Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Altın çağ»

Yazı tipi:

YAZARA VE KITABA DAIR


Kenneth Grahame 8 Mart 1859 ile 6 Temmuz 1932 tarihleri arasında yaşamış Britanyalı ünlü bir yazardır. Ününü daha çok çocuk kitaplarına borçlu olan yazarın pek çok eseri televizyona ve sinemaya uyarlanmıştır. En çok bilinen eseri, çocuk edebiyatının en önemli örneklerinden sayılan Söğütlükte Rüzgâr’dır.

Kenneth Grahame, İskoçya’nın Edinburgh şehrinde doğar. Grahame 5 yaşına geldiğinde, lohusa humması nedeniyle annesini kaybeder. Alkolik olan babasıysa çocuklarının bakımını üstlenmek istemez ve dört kardeşi anneannelerinin yanına bırakır.

Anneannelerinin Berkshire’a bağlı Cookham’daki yıkık dökük evinde yaşamaya başlayan çocuklar, dayılarıyla bolca vakit geçirir. Cookham Dean kilisesinin rahibi olan dayıları, çocukları nehirde sık sık tekne gezisine çıkarır. Grahame’in eserlerinin geçtiği mekânlar, çocukken yaşadığı bu çevreden büyük izler taşımaktadır.

Öğrenim hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olarak kendini gösterir. Ancak ailenin maddi durumu elvermediğinden üniversiteye devam edemez, bankada çalışmaya başlar.

1899’da Elspeth Thomson ile evlenir. Bir erkek çocukları olur. Alastair adını verdikleri bu çocuğun tek gözü doğuştan görmemektedir ve kısa hayatı boyunca çok ciddi hastalıklardan mustarip olmuştur.

Grahame erken yaşta emekli olur, Cookham’a dönerler. Burada Alastair’e uyumadan önce anlattığı hikâyeler, Söğütlükte Rüzgâr kitabının temelini oluşturur. Alastair, 20 yaşına girmesine 5 gün kala tren raylarına atlayarak intihar eder. Alastair’in ölümü kayıtlara “kaza sonucu ölüm” olarak geçirilir.

Grahame 6 Temmuz 1932’de Berkshire’da hayatını kaybeder. Kendisi gibi yazar olan kuzeni, mezar taşına şöyle yazdırır:

“Nehrin öte yakasına 6 Temmuz 1932’de geçen, çocukluğu ve edebiyatı her zamankinden de kutsal hale getiren, Elspeth’in kocası ve Alastair’in babası Kenneth Grahame’in güzel anısına…”

Altın Çağ, ilk kez 1895’te yayımlanır. Kitaptaki bölümlerin bazıları daha öncesinde gazetelerde yayımlanmıştır. Okurlar tarafından ilgiyle karşılanan eserin kendi türünün klasikleri arasına gireceğine kesin gözüyle bakılmıştır. Şair, romancı ve eleştirmen Algernon Charles Swinburne, Daily Chronicle’daki köşesinde “Yeteri kadar nasıl övebileceğimi bilmediğim çok az sayıda kitaptan biri,” diye yazmıştır.

Grahame’in Altın Çağ’daki hayal gücünün ve benzetmelerinin kaynağı antik Yunan mitolojisidir. Kitapta anıları anlatılan çocuklar, çevrelerindeki yetişkinleri “Olimposlular” olarak adlandırır. “Argonotlar” başlıklı bölümdeyse Yunan mitolojisinin figürlerinden Perseus, Apollo ve Psyche’ye göndermeler vardır. Kitaptaki çocuklar, çocukluğun neye benzediğini unutmuş Olimposlularla devamlı çatışma halinde oldukları bir dünyada yaşarlar.

Altın Çağ’daki çocukların yaşamı, Grahame’in çocukluğuyla pek çok paralellik taşır. Kitabın esas teması çocukluk ve yetişkinlik arasındaki kapanmaz boşluk ve belirgin zıtlıklardır. Çocukların çoğu zengin bir hayal gücü ve sınırsız bir macera tutkusuna sahiptir; hatta bunlar, çocukluk çağının en temel özelliklerindendir. Ancak insanlar, yıllar geçtikçe bu özellikleri kaybeder. Dünyaya çok farklı iki pencereden bakan çocuklar ve yetişkinlerin düşünceleri arasındaki mesafe, bu kitabın ele aldığı temel konudur.

“Geçmiş zamanlara şöyle bir dönüp bakmak ve atalarımızı düşünmek iyidir. İhtişamlı örnekler gözümüzün önünde zayıflar ve geçmişten alınıp günümüze taşınacak hale gelir. Saflık uçar gider, günahlar uzun adımlarla üstümüze üstümüze yürür.”

Sör Thomas Browne


GİRİZGAH: OLİMPOSLULAR

Çok önceden yüzüme kapanan geçmiş zaman kapısının ardından o eski günlere baktığımda görüyorum ki anlattıklarım öz anne babasıyla büyüyen çocuklara tuhaf gelebilir. Ama en yakını yengeleri ya da amcaları olan çocuklara daha farklı bir düşünce tarzıyla yaklaşılmasına anlayış gösterebiliriz. Sahiden de sözkonusu büyükler, ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar kibar ama aynı zamanda ilgisizlerdi (belli bir aptallığın sonucu olan bir ilgisizlik); sonra da çocukların âdeta hayvan gibi davrandığına dair beylik kanılara varıyorlardı. Bu aptallığın varlığını ve dünya üzerindeki müthiş etkisini, çok erken yaşlarda, şahsi olmayan ve samimi bir yolla fark ettiğimi hatırlıyorum. “Caliban ve Setebos” şiirindekine benzer bir şekilde içimde çeşitli aşırılıklara meyilli, inatçı ve kaprisli, belli belirsiz bir iktidar hissi kabarıyordu. “Çünkü öyle olması gerekiyor!” Bizi yönetme otoritesini o ümitsiz ve yetersiz büyüklere bırakmaktansa, onları yönetme otoritesi bize bırakılsa çok daha mantıklı olurdu. Bu büyükler, (bizimkiler bu konuda şans eseri biraz daha iyiydi) insanda saygı uyandırmak şöyle dursun, yalnızca iyi şansları yüzünden belli bir haset hissi ve o şansı kullanamama kabiliyetsizliklerinden ötürü acıma duygusu uyandırıyorlardı. Gerçekten karakterlerindeki en umutsuz niteliklerden biri buydu, (sık sık olmasa da bazen onların bu hallerini düşünürdük) sonuçta hayatın her türlü lezzetini tatmak için mutlak ehliyetleri olduğu halde o şansı kullanmıyorlardı. Bütün gün gölette suyla oynayabilirler, tavuk yakalayabilirler, hatta kirlenmesine asla müsamaha gösterilmeyen kilise kıyafetleri içinde ağaçlara tırmanabilirlerdi; gündüz vakti kasabaya inmeleri ve barut almaları için bir engel yoktu, topları istedikleri gibi ateşleyebilirler, çimenler üzerinde mayın patlatabilirlerdi. Ne var ki bunların hiçbirini yapmıyorlardı. Onları pazar günleri kiliseye sürükleyen şey de karşı konulamaz bir kuvvet değildi, oraya kendi istekleriyle düzenli olarak gidiyorlardı, gerçi bizden daha çok keyif aldıkları da söylenemezdi.

Dolayısıyla sözkonusu Olimposluların şu hayatta ilgi duydukları hiçbir şey yok gibi görünüyordu; hareketleri bile sınırlı ve yavaştı, alışkanlıkları da anlamsız ve kalıplaşmıştı. Açık seçik görünenden fazlasını göremiyorlardı. Onlara göre meyve bahçeleri (perilerle dolu müthiş yerler olan o meyve bahçeleri!) yalnızca elmaların ve kirazların yetiştiği yerlerdi. Bu meyvelerin yetişmediği de oluyordu tabii, öyle zamanlarda da doğanın başarısızlığı nedense insanların sırtına yüklenirdi. Olimposlular, köknar ormanlarına ya da fındık ağaçlıklarına adım atmıyor, oralarda gizli mucizelerin hayalini kurmuyorlardı. Ördek gölünü besleyen -Nil kadar eski- gizemli su kaynakları onlara büyülü gelmiyordu. Kızılderililerin farkında değillerdi, bizonları ya da (silahlı!) korsanları hiç umursadıkları yoktu, oysa her yer onların izleriyle doluydu. Hırsız inlerini keşfetmek yahut gizli hazineleri kazıp gün yüzüne çıkarmak hiç ilgilerini çekmiyordu. Muhtemelen ellerinden gelen en iyi iş, zamanlarının çoğunu boğucu iç mekânlarda geçirmekti.

Vaiz bir istisnaydı elbette. Koruluğun ötesindeki çayırlığın bufalo sürüleriyle dolu olduğunu, o yüzden kızılderili çarıkları giyip kızılderili baltaları kuşanarak kan kokusu aldığımızı gösteren haykırışlarla oraya koşturmak istediğimizi anlattığımızda ürküp geri çekilmezdi. Olimposluların yaptığı gibi bize gülmez, bizimle alay etmezdi. Onun yerine ciddi bir tavır takınırdı ve o kadar büyük bir sürüyü kovalamak için işimize yarayabilecek çok değerli öneriler sunardı. Bize öyle geliyordu ki o vahşi hayvanlara dair işe yarar bilgileri olmasaydı, bu kadar olgunluğa ve seçkin bir rütbeye ulaşması mümkün olmazdı. Dahası, en kısa zamanda bize karşı bir ordu ya da yağmacı Kızılderililerden oluşan bir grup toplamak için de her zaman hazırdı. Kısacası özel yeteneklere sahip, son derece hünerli bir adamdı, çoğunluktan fersah fersah ilerideydi. Şimdilerde piskopos olmuştur diye düşünüyorum, neticede bizim bildiğimiz kadarıyla gereken niteliklerin hepsine sahipti.

Bu tuhaf adamın zaman zaman misafirleri olurdu. Onlar da bizim Olimposlular gibi kasıntı ve renksizdi, onlar da hayati öneme sahip ilgilerden ve anlamlı uğraşlardan yoksunlardı. Bulutlardan çıkagelirler, sonra bizim görüş alanımız dışındaki bir yerlerde amaçsız varlıklarını sürdürmek için uzaklara giderlerdi. Geldikleri zaman acımasızca kaba kuvvet uygularlardı. Bizi yakalarlar, yıkarlar ve zorla temiz çarşaflara sararlardı; her zamanki gibi sessizce boyun eğerdik, onlara öfke duymaktan çok yaptıkları işi küçümserdik. Biraz sonra, zoraki sırıtışlarla kaskatı olmuş yüzümüz ve yağlı saçlarımızla oturup onların alışılagelmiş söylevlerini dinlerdik. Mantıklı insanlar nasıl olur da değerli vakitlerini böyle harcayabilirdi? Oradan kurtulup çömlek yapmak için eski kil ocağına ya da ayı avlamak için fındık ağaçlarına doğru koşturma vaktimiz gelene kadar bunu düşünürdük.



Olimposluların yemeklerde sosyal ya da politik çeşitli konularda bizim anlamadığımız dilden konuşması bizi devamlı hayrete düşüyordu; gerçeğe dair o soluk kuruntuların hayatta çok büyük önem arz ettiğini sanıyorlardı. Sessizce yemeğini yiyen biz aydınlanmışların kafası planlarla ve entrikalarla doluydu, onlara gerçek hayatın ne olduğunu söyleyebilirdik belki. Sonuçta gerçek hayatı biraz önce dışarıda bırakmıştık ve ona geri dönmek için yanıp tutuşuyorduk. Ama düşüncelerimizi onlara açıklamanın ne kadar beyhude olduğu çok önceleri ispat edilmişti, bu yüzden bu açıklamayı boşa harcamamaya karar verdik. Yaşamımız boyunca kaçındığımız bir güç olan kudretli düşmanımıza, yani amansız kadere karşı mücadele etme gerekliliğiyle, hem aynı düşüncede hem de aynı gayede buluşmuş bizlerin, yine bizden başka dert ortağı yoktu. Hatta o tuhaf ve soluk düzene tabi yetişkinlerin bize olan uzaklığı, gün ışığı altında doğal varlığımızı paylaşan dostane hayvanların bize olan uzaklığından daha fazlaydı. Sözkonusu uzaklaşma değişmez bir adaletsizlik hissi yüzünden daha da belirgin bir hal alıyordu, çünkü Olimposlular asla ama asla hataya düştüklerini kabul etmezlerdi, düşünceleri konusunda geri adım atmazlardı, yahut benzer imtiyazları bize tanımazlardı. Mesela kedimi evin üst kat penceresinden fırlattığım zaman (bu işi kötü bir niyetle yapmamama ve kediye bir zarar gelmemesine rağmen) biraz düşündükten sonra tıpkı bir centilmen gibi davranmış ve hatalı olduğumu kabul etmiştim. Peki, mesele orada kapandı mı? Elbette hayır! Sonra bir keresinde Harold, komşunun domuzlarından birine saldırma ve yaralamadan suçlu bulunup bütün gün odasına kilitlenmişti ki böyle bir eylemi önce kendisi ayıplardı, çünkü sözkonusu domuzla çok yakın arkadaştı. Tahmin edeceğiniz gibi asıl suçlu o değildi ve Olimposlular, asıl suçlu bulunduktan sonra doğru düzgün bir pişmanlık belirtisi dahi göstermediler. Harold pek de tutsakmış gibi hissetmedi, oysa Olimposlular olsa öyle hissederlerdi; gerçi Harold da çok geçmeden dostlarının yardımını alarak pencereden kaçmıştı ve salıverileceği zamana kadar dışarıda gezmişti. Üstelik tek bir söz her şeyi düzeltebilirdi, fakat elbette o söz dudaklarından asla dökülmedi.

Neyse! Olimposluların hepsi göçüp gitti. Neden bilmiyorum, ama güneş sanki eskisi kadar parlak ışıklar saçmıyor. Eskinin uçsuz bucaksız çayırları artık küçüldü ve birkaç hektarlık arsalara dönüştü. Üstüme iç karartıcı bir kuruntu, tatsız bir kuşku çöküyor. Et in Arcadia ego, Arkadya’da bile varım1. Yoksa, yoksa zamanla ben de mi bir Olimposlu oldum?


TATİL

Dört yana hükmeden rüzgâr ortaya çıkmış, sabahın efendisinin peşinden koşuyor ve arkasından sesleniyordu. Kavak ağaçları güçlü bir hışırtıyla salıncak gibi sallandı, ölü yapraklar yerden havalanıp döndü, bulutsuz gökyüzüyse müthiş bir arp sesi duymuşçasına heyecanlanmışa benziyordu.

Yılın ilk uyanışlarından biriydi. Toprak iyice esnedi, sanki uykulu gözlerle gülümsüyordu; görkemli devin kımıldamasıyla birlikte yeryüzündeki her şey sıçradı ve titreşti. Önümüzde koca bir tatil vardı ve bizler bir doğum gününü kutluyorduk; kimin doğum günü olduğu önemli değil. İçimizden biri hediyelere boğuldu, epey alışılagelmiş konuşmalara maruz kaldı ve fevkalade hoşluk veren o kahramanca hisle resmen ışıldadı, üstelik o müthiş hissi hak etmek için hiçbir zahmete girmesine gerek kalmamıştı. Ancak tatil hepimiz içindi, doğanın sevinçle uyanışı hepimiz içindi. Su birikintileri etrafındaki çeşitli eğlenceler, güneş ya da çit devirme oyunları hepimiz içindi. Bir tay gibi çayırlarda koştum, doğanın güler yüzlü çehresi üstünde mutlulukla sıçrayıp oynuyordum. Gökyüzü masmaviydi, kış mevsiminin geride bıraktığı gölcükler o muhteşem rengi yansıtıyordu, gerçekten mükemmeldi. Nazik nazik esen rüzgâr, toprağı filizlendiren yumuşak dokunuşuyla, korunaklı yuvalarında saklanan çuha çiçeklerine olduğu kadar, benim küçük benliğime de can vermişti sanki. Gün ışığıyla yıkanan arazide koşup durdum, en azından bir günlüğüne de olsa derslerden muaftım, disiplin ve ıslah zincirlerinden kurtulmuştum. Bacaklarım kendi kendine koşuyordu resmen, o ara cılız ve tiz bir sesle ismimin haykırıldığını duydum ama durmak gibi bir düşüncem yoktu. Harold bağırıyor herhalde diye düşündüm, onun bacakları benimkilerden kısa olmasına rağmen bundan çok daha uzun koşulara dayanabiliyordu. Sonra tekrar seslenildiğini işittim, ses bu sefer çok daha cılız çıkmıştı, üstelik ortasında da iyice kısılmıştı. Charlotte’ın hüzün dolu yüzünü görünce hemen durdum.

Nefes nefese kalmıştı, kendini hemen yanımdaki çimenliğe bıraktı. İkimizin de konuşmak gibi bir arzusu yoktu, şu muhteşem sabahın ışıltısı ve ihtişamı bile başlı başına eksiksiz ve dolu dolu bir memnuniyet sebebiydi zaten.

“Harold nerede?” diye sordum biraz sonra.

“Ha, nerede olacak, her zamanki gibi çörekçilik oynuyor,” diyerek huysuz bir edayla cevap verdi Charlotte. “Bütün tatili çörekçilik oynayarak geçirmek istiyor herhalde!”

Gerçekten de tuhaf bir hevesti. Ancak kendi oyunlarını bulan ve onları tek başına oynayan Harold, yeni edindiği heveslere her daim böyle sıkı sıkıya sarılırdı, en azından bıkana kadar. Şimdilerde de çörekçi rolünü oynuyordu işte, sabah akşam demeden o yol senin bu yol benim arşınlar, merdivenleri inip çıkar, sessiz zilini çalar ve görünmez yolculara hayali çöreklerinden ikram ederdi. Kulağa çok saçma bir uğraş gibi geliyor, öte yandan bazı noktalar -bizzat inşa ettiğin dolu sokaklardan geçmek, uydurma bir zili çalmak, kendi ellerinle yaptığın hayali çörekleri yine kendi hayal gücünle yarattığın canlı kalabalıklara sunmak gibi uğraşlar- oyunu bir nebze ilginç kılıyor, bunu inkâr edemem. Yine de esen rüzgârın temizlediği şu ışıl ışıl sabahta yapılacak iş değildi bu.



“Edward nerede peki?” diye sordum bu sefer.

“O da yol üzerinden gelecekti,” dedi Charlotte. “Biz oraya vardığımızda çukura saklanmış olacak, sonra bir bozayıymışçasına üstümüze zıplayacak, ama bunu sana söylediğimi sakın ona çaktırma, çünkü şaşırmamız gerekiyor.”

“Merak etme,” dedim asil bir ifadeyle. “Öyleyse hadi gidip şaşıralım.” Buna rağmen, günlerin şahı olan şu günde bir bozayının bile kendini kaba ve hatalı görebileceğini düşünüyordum.

Evet, yola vardığımızda gerçekliğinden şüphe duyamayacağımız bir ayı cidden üstümüze atıldı. Birbirini takip eden çığlıklar, hırıltılar, tüfek atışları ve belgelenmemiş kahramanlıkların sonu gelmedi; ta ki iyice kabarttığı gövdesi ve çattığı kaşlarıyla gerçek bir bozayıyı andıran Edward, en sonunda yere yuvarlanıp ölmeye karar verene kadar. Bu hepimizce bilinen bir kuraldı, ayı rolünü üstlenen kişi en nihayetinde ölmeliydi. Kendisi en büyüğümüz olsa bile kurala uymalıydı, yoksa hayat baştan aşağı çekişmelerden ve kıyımdan ibaret olurdu, zor kazanılmış medeniyetimizin yerini ise vahşi hayat alırdı. Bu küçük eğlence hepimizin gülüşmesiyle sona erdi. Yeniden yola koyulduk, Harold’ın yanına uğrayıp onu da aramıza aldık, artık çöreklerini bir kenara bırakmıştı ve gerçek dünyaya geri dönmüştü.

“Söylesenize,” diye söze girdi Charlotte. Kafası her zaman o sıralarda okuduğu kitapta olurdu, en azından kitabı bitirip bir kenara koyana kadar. “Söylesenize, biri yolun bir tarafında, diğeri de diğer tarafında iki aslan gördünüz, ama serbestler mi yoksa zincire mi vurulmuşlar bilmiyorsunuz, ne yaparsınız?”

“Ne mi yapardım?” diye yiğitçe bağırdı Edward. “Ben… ben… ben…”

Böbürlenen haykırışları yavaşça dindi ve yerini bir mırıltıya bıraktı: “Ben… ne yapacağımı bilemezdim.”

“Hiçbir şey yapmamamız gerekir,” dedim biraz düşündükten sonra, daha akıllıca bir sonuca varmak gerçekten çok zor olurdu.

“Eğer mesele bir şeyler yapmaksa,” diye düşünceli düşünceli karşılık verdi Harold, “yapılacak şeyi önce aslanlar yapardı, öyle değil mi?”

“Ama eğer iyi aslanlarsa,” diye çıkıştı Charlotte, “o zaman kendilerine nasıl davranılırsa, öyle karşılık verirlerdi.”

“Peki ya iyi aslanla kötü aslanı nasıl ayırt edeceksin bakalım?” diye sordu Edward. “Bunu kitaplardan öğrenemezsin, hem aslanlar öyle farklı görünmezler.”

“Ne diyorsun, aslanların iyisi olmaz ki,” dedi aceleyle Harold.

“Nasıl olmaz? Var, hem de bir sürü var,” diye karşı çıktı Edward. “Hikâye kitaplarındaki aslanların neredeyse hepsi iyidir. Androcles’in aslanı var, Aziz Jerome’un aslanı var, sonra… sonra Aslan ve Tek Boynuzlu At var.”

“O aslan, tek boynuzlu atı yendi,” diye karşılık verdi Harold. “Hem de her yerde yendi.”

“Demek ki iyi bir aslanmış işte,” diye muzaffer bir edayla haykırdı Edward. “Ama asıl soru şu: Aslanları gördüğünüzde onların iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız?”

“Martha’ya sorarım,” diye cevap verdi Harold, hep böyle basit düşünürdü.

Edward küçümseyici bir kahkaha patlattı, sonra Charlotte’a döndü. “Şimdi, şu aslan oyununu oynayalım, neyse, ben şu köşeye gidip aslan olacağım. Daha doğrusu yol kenarlarına dikilmiş iki aslan olacağım, siz de bana doğru geleceksiniz, ama zincirlenip zincirlenmediğimi bilmeyeceksiniz, çok eğlenceli olacak!”

“Hayır, teşekkürler,” diye sertçe reddetti Charlotte. “Sana iyice yaklaşana kadar zincirlenmiş numarası yapacaksın, sonra zincirlerinden kurtulup beni paramparça edeceksin, elbisemin her yanı çamurlanacak, hatta belki canımı acıtacaksın. Senin aslanlarını çok iyi biliyoruz!”

“Hayır, yemin ederim öyle yapmayacağım,” diye itiraz etti Edward. “Bu sefer bambaşka, hayal edemeyeceğiniz türden bir aslan olacağım.” Hemen duracağı yere doğru koştu. Charlotte tereddüt etti, ama sonra çekinerek ilerlemeye başladı; attığı her adımda kendi benliğini bir kenara bırakıyor, içinde bulunduğu duruma uyum sağlayıp endişeli gezgin rolünü üstleniyordu. Onun gelişini gören aslanın öfkesi ise korkunç ölçüde arttı, kükreyişiyle gökyüzünü inletti, öyle ki gökyüzü bile korkmuştu. İkisi de iyice oyuna dalana kadar bekledim, ardından çiğnenmiş yolun kenarındaki çitin üstünden atlayıp boş çayırlıklara yöneldim. Aslında insanlardan uzak duran bir tip sayılmazdım, üstelik Edward’ın aslan tiplemelerinden de tamamen bıkmamıştım, ancak şu yüce sabahın albenisi ve içimde uyandırdığı tutku kanımı kaynatıyordu.

Toprak toprağa! İçime dokunan melodi, günün şen daveti böyle duyuluyordu. Suskunluğunu bir kenara bırakan neşeli doğa, her zerreyi sahiplenen ve harekete geçiren şarkısını avaz avaz söylerken, insani tartışmalar kulağa kuru gürültü gibi geliyordu, oyunlarımız ise yapay kalıyordu. Hava şarabı andırıyordu, ıslak toprak kokusu şarabı andırıyordu, tarlanın ucundaki mandıradan gelen esinti ve tarlakuşunun sesi şarabı andırıyordu, uzaklardaki bir trenin şiddetle nefes alıp verişi ve üflediği duman da şarabı andırıyordu; her şey ama her şey şarabı andırıyordu yahut bir şarkıyı, belki de bir kokuyu… Kimbilir, bunlar belki de hepsinin harmanlandığı bir birlikteliği andırıyordu. Bunu tanımlayacak kelimeleri bulamıyordum, farkında olduğum o dünyevi akışı tarif edemiyordum; o zamandan beri de doğru kelimeleri bulduğum söylenemez. Bir o yana bir bu yana, bağıra bağıra koşuşturdum. Topuklarımı büyük bir keyifle vıcık vıcık toprağa batırdım. Elimdeki sopayla su birikintilerine vurup etrafa minik elmaslar yağdırdım. Elime aldığım toprak parçalarını gökyüzüne doğru gelişigüzel savurdum, sonra nasıl olduysa kendimi şarkı söylerken buldum. Sözler saçma sapandı, anlamsızca mırıldanıyordum. Melodi de doğaçlamaydı, birden şiddetlenip sonra aniden dinen ahenksiz ve bitkin bir ezgiyi andırıyordu. Buna rağmen bana gerçek bir şarkı gibi gelmişti, ayrıca içinde bulunduğum o an için çok uygundu ve eksiksizdi. İnsanlar olsa şarkımı hor görüp küçümserlerdi; ancak her yanda aynı şarkıyı söyleyen doğa, melodimi bir an bile olsa tereddüt etmeden beğenip bağrına bastı.

Cana yakın rüzgâr, esip gürlediği ve ağaç dallarını salladığı yerden bana doğru, tıpkı bir dost gibi sesleniyordu. “İzin ver bugünlük kılavuzun olayım,” diyor gibiydi sanki. “Önceki tatillerde vurdumduymaz, yolundan hiç şaşmayan güneşin izinden dolaştın; karanlığa kalmış bir okul kaçkını gibi bitkin düşmüş ayaklarınla eve dönerken sana yalnızca soluk ve hissiz ay eşlik etti. Öyleyse bugün kılavuzun neden ben, şakacı ve ikiyüzlü olan ben olmayayım? Ben… köşe bucak esen ve uğuldayan, şiddetle eserken birdenbire dinen, ardından ayağa fırlayıp koşuşturan ben! Seni dansların en güzeline, en eşsizine kaldırabilirim; çünkü ben yanardönerlerin en güçlüsü, karışıklıkların efendisi, sorumsuzların ve kanunsuzların başıyım, hiçbir kurala tabi değilim.” Bana gelince, ben bana seslenen rüzgâra ayak uydurmaya dünden razıydım, sonuçta tüm gün tatildi, öyle değil mi? O yüzden tabiri caizse birlikte kol kola sapa yollara saptık, engel tanımayan kılavuzumun benim için seçtiği kesik dans rutinini müthiş bir itimatla takip ettim.

Onda uçarı bir dost buldum, benimle işi daha bitmemişti. Beni gizli saklı bir çitin önünde çıt çıkarmadan yüz yüze duran bir çift âşığın yanına götürüp bıraktığında şaka mı yapmıştı, yoksa kendince ciddi bir amacı mı vardı? Bu tür şeyleri zavallı bir aptallık olarak görürdüm. Çitin üstünden burunlarını birbirine sürten iki buzağının görüntüsü gayet doğaldı ve her zaman karşılaşılan bir manzaraydı; ama aynı şeyi çarpıcı ilgi ve her yanlarının hevesle eşlik etmesiyle gerçekleştiren o insanlar… Her neyse, hemen geçilecek bir şeydi, yüz kızartıcıydı ve geride bırakılması gerekiyordu. Gelgelelim bu sabah karşılaştığım her şeyin bir nedeni varmış ve hepsi havadaki o büyülü dokunuş tarafından ayarlanmış gibi görünüyordu; hatta gördüğüm o iki şapşalın yanından hiç aldırmadan geçtiğim sırada küçük görmek yerine onlara şefkat duyduğumu fark edince epey şaşırdım. Sanırım gerçekten de uyum rüzgârları esiyordu, öyle ki türlü soytarılıklar bile goncalarla, filizlerle ve şen şakrak havayla uyum sağlayabiliyordu.

Hevesli yol arkadaşımın sağ yanağıma üflemesiyle yepyeni bir yöne doğru koşturmaya başladım, çok geçmeden karaağaç çemberi içinde tek başına dikilen köy kilisesine vardım. Kilisenin penceresinden iki küçük bacak sarkıyordu, bacaklar yere basmak için deli oluyormuş gibi sallanıyorlardı, her hareketinde bir hırsızlık iması vardı ki saygısızlıktan bahsetmiyorum bile. Kilisenin destekçilerinin gözünde imansız bir manzaraydı. Her ne kadar gerisi saklı olsa da pencereden sarkan bacakları çok iyi tanıyordum. Bu bacaklar köyün emsalsiz yaramazı Bill Saunders’ın gövdesine yapışıktı. Bill’in ele geçirmek için can attığı ganimeti de tahmin etmek zor değildi. O ganimet kilise papazının bisküvi dükkânından geliyordu ve normalde (bildiğim kadarıyla) o çok meşhur tuzaklarıyla dolu büfesinde saklanıyordu.

Bir anlığına tereddütte kaldım, sonra yoluma devam ettim. Bill’in tarafını tuttuğumu söyleyemem, ama öte yandan papazın tarafını da tutmuyordum. Şu törelere aykırı sabahta öyle bir şeyler vardı ki, içimden bir ses o bisküvilerde papazın olduğu kadar Bill’in de hakkı olduğunu söylüyordu, üstelik onlardan daha çok keyif alacak kişinin Bill olduğu besbelliydi. Her neyse, tartışmaya açık bir meseleydi ve beni ilgilendirmiyordu. Beni dost bilen doğa, dünyevi bisküvileri kimin yediğini pek umursamıyordu, dost bellediği kişinin vaktini toplum polisliği yaparak harcamasına da izin vermeyeceği kesindi.

Israrcı kılavuzum beni yeni bir yöne itekliyordu. Onun tekrar canlanışıyla birlikte koşturmaya başlayınca bana gösterecek daha çok manzarası olduğuna emin oldum. Gerçekten de gösterdi. Gösterdiği her manzarada o kural tanımaz hava esiyordu. Masmavi okyanusu andıran gökyüzünde korsan bayraklarını anımsatan kara bir şahin süzülüyordu. Bu şahin büyük bir hızla çite doğru daldı, işte o anda hızla konduğu yerde iç parçalayan tiz ve keskin bir ciyaklama duyuldu.

Oraya vardığımda biraz önce gerçekleşen trajediyi anlatmak için geriye kalan tek şeyin çimenler üzerinde uzanan tüy saçakları olduğunu gördüm. Doğa buna rağmen gülümsemeye ve şarkı söylemeye devam ediyordu; acımıyordu, neşeliydi, tarafsızdı. Taraf tutmadığı için sarı kiraz kuşu için söylenebilecek her şey, şahin için de söylenebilirdi. İkisi de onun evladıydı, o yüzden ikisi arasında tercih yapmıyordu.

Ötedeki yolun karşı tarafında bir kirpi ölmüştü. Hatta başına ölmekten fazlası gelmişti, resmen çürümüştü. O kirpinin çok daha canlı günlerini bilen kişi için gerçekten üzücü bir manzaraydı. Doğa, en azından bu kez küçük evlatlarından biri olan o iğne gömleklinin ardından bir gözyaşı dökmek için durabilirdi; çocuğunun boşa giden amaçlarını, harcanan tutkularını, birdenbire sonu gelen yararlılığını yâd edebilirdi. Ama hiç de öyle olmadı. Her zamanki neşesiyle şarkısını söylemeye devam etti: “Yaşamda ölüm,” ve “Ölümde yaşam,” diye tutturmuştu. Etrafıma bakınca ve toprağı delen turpların koyunlar tarafından ısırıldığını, koyunların yüreklerinin dahi yendiği don günlerinin ise geride kaldığını görünce, doğanın o iddialı ilahisinde azıcık da olsa acımasız bir şeyler olduğunu fark ettim.

Görünmez yol arkadaşım da şarkı söylüyordu, üstelik bazen kendi kendine hafifçe kıkırdıyor gibiydi, hiç şüphesiz bana öğrettiği yeni tuhaf dersleri düşünüp gülüyordu. Belki de hâlâ yapacak şakaları vardı. Lakin en sonunda benim gibi dünyaya bağlı bir yoldaştan sıkıldı ve beni bildiğim bir noktada terk etti; sonra sindi, dindi ve hiçliğe doğru sinsice süründü. Gözlerimi kaldırdım, karşımda köyün eski günlerden kalma kırbaçlama direği yükseliyordu, çirkindi ve yosun tutmuştu. Yanları onun sessiz derslerini hakir gören bir neslin baş harfleriyle süslenmişti, ancak düzen ve kanunla alay etme cüretini gösteren o neslin atalarının bileklerinin bağlandığı kalın paslı prangalar da hâlâ yerindeydi. Sterne’in küçüklük hali olsaydım, karşımdaki manzara için içli bir şeyler yazabilirdim. Ancak her zamanki gibi yalnızca eve doğru koşturabildim, ahlaki kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve huzursuz bir vaziyette yola koyuldum, omzumun üstünden arkama doğru baktığımda gördüğüm manzara aslında gördüklerimden fazlasını içeriyordu.

Sonra kapımızın önünde Charlotte’ı buldum, yalnız başınaydı ve ağlıyordu. Anlaşılan Edward saklanması için onu ikna etmişti, ardından onu gerektiği gibi bulacak ve neşeyle üstüne atılacaktı; ancak bir süre sonra kasabın at arabasını görmüş, sorumluluklarını tamamen unutmuş ve arabanın arkasına atlamıştı. Harold ise kurbağa yavrularının peşindeydi, onları ele geçirmeye yönelik duyduğu müthiş arzu yüzünden gölün içine düşmüştü. Bunlar çok da önemli değildi; ancak arka kapıdan gizlice girmeyi denerken sakarlığı başına iş açmıştı ve teyzesine yakalanmıştı, nihayetinde de doğruca yatağa gönderilmişti. İşte bunlar bir tatil günü için çok fazlaydı. Kırbaçlama direğinden aldığım ders kendi kendine anlam kazanmaya başlamıştı; eve vardığımda hiç aklıma bile getirmediğim bir şey yüzünden suçlanınca şaşırmadım bile. İşte öyle bir düşünce halindeydim, öyle ki içimden keşke o şeyi yapsaydım diye geçirdim.

1.Bu Latince cümle, Nicolas Poussin’in bir tablosunun adıdır. “Arkadya’da bile varım,” şeklinde Türkçeleştirilebilecek bu cümlede konuşanın “ölüm” olduğu, Arkadya’nın ise ütopik bir yer olduğu tahmin edilmektedir. Ölümün kaçınılmazlığını işaret ettiği düşünülmektedir. (e.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
19 s. 32 illüstrasyon
ISBN:
978-605-7605-92-4
Telif hakkı:
Maya Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu