Kitabı oku: «Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi»
Takdim
Azerbaycan son yıllarda pek çok sahada kalkınmakta ve uluslararası arenada hak ettiği yeri almak için hızla ilerlemektedir. Bunlardan kültür ve sanat alanına giren her türlü takdirin üzerindeki bazı uygulamaları sizlerle paylaşmalıyım.
Bunlardan ilki Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçiş sürecidir. Açıkça ifade edelim ki, Azerbaycan Latin Alfabesi, Türk dilinin yapısına en uygun alfabedir. Latin alfabesine geçmiş veya geçecek diğer Türk halkları Azerbaycan Latin Alfabesini örnek almalıdırlar. Bu durum başlı başına övgüye layık olmakla birlikte Azerbaycan’ın bu süreçteki örnek davranışı dilin yapısına en uygun alfabeyi seçmekten ibaret değildir. Azerbaycan Devleti Sayın Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in talimatıyla, alfabe değişiminden sonra Azerbaycan edebiyatının seçkin eserleri ve dünya edebiyatından Azerbaycan Türkçesine çevrilen önemli eserleri yeni alfabe ile yüksek tirajlarla bastırarak halka dağıttı. Tarih boyunca pek çok halk ve devlet kullandığı alfabeyi değiştirmiştir ama ilk kez Azerbaycan, kendi dilinin önemli eserlerini yeni alfabe ile yayınlama basiretini göstermiştir.
Yine bu kalkınma sürecinde Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin kurulmasını ve çalışmaları için gerekli kaynakların aktarılmasını sağlayan akıl ve iradeyi de alkışlamak gerekir. Azerbaycan edebiyatının dünyaya, dünya edebiyatının seçkin örneklerinin ise Azerbaycan’a tanıtılması konusunda çalışmalar yapan bu merkez, pek çok ülkenin düşünüp de yapamadığı önemli bir kurumdur. Nitekim elinizde bulunan iki ayrı ciltte çağdaş Azerbaycan hikaye ve şiirinin güzel örneklerini bir araya getiren kitaplar da Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin çalışmaları sonucu Türkiye’de yayınlanmaktadır.
Azerbaycan hikâye ve şiirini Türk okuyucusuna ulaştıracak bu antolojilerin, Türkiye’de Türkiye Türkçesinde yayınlanan ilk Azerbaycan edebî antolojileri olduğu düşünülürse, Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin ne kadar büyük bir boşluğu doldurduğu ve onun çalışmalarına yıllardır ne kadar çok ihtiyaç duyulduğu da kendiliğinden anlaşılmış olur. “Bir millet iki devlet” dediğimiz Türkiye’de durum böyle ise varın dünyanın geri kalanını siz düşünün. Bu yüzden Avrasya Yazarlar Birliği olarak, Azerbaycan Çeviri Merkezi’nin faaliyetlerini çok önemsiyoruz ve çağdaş Azerbaycan hikâye ve şiirini Türkiye’de tanıtacak olan bu eserlerin yayınlanmasında birlikte çalışmaktan son derece memnunuz.
Değerli Okuyucu;
Azerbaycan için “odlar yurdu” metaforu çok sık kullanılır. Bu benzetmeyi kullananların pek çoğu hatta tümü Azerbaycan’da Ateşgâhta, yüzyıllardır kendiliğinden yeryüzüne ulaşarak yayılan doğalgaz alevlerini; Azerbaycan toprağının hemen altında, ayağınızla küçük bir çukur kazsanız doluverecekmiş kadar yakın duran dünyanın en kaliteli petrolünü dikkate alırlar. Doğrudur, Azerbaycan toprağının bu zenginlikleri, bu güzel ülkenin kaderine derin etkiler yapmıştır.
Ama ben tüm bunların yanında odlar yurdunu, kardeş ülkemizde yanan edebiyat ve sanat ateşi olarak da anlıyorum.
Odlar yurdu ifadesinden, Hazar Denizi’nin kenarından esen rüzgârlarla tutuşup yanan Azerbaycan insanının sıcak yüreklerini de anlamak istiyorum.
Bu yüreklerde yanan yüksek sanat ateşini de odlar yurdunun içinde görüyorum.
Hatta odlar yurdu haricen bakanlar için gaz ve petrol, dahilen bakanlar içinse Azerbaycan insanının içinde yanan sanat ve edebiyat ateşinin vatanı olarak anlaşılmalı diye düşünüyorum.
Bu ifadeler, Azerbaycan ve onun kor yürekli insanları için övgü sözleri olarak değerlendirilmesin. Elbette Azerbaycan her türlü övgüyü hak eder ancak ben bu ifadeleri o maksatla söylemiyorum.
Bu sözlerimde büyük ölçüde hakikat payı olduğu kanaatindeyim.
Azerbaycan Türkçesinin edebî dil olarak işlenip Türklüğün boynuna bir gerdanlık gibi asılması Fuzulî’nin şiirleri ile başlamıştır. Bu ifade bile tek başına biraz önce söylediklerimizi haklı çıkarmaya yeter aslında. Fuzulî’nin şiirlerinin genel Türk edebiyatı içindeki yerini hatırlatmaya bilmem gerek var mı? Fuzulî, pek çok yönü ile Türk edebiyatının dünya şiirinde, hiçbir başka dilin şairinden geride kalmadan temsilciliğini yapacak bir zirvemizdir.
Fuzulî’nin Azerbaycan Türkçesinin edebî dilinin kuruluşundaki bu hâli, pek çok sanat dalında da gözlenir. Örneğin şarkın ilk opera bestecisi dâhi Üzeyir Hacıbeyli’nin sanat hayatına girişi de benzer tarzdadır. İlk kez opera bestelenen topraklarda Üzeyir Hacıbeyli öyle eserlerle girer ki sahneye, onu şaşkınlıkla ve hayranlıkla izlemekten başka elinizden bir şey gelmez.
Edebiyata, sanata dâhiler hediye etmekte en mahir halktır Azerbaycan halkı; en mümbit topraktır Azerbaycan toprağı. Bir sahada birden fazla dâhiyi yetiştirip dünyaya hediye etmek ancak Azerbaycan’ın başaracağı bir iştir.
Dâhi yetiştirmekle halkın nüfusunun çokluğu arasındaki ilişkiyi, Kazak kardeşlerimiz “Yüzden yürik, binden tulpar çıkar.” atasözü ile anlatır. Tulpar, Köroğlu’nun kıratı gibi gerektiğinde uçabilen atlardır. Azerbaycan, insanlık ailesi içindeki nispetine göre pek çok tulparı, sanat dâhisini dünyaya kazandırmıştır. Belki dünyada halkının nüfusuna göre dâhi sanatçı yetiştirme oranı en yüksek toplumlardan birisi, hatta en başta geleni Azerbaycan’dır diye düşünüyorum.
İşte bu yüzden Azerbaycan haricen bakanlar için gaz ve petrolden gelen alevli ateşlerin yurdu, batınen bakanlar içinse dâhi sanatçıların korlu yüreklerinden oluşan odlar yurdudur.
İki ayrı cilt halinde yayınlanan Çağdaş Azerbaycan Şiir ve Hikaye Antolojisi kitapları bu korlu yüreklerin eserlerini, Türkiye Türkçesinde okuyucuya ulaştırıyor.
Edebî eserler, bir ülkeyi ve toplumu tanımak ve tanıtmak için, çoğu kere, o topraklara yapılacak seyahatlerden daha etkili olabilirler. Türk okuyucusu bu eserleri okudukça kardeş Azerbaycan’ı ve halkını daha yakından tanıyacak, tanıdıkça daha çok sevecektir.
Çağdaş Azerbaycan Şiir ve Hikaye Antolojisi eserlerinin Türkiye’de yayınlanmasını sağlayan Azerbaycan Çeviri Merkezi’ne ve onun değerli başkanı yazar, dramaturg sayın Afak Mesud’a ve tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu iki güzel eserin yayınlanması için Avrasya Yazarlar Birliği ve Azerbaycan Çeviri Merkezi arasında başlayan verimli işbirliğinin gelecekte de devam edeceği ümidiyle, okuyacağınız eserlerin iki halkın dostluk ve kardeşliğinin pekişmesine katkı sağlaması dileklerimi sunuyorum.
Yakup ÖmeroğluAvrasya Yazarlar Birliği Başkanı
İSMAİL ŞIHLI
(1919-1995)
Azerbaycan halk yazarı, değerli sanat adamı. M. F. Ahundov Edebî Ödülünü kazanmıştır. “Kerç Sularında”, “Dağlar Sesleniyor”, “Ayrılan Yollar”, “Deli Kür”, “Benim Rakibim”, “Anıya Dönüşmüş Yıllar”, “Beni Kaybetmeyin”, “Savaş Yolları” ve başka kitapların yazarı olmuştur. Eserleri İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve eski Sovyetlere bağlı birçok dillere çevrilmiştir. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin Birinci Kâtibi (1981-1987) ve SSCB Yazarlar Birliği’nin Kâtibi (1981-1987) görevlerinde bulunmuştur. “Kızıl Emek Bayrağı” (1979) rozeti ve Azerbaycan SSC Ali Sovyeti’nin ödüllerini almıştır. “Deli Kür” romanı Devlet Ödülü ile değerlendirilmiştir.
Namert Mermisi
Arkadaşım Hüseyin Arif’e
Niftali muhtar atın yönünü değiştiğinde eyeri almak, daha öncesinde olduğu gibi çeşme suyu ile atın belinin terini yıkamak istedi, ama sonra vazgeçti. Atı olduğu gibi, biraz da yakına, çeşmenin alt tarafına bağladı. Hava sıcaktı, at kan ter içindeydi, ama çaresi yoktu. Daha önce atını nerede olsa bağlardı, çabuk terlemesine de izin vermezdi.
Eyerini; at nefes alsın, istediğinde ot yesin, istediğinde şaha kalksın diye alırdı. Siyah gözlü atın parlayan tenine, kız telleri gibi yumuşacık kuyruğuna bakmaya doyamayan Niftali çoğu zaman atı sakinleştirerek beline kalkar, direkt Kür sahiline inerek onu yıkar, çoğu zaman da diğer tarafa geçerdi. O zaman kendisinin de, atının da korkusu olmazdı. Hem gençti, hem de… Ama şimdi, hele hele muhtar olduktan sonra, çok tedirgindi. Korku içerisinde yaşıyordu.
O, adımlarına dikkat ederek yokuşu tırmandı. Kanalın üzerinden geçerek ağaçların gölgesinde durdu. Bakışlarını ufuğa kadar uzayan tahıl tarlalarına dikti. Hava biraz esiyordu. Otları çoktan sararmış dereli tepeli bu gri çöllerin ortasında çift olan kavak ağaçlarının yaprakları hışırdıyordu. Kimliği belirsiz bir rahmetlinin sevap için ektiği bu ağaçların dibinden çeşmenin suyu akıyordu. Niftali gölgeye serilmiş halıya ve mindere baktı. Eskiden işçilere ziyarete geldiğinde burada uzanıp dinlenirdi. Şimdi de her zamanki gibi öyle halının üzerine geçerek mindere yaslanmak istedi. Sıcak nefessiz bıraksa da ne ayakkabılarını çıkarsın, ne de tüfeğini çıkararak yanına koysun istedi. Ama bu imkânsızdı. Ter döküyordu. Bir de kimden korkacaktı ki? Kerem muhtemelen şimdi Dilican tarafındaydı, yazın sıcağında buralarda olmazdı. Olsa da sakıncası yoktu. O, asla silahsız birine kurşun sıkmazdı. Bir tek o heriften korkuyordu. Köyden kaçtığından beri buralarda dolaşıyordu.
Tüfeğini ağaca dayadı, ayakkabılarını çıkardı, gömle-ğinin düğmelerini çözdü ve hâlının üzerine uzanarak mindere yaslandı. Mendilinin uçlarını düğüm yaparak kafasına şapka yapmış işçilerin orak sesleri geliyordu. Bu sesler tarlanın hışırtısına karışmıştı. İşçiler koşuyordu. Onlar da işlerini çabucak bitirip aldıkları paraları ailelerine, çocuklarına götürmek istiyorlardı. Niftali de tedirgindi. El çoktan yaylaya çıkmıştı ama o, göçünü durdurmuştu. Doğrusu, köyde yalnız kalmaktan çekiniyordu. O kadar çok kanına susayan vardı ki… Onlardan biri de köye sonradan gelen Mürşit’ti. Onun kimlerden olduğunu köyde hiç kimse bilmiyordu. Tek bilinen, çoktan geldiğiydi. Niftali’lerin kapısında, kıyafetleri yamalı, açlıktan hulkumu kalkıp inen, masum bakışlı bir genç boynunu büküp duruyordu. Elinde asa, sırtında eski heybe, başında kılları dökülmüş bir şapka vardı. Soğuktan yüzünün tüyleri diken diken olmuş, dudakları çatlamıştı.
Derin bir kuyunun dibindeki su gibi zorla parlıyordu. Gürültüye dışarı çıktılar, köpeklere bağırdılar, “Kimsin?”, diye kapıdakine seslendiler. Niftali’nin babası kürkünü omuzlarına indirdi, oğlu ile beraber kapıya doğru gitti. Bir yerlerden yolunu şaşırıp gelmiş bu Allah kuluna dikkatle baktı ve buranın insanına benzemediğini anladı. Son zamanlarda bu gibi insanlara sıkça rastlanıyordu. Ya düşmanını öldürdükten sonra buralara kaçarlar ya da bir lokma ekmek için yollara düşerlerdi. Adam gence tepeden tırnağa dikkatle baktıktan sonra “Yok, bu adam birini öldürüp de kaçmışa benzemiyor. Belki de başka sorunu vardır.” diye düşündü. Aslında adam gencin çukura düşmüş gözlerini beğenmemişti. Sanki genç de bunu hissetti, gelmek üzere olduğu bu günlerde geri çevrileceğini anladı ve sesine acındırma hissi katarak:
“Gurbetciyim dayı, hiç kimsem yok.” dedi.
Adam oğlunun yüzüne baktı, Niftali ise gözünü gurbetçinin yırtık ayakkabısından çıkmış parmağına dikti.
“Burayı sana kim gösterdi?”
“ Hiç kimse. Yolu takip ederek geldim. Size yüz tuttum.”
Baba oğuluna, oğul da babasına baktı.
“Adın ne?”
“Mürşit.”
Belgesi, tanığı yoktu. Gurbetçiydi… Doğruyu söyleyip söylemediğini bir tek Allah biliyordu. İşte o günden sonra köy insanları ona kendi aralarında “gurbetçi Mürşit” dediler.
İlk başlarda hayvanlarla uğraştı, sonra tarlayla filan. Niftali’yle arkadaş, kardeş oldular. Babası öldükten sonra Niftali ona toprak da verdi. Yardımlaşarak küçük bir kulübe inşa ettiler, ona bir de at bağışladı. Akraba kızlardan da birini alıp ev bark sahibi oldu.
Gurbetçi Mürşit tezcanlı biriydi. Eline para geçirdikten sonra Tiflis’e, Gence’ye gidip gelmeye başladı. Geçimi filan düzeldi, kendisini toparladı. Niftali birgün Mürşit’in karısını üzdüğünü, haftalarca eve gelmediğini, şehirde keyif yaptığını, çocuklarına bakmadığını duydu. Dayanamadı. Yanına çağırdı. İki, üç gün bekledi ama Mürşit’in sesi soluğu çıkmadı. Birgün yolda birbirlerine rastladılar.
“Neden ortalıkta yoksun?”
“Ne oldu, ortalıkta mı olmam lâzım?”
“Belki bir diyeceğim var?”
“Bana ne diyeceğin olabilir ki?”
“Bu ne saygısızca konuşma tarzı?”
“Niye susayım ki?”
Atlar yerlerinde hareket ettiler. Birbirleriyle karşı karşıya gelerek yerlerinde dönmeye başladılar. Yolun tozu göğe yükseldi.
“Galiba, gözün hiçbir şeyi görmüyor ?! Ne çabuk şımardın?!”
“Saçma sapan konuşma ne söylemek istiyorsan de!”
Niftali öfkesini zar zor bastırdı.
“Bir de, çoluk çocuğa el kaldırdığını duyarsam, seni mahvederim , duydun mu?!
“Sen kim oluyorsun ya?”
“Aşağılık herif, bana cevap mı veriyorsun?!”
Kamçının havada şaklamasıyla Mürşit’in atın ayağının dibine düşmesi bir oldu. At ta sahibi gibi kızarak onu çiğnedi. Muhtarın öfkesi dinmedi. Sıçrayarak yere indi.
Toz toprak içinde kıvranan adamın yakasından tutup yoldan kenara sürükledi. Hançer havada parladı.
“Affet Niftali! Beni öldürme, yavrularıma yazık. N’olur beni çocuklarıma bağışla! Çocuklarının hatırına affet, sevap işlersin.
Muhtarın elleri boşaldı. Mürşit’in kuyunun dibinde parlayan suya benzer gözlerine nefretle bakarak onu bıraktı.
“Evdekilere kurban ol.”
Mürşit sessizce ayağa kalktı. Üzerindeki tozu temizledi, sessizce eyerden tutarak ata tırmandı. Yavaşça köye doğru gitti ve birden geri döndü.
“Alacağın olsun muhtar efendi, bunun intikamını senden almazsam adam değilim.” Niftali kendine gelene kadar bağırdı. “Bana ittiğin karıyı da gelip alabilirsin!”
Muhtar atına binip tüfeğini çevirene kadar, tozlu yolda gözden kayboldu. Ertesi gün de evden çıkıp gittiğini duydu…
Niftali, muhtar olduktan sonra ister istemez sorunlar oluyordu. Polisten filan ne kadar uzak kalmak istese de illaki buluyor, hesap soruyorlardı. Hesap sorma gerekçeleriyse, “Falanca hırsızı neden bulmadın, filan ahlaksıza niye iş vermişler? Niye Kaçak Kerem’in Kür’den geçip yaylaya gitmesine izin verdin?” gibi şeyler oluyordu. Söylemesi kolaydı. Ama böyle şeyler için insanlarla ters düşmenin ne anlamı vardı? Görev tuhaf şeydi. Tasmaydı sanki. Boynuna geçirmeye gör. Boynuna geçirdin mi, dayanman gerekti, dayanamıyorsan da herkesi kendinle beraber sürüklememeliydin.
Hava çok sıcaktı. Tarlalardan gelen sıcak, fırın alevi gibi hava gri tepeleri aşıp köyün üzerine yayılıyor, oradan da suyu parlayan Kür’ün üzerinden geçip Garayazı ormanının ağaçlarını yakıyordu. Niftali’nin gölgesinde uzandığı ağaçların gövdesine yapışmış sivrisinekler birbirinin arkasından öyle sesler çıkarıyorlardı ki, insanın kulağı gürlüyordu. Sıcak ve sivrisineklerin çıkardığı ses Niftali’yi nefessiz bırakmıştı. Ayaklarını suya daldırıp serinlemek ve göğsünü, başını yıkayıp biraz dinlenmek istedi. Sonra kalktı, gömleğini çıkardı, çeşmeye yaklaşarak eğilip oturdu. Elini suya uzattı. Kür tarafından, mezarlığın yanından tepeye çıkılan tozlu topraklı yoldan gelen atlıları görmedi. Sivrisineklerin sesi beyninde gürlediği için atların ayak seslerini duymadı. Bir tek, kurşunun değdiğini sırtının yandığnı hissetti. Elini sudan çekip doğrularak dönüp baktı.
Atlılardan birinin atını şaha kaldırdığını, geri dönüp birine bağırdığını, kamçıyı şaklattığını gördü.
“Namert, şerefsiz!”
Daha fazla bir şey duymadı. Otların hışırtısı, yaprakların, çeşmenin, sivrisineklerin sesi birdenbire zayıfladı, uzaklaştı ve duyulmaz oldu. Yakıcı sıcak bir kor gibi gözüne doldu, gözbebeklerinin önünde dalgalandı ve dumana dönüştü. Her şey bu dumana büründü…
Kerem attan fırlayarak ağacın altına indi ve Niftali’nin başını dizinin üzerine aldı. Kurşun sırtından girerek göğsünden çıkmıştı. Gözleri kapalıydı. Sadece dudaklarının hafif titreşiminden henüz nefes aldığı belli oluyordu. Kerem aralarında oluşan düşmanlıktan beri onu çok yakından görmemişti. Adam bir hayli değişmişti. Biraz gıdığı oluşmuş, yüzü kararmış, kalın bıyığı azıcık sertleşmiş, şakakları beyazlamıştı. Göz çevresinde biraz kırışıklıklar oluşmuştu. Kerem Niftali’nin kan kaybettiğini fark etti. Hemen gömleğinini çözdü ve adama nasıl yardım edebileceğini düşündü. Sanki bunu Niflali de hissetti. Kıpırdadı. Göz kapakları aralandı. Dikkatle Kerem’in yüzüne baktı. Dumanlanmış gözbebekleri lâl sular gibi durgunlaşarak birdenbire genişledi. Kerem muhtarın vücudunun titreyerek irkildiğini hisseti, adam sanki titredi. Onun da vücudu titredi. Duygulandı.
“Şimdi ben ne yapayım, Niftali? Gence’ye gidemem, Tiflis’e de yetişemem. Senin derdine nasıl çare bulayım?”
Adam sesi duyarak önce irkildi, sonra dirildi. Başını azıcık kaldırıp bulanık gözlerini karşısındakinin yüzüne dikti. Galiba kimin dizinin üzerinde olduğunu anladı. Öncelikle heyecanlandı. Kerem onun gözlerindeki ışığın sönmeye başladığını hissetti. Sönmekte olan lamba gibi fırlayıp düşen bu hayat parçaları titrediği gibi de birdenbire sakinleşti. Dudakları kıpırdadı.
“Kerem?”
“Doğru bildin, Niftali, benim.”
“Senin olman iyi.”
Bu söz Kerem’i sarstı. Sanki dizleri üzerinde can veren can düşmanı değil, yakın bir akrabasıydı. Sanki bu adam hep dağda, derede onun izine düşen, onun kanına susayan, fırsat buldukça ele vermeye hazır olan adam değildi.
Düşmanlıktan çok daha önce beraber, Kür’ü yüzerek Karayazı’yı geçtikleri, atlara binerek köylerin arasında dolaştıkları, gözlerine kesdirdikleri kızlarla buluşmaya beraber gittikleri çocukluk arkadaşı, çocukluk sırdaşıydılar. Şimdiyse birbirlerinin yüzüne hasret kalmışlardı. Düşmanlardı. O, Kerem’e yaklaşamıyordu, Kerem de ona. Kerem tüfeğini alıp dağlara-taşlara düşmüştü. At sırtında ömür sürüyordu. Arkadaşlarıyla Tiflis’ten girip Gence’den çıkıyor, oradan Dilican’a geçiyor, dağları aşıp Araz’ı geçiyor, soluğu bazen İrevan’da alıyorlardı, bazen de İran’da. Niftali’yse evinde, akrabalarının, dostlarının çevresinde bile güvende hissetmiyordu kendini. Muhtar olduktan sonra değişmişti. Kerem onu birkaç kez, köylüleri rahatsız etmemesi için uyarmıştı, ama bir faydası olmamıştı. Kerem onu çoktandır arıyordu cezalandırmak için.
“Senin takımda yeni biri var mı?”
Kerem güçle duyduğu bu sözlerin cevabını hayli geciktirdi.
“Var.”
“ Kim?”
“Mürşit.”
“O herif mi?”
Bu söz Kerem’i ortasından silah mermisi gibi deldi geçti. Sanki gözleri karardı. Yaralandı, çok yaralandı.
“Benden medet umuyordu, ne yapayım?”
“Bizden de medet ummuştu, sonucunu gördün.”
Adam inledi. Kerem’e, onun canını yakan yaranın acısı değil, emeğinin boşa gitmesinin acısıymış gibi geldi.
Niftali’yi soğuk ter sardı, yüzünü ekşitti, sonra bu ağrı ve ıstırapların karşılığında yüzünde tebessüme benzer bir ifade sezildi.
“Şimdi rahat ölebilirim … Allah’a şükür, tahminim boşa çıktı…Yoksa öteki dünyaya gözüm arkada gidecektim. Çok şükür, Kerem, gözümden düşmedin … Başımı birazcık yukarı kaldır.”
Kerem onun kollarının altından tutup dizlerine yaslandırdı. Adam acıyı yutarak sakinleşti.Yüzünden kuş nefesine benzer hafif bir canlılık ışığı geçti.
Uzaklara baktı. Kerem, onun sönmekte olan gözünün Kür’un ötesine, Ceyrançöl kırlarından kayıp sahil boyu uzanan Karayazı’ya, biraz beriki köy evlerine, tarlalara, ot kümelerine, sığırlara seslenen çocuklara dikildiğini hissetti. Hasatlar yerlerinde kuruyup kalmışlardı. Hava yine esiyordu, yine ekinler hışırdıyor, yine çeşme akıyor, yine sivrisineklerin sesi geliyordu. Niftali’nin gözünün önünden fırın sıcağına benzer bir sıcaklık dalgası geçiyordu.
Birden kendine gelerek yüzünü çevredeki atlılara döndü. Kerem’in arkadaşlarına bir daha baktı. Gözü Mürşit’e değince yeniden yay gibi gerildi. Kerem, adamın hâlinin birdenbire değiştiğini, yanaklarına kızarıklık çöktüğünü gördü. Bu kızarıklık son atışını geçiren kalbin damarlara attığı son kan damlalarının belirtisiydi. Adamın sönmeye yüz tutmuş gözleri Kerem’in yüzüne dikildi.
“Kerem, tek bir isteğim var …”
“Söyle bakalım.”
“Silahını çek, beni alnımdan sen vur.”
“ Ne diyorsun sen?”
“Bırak da, Niftali’yi Kerem öldürdü desinler … Adamı adam öldürür; kardeş, şerefsiz değil.
“Elim kalkmaz.”
“Dediğimi yapmazsan, adam değilsin!”
Adamın göğsü kalktı ve yavaşça da indi.”
Kerem duygulandı. Boğazına birikmiş yaşı güçlükle yuttu. Bakışlarıyla arayarak Mürşit’üi buldu. Elleri esti. Tüfeği çevirerek burada, tilki gibi saklanmış namerdi kana bulamak istedi. Ama fikrini değiştirdi. Zaten Niftali’nin akrabaları sağ bırakmayacaklardı. Bir de elini kirletmek istemedi.
“Onun tüfeğini de, atını da elinden alın, defolsun gitsin! Siz de attan inin, tüfeğinizi eyere asın. Bize kurşun da sıksalar, bir şey yapmayın. Köye gidiyoruz.
Kerem karar vermişti. Niftali’nin cesedini köye kendisi götürecekti. Adamı kucağına alacak, atsa peşinden gelecekti. Kaçaklar da atlarla cenazenin ardından sessizce adımlayacaklardı. O bunun ağır bir şey olduğunu biliyordu. Köylüler onları karşılayacak, kadınlar ağıt yakacak, vaveylalar göğe yükselecek, beddualar edilecekti. Belki, onlara ateş de açacaklardı. Öte beri konuşanlar, polise haber verenler de olacaktı. Fakat, köyde böyle bir namerdin olduğuna bir türlü inanmıyordu. O, köylülerin cesedi sessizce köy içerisinde Niftali muhtarın evine kadar götüreceklerinden emindi. Onlar sessizce bile olsa el yordamıyla cenazeyi karşılayacaklardı. Keremler de cenazeye katılacaklar, adamın ölümünün üçüncü gününden sonra muhtarın akrabalarına baş sağlığı dileyerek ata binecek ve dağlara doğru gideceklerdi.
Kerem kollarının ve dizlerinin üzerinde serinlik hissetti. Adamın vücudu soğumuştu ama yüzüne dikilmiş solgun gözlerin derinliğinde bir beklenti vardı. Elini tabancaya götürdü ve yavaşça tetiği çekti…