Kitabı oku: «İrade Terbiyesi», sayfa 2
İKİNCİ BÖLÜM
Atılacak Adım
Eğitim programlarımızın, çocukların ve gençlerin iradesini dikkate almadığı kesin. Ancak enerjimiz olduğu sürece var olduğumuzu ve iradesi zayıf olan bir kişiye yatırım yapılmayacağını iyi biliriz. Ayrıca çalışmalarımız, irademizin ne kadar güçlü olduğunu aşağı yukarı gösterir. Bu konuda böbürlenmekte de üstümüze yoktur. Yaptığımız işleri abartmayı severiz. Nasılsa kimse doğruluğunu kontrol etmeyeceği için, sabahın dördünde kalkıp çalışmaya başladığımızı söyleriz. Bu kişinin saat sekizde hâlâ yatakta olduğunu gördüğünüzde ise sabahın dördünde neden işte olmadığını gösteren bir sürü mazeret uyduracaktır size. Bu durumun da hep ziyaretlerinize denk geldiğini fark edeceksiniz. Bu sözde çalışkan kişi, okuldaki sınavlarında da başarısız olmuştur.
Öğrencilerde bu gibi yalanlar oldukça yaygındır. Hatta kendilerine bile yalan söylerler; oldukça fazla çaba sarf ettiklerini ve çok iş yaptıklarını sanırlar. İnsanın iradesi önemli olmasaydı bu konuda bu kadar yalan söylenir miydi?
İnsanların irademiz hakkındaki şüpheleri bizi derinden etkiler. Çalışmalarımızı inkâr etmek bizi zayıflık ve korkaklıkla suçlamak değil midir? Bu azimli çabayı sarf etmekten aciz olduğumuzu sanmak, zekâ yoksunu insanlar gibi asla yetenekli olamayacağımızı düşünmek değil midir?
Öğrencilerin çalışmalarıyla ilgili yalan söylemeleri, bir enerji isteğinin varlığını göstermez mi? Bu kitabımız, gençlerin çalışma isteklerini arttırmalarını ve bu çalışmalarını kalıcı, güçlü bir kararlılığa ve son olarak yenilmez bir alışkanlığa dönüştürmelerini sağlayacak yolları ortaya koyar.
Öncelikle, düşünsel çalışma dediğimizde ya doğa bilimleri ve başkalarının çalışmaları ya da kişisel çalışmalar aklımıza gelmelidir. Yaratım çalışmaları önce eğitim, daha sonra ise zihinsel çabalar gerektirir. Çalışmalar önce dikkat ister, ardından zihnin arınmış veya konsantre olması gerekir. Fakat her koşulda dikkat şarttır. Çalışmak, dikkatli olabilmektir. Maalesef dikkat; sabit, durağan ve kalıcı bir durum değildir. Bu yüzden, onu sürekli gergin duran bir yaya benzetmek mümkün değildir. Aslında dikkat, belirli sıklıkla tekrar eden çabalar ve yoğun çalışmalar gerektirir. Enerjik ve disiplinli bir dikkatle, bu çabalar birbirini o kadar yakından takip eder ki, her gün saatler süren bir devamlılık sağlar.
O hâlde atılacak adım, yoğun ve istikrarlı bir dikkate ulaşmak için çaba sarf etmek olacaktır. Her gün cesurca yapılan tekrarlar en iyi sonuçları verir. Fakat her gün yapılan ders tekrarları öğrenciler için çekilmezdir. Çünkü o yaşlarda kanları deli akar ve zihinsel çalışmaları soğuk, renksiz ve doğalarına aykırı bulurlar.
Fakat bu yoğun ve istikrarlı çabalar da yeterli değildir. Çünkü bunlar dağınık ve kuralsız olabilirler. Yani çabalar tek bir amaca odaklı olmalıdır. Bir duygu, bir fikrin ortaya çıkması ve sürekli kalması için bazı şartlar gereklidir. Bu fikir yavaşça ve istikrarlı bir ilerleme kaydederek, yavaş yavaş kendi değerleriyle ortaya çıkmalıdır. Sanat eserleri bu şekilde yaratılır: kalıcı ve genellikle bir gençlik fikri olarak başlayan fikirler önce çekimserdir ve sanatçı için yeterince açık değildir. Bir okuma yapmak, hayatta bazı olaylar yaşamak, yazarın nereden çıktığını anlamadığı bir fikir fark etmesini sağlar ve bunlar, bu fikrin değerini ve amacını ortaya koyar. O andan itibaren bu fikir her şeyden beslenir. Kişinin yaptığı seyahatler, sohbetler ve çeşitli okumalar fikirlerinin beslenmesini ve güçlenmesini sağlayacaktır. Goethe, Faust isimli eserini otuz yılda oluşturdu. Bu üstün eserin ortaya çıkması, gelişmesi, derinleşmesi ve yazarın deneyimlerinden beslenmesi için bunca zamanın geçmesi gerekti.
Tüm önemli fikirlerin oluşması için aynı şey gereklidir. Eğer sadece aklımızdan geçirdiğimiz bir fikirse önemsiz ve hükümsüzdür. Dikkatimizi devamlı, sürekli ve içtenlikle ona vermeliyiz. Fikrimiz bizden bağımsız bir şekilde varlığını sürdürene kadar ve düzen merkezi hâline gelene kadar onu bırakmamalıyız. Fikrimizi zihnimizde uzun süre tutmalıyız ve sık sık irdelemeliyiz. Böylece, gerekli çağrışımı, verimli düşünceleri ve güçlü duyguları bir mıknatıs gibi kendine çekecek ve bunlar düşüncemizin bir parçası hâline gelecektir.
Çağrışımlara veya duygulara dayanan bu çalışma, sakinlik ve sabırla gerçekleşir. Bu gelişmeler, laboratuvarda üretilen muhteşem kristaller gibidir; sıvının içinden binlerce molekülün yavaş ve düzenli bir şekilde toplanması gerekir. İşte bu durum, yapılan her buluşun bir iradenin sonucu olduğunu kanıtlar. Newton, yer çekimi hakkındaki buluşunu sürekli irdeleyerek gerçekleştirmiştir. Gerçek buluşların sabır işi olduğuna hâlâ ikna olmadıysanız Darwin’in itirafını okuyabilirsiniz: “Düşünce ve okuma nesnesi olarak her zaman gördüğüm veya görebileceğim şeyi seçerdim. Bilim alanında yapabildiklerimi bu disipline borçlu olduğuma eminim.” der. Oğlu, Darwin hakkında: “Babam bir konu hakkında uzun yıllar düşünürdü.” diye ekler.
Doğruluğundan bu kadar emin olduğumuz bir bilgi konusunda neden bu kadar ısrar ediyoruz ki? Özet geçmemiz yeterli. Zihinsel çalışmalar yürütenlerin amacı, iradeli bir şekilde dikkat etmeye gayret etmektir. Bu gayret, kararlılık, çabaların sıklığı, düşüncelerimizin tek bir amaca yönelik olması ve gerekli zaman içinde irademize, duygularımıza, düşüncelerimize, uğruna çalıştığımız temel ve baskın fikirlere bağlı kalmamızla kendini gösterir. İnsanın doğasında var olan tembellik bizi her zaman bu amaçtan uzaklaştırmaya çalışacak, fakat her defasında onu mümkün oldukça gerçekleştirmeyi hedeflemeliyiz.
Zayıf ve istikrarsız bir isteği devamlı bir iradeye dönüştürmenin yöntemlerine değinmeden önce, birbirine zıt fakat aynı zamanda irade yıkıcı iki kuramı reddetmekle başlamak istiyoruz.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İrade Eğitimi Konusunda Yanlış ve Cesaret Kırıcı Kuramlar
I
Polemik, yazarın dikkatle yapması gereken hazırlık çalışması olarak kalmalıdır ve onu kendine saklamalıdır. Olumsuz yorumlar işe yaramaz; ikna etmek için eleştirmek yararsızdır, yapılması gereken inşa etmektir.
Bu kitabın tamamı inşa edilmiş bir çalışmadır ve sağlıklı bir doktrin sunar. Bu bölümde, psikolojinin verilerine dayanarak spekülatif olarak yanlış olduğu kadar uygulamada da içler acısı olan yaygın iki kuramı ele alacağız.
Karakterin doğuştan var olduğunu savunan kuram, kendi içinde yanlış ve uygulamada içler acısıdır. Kant tarafından ortaya konan ve Schopenhauer tarafından yenilenen bu hipotez, Spencer’a dayanır. Kant’a göre karakterimiz, içimizde doğuştan vardır ve bunun geri dönüşü yoktur. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren karakterimiz ve ardından irademiz, en ufak bir şekilde bile değişime uğramadan, olduğu gibi varlığını sürdürür.
Ardından Schopenhauer da çeşitli karakterlerin doğuştan geldiğini ve değişmez olduklarını savunur. Örneğin, bencil bir kişinin iradesini oluşturan gerekçeler değişmezdir. Eğitim sayesinde bir bencili yönlendirebilir hatta düşüncelerini düzeltebilirsiniz. İyiliğe ulaşmanın yollarından birinin yaramazlık yapmak değil, dürüstlükten ve çalışmaktan geçtiğini anlamasını sağlayabilirsiniz. Fakat başkasının acısını anlamasına gelince, vicdanını değiştiremezsiniz. Onu değiştirmeye çalışmak, bakırı altına çevirmekten daha imkânsızdır. Bencil bir kişiye, küçük bir çıkardan vazgeçerek daha büyüğünü elde edebileceğini gösterebilirsiniz. Kötü birine ise başka bir insana acı çektirmenin kendisine daha büyük bir acı olarak döneceğini anlamasını sağlatarak onu vazgeçirebilirsiniz. Fakat bencilliği ve kötülüğü kendi içinde yok etmeye çalışmak mümkün değildir. Bunu yapmak, bir kediye fareleri sevmesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışmak kadar imkânsızdır.
Herbert Spencer İngiliz ekolünden çok farklı bir bakış açısına sahip olmasına karşın, insan karakterinin dış etkenlere, hayat şartlarına göre uzun vadede değiştirilebilir olduğunu savunur. Fakat bu değişim asırlar alır, bu sebeple bu kuram uygulamada cesaret kırıcıdır çünkü sadece yirmi yıllık bir öğretim hayatımız olur, asırlar boyunca değil. O hâlde, ahlaki açıdan kendimizi düzeltmek istiyorsak da bunu başaramayız. Atalarımız tarafından bize miras kalan ve binlerce, hatta milyonlarca yıldır zihnimize kodlanan karakterimize karşı mücadele edemeyiz. Zayıf kişisel irademize karşı atalarımızdan bize geçen mirasın bir kısmından kurtulmak istediğimizde ne yapmalıyız? Buna karşı başkaldıramayız bile, yenilgiyle sonuçlanacağı ortada. Yine de sosyal koşullar ve genetik faktörler sayesinde elli bin yıl sonra, gelecek kuşakların mükemmel makineler gibi olacağını düşünerek kendimizi avutabiliriz.
Karakter konusundaki bu bakış açısı, çalışma sınırlarımızı aşsa da onu genel çerçevede ele almak istiyoruz. Az önce bahsettiğimiz kuramlar en zeki insanlarda bile görülen tembelliğe benzersiz bir örnek oluşturur. Bu ruhsal tembellik onları pasif bir şekilde dil yetisine maruz bırakır. Sözcüklerle düşünmeye o kadar alıştık ki sözcük, göstergesi olduğu gerçeği bizden gizler. Bu gösterge biricik olduğu için sözcükler, nesnelerin gerçek birliğine inanmamıza sebep olur. Karakterin değiştirilemez olduğunu söyleyen tembellik kuramları, karakter sözcüğünün önerisi sonucu ortaya çıkmıştır. Karakterin sadece bir bileşke kuvvet gibi olduğunu bilmeyen var mı? Bu bileşke kuvvet ise her zaman değiştirilebilir. Karakterimiz Avrupa ülkelerine benzer: ittifak oyunları, devletin refahı veya çöküşü, bileşke kuvvetini devamlı değiştirir. İşte tutkularımız, duygularımız, fikirlerimiz konusunda da aynı şey geçerlidir. Yoğunlukları hatta bileşke kuvvetlerinin doğası bile değişebilir. Amacımız, karakterin değiştirilebilir olduğunu göstermektir.
Bu kuram hakkındaki argümanları inceleyelim. Kant’a göre, önsel6 bilginin özgürlüğün kurulması için şart olduğunu, yoksa ağaçtan koparılmış bir dal gibi sistemden ayrı kalacağını söyler. İleride de göreceğimiz gibi Kant, kaderle determinizmi7 birbirine karıştırır.
Schopenhauer ise argümanlardan ziyade bilgisini göstermeyi sevdiği için, bizlere daha çok bilgi sunar. Schopenhauer’da karşılaştığımız argümanlar aşağıda yer alır:
1. Karakter iyileştirilebilir olsaydı yaşlı insanların genç insanlara göre yarısından fazlası erdemli olurdu. Oysaki durum tam tersidir.
2. Kendini kötü bir insan olarak tanıtan biri, güvenimizi bir daha asla kazanamaz. Bu da karakterin değişmez olduğuna inandığımızı gösterir.
Biraz düşününce, bu argümanların doğruluğunu kanıtlayan şey nedir? Hatta bunlar argüman mıdır? Tüm bu iddialar karakterin değiştirilmez olduğunu nereden kanıtlıyor? Bu iddialar insanların büyük bir çoğunluğunun karakter konusunda büyük değişimler gerçekleştirmeye çabalamadığını gösterir sadece. Bu insanlar iradeleri devreye girmeden, hayatlarındaki neredeyse her şeyi, sahip oldukları eğilimlerle hallettiklerini sanırlar. Çoğu insan dışarıdan yönetilir. Dünya’nın Güneş’in etrafında dönerken izlediği yolu sorgulamadığı gibi, insanlar da modayı ve fikirleri öyle takip ederler. Dünya sanki tembellik yarışına girmiş gibi. Birçok insan, hayatı boyunca ayakta kalmak için uğraşır sadece; çalışanlar, fakir insanlar, kadınlar, çocuklar, hiçbir şeyi sorgulamaz. Biraz karmaşık bir yapıya sahip olmalarının yanında kesinlikle bilinçlilerdir. Fakat istemsiz arzuları ve tuhaf istekleri olan “kuklalardır”. İnsanlar, zaman alan bir evrimin sonucudur ve hayatta kalmak için acımasız mücadelelerin baskısı altında ezilmişlerdir. Bu sebeple dış koşulların zorluğu geçtiğinde ilkel içgüdüleriyle hareket etmeye başlarlar. İnsanların, yoğun çalışmalarını sürdürmelerini sağlayacak ideal arzuları ve asil ruhları olmazsa hayvansal içgüdülerine sürüklenirler. Bu sebeple, erdemli yaşlıların gençlerden fazla olmamasına şaşırmamalıyız.
Geçerli olabilecek tek argüman, tüm çabaların yararsız olduğunu kanıtlamak olurdu. Bencil bir insanın asla büyük fedakârlıklar yapamadığını kanıtlamak. Fakat korkakların para uğruna canlarını tehlikeye attıklarına tanık oluyoruz! Tutku ölüm korkusuna karşı yenilmez değildir. Oysaki bencil birinin sahip olduğu en değerli şey kendi hayatıdır. Bencil birinin geçici bir hevese kapıldığını hiç görmedik mi? Örneğin vatan uğruna canlarını feda ettiklerine tanık olmadık mı? Bu geçici hevesler mümkünse, yarım saatliğine değişen meşhur karakter operari sequitur esse8’ye ne demeli? Bu değişmez bir karakter değildir. Tamamen değişebilir ve değişimini daha sık yenilemek mümkündür.
Schopenhauer baştan sona aynı karaktere sahip bir bencille nerede karşılaşmış acaba? İnsan doğasının bu kadar basit olması mümkün değildir ve karakterin homojen bir bloktan ibaret olduğu düşüncesi yüzeysel bir gözlemden öte değildir.
Karakter, heterojen güçlerin sonucu ortaya çıkar. Bu iddia ise soyut değil, canlı insanlar üzerinde yapılan somut gözlemlere dayanır ve Kant ile Schopenhauer’ın naif kuramlarını çürütmeye yeter. Spencer’a gelince, ona iyi eğilimlerin de kötü olanlar kadar kalıtsal olduğunu ve güçlü bir şekilde organize edildiğini göstermek yeterli olacaktır.
Karakterin doğuştan var olduğunu iddia eden kuramları bir yana bırakalım, zaten mantıklı değiller. Kuramını bize değil de Almanya’ya yaydığı için Tanrı, Schopenhauer’ı korusun. Cesaret kırıcı kuramcılarımızdan olan Hippolyte Taine de kadercilik ile determinizm arasındaki farkı ortaya koymayı başaramadı. Hayatımızı, irademizden ve erdemlerden bağımsız olduğunu düşünecek kadar ileriye gitmiştir. Naif ve çocuksu olan bu düşüncesi yüzünden uzun süre psikolojik determinizm alanında çalışmalar yapılmadı. Yıllar sonra ortaya çıktığında ise Theodule’un irade hastalıkları üzerine olan kitabı hakkında yanlış anlamalara yol açtı.
II
Şimdi de kendi üzerinizde egemenlik kurabilmenin daha kolaymış gibi gözüktüğü için kaderci kuramlardan daha fazla cesaret kıran kurama, yani özgür irade kuramına yer vermek istiyoruz.
Özgür ahlak ile bağlantılı olduğu düşünülen özgür iradenin, hem özgür ahlak ile alakası yoktur hem de aksine onun tersidir. Gençlere, kendi üzerlerinde egemenlik kurabilmek ve uzun çalışmaları kolaymış gibi göstermek, onların cesaretini baştan kırmak demektir.
Antik Çağ’da, gençlerin zorluklarla mücadele etmeleri gerektiği ve ancak sekiz yıl kadar uzun bir çalışmadan sonra başarı elde edebilecekleri düşünülürdü ve her çocuk bu düşünceyle büyürdü. Nasıl ki 1870 yılında9 sadece bir buyrukla Fransa egemenlik kuramadıysa, bizler de sadece bir buyrukla kendi üzerimizde egemenlik kuramayız. Tekrar ayağa kalkabilmek için Fransa, yirmi yıllık zorlu bir mücadele vermiştir. Aynı şekilde bizim de ayağa kalkabilmemiz için sabır gerekir. Otuz yıl zor işlerde çalışıp köyde istirahat etme hakkını elde eden insanlar görürüz. Kendi üzerimizde egemenlik kurmak için nasıl olur da zamanımızı ayırmayız! Ne olduğumuz, değerimiz, nasıl bir rol oynayacağımız, hepsi bu egemenliğe bağlıdır. Bu egemenlikle saygıyı kazanırız. Mutluluğa açılan kapıyı aralar bize, çünkü her mutluluk düzenli bir çalışmayla elde edilir. Bu egemenliğin küçümsenmesinin ardında hepimizin hissetmiş olduğu gizli bir acı vardır. Başarma arzusuyla irade eksikliği arasında sıkıştığını hissetmemiş kaç öğrenci vardır? “Özgürsünüz!” derdi hocalarımız! Fakat bu cümle bize umutsuz bir yalanmış gibi gelirdi. Hiçbir hocamız, iradeye yavaşça ulaşıldığını veya ona nasıl ulaşacağımızı anlatmadı. Kimse bizi bu mücadeleye hazırlamadı, kimse bizi desteklemedi. Biz de doğal bir tepki olarak kadercilerin ve Taine’in çocuksu kuramlarını kabul etmek durumunda kalırdık. Çünkü bu kuramlar en azından bizi teselli eder, mücadele etmenin gereksizliği karşısında boyun eğmeyi öğretirlerdi. Biz de tembelliğimizin tesellisi olan kuramların yalandan ibaret olduğunu görmemek için dikkatimizi başka şeylere verirdik. Özgür irade filozoflarının hem naif hem yıkıcı olan kuramı, irade konusundaki bu kaderci kuramlara sebebiyet vermiştir. Ahlak özgürlüğü ve siyasi özgürlük gibi bu dünyadaki tüm değerler büyük mücadeleler ve savunmalarla kazanılmalıdır. Bu kazanç ise güçlü, zeki ve azimli insanların ödülüdür. Özgür olmayı hak etmeyen hiç kimse özgür olamaz. Özgürlük ne bir hak ne bir olgudur. O bir ödüldür; mutluluğun en büyüğü ve en bereketlisi. Bir manzara için güneşin ışığı ne ise, hayatın olaylarında da özgürlük odur. Özgürlüğe ulaşamayan kimse, hayatın derin ve kalıcı sevinçlerine ulaşamaz.
Maalesef, hayati özgürlük kadar hiçbir konu bu kadar karartılmamıştır. Bain, buna “metafiziğin paslı kilidi” adını verir. Elbette özgürlükten kastımız kendimizi kontrol edebilmek, yüce duyguların ve ahlaki düşüncelerin baskın olmasıdır. Kendi kendimizi kontrol etmek zordur: kızgınlık, bencillik, şehvet ve tembellik gibi duygularını bize miras bırakan ve bu duyguları terk etmek için mağaralara sığınan ilkel atalarımızla aramızda pek çok yüzyıl vardır. İnsanın doğasında var olan bu duygularla durmadan mücadele eden yüce insanlar, başarının mutluluğunu tadamamıştır.
Fakat tembelliği ve tutkularına karşı mücadele etmekle kendinde var olan bencilliği tamamen yok etmeye çalışmanın birbirinden farklı olduğunu tekrardan hatırlatmak isteriz.
Verilecek mücadele uzun soluklu ve zorlu bir mücadeledir. Ne cahiller ne de küstahlar bu mücadeleyi kazanabilir. Bilinmesi ve uygulanması gereken bir yöntemle kabul edilmesi gereken uzun bir çalışma vardır. Psikolojinin kanunlarını bilmeden veya kanunları bilenlerin tavsiyelerini almadan işe girişmek, deneyimli bir rakip karşısında ve taşların nasıl ilerlediğini bilmeden satranç oyununu kazanmaya çalışmak gibidir. Gerçekleşmesi imkânsız olan özgür irade kuramını destekleyenlere göre, hiçbir şey yaratamıyorsanız ve iradeye bağlı bir sebeple, bir şeye doğasında olmayan bir güç veremiyorsanız özgür değilsinizdir. Özgür olmak için, basit bir iradeyle ve tuhaf, gizemli, bilimin kanunlarına ters düşen eylemlerle bir şeye güç verebiliyormuş gibi yapmak yerine, akıllı bir şekilde esas kanunu uygulayacak şeylere güç veririz. İnsan doğasına ancak itaat ederek ona emir veririz. Özgürlüğü sağlayan tek şey, kendimizi kontrol etmemizi sağlayan psikolojinin kanunlarıdır. Determinizmin olduğu yerde özgürlük vardır ancak.
İşte, asıl meseleye geliyoruz. İsteksiz bir şekilde ve güç sarf etmeden yapılan bir işte başarı sağlamak mümkün değildir. Örneğin, öğrenciniz çalışmak istemiyorsa, hiçbir zaman çalışmaz. İşte o zaman Kalvinistlerin10 kader inancından bile daha acımasız bir kader anlayışıyla karşı karşıya kalırsınız. Çünkü Kalvinistlere göre cehenneme gidecek olan bir kişi, kaderinde cehenneme gitmek olduğunu önceden bilemez. Bu sebeple bu kişi hâlâ Tanrı’dan medet ummaya devam eder. Fakat öğrenciniz, içinde çalışma isteği olup olmadığını ve sarf edeceği tüm çabalarının gereksiz olacağını bilir. Çalışma isteği yoksa başarı için umut etmeye de hakkı yoktur.
Anlatmak istediğimiz konuyu mümkün olduğunca açık bir şekilde açıklamaya çalışacağız. En iyisini yapma isteği içinizde yoksa tüm çabalarınız boşa gider. Fakat içinizdeki istek size bağlı değildir, o hâlde kaderle hatta yazgıyla karşı karşıyayız demektir! Ancak suçu kadere atmakla çözüm bulamayız. En iyisini yapma isteğiniz, ne kadar zayıf olursa olsun bu istek yeterlidir. Çünkü uygun çözüm yollarını uygulayarak isteğinizi geliştirebilir, güçlü, sağlam ve kalıcı bir sonuç hâline getirebiliriz. Fakat ne kadar zayıf olursa olsun bu istek içinizde olmalı, yoksa hiçbir şey yapamazsınız!
Özgür irade kuramcılarına göre içimizde istek olmazsa bunu başaramayız. Biz de buna tamamen katılıyoruz. Uzun soluklu bir işi isteksiz şekilde yapmak ve yapmayı amaçladığımız işi sevmeyerek yapmak başarı şansımızı elimizden alır. Başarı elde etmek için görevimize aşkla bağlı olmalıyız. Fakat dediğimiz gibi, öğrencinizde bu istek olabilir de olmayabilir de. Eğer yoksa başarısız olmaya mahkûmdur. Buna katıldığımızı söyledik; eğer istek yoksa özgürlük de yoktur! Özgür irade kuramcılarının kaderin talihsizliği olarak gördükleri bu başarısızlıklar sadece belli insanlarda görülür.
Yazgı konusunda şanssız olan bu insanlar, ruhsal bozukluklara sahip olanlardır. Eğer herhangi bir ruhsal bozukluğu olmayan birine başarılı bir kariyerle aylaklık arasında tercih yapılması istense, kuşkusuz kariyeri seçer. Bu elbette bizim varsayımımız, fakat bunu yalanlayacak biri var mıdır?
Ruhun yüceliğine, güzelliğine ve dehasına tamamen kayıtsız kalan biri var mıdır? Böylesine cahil bir insan varsa da itiraf etmeliyim ki beni ilgilendirmiyor. Çoğu insan varsayımımızı doğru bulsa ki doğru, bu bizim için yeterlidir. Çünkü bir insan, Sokrates’in, Regulus’un, Vincent de Paul’un yüceliğini insanlığın en itici örneklerinden olan aylaklığa tercih ediyorsa, ne kadar küçük olursa olsun yaptığı bu tercih yeterlidir. Çünkü tercih etmek sevmektir, arzu etmektir. Bu arzu denildiği gibi geçici bir duygu olsa da kalıcı hâle gelebilir ve güçlendirilebilir. Onu iyi beslerseniz büyür ve güçlü bir isteğe dönüşür. Karıncanın besini olan küçük bir tohum, kasırgalara meydan okuyan güçlü bir meşe ağacına işte böyle dönüşür. Bu sebeple, sadece ruh sağlığı yerinde olmayanları olumsuz, bizi de olumlu etkilediği için yazgı bizi korkutamaz. Bu sebeple ahlakın bu kadar tehlikeli kuramlara ve cesaret kırıcı “Özgür İrade Kuramları”na bağlı olmaması gerekir. Ahlakın sadece özgürlüğe ihtiyacı vardır. Bu özgürlük ise sadece determinizm aracılığıyla mümkündür. Özgürlüğümüzü garantilemek için hayal gücümüzün bir hayat planı gerçekleştirmeye elverişli olması lazım. Psikolojinin kanunları hakkındaki bilgimiz ve uygulamalarımız, gerçekleştireceğimiz planın ortaya çıkmasını ve aklımızdaki fikirlerin özgürleşmesi sağlayacaktır.
Özgürlük anlayışımız, insanların tembelliğinden dolayı Özgür İrade Kuramı kadar çekici gelmeyebilir. Fakat kuramımız, özgürlük konusunda psikolojik ve ahlaki doğamızın gerçekliğine uygundur ve bizi mutlak özgürlük iddialarıyla kibirli ve çelişkili açıklamalarla karşı karşıya bırakmaz. Özgür İrade Kuramı, önemli araştırmacıları irade konusundaki çalışmalardan uzaklaştırmıştır. Bu geri dönülmez bir kayıptır.
İradenin doğası konusunda popüler olan kuramlardan arındığımıza göre, artık konumuza derinlemesine girebilir ve irade psikolojisini yakından irdeleyebiliriz.