıktılar, Donald’ın kapısına vardılar. Do nald altın tanelerinden oluşturduğu destenin sonuncusunu henüz hazırlamıştı. Ancak altınlardan biri tartıya yapıştığından destede eksik vardı.
Hudden ve Dudden, “Lütfen,” ya da “Müsaadenle,” bile demeden içeri daldılar.
Ağızlarından yalnızca “Vay canına!” cümlesi çıkabildi.
“İyi akşamlar Hudden, iyi akşamlar Dudden. Ah! Bana iyi bir oyun oynadığınızı düşündünüz, ancak bana hayatınız boyunca daha iyi bir iyilik yapamazdınız. Zavallı Daisy’yi ölü görünce kendi kendime ‘Eh, en azından postu bir şeyler kazandırır,’ diye düşündüm, öyle de oldu. Artık postlar için, pazarda ağırlığınca altın veriyorlar.”
Hudden, Dudden’ı dürttü; Dudden da Hudden’a göz kırptı.
“Öyleyse iyi akşamlar Donald O’Neary.”
“İyi akşamlar güzel dostlarım.”
Ertesi gün Hudden ile Dudden’a ait tek bir inek ya da buzağı kalmamıştı. Postları, Dudden’ın en güçlü atları tarafından çekilen Hudden’ın en büyük at arabasına konup panayıra götürüldü.
Panayıra vardıklarında ikisi de kollarına birer post aldı, panayırı gezerken bir yandan da avaz avaz “Satılık postlar! Satılık postlar!” diye bağırıyorlardı.
Bir tabakçı çıkageldi:
“Postlar ne kadar dostlar?” diye sordu.
“Ağırlığınca altın istiyoruz.”
“Günün bu saati sarhoş olmak için çok erken değil mi?” diye sorup avlusuna geri döndü tabakçı.
“Satılık postlar! Yeni ve kaliteli postlar!”
Bir ayakkabıcı çıkageldi:
“Dostlarım, postlar için ne istiyorsunuz?”
“Ağırlığınca altın.”
Ayakkabıcı “Benimle kafa mı buluyorsunuz! Alın bakalım öyleyse,” deyip Hudden’ı sarsacak bir şekilde yumruk attı.
Panayırın diğer ucundan insanlar koşa koşa geldiler. “Ne oldu? Sorun ne?” diye bağırdılar.
“İki tane serseri postlar için ağırlıklarınca altın istiyor,” dedi ayakkabıcı.
“Çabuk yakalayın, çabuk yakalayın!” diye haykırdı hancı, en son o gelmişti, çok kiloluydu. “Bahse girerim bunlardan biri dün bana o perişan postu otuz altına kakalayan düzenbazdır.”
Hudden ve Dudden, para ümitleriyle gittikleri panayırdan tekmelerle uğurlandı. Eve dönerken yavaş koşmak gibi bir seçenekleri de yoktu çünkü kasabanın tüm köpekleri peşlerindeydi.
Hal böyle olunca, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, Donald’dan daha fazla nefret etmeye başladılar.
Yamulmuş şapkaları, yırtılmış ceketleri ve morarmış yüzleriyle hızla geçtiklerini görünce “Ne oldu dostlarım?” diye sordu Donald. “Kavgaya mı karıştınız? Yoksa kolluk kuvvetleriyle mi karşılaştınız?”
“Sana kolluk kuvvetini göstereceğiz berduş herif. Bize yalan söyleyip kandırarak kendini çok zeki sanıyorsun değil mi?”
“Kim yalan söylemiş? Altınları siz de gördünüz.”
Gelgelelim konuşmanın yararı yoktu. Donald, yaptığının bedelini ödemeliydi. Yanlarında bir un çuvalı vardı, Hudden ve Dudden, Donald O’Neary’yi bu çuvalın içine koyup sıkıca bağladılar. Düğüm yerinden de bir sopa geçirdiler ve Kahverengi Bataklık Gölü’ne doğru yola çıktılar. Sopanın uçları omuzlarındaydı, aralarında da Donald O’Neary vardı.
Fakat Kahverengi Göl çok uzaktı, yol ise zorluydu. Hudden ve Dudden aşırı bitap düşmüşlerdi, üstelik susuzluktan kavruluyorlardı. Yol kenarında bir han gördüler.
“Gel şuraya girelim,” dedi Hudden, “Bittim tükendim. Az yese de çok ağır bu.”
Eğer Hudden bir şey isterse Dudden da isterdi. Donald’a gelince, kimsenin ona ne istediğini sormadığından emin olabilirsiniz, onu bir patates çuvalıymışcasına hanın kapısının önüne attılar.
“Uslu dur, berduş herif,” dedi Dudden, “Eğer beklemek bizim için sorun değilse senin için hiç değil.”
Donald sakin kaldı, ancak bir süre sonra bardak tıkırtılarını duydu. Hudden da yüksek sesle şarkı söylüyordu.
“Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi Donald. Ancak kimse ne söylediğine kulak asmadı.
“Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi tekrardan, ancak bu kez daha yüksek sesle. Yine kimse ne söylediğine kulak asmadı.
“Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi yine, bu kez bağırabildiği kadar bağırdı.
“Tamam da kimle evlenmeyeceksin, eğer sormamda bir sakınca yoksa,” diye sordu, biraz önce bir sürekle gelip bir bardak içki içen bir çiftçi.
“Kralın kızı. Onunla evlenmem için beni zorluyorlar.”
“Sen çok şanslı bir adamsın. Senin yerinde olmak için neler yapmazdım.”
“Öyle mi! Gerçi altın ve mücevherleri olan bir prensesle evlenmek gerçekten senin gibi bir çiftçi için güzel olurdu.”
“Mücevherler mi dedin sen? Beni de götüremez misin?”
“Peki, sen dürüst bir adamsın. Her ne kadar gün ışığı kadar güzel olsa da ya da tepeden tırnağa mücevherlerle kaplı olsa da ben kralın kızını umursamıyorum, onunla sen evlenmelisin. Şu bağı çözüp beni buradan çıkar, evlilikten kaçmamam için beni çok sıkı bağladılar.”
Donald dışarı doğru emekledi, çuvalın içine çiftçi girdi.
“Şimdi öylece dur, sallantıyı da dert etme, sarayın merdivenlerinden çıkarken biraz sallamaları normal. Ha bir de kralın kızıyla evlenmeyi kabul etmediğin için sana berduş falan diyebilirler, onu da dert etmene gerek yok. İşte! Bu tekliften senin için vazgeçiyorum, tabii ki prensesi umursamadığımdan dolayı.”
“Karşılığında sığırlarımı alabilirsin,” dedi çiftçi, çok geçmeden Donald sığırları önüne katıp eve doğru yol almaya başladı.
Hudden ve Dudden, handan çıktılar. Sopanın bir ucunu biri, diğer ucunu da diğeri omuzladı.
“Daha da ağırlaşmış sanki,” dedi Hudden.
“Boş ver, nasıl olsa Kahverengi Göl’e çok kalmadı,” dedi Dudden.
“Evleneceğim! Onunla evleneceğim!” diye bağırdı çiftçi, çuvalın içinden.
“Tabii evlenirsin,” dedi Hudden, elindeki sopasını çuvala batırdı.
“Evleneceğim! Onunla evleneceğim gerçekten!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı çiftçi.
“İşte geldik,” dedi Dudden; Kahverengi Göl’e varmışlardı, çuvalı omuzlarından indirip göle doğru pat diye bıraktılar.
“Artık bize oyun oynayamayacaksın,” dedi Hudden.
“Aynen öyle,” dedi Dudden. “Ah Donald, dostum, o tartıyı hiç ödünç almamalıydın.”
Endişesiz ve kaygısız bir şekilde geri döndüler. Ancak evlerine yaklaştıklarında gördükleri kişi Donald O’Neary’nin ta kendisiydi; etrafı ise otlayan inekler, topuklarını ve kafalarını birbirine tokuşturan buzağılar ile doluydu.
“Donald, sen misin?” diye sordu Dudden. “Nasıl olur! Bir de bizden önce gelmişsin.”
“Çok haklısın Dudden, size teşekkür etmeme izin verin; niyetiniz kötü de olsa sonuçları benim için iyi oldu. Kahverengi Göl’ün dilekleri gerçekleştirdiğini siz de duymuşsunuzdur. Hep yalan söylüyor gibi duruyorum, ancak bu doğru. Şu sığırlara bir bakın.”
Hudden şöyle bir baktı, Dudden’ın da ağzı açık kaldı; gözlerini sığırlardan alamıyorlardı. Bu sığırlar iyi besili şişman sığırlardı.
“Bunlar en kötüleriydi,” dedi Donald O’Neary, “Diğerleri o kadar şişmandı ki onları getirmek imkânsızdı. Hakları da var, yemyeşil ve taptaze çimenlerin ufuk çizgisine kadar uzandığı yerden ayrılmak istemediler.”
“Ah Donald, hiçbir zaman gerçek dost olamadık,” dedi Dudden, “Ancak hep söylediğim gibi, sen çok düzgün bir adamsın, bize yolu gösterirsin değil mi?”
“Bunu neden yapayım bilmiyorum, çünkü orada daha bir sürü sığır var. Hepsini neden kendime saklamayayım?”
“Gerçekten de zenginleştikçe kalbin katılaştığı doğruymuş. Sen hep komşularını gözeten bir insandın Donald. Tüm bu talihi kendine saklamak istemeyeceğini biliyorum, değil mi?”
“Her ne kadar bana kötü davransanız da sanırım haklısın Hudden. Bana yaptıklarınızı düşünmeyeceğim. Orada zaten bir sürü sığır var, bu yüzden gelin benimle.”
Yola koyuldular; kalpleri rahat, adımları hevesliydi. Kahverengi Göl’e vardıklarında gökyüzü bembeyaz bulutlarla doluydu ve gökyüzünün beyazlığı göle yansıyordu.
“İşte! Bakın, oradalar!” diye bağırdı Donald, göldeki bulut yansımalarını işaret ediyordu.
“Nerede? Neredeler?” diye bağırdı Hudden, Dudden ise “O kadar açgözlü olma!” diye haykırdı; ancak en şişman sığırları kapmak için hemen tüm gücüyle göle atladı. O atladıktan sonra Hudden da çok geç kalmadan peşinden atladı.
Hiç geri dönemediler, belki de istedikleri sığırlar kadar şişmanlamışlardır. Donald O’Neary’ye gelince, tüm hayatı boyunca ona yetecek kadar sığırı ve koyunu ile yaşamaya devam etti.
Myddvai Çobanı
Caermarthenshire’da bulunan Kara Dağlar’ın tepesinde Lyn y Van Vach adında bir göl bulunur. Bir gün Myddvai Çobanı, bu gölün kenarlarına kandillerini koydu ve hayvanları otlarken orada uzandı. Bir an, gölün karanlık sularından üç genç kızın çıktığını gördü. Kızlar, çobanın sürüsünün gezindiği kıyıya doğru süzülürken saçlarındaki parlak damlaları silkeliyorlardı. Güzellikleri insanı aşıyordu, çoban ise yakınına gelen kızı görünce aşkla doldu. Yanındaki ekmeği kıza ikram etti, kız da ekmeği alıp tadına baktı. Sonra çobana bir şiir okudu:
“Bu çok pişmiş bir ekmek,
Daha fazla çabalaman gerek.”
Bunu söyledikten sonra gülüp göle doğru koştular.
Ertesi gün çoban, yanında daha az pişmiş bir ekmek götürdü ve genç kızların tekrar ortaya çıkmasını bekledi. Kızlar kıyıya gelince çoban yine ekmeğinden ikram etti, kızlar da ekmeğin tadına bakıp yine bir şiir okudular:
“Bu da pişmemiş bir ekmek,
Artık imkânsız seninle evlenmek.”
Çoban üçüncü kez genç kızı cezbetmeyi denedi; bu kez ona göl kenarında bulduğu, gölün üzerinde süzülen ekmeği ikram etti. Bu, kızı memnun etti ve kız, eğer ertesi gün kız kardeşleri arasından onu ayırt edebilirse çobanın eşi olacağına dair söz verdi. Zaman gelince çoban, sevdiği kızı sandaletinin kayışından tanıdı. Kız da ona, kendisine sebepsiz yere üç kez vurmayacağı takdirde, dünyadaki tüm genç kızlardan daha iyi bir eş olacağını söyledi. Çoban böyle bir şeyi asla yapmayacağını söyledi, kız da çeyizi için gölden üç inek, iki öküz ve bir boğa çıkardı. Sonra da çobanın eşi olarak eve doğru yol aldı.
Göl kızı ve çoban, yıllarca mutlu yaşadılar ve üç çocukları oldu. Ancak bir gün vaftiz törenine giderken kız, yolun yürünemeyecek kadar uzun olduğunu söyledi. Çoban da kıza öyleyse atları getir dedi.
“Getiririm,” dedi kız, “Eğer evde bıraktığım eldivenlerimi getirirsen.”
Ancak çoban eldivenlerle birlikte geldiğinde kız atları getirmemişti. Bu yüzden çoban elindeki eldivenlerle kızın omzuna hafifçe vurdu ve “Hadi, hadi,” dedi.
“Bu bir,” dedi kız.
Başka bir zaman bir düğündeyken göl kızı, etrafındaki sevinç ve neşenin ortasında birden hıçkırarak ağlamaya başladı.
Kocası, kızın omzunu yavaşça dürtüp “Neden ağlıyorsun?” diye sordu.
“Çünkü başlarına bir dert alıyorlar, bu dert senin başında da var; çünkü bana ikinci kez sebepsiz yere vurdun. Dikkatli ol, üçüncüsü son.”
Kocası daha dikkatli olmaya başladı. Ancak bir gün cenazedeyken kız kahkaha atmaya başladı. Kocası da bir anlık dalgınlıkla kızın omzuna biraz sertçe dokunup “Gülmenin sırası mı?” diye söylendi.
“Güldüm, çünkü ölenler dertlerinden kurtuluyorlar, ancak senin derdin yeni başlıyor. Bana üçüncü kez vurdun, evliliğimiz sona erdi, kendine iyi bak,” deyip kalktı ve cenazeden ayrılıp evlerine gitti.
Sonra evine şöyle bir baktı, beraberinde getirdiği büyükbaş hayvanlara seslendi:
“Kahverengi, beyaz lekeli ineğim,
Benekli, çilli ineğim,
Beyaz yüzlü, kirli ineğim,
Kralın kıyısından gelen beyaz boğam,
Gri öküzüm, siyah danam,
Hepiniz benimle gelin, burası değil yuvam.”
Siyah dana daha yeni kesilmişti ve kancada asılıydı, ancak birden canlandı ve kızı takip etti; öküzler ise çift sürüyordu, ancak buna rağmen onun isteğini gerçekleştirdiler. Böylece kız tekrar göle gitti, hayvanlar da onu takip etti. Hep birlikte karanlık sulara daldılar. Dağ gölüne uzanan yoldaki saban izlerinin bugün bile göründüğü söylenir.
Kız, geriye yalnızca bir kez, çocukları büyüyüp koskoca adamlar olunca döndü. Onlara hediye olarak şifa yetenekleri verdi ve bu yetenekler sayesinde çocukları Meddygon Myddvai, yani Myddvai’nin Hekimleri olarak tanındılar.
Hayat Dolu Terzi
Hayat dolu bir terzi, Saddell Kalesi’ndeki Muhteşem Macdonald tarafından, geçmiş zamanlarda kullanılan dar pantolonlardan yapması için görevlendirilmişti. Bu pantolonlar, tek bir parça şeklinde birleştirilen fanila ve dize kadar bir pantolondan oluşuyordu; püsküllerle süsleniyorlardı ve çok rahatlardı, hem yürümek hem de dans etmek için uygunlardı. Bir gün Macdonald, terziye “Eğer bu pantolonları gece vakti kilisede yaparsan büyük bir mükâfat alacaksın,” dedi. Çünkü bu eski harabe kilisenin perili olduğu, geceleri orada korkunç yaratıkların ortaya çıktığı düşünülüyordu.
Terzi de bu söylentilerin farkındaydı, ancak o hayat dolu bir adamdı ve pantolonları gece vakti kilisede yapması söylenip meydan okunduğunda gözü korkmadı. Ödülü kazanmak için görevi üstlendi. Gece çöktü, terzi vadiye indi ve kaleden yaklaşık bir kilometre uzakta olan eski kiliseye varana kadar yürüdü. Sonra oturmak için sağlam bir mezar taşı seçip kandilini yaktı, yüksüğünü çıkardı ve pantolonu dikmeye başladı; iğnesini hızlıca kullanırken aklında alacağı ücret vardı.
Bir süre böyle devam etti, ta ki ayağının altındaki zeminde bir sallantı hissedene kadar; parmakları çalışsa da gözleri etrafı süzüyordu, birden kocaman bir insan kafasının kilise döşemesinin taşlarından yükseldiğini gördü. Kafa yeryüzüne kadar yükselince çok yüksek ve gürültülü bir ses duyuldu: “Benim bu kocaman kafamı görüyor musun?”
“Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” diye cevap verdi hayat dolu terzi, pantolonu dikmeye devam etti.
Sonra terzinin gördüğü kafa, boynu görünene kadar döşemeden yükselmeye devam etti. Boynu göründüğünde gürleyen bir ses, “Benim bu kocaman boynumu görüyor musun?” diye sordu.
“Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” dedi hayat dolu terzi, pantolonu dikmeye devam etti.
Sonra adamın kafası ve boynu daha da yükselirken koskocaman omuzları ve gövdesi zeminde göründü. Kuvvetle gürleyen ses tekrar duyuldu: “Benim bu koskocaman gövdemi görüyor musun?”
Yine “Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” deyip pantolonu dikmeye devam etti hayat dolu terzi.
Ancak adam hâlâ yükselmeye devam ediyordu, kocaman iki çift kol terzinin gözleri önündeydi: “Benim bu kocaman kollarımı görüyor musun?”
“Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” diye cevapladı terzi, pantolonu dikmeye devam etti çünkü biliyordu ki kaybedecek zamanı yoktu.
Hayat dolu terzi, adamın yavaş yavaş çıkmaya başladığını görünce uzun dikişler atmaya başladı; sonra adam kocaman bacağını kaldırıp zemine vurdu ve kükreyen bir sesle “Benim bu kocaman bacağımı görüyor musun?” diye sordu.
“He he, görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” diye bağırdı terzi, parmakları iğneyle dans ediyordu; adam diğer bacağını da çıkarmaya başlayınca terzi o kadar uzun dikişler atmaya başlamıştı ki pantolonun neredeyse sonuna gelmişti. Adam bacağını zeminden çıkarmadan hemen önce, hayat dolu terzi görevini bitirip kandilini söndürdü, tabanları yağlayıp mezar taşından uzağa doğru koşmaya başladı ve kolunun altındaki pantolonla kiliseden uzaklaştı. Sonra korkunç yaratık yüksek sesle gürledi, iki ayağını da zemine vurdu ve kiliseden çıkıp terzinin peşine düştü.
Vadide koştular, bir selin akıntısından daha hızlılardı; ancak terzi yola daha önce çıkmıştı ve bacakları çevikti, ayrıca ödülü de kaybetmek istemiyordu. Yaratık ona dur diye kükrese de, hayat dolu terzi bir canavarın dediğini yapacak biri değildi. Bu yüzden elindeki pantolonu sıkı sıkı tutup Saddell Kalesi’ne varana kadar adımlarının karanlığa karışmasına izin vermedi. Çok geçmeden kale kapısından içeri girdi ve kapıyı kapattı; onun ardından canavar geldi ve terziyi elinden kaçırdığı için sinirlenip kapının üstündeki duvara vurdu. Orada koskocaman beş parmağının izini bıraktı. Eğer yeterince yakından bakarsanız o parmakların orada durduğunu apaçık bir şekilde görebilirsiniz.
Terzi ödülünü aldı, Macdonald pantolonun ödemesini cömertçe yaptı. Dikişlerin bazılarının biraz uzun olduğunu ise hiçbir zaman fark etmedi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.