Kitabı oku: «Manas Destanı»
Önsöz
Bilindiği gibi, 1995, UNESCO tarafından Manas’ın 1000. yılını kutlama yılı olarak ilan edilmiştir. Bütün ülkelerde, Manas’la ilgili toplantılar, bilimsel araştırmalar yapılacak ve insanlığın yaratıp, kuşaktan kuşağa aktardığı bu büyük eser dünya kamuoyuna tanıtılacaktır.
İlk derlemesi W. Radloff tarafından geçen yüzyılda yapılan Manas Destanı’nın uzunluğu hakkında efsaneler oluşmuştur. Manas’ı anlatan Kırgız akınlarına Manasçı denmektedir. Bazı Manasçıların bu eseri aylarca anlattıkları, dinleyicilerin usanmadan, aynı heyecanla bu anlatıcıları dinledikleri bilinmektedir. Doğu Türkistan Kırgızlarından Yusuf Mamay adlı Manasçı, üç yüz bin mısralık bir metni ezbere bilmekte ve anlatmaktadır. Onun anlatması derlenmiş ve her biri 400-500 sayfa olan 11 ciltlik kısmı yayımlanmıştır. Halen bu yayın devam etmektedir.
Kırgızistan’da da değişik Manasçılardan yapılan derlemelerin yayını yapılmaktadır.
Bu dev eserin Türk okuyucusuna kazandırılması, hem tarihimiz hem de ortak kültürümüz açısından büyük öneme sahiptir. Ancak çeşitli varyantları olan Manas Destanı’nın karşılaştırmalı bilimsel bir yayınını yapmak için uzun bir zamana ve uzman bir ekibe ihtiyaç vardır. Biz, bütün Türk dünyası destanlarını tespit etmek ve Türkiye Türkçesine aktarmak üzere 10 yıllık büyük bir projeyi Devlet Planlama Teşkilatı’na sunduk. Ancak, daha önce Kırgızistan’da yayımlanan 4 ciltlik Manas Destanı’nı özet halinde yayımlayan, Abdulkadir İnan ile Radloff’un derlediği metni orijinali ile birlikte yayımlayan Emine Gürsoy Naskali’nin eserlerinden farklı olarak halkın okuyabileceği, ana çizgisi bozulmadan, değişik varyantları karşılaştırarak, olaylar zinciri tamam olan başka bir metni okuyucularımıza sunmak istedik. Bu metin, Kırgızistan’da yayımlanan Alatoo (Aladağ) Dergisi’nin baş redaktörü Keneş Yusupov tarafından hazırlandı.
Keneş Yusupov, Doğu Türkistan ve Afganistan’daki Manas varyantlarını da incelemiş, epik üslûbu olan tanınmış bir yazardır. Kırgızistan’da da henüz yayımlanmayan bu eseri, Türkçeye aktarmamız için, Kırgızistan Cumhuriyeti’nin Ankara’daki Büyük Elçisi Sayın Tölörnüş Okayev’in teklifini kabul ettik ve eser üzerinde çalışmaya başladık.
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü elemanlarından, Yrd.Doç.Dr. İbrahim Şahin, doktora öğrencilerim Alimcan İnayet (Doğu Türkistanlı) ve Mirlan Namatov (Kırgızistanlı)’un da yardımlarıyla bu eserden herkesin faydalanması imkânı doğdu.
Eseri, Türkiye Türkçesine aktarırken, Kırgız söyleyiş tarzından anlaşılabilen kısımlarını bozmamaya dikkat ettik. Bunun dışında bazı kısımları da kelime kelime aktarma yerine, Türkçede bunu en iyi nasıl söyleyebiliriz diye düşünüp, öyle ifade ettik.
Sonunda halkın rahatça okuyabileceği bir eserin ortaya çıktığına inanıyoruz.
Kitabımızın çok kısa sürede basılmasını sağlayan Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural’a ve Kurum Sekreteri İmran Baba’ya, yine kitabımızın basımı sırasında titiz bir çalışma gösteren Türk Tarih Kurumu Basımevi yöneticisi ve çalışanlarına teşekkür ediyoruz.
Prof. Dr. Fikret TÜRKMENTemmuz – 1995Bornova
Manas Destanı
Ey oğul! Atalar ne demiş: Geçmişini inkâr etme, beddua alırsın; ona saygı göster, akıl bulursun; yedi atanı bilmezsen köksüz kalırsın.
Dinle evladım! Söz uludur. Söz canlının uğurudur, kötü söz ölmüş sözdür. Yalan da kötü sözdür.
Taa eski zamanlardan beri ecdatlarımız ulu Manas Destanı’nı söyleye gelmiştir. Manas’ı ilk defa kimin söylediğini kimse bilmez. Belki de ilkin, Manas’ın yanında bulunan, onun kahramanlığını gören, can dostu, söz ustası bir ozan söylemiştir. Ya da Manas’ın macerası, Altay ve Alay arasındaki dağ ve ovalardaki taşlara yazılmıştır. Yahut da dağılan, kederli halkı bir araya toplamak, düşenleri ayağa kaldırmak, şerefini, heybetini, kuvvetini eski haline getirmek için Manas bir bayrak olsun diye, ulu önderler söylemiştir. Belki, bunu söylediği için, söyleyenlerin dilleri kesilmiştir, ya da onlar sürülmüştür… Nasıl olursa olsun, Manas’ın ölmez macerası, kutsallığı; atadan oğla, ağızdan ağza, yürekten yüreğe geçip asırdan asıra unutulmadan yaşamaktadır. Kim söylemişse söylemiş; destanda Kırgız halkının hayatı, kaderi, acıları, kahramanlığı, mücadelesi ve hayali vardır.
Ey evlâdım! Büyüklerin sözünü aklından çıkarma! Asırlardan beri gelen atalarının öğüdünü, söylediklerini işit. Ulu Manas’ı bilir ve anlarsan, Tanrı da, atalarının ruhları da sana destek olur.
Nesir Halinde Yazan:Keneş YUSUPOV
Manas’ın Çocukluğu
Çok eski zamanlarda, Kervan devrinde, tulpar1 gün ışığında eşinirken; ay ışığında kemerini çıkartmadan, at üstünde kuş uykusu uyuyan erler zamanında, aç aslana benzeyen suratıyla, düşmana saldıran, bayrağı gökyüzünde dalgalanan, şanı âleme yayılan, başından ak kalpağı çıkmayan, binere tulpar dayanmayan, kükreyerek yaşayan, Kırgız denen çok eski bir millet yaşardı. Onların bayrağı gök mavisiydi. Dostlarından çok düşmanları vardı.
Bir zaman Tanrı Dağı’ndaki eski Kırgızları yöneten, halkının şanını uzaklara duyuran Karahan adlı Han, tahta geçti. Onun kahramanlığı söz ile anlatılamaz, zenginliği de tarif edilemezdi. Şöhreti gökyüzündeki yıldızlara ulaşmıştı.
Tanrım hiçbir şeyi ebedî yaratmamıştır. Tanrı, bu korkunç dünyada geleni gideni, büyüğü küçüğü dengelemiştir. Bir gün kara yeri titreten Karahan da öbür dünyaya göç etti. Onun tahtına oğlu Oğuz Han oturdu. Oğuz Han da adil ve heybetli idi, askeri de çoktu; Türk eline, Kırgızlara baş olup, kükreyip; doğudan ovalarını, düzlüklerini dağ ve ormanlarını aslan gibi dolaştı. O da dönüşü olmayan yere gitti.
Oğuz Han’dan sonra Babir Han, ondan sonra Tüböy Han, ondan sonra Kögöy Han başa geçtiler. Kögöy Han’dan sonra Nogoy Han geldi.
Yıllar sonra karanlık bir gecede, saksağan Nogoy Han’a uğursuz bir işaret verdi. Uzun zamandır ona kin besleyen, onun malına, mülküne ve yerine göz koyan kurnaz Kara-Hitay Hanı Esen Han Nogoy Han’a savaş açtı. Nogoy Han’ın beli kırıldı, geniş dünyası daraldı. Ala-Dağ’daki Kırgızların Ak otağı yağmalandı, ocağı söndü. Türk kabileleri darmadağın oldular.
Nogoy Han’ın Orozdu, Üsön, Bay, Cakıp (Yakup) adında dört oğlu vardı. Onlarda kırılan kılıç gibi, kervan göçüne başladılar. Biri Altay’a, biri Opol’a, biri Kâşgar’a, biri Tibet’e sürüldü.
Kırk Kırgız aile ile Cakıp iki eli bağlı olarak Kalmuk’ta, Çin’de dolaşıp Altay’a geldi. Sürgün edilen bu kırk Kırgız aileyi yerleştiren; bölünmüş, dağılmış halkı bir araya getiren Akbalta oldu. Kırgızlar Akbalta Batır’ın himayesine sığındılar. “Akıllıyı dinlersek millet oluruz, Akbalta’nın sözünü dinlemezsek atalarımızın (ruhunun) gazabına uğrarız” diyerek bir araya gelip and içtiler. Akbalta Batır’ın bir dediğini iki etmediler.
Akbalta aksakal ve kutsaldı. Onu her zaman destekleyen, ona yol gösteren bir meleği vardı.
Kırk Kırgız ailesi Altay’a geldiler. Ama barınmaya delik, yemeye kavut, giymeye elbise bulamadılar. Şimdi nasıl geçineceğiz diye düşünürken nerden aklına geldiyse, Akbalta boz boğayı seçip, kurban ederek halka şöyle dedi:
– Halkın huzurunu ahlâksızlar bozar. Milletlerin kötüsü olmaz. Kalmuklar da, Mançular da iyi millettir. Dünya, Kalmuk’un tatlı tebessümüne, kibarlığına aldanır. Ancak o herkesi yumuşakça ele geçirir. Eline düşersen çırpınan kuş olursun. Malın, mülkün yoksa eksiksin, varsa rahat yaşarsın. Kalmuklarla çatışmayalım. Hayvan yetiştirelim, çiftçilikle uğraşalım. Altay’ın toprağı altındır. Ekersen meyvesi, kazarsan altını vardır. Çalışsan toprak verir, dua etsen Tanrı verir. Çalış Kırgız, belini bağlayıp başını kaldır!
Yurtsuz Kırgızlar, Akbalta’nın sözünü haklı bularak Kalmukların hanına Ala Dağ’dan getirilen gümüşlerle süslenmiş tulpar (kırat) ı hediye ettiler. Altay’da yaz için yeşil yayla, kış için düzlükten yer seçtiler ve oraya yerleştiler.
Günler geçti, yıllar geçti. Altay’daki Kırgızlar Kalmuk ile Mançuların arasında kalmalarına rağmen tekrar canlandılar. Türk soydaşlarını bulup onlarla ilişki kurdular. Malları çoğaldı, kırk aile yetmiş aile oldu, ordu kurup hilâl işaretli bayrağı dalgalandırdılar ve düşmanı ürküttüler.
Cakıp Bay’ın yurdunda nesilden nesile geçen bir çift ak otak, tam ortaya; onun etrafına kırk beyaz çadır kuruldu. Çocuklar oynamakta, ağılda mallar dolu, dağlarda yılkılar otluyorlar… Evlerin bacalarından sızarak çıkan duman yurdun huzur ve bereket içinde olduğunu gösteriyordu.
Cakıp tündükten2 giren güneş ışığı yüzüne geldiğinde, kalkarak siyah tulumdaki iyi karıştırılmış bal gibi kımızdan bir kâse yudumlayıp, kır atına binerek yurttan ayrıldı. Atını kamçılamak maksadıyla ellerini sıvazlayarak gümüş saplı kamçısını kaldırır kaldırmaz kır atı uçar gibi yurttan uzaklaştı.
Kırk ocaklı Kırgız, Altay’a yorgun bir hâlde geldiğinde, Cakıp sanki hâlâ şımarıklığı bırakmayan bir çocuktu. Daha kimsenin dikkatini çekmemişti. Çocukluğunda Kalmuk, Moğol ve Çinlilerin insanlık dışı muamelesini gören bir köle idi. Dünyadan nasibi kesilmemiş olmalı ki o eziyetlere, açlıklara, azap ve ıztıraplara direnebilmişti. Çinlilerin ve Kalmukların dilini öğrenmeye mecbur oldu. Aklı erdi, bıyığı çıkmaya başladı. Boylu poslu yiğit oldu. Önceki şımarık Cakıp artık değişti, kibar oldu. Kalmukların içine girdi, kendini beğendirdi, onlarla alış veriş yaptı. Sonunda Çıyırdı adlı hanımının üzerine Kalmuklardan Bakdöölöt isimli bir kızla evlendi.
Cakıp, sekiz yıl sonra Altay’da kendi evini kurdu. Aşağı yukarı on aileyi bir araya getirip bir odaya yerleştirdi. Meyveli ormanları olan geniş yerlerde, çiftçilikle uğraştılar. Ürettiği mahsulü, yaptığı kımızı, ceylanın ödünü, boynuzunu, yakaladığı kunduzun ve su samurunun kürklerini, bulduğu altın ve gümüşleri, zırh gömleğini, hançerlerini, derilerini komşu ülkelerin ipek, porselen, çay ve parfümleriyle değiştirdi, iyi para kazanarak işi gittikçe büyüttü.
Altay’da otuz yıl Çinliler ve Kalmuklardan eziyet gören Cakıp Bay artık onlara “Han” seçilmişti. Kışın su samurundan şapka, yazın altınla süslenmiş ak kalpak giyebilecek, sırtına kürk giyip beline hançer asıp, altın eğerli bir kızıl cins ata binebilecek hâle gelmişti. Beş yüz beyaz devesi, bir baş ala sığırı, hadsiz hesapsız koyunları vardı.
Ağılı hayvanla, heybesi yemekle, hazinesi altınla dolmuş olmasına rağmen, Cakıp Bay’ın yüreğinde bir acı vardı. Onun derdi şuydu: Hesapsız sığırı ve devleti vardı yalancı dünyada gözü doymuştu; her gün yağla, etle besleniyordu ancak kara günlerde onu koruyacak, ocağını devam ettirecek, tahtına varis olacak bir çocuğu yoktu. Çocuğu olmayanın dünyası kururmuş. Cakıp Bay’la obada “ihtiyar”, “çocuksuz ihtiyar” denilerek alay ediliyordu.
Cakıp, çocuğum yok diye gezmeye başladığı bir gün, kutsal dağdaki bir süt pınarına gelerek dua etti. Gözyaşlarını yağmur gibi döktü. Sonra, Azoo Bel’in kenarındaki Calgız Arca (Yalnız Ardıç) ‘ya varıp Tanrısı Ak Taylak’ı çağırıp, çocuğum yok diye ağlayarak, derdine derman istedi. Hanımı Çıyırdı’yı, kendini günahkâr hisseden miskin eşini, beraberinde götürüp, atalarının mezarında konakladı, dua edip Tanrı’ya yalvardı.
Tanrı onu duymadı.
Cakıp Bay, hayvan saymayı bahane ederek her gün erken obadan uzaklaşırdı. Her gün dağda çobana uğramadan dertle telaşla, cin çarpmış gibi, değişik kıyafetle dağlarda dolaşıyor, saçını başını yolarak “Tanrım benden bir çocuğu niçin esirgiyorsun?” diyerek şaşkın şaşkın yürüyordu.
Cakıp; akşama doğru, Ulu Dağ’a gölge düştüğünde kendine gelip derhal atının başını yurda çevirdi. Tanrı böyle istemişse başka çare yoktur. Çocuksuz dünya kuşsuz yuvaya, kuşları yok çınara, bakımsız küçük göle, otsuz çöle benzer.
Cakıp Bay dağdan inerken dağ deresindeki Kara Önkür (Mağara) yolunda, yaşı yetmiş civarında, sakalı göğsüne kadar uzayan bir dervişe rastladı. Derviş, Kara Önkür3’e ara sıra gelirdi. Kıpçak neslindendi. Dünyayı dolaşıp dururdu. Evi ocağı, çoluk çocuğu yoktu. Sık sık Kırgızların yurduna gelirdi. Çoğu zaman Kalmuk, Çinli, Mançu ve Uygur’daki Türk soydaşlarına, Andican’a, İran’a kadar giderdi. Kuş gibi özgür yaşardı. Dünyaya, zenginliğe doymuş bir adamdı. Bu dervişle konuşmak isteyen Cakıp, atından indi. Elindeki tulumdan kımız, heybesinden kurut alıp ona vererek:
“Derviş, malın canın esen mi?” dedi. Derviş;
“Ey Cakıp Bay, bana malımı sorma”, dedi. “Benim malım yoktur. Dünyaya doymuş insanım. Göğün altındaki dünya benimdir. Senin dünyan da benimdir. Ben malı sizin gibi biriktirmem.” Cakıp;
“A evliyam, bunu bilememişim, kızmayın!” dedi.
“Tanrımın yarattığı insanlara kızmam.” dedi Derviş. “Ya sen neye küsüp duruyorsun Cakıp? Senin malın mülkün bol değil mi?”
“Yaşım kırk sekize ulaştı, gençliğimde mal biriktirdim. Gördüm ki mala mülke sahip çıkacak olan çocuk imiş, çocuğu olmayanın malı mülkü kurusun, çocuğu olmayanın yuvası, yıkılmış şehre benziyormuş.” Cakıp, Dervişe derdini anlattı.
Derviş düşündü.
“Bir yerden duymuştum. Geçmişte atalar, hanımı doğurmazsa onu küçümser, hakir görürlermiş. Eskiler böyle anlatırdı. Tibet’e gidersem bin çeşit ottanbunun için yapılmış bir ilacı getireceğim. “ dedi derviş.
Cakıp “Evliyam, sözüne, aklına sağlık” dedi ve dervişin eline altın vererek yolcu etti.
Ondan beri Cakıp Bay hanımını, yani ömür boyu gönlünü incitmeden saygı gösterdiği hanımını, nasıl utandırabileceğini düşünüyordu.
Çocuk arzusuyla yanan Cakıp Bay, hasret şiirleri söyleyerek Altay’ın dağ ve düzlüklerinde hüzünle ağlıyordu.
Kırmızı saplı aybaltayı
Kırmadan kim yapabilir?
Daima dağınık olan halkı
Kırmadan kim toplayabilir?
Sapasağlam aybaltayı
Kırmadan kim yapabilir?
Tutsak olan bu millete?
Kim adil han olabilir?
Zavallı Cakıp yurduna yaklaştığında boğuk sesini kesti. Önüne Akimbeğ’in Mendibay adlı şımarık çocuğu çıkıp onu selamladı.
“Babacığım, niye bunca ağlıyorsunuz?” dedi çırak oğlan, Cakıp Bay’a acıyarak.
Cakıp ancak o zaman kendine gelerek gözyaşlarını sildi. Çocuğun sorusuna cevap vermeden, Atı Tuuçunak’ı direğe bağlamadan, sağa sola bakmadan evine girdi. Bu esnada dışarıda atı kaçtı, “Cakıp Bay’ın atını yakalayın!” diye bir gürültü koptu. Cakıp buna aldırış etmedi.
Çıyırdı, ihtiyarın elbisesini çıkarmadan rastgele uzandığını görünce kadının korkudan rengi uçtu. Hemen ipek döşek serip etrafında pervane oldu. Hatun, Cakıp’ın son zamanlardaki derdini bildiği için nezaketsizlik etmedi. Kibar davrandı, arzusunu sormaya cesaret edemedi, bilmezlikten geldi. Çocuk doğurmadığı için yüzü safran gibi sarardı. Sonunda Çıyırdı:
“İhtiyar, ne oldu sana, ne derdin var?” diye bağırdı.
Cakıp yere delercesine bakarak suskun oturuyordu. Bir zaman sonra konuştu.
“Kocadığında mı bana çocuk doğurup neslimi devam ettireceksin. Bunu anlamıyor musun? Beni çocuksuz bırakıp çocuk gibi bağırıyorsun. Benim çocuksuz ihtiyar; senin, kısır kadın diye adımız çıktı. Çocuğumu koklayıp yüzünü öpseydim hasretim kalmazdı. Ne kardeşimin yüzünü gördüm, ne de çocuk yüzü gördüm. Çocuk doğurmayan senin gibi karıyı, çalılığa mı bıraksam, çöle mi bıraksam diye düşünüyorum. Çocuksuz kadından oğlağı olan keçi yeğdir.
İpek elbise giyen Çıyırdı’nın yüreği tuz serpilmiş gibi sızladı, öleyim dedi, yer kabul etmedi. Gönlü sökülüp, gözlerinden yaş dökülüp üzüntüden kıvrandı.
Akşama doğru yorgun bir hâlde gelen Cakıp, yattığı yerde horlayıp tanyeri ağarıncaya kadar kımıldamadan uyudu.
“Bayım, gece kaçan Tuuçunak’ın peşinden giden çocuktan haber yok. Annesi çok merak ediyor. Kalkıp onun çocuğunu bul, niye böyle hiçbir şey olmamış gibi uyuyorsun?” Ak maral gibi gerilen, rengi uçan zavallı Çıyırdı, Cakıp’ı uyandırdı.
“E, hanım, artık üzülme. Şu ana kadar ömrümüzü hasret ile geçirdik. Bana bak, uğurlu bir rüya gördüm. Anka kuşu gibi heybetli bir kuşu yakalamışım. Yeryüzündeki hayvanlar bu kuşun heybetinden çekiniyordu. Ona uzun ipek bağ taktım. Bu talihe işarettir. Tanrım bize lütfedecek gibi…” diyen Cakıp, Tündüke bakarak Tanrıya sığındı.
“Ağzına yağ vereyim ihtiyar, dediğin olsun! Tanrım versin! Başına talih kuşu konacakmış” dedi. Çıyırdı, sevinip “Ben de uğurlu bir rüya gördüm. Elma yemiştim, içinden altmış kulaç ejderha ıslık çalarak çıkıp ata dönüşerek, uzandı.” dedi
Bunu başkalarına söyleyelim mi, ya da kimseye söylemeyelim mi, diye birbirine danışıp dururken, dışarıda yüksek sesle konuşan bir kadının sesi duyuldu.
Kapıdan Mengdibay adlı çocuğun annesi, Kanımcan, yüksek sesle hakarete başladı. Avulda bunun gibi şirret kadın yoktu.
“Ya Cakıp! Dünden beri senin atının peşinden giden çocuğumdan haber yok, ya al senin kölen olsun. A… sen bu evde çocuk bakacağına dünyayı umursamadan karının yanında eğlenip oturursun ha. Çocuğu olmayan insan çocuğun kıymetini bilmez tabii. Sizinki gibi dünyanın bizim için anlamı yoktur, çocuk kıymetlidir, çocuğumu bul.”
Cakıp Bay terbiyesiz kadınla muhatap olmadı ama bu alayla da yanmadık yeri kalmadı.
Huzuru kaçıp kapıya çıktı ve her tarafa adam gönderdi. Kendisi koyun çobanının bindiği kumral al renkli atla, Tuuçunak’ın ardından giden Mengdibay’ı aramak için Kara su nehri boyunca at sürdü.
Cakıp, çaresiz büyük bir ümitsizlikle giderken, bir adacıkta deminki kahrolası Mengdibay hiçbir şey olmamış gibi oturuyordu. Tuuçunak’ın üzerine Ak parsın derisi örtülmüştü.
Hiçbir şeyden korkmayan Mengdibay, Cakıp Bay’a akla gelmedik hadiseleri anlattı: Mengdibay, Tuuçunak’ı takip ederek gelirken, kırdan çıkan kırk çocuk atı yakalamış eğleniyorlarmış. Ormandan çıkıp saldıran parsı, gürzle öldürüp derisini Tuuçunak’ın üzerine örtmüşler ve biz Cakıp Bay’ın çocuklarıyız demişler.
Hayrete düşen Cakıp, avula gelip çocuktan duyduklarını sadece hanımına anlattı.
***
Ertesi gün Cakıp, hanımları, avuldaki büyükleri ve yakınları ile danışarak gece gördüğü rüyası için lâyıkıyla büyük bir ziyafet vermeye hazırlandı.
Cakıp ziyafete Altay’daki on iki kabile ile birlikte, Kırgız’ı, Kazak’ı, Noygut’u, Nogoy’u, Türk soydaşlarını, bunlardan başka yine Kalmuk ve Tırgoot Moğolları da alınmasınlar diye, davet etti. Servete düşkün Cakıp bu kez cimrilik etmedi. Sevincinden, topladığını, biriktirdiğini tamamıyla harcadı. İki altın hazinesinin ağzını açtı. Sayısız atlarından dokuz kara kısrak, tulumluk altı malı ile doksan kara koyun, akbaş dişi deve ve yedi inek kesti.
Cakıp’ın ziyafetine çağrılanlar, birbirlerinden haber alanlar koşarak geldiler. Ziyafeti Akbalta idare etti. Yetmiş Kırgız ailesi, iki gün misafir edildi. Cakıp Bay yağma gören Kırgız’a, unuttuğu hayır duayı hatırlatmak için, at kestirdi. Aç halkı doyurdu, giydirip kuşattı. Eline para verdi, uzaktan gelenlere, çapan giydirdi, değerli misafirlere at hediye etti. Ziyafete gelenler Cakıp’ın bu cömertliği hakkında kendilerine göre yorum yaptılar. Bazıları ziyafetin Mengdibay sağ-salim bulunduğu için yapıldığını söylediler. Fakirler ve garipler ise “ Cakıp Bay sahipsiz kalan malını koyacak yer bulamadığı için savuruyor” dediler. Kalmuklar, Moğollar basiretli halk olduğu için hemen şüphelendiler, kusur bularak “Kırgız’ın malı var ama devleti yok. Cakıp’ın bize yaltaklanması bize tabi olmasındandır” diye düşündüler. Cakıp Bay ise “Allah ü Teâlâ bize rüyayı boşuna göstermemiştir, bu bir hayırlı işarettir, rüyam gerçek olur mu, yüreğimdeki buzları eritir mi?” diye dua edip iyi dilekler diledi.
Cakıp Bay ziyafetten sonra Kıpçak, Noygut, Nogoy ve Türk kabilelerinin liderlerini ve yakınlarını rüyayı yorumlamak için alıkoydu. Onları ziyafet obasına davet etti, onlara birer elbise giydirdi. O zaman Cakıp şöyle dedi:
“Halkım! Bir acayip rüya gördüm, rüyamda böyle bir iş gördüm. Ala-Dağ’da dolaşıyordum. Bir kuş yakaladım. Kuşun ötmesi çok değişikti. Kuyruğu ve başı parlıyordu, gagası çelik, ayağı hançer idi. Uçurduğum zaman göğün altını, kara yerin üstünü karıştırdı, gökteki kanatlılar, yerdeki ayaklılar ona karşı gelemediler, hiçbiri kurtulamadı. Halkım rüyamı yorunuz. Bunun tabiri nedir?
Bilgiçler, akıllılar, rehberler başlarını eğip, sarkmış uzun aksakallarını sıvazlayıp, Cakıp’ın gördüğü rüyayı zevkle dinleyip oturdular.
Oturanların hiçbirinden ses çıkmazken, aksakallı, görmüş geçirmiş Bay Cigit, Cakıp’ın rüyasını iyiliğe yordu:
“Ey Cakıp’ım, hanımının ve senin gördüğün rüya çok güzel rüyadır. Millete hayırlıdır. Başına talih kuşu konmuştur. Arzuladığın erkek çocuk dünyaya gelecektir. O aslan gibi heybetli bir yiğit olacaktır, dünyaya hâkim olacaktır. Başına devlet kuşu konacaktır. Rüyalarınız gerçek olsun! Niyetiniz makbul olsun! Tanrı yardımcınız olsun!”
Dağılan halk Tanrıya sığınıp sevincinden hıçkıran Cakıp’a hayır dualar ettiler.
***
Ziyafet yapıldı ve geçti. Ertesi gün, Cakıp’ın avulundakiler gökte insan vücuduna benzeyen bir soğuk kara bulutun yer- yüzünü kapladığını gördüler. Kadın Şaman, bahsi ve gözü açıkların tarifine göre, bu kötü haberin işareti idi. Nihayet söylenenler doğru çıktı, kötülük avula çabucak geldi.
Cakıp Bay’ın yaptığı ziyafetin haberi Kalmuk ve Hitay Hanlarına çabuk ulaşmıştı. Bu haberi aldığında korkunç suratlı, ırmaklar dolusu kan akıtan Esen Han yerinde duramadı.
Hitayların ve Kalmukların, Kırgızlarda ezeli öcü, bitmez tükenmez intikamı vardı. Esen Han, “Kırgız Hanları, bizim batı ve kuzey tarafa yaptığımız yağmaları hep engellediler. Birkaç defa ipek, kumaş, çay ve türlü eşyalarımızı, kervanlarımızı yağma ettiler. Bugün öldürsen, ertesi gün tekrar kalkan böyle inatçı halk görmedim.” dedi.
Esen Han sarayına, durumu önceden sezen, acayip sihirleri bilen, gözü açıklara kürek kemiğiyle fal açan falcıları, İlim-i Biçik (Kalmukların mukaddes kitabı) okumuş sihirbazları çağırttırarak:
“Kahrolası Kırgızlar nasıl bu kadar canlandılar? Bunların haberini, sırrını bana söyleyin” dedi.
Bilgiçler, uzmanlar, kâhinler üç gün evden çıkmadılar. Sonunda Esen Han’a diz çökerek şöyle dediler:
“Esen Han Hazretleri, biz söylesek yanılırız, sizin gazabınıza uğrarız. Bunun doğru cevabı Çong-Beecin’deki Kara Han’ın sarayında Açık asman (Gök) önündeki taş sandıkta özenle saklanan eski kutsal kitapta yazılıdır. Oraya adam gönderip öğrenelim!”
Esen Han buna inandı. Kardeşi Kara Han’a mektup yazıp mührünü bastı. Kırgızlardan, Türklerden, Kazaklardan yağmaladıkları kumaşı, pars kürkünü, bir kutu altını hediye koydu. Onlara dört beş kâhin de gönderdi.
Esen Han’ın dayandığı dağ, akrabaları idi. O zamanlar Kırk Hanlı Hitay padişahlığının ordugâhı, Kara Han, Alev-ke, Esen Han, Aziz Han adlı dört kardeş tarafından yönetilirdi. Onlar eski atalarından kalan küçüğün büyüğe, çocuğun babaya saygı göstermek gibi adetlerini bozmadan yaşatan, yurtta ünü yayılmış cesur Hanlar idi. Kara Han kırk hanlığın sarayını yönetirdi. Aziz Han, Esen Han ve Alevke; Pekin’in Orta ve Çetbeecin Hanları olarak atanıp obaları yönettiler. On bin kişilik orduya komutan olup kuzey ile batı taraftaki Hanlıkları padişaha tabi olan yurtların hanlarıydılar.
Gönderilen kâhinler üç ayda geldiler.
Kutsal kitapta şöyle yazılmıştı:
“Kuzeydeki Kırgızlardan Manas adında bir alp doğacaktır. Onun arkasında kara mavi yelesi, omuzu üzerinde tahta gibi kızıl beni olacaktır. Manas, Kalmuk ve Hitay’ı karıştıracaktır. Gök ile yerin güzelliği olan ulu şehir Pekin’i harap edecektir. Altı ay Han olacaktır. Hitay kahramanları tutsak olup ölecektir.”
Bunu öğrenen zalim Esen Han vurulmuş ayı gibi titredi. Kendini kaybetti, feryat etti ve kana susamış gibi bağırmaya başladı.
“Vahşi Kırgızların hamile kadınlarının tümünü cezalandırın! Çocuklarını Köle edin Manas’ı bulup getirmezseniz hiçbirinizi canlı bırakmayacağım.”
Böyle müşkül durumda, altın karşılığında kiralanan casus Kalmuk rahibi, Cakıp Bay’a yedi gece yaya yürüyerek ulaştı. Bu haberi ona söyledi. Kırgızlar kaçamadılar. Ertesi sabah Kalmuk askerleri boynuzdan kaval çalarak Cakıp’ın avulunu çembere aldılar.
Ne yapacağını şaşıran Cakıp Bay, Kalmuklara boyun eğerek, at kesip, kımızdan yaptığı içkileri ikram etti. Torbada biriktirdiği altınları hediye verdi. Çok gözyaşı döktü, içlerin deki müzevir Hitay temsilcisinden korkan, Kalmuk askerleri, Cakıp Bay’ın sözünü dinlemeden Esen Han’ın emrini ilettiler.
“Hamile kadın kalmasın!” Askerler kamların, Kırgızların evlerini arayıp taradılar.
Kalmuk askerleri yetmiş Kırgız ailesinin hamile kalan kadınlarını topladılar. Onlara hiç acımadan, kılıçlarıyla karınlarını yararak bebeklerini çekip çıkardılar; kemiklerini köpeklere verdiler.
“Kırgızların tohumunu kurutacağız. Esen Han’ın emri böyledir!” Askerler avuldaki sütten kesilmemiş bebeklerden, yaşı on yediye kadar olan çocukların hiçbirini bırakmadan at gibi dizip, adını sorarak saydılar. Manas adlı çocuğu bulamayınca kaçamayanları öldürüp kalanlarını dönüşü olmayan Pekin’e götürdüler. Han avulunu yağma ettiler.
Kırgızlarda doğan çocukların sayısını kontrol etmek için her beş aileye birer Kalmuk gözcü koydular. Kalmuk gözcüleri, çocuk buldukları ya da hamile kadın gördükleri evin üstüne siyah bağ bağlardı. Bu işaretlere dokunan adamın başı kesilirdi. Kırgızlar kara giyindi, kadınları kara sarık sardılar, köpekleri her yerde uludular. Ölmek isteyip de ölemeden, kendi canlarına kıyamadan acılar içinde kıvrandılar.
Halkın inleyişlerinden ürkmüş kuşlar uçmadılar, ağaçlarda bülbüller ötmediler. Köpekler her yerde havlayıp durdular.
Alevke’nin gönderdiği askerler, Kırgızlardan Manas adlı çocuğu bulamayınca her yeri cehenneme çevirerek onu başka Türklerde aradılar. Oralarda da bulamayınca Buhara’ya, Semerkant’a girdiler. Sonunda Semerkant’ta kamburu çıkmış, onun geniş omuzlu Car Manas adlı Çon Eşen’in çocuğunu bulup, gözlerini bağlayıp, ayaklarına demir bukağı takıp, sevinerek çocuğu Pekin’e götürdüler. Kalmuk gözcülerin, kervanların ulaştırdığı habere göre Hitay Çon Eşen’in Manas adlı çocuğunu, kırk ip boyundaki büyük zindana koyup bir belâdan kurtulduklarını düşünerek huzura kavuştu.
Bu haberi öğrenen Cakıp, belini sıkıca bağladı.
O günün üzerinden çok geçmeden çocuk gülüşü ve ağlaması duyulmayan avulu bir araya toplayan Akbalta, halkın gönlünü avutup şöyle dedi:
“Sonunda görecek günlerimiz iyi olur. Tanrım dilediklerimizi verir. Başınızı kaldırın! Kara başı yalnız kendimiz koruruz! Yatarak ölmektense savaşarak ölelim! Her erkek düşmanın silahına baksın. Gizlice silah yapalım!”
Taşa damga basan, demiri toprak gibi yoğuran Dögür Usta başta olmak üzere gözcülere sezdirmeden ormandan kömür hazırlayıp, dağdan demir kazdırıp, örtülü kara keçe evini usta hane (atölye) yaparak Davut ata mesleği diye pulat kılıç ve mızrak yaptılar. Her erkek için birer kılıç ve mızrak yapıldı.
Akbalta, bunların çoğunu deriye sararak kuru toprağa gömdürüp üzerine işaret koydu.
***
Bir yıl geçti. İki yıl geçti.
Yorgun düşen Cakıp Bay, Akbalta’nın sözünü dinleyerek Kalmuk’a, Tir-got’a altın ve hayvan verip otlağını yeniledi.
Cakıp, sonraki zamanlarda evvelkinden daha çok kuvvetlendi, hanın yüzüne renk geldi, gönlü açıldı; hayvanlarının hesabını tutup hayatını daha düzenli hale getirdi. Cakıp’ın canlanmasında bir sebep vardı. Tatlı Hanımı Cıyırdı, hamile kalalı üç ay olmuştu. Cakıp, bunu Hanımının yemek yememesi ve bulantısının şiddetlenmesinden öğrendi. Cıyırdı, Kırgız’ın da, Kalmukların da, Hitayların da yemeklerini istemediği için sabahtan akşama kadar üzülüp ağlayarak, istediği şeyin aslan yüreği olduğunu söyledi.
Kırgızlarda aslan avlayacak avcı kalmamıştı. Akbalta’nın tavsiyesiyle Kalmuk, Tırgot, Kazak, Türk kabilelerine adam gönderip şehirlerini aradılar, taradılar. Sonunda Kangay’ın kara avcısı, aslan avlamış diye bir haber duydular. Cıyırdı at bakıcısına para ve altın vererek aslan yüreğini aldırıp getirtti.
Bıldırcın gibi büzülen Cıyırdı Hanım, aslanın yüreğiyle ciğerini kazanda hafifçe kaynatıp çorbasıyla beraber tamamen yedi.
“Bayım, şimdi bana can geldi!” dedi. Cıyırdı yedi gün yedi gece terleyerek hiç bir şey yemeden rahat uyudu.
Dokuz ay geçti. Çıyırdı’nın karnı büyüyüp doğum günü yaklaştı. “Kalmuk rahibi askerbaşıyla geliyor!” şeklindeki haber Kırgızlara ulaştı. Cakıp bay kendini kaybetti; sanki uyuşmuş gibi şuursuz dolanıp ne yapacağını şaşırdı.
Akıllı Akbalta ormanda bir kulübe yaptırıp yedi delikanlıyı kulübeyi korumakla görevlendirip Çıyırdı’yı her yanından örtüp gizledi:
Askerbaşı avulu toplayıp emri okudu: “Yeryüzündeki güneş gören halkların hükümdarı olan Çin Maçın Hanı Esen Han’ın doğum günü için Kırgızlar değerli hediyeler hazırlasınlar!” Kırgızlar “Doymayan kâfirlere ses çıkarmadan hediyesini verelim de bir an önce defolsunlar. Çocuk görmek üzereyiz. O çocuğa gelecek belâ askerlerle beraber gitsin” dediler.
Kırgızlar bu kez karşılık göstermeden güle oynaya altın ve gümüş toplayıp süsledikleri ata güzel kızı bindirdiler. Heybeyi altın mücevher ile doldurdular, hayvanları dokuzar dokuzar sürüp çıkardılar.
Askerbaşı sarayına döndü.
Kırgızlar, Çıyırdı’yı sakladıkları için çok sevindiler.
Beklenen gün de yaklaştı. Çıyırdı’nın doğum anı geldi. Hanımın sancısı başladı.
Sancı başladığında Cakıp’ın evine bahşılar ve kadın şamanlar toplandılar. Tünek’i dayamak için altın sırık diktiler. Kadınlar telaşlanıp beyaz evde (Ak otağda) gürültü kopardılar.
Cakıp efsun okuyup, akbozdan kısrağı, baykuş başlı koyun, ay boynuzlu ineği, enenmiş deveyi kurban kesti.
Avulda Çıyırdı’nın şiddetle bağırmaları, çığlık atışları yedi gün sekiz gece kesilmedi. “Şefkatli kayıp kuş (dağlı geviş getiren hayvanların hamisi), Umay Ana4, kuş ana, şefkatini esirgeme, yardım et!” Kadın şamanlar bahşılar sıçrayıp, davul çalıp Umay Ana’yı yardıma çağırdılar. Ateş Ana’ya sığınıp ateş yaktılar, süt ve yağ saçarak, ardıç ağacı yaktılar.
Yetmiş Kırgız ailesinin erkekleri Çıyırdı’nın doğum sancıları geçirmekte olduğunu öğrenince sevinip Cakıp Bay’ın evine gittiler, yavaşça gelip olup bitenleri dikkatlice seyrettiler. Tanrım bize ne verecek, görelim diye küçükten büyüğe herkes dağa taşa sığındı.
Dokuzuncu gece Çıyırdı’nın sancısı bitti diye kadınlar heyecanla bağırıştılar.
“Cakıp Bay, hanımın şimdi doğuracak!” sözünü işiten Cakıp; yüksek sesle ağlayıp, çocuğun sesini duyduğumda kalbim parçalanmasın, benimle gene alay etmesinler avulda durmayayım diye tepelere gitti.
Cakıp Bay, hanımı erkek çocuk doğurursa muştuluk vermek için kerme5 ye kırk kara boz at yavrusu6 bağlattı.
Böylesini hiç bir insan görmemişti. İnsanlar sevinerek göğe baktılar, etraf sessiz ve sakindi, hayat adeta durmuştu, kanatlı kuşlar uçmadı, akan sular akmadı. Avuldaki köpekler havlamadılar, otların başı sallanmadı.
Bu bir iyilik işaretiydi. Bu çocuktan, kimse ürkmedi, korkmadı. Hepsi merak ettikleri sırrın açıklanmasını beklediler. Hepsi kulaklarını kabarttılar.
Altay’ı sarstı “Baa!” diye ağlayan çocuğun sesi. Kara yer sallandı. Âlemi sarsan bir gök gürültüsü duyuldu. Ak Otağ’a kut düştü. Gökkuşağı gibi eğilen parlak bir ışık Cakıp’ın avulunun üzerini kapladı.