Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Altın çağ», sayfa 2

Yazı tipi:

SUÇSUZ BULUNAN AMCA

Amcalarımızdan bir diğerinin kasabadan gelerek karakterini ve niteliklerini (elbette farkında olmadan) bizim titiz değerlendirmemize sunacağı zaman küçük yaşamlarımızdaki epey olaylı günlerden biri yaşandı. Daha önce başka amcaları da değerlendirmeye almıştık, ama ne yazık ki hepsinin bir dolu eksiği vardı! Örnek vermek gerekirse Thomas Amca bizi daha en baştan hayal kırıklığına uğratmıştı. Kötücül bir mizaca sahip olduğundan ya da davranışları edepli bir topluluğa uyum sağlayamadığından değil; çocukların varlık sebebini saçma yetişkin şakalarına -yahut kahkahalar veya gülüşlerden anlaşıldığı kadarıyla şaka olsun diye yapılan şeylere- gülmekten ibaret sanan yerleşik inancı yüzünden başarısızlığa uğramıştı. Neyse, çok adilce yargılanması için elimizden geleni yapıyorduk; o yüzden kahvaltı ve ders aralarında takım ambarına gelip tüm şakalarını aramızda tartıştık ve ele aldık, hepsini teker teker, sakince, eleştirel bir tavırla ve tarafsızca tarttık. Durum hiç iyi değildi; yaptığı şakaların tadı tuzu yoktu. Thomas Amca’yı kurtarabilecek tek şey hakiki bir mizah yeteneğiydi, çünkü o olmadan bir hiç gibi duruyordu, neticede fermanına istemeden de olsa “ümitsiz bir taklitçi” yazıldı.

George Amca en genç olanlarıydı ve çok daha ümit vericiydi. Bize tesisin etrafında neşeyle eşlik etti. Hatta ineklerin her biriyle tek tek tanışmayı ve domuz dostluğunun sağ eli olmayı bile kabul etti; üstelik günün birinde kasabadan bir çift pembe gözlü Himalaya tavşanının ansızın çıkıp gelebileceğini dahi ima etti. Tam Gine domuzu yahut dağgelinciklerinin esaslı nitelikleri üzerine gelişigüzel yorumlar yapıp köyümüzün verimli topraklarında çoğalıp çoğalamayacaklarını tartışıyorduk ki dadımız çıkageldi. O sırada George Amca’nın tavırları baştan aşağı ve rezil biçimde değişti. Bizim konuştuğumuz mantıklı konulara olan ilgisi, tıpkı bir pınarın yavaş yavaş kuruması gibi, azalmaya ve kaybolmaya başladı. Bayan Smedley’nin görünüşteki amacı Selina’yı günlük yürüyüşüne çıkarmaktı, ancak Selina’nın tüm sabahı bekçinin oğlu ve benimle birlikte laklak ederek geçirdiğine yemin edebilirim. Bu sırada Bayan Smedley birileriyle yürüdü evet, ama yürüdüğü kişi George Amca’dan başkası değildi.

Davranışı ne kadar rezil olursa olsun, mahkememiz onu hemen suçlu bulmadı. İşlediği kusur tüm yönleriyle ele alındı, maalesef en nihayetinde bu amcanın da ucuz dostluğa karşı düşkünlük gibi doğuştan gelen bir defosu olduğu belliydi. Bayan Smedley’yi çok iyi tanıyorduk; doğru düzgün bir başarısının ya da cazibesinin olmadığını, vasıfsız, hatta yaratılışı itibarıyla domuz gibi bir mayaya ve mizaca sahip olduğunu bilmiyor muyduk sanki? Doğru, İngiliz krallarının tarihini ezbere biliyordu, ama böylesi bir bilgi orduda görev yapmış ve yararlı bilgi ihtiyacını çoktan geride bırakmış George Amca’nın ne işine yarayacaktı ki?

Öte yandan bizim yaylarımız ve oklarımız onun emrine amadeydi, bir askerin böyle bir seçimde en ufak bir tereddüde bile düşmemesi gerekiyordu. Ama hayır, George Amca çaptan düşmüştü, sonuçta oybirliğiyle lanetlendi. Himalaya tavşanlarının gelmeyişi de tabutuna çakılan son çivi oldu. Kısacası amca meselesi gitgide yavan ve cansız bir pazarı andırmaya başlamıştı, üstelik ticarete rağbet de çok azdı. Buna rağmen Hindistan’dan yeni dönen William Amca’nın da diğerleri gibi adil bir yargılama sürecinden geçmesi gerektiğine karar verdik, özellikle de muhteşem doğuyu haracına bağlamış birinin sahip olabileceği fantastik nitelikleri düşündüğümüz zaman.

Geçitteki bir didişme sırasında Selina kavalkemiklerimi tekmeledi; işte öyle deli bir kızdı! Bir elimle acıyan bacağımı ovuştururken geri gönderdiğimiz amcanın gönülsüzce de olsa yeni geleni selamladığını gördüm. Kırmızı yanaklı, şüphe götürmez biçimde gergin, yaşlı bir adamdı, kirli ellerimizi teker teker sıktı, tuhaf bir samimiyet duygusuyla elma gibi kızardı. “Eh, nasılsınız bakalım?” diye sordu. “Beni gördüğünüze sevindiniz mi çocuklar?” Bu denli kısa bir sürede onun hakkında adil bir izlenim edinemeyeceğimiz için sessizce birbirimize bakmakla yetindik, elbette böyle yapmakla içinde bulunduğumuz ortamdaki gerginliği pek azalttığımız söylenemez. Gerçekten de onun bizimle kaldığı süre boyunca o gerginlik bulutu hiç kalkmadı. Daha sonra konuştuğumuzda içimizden bazıları onun zamanın birinde son derece korkunç bir suç işlemiş olması gerektiğini öne sürdü, ama ben ne kadar mutsuz görünse de o adamın herhangi bir suça bulaştığını düşünmüyordum. Üstelik bir iki kere belirgin bir şefkatle bize doğru baktığına dahi şahit olmuştum, ancak bize baktığı fark edilince yüzü kızarmıştı ve başını öteye çevirmişti.

Nihayet o iç karartıcı atmosfer ortadan kalktığında ümidimiz kesilmiş bir vaziyette patates kilerinde buluştuk. Hepimiz hazır bulunuyorduk, yalnızca akrabamızı istasyona götürmesi söylenen Harold eksikti. Hepimiz birbirimizin hislerini paylaşıyorduk, William gibi birinin nihai amca olmasına izin veremezdik. Selina hiç sakınmadan onu bir canavar olarak tanımladı, bize yarım günlük bir tatil bile vermediğine işaret etti. Maalesef ona hüküm giydirmekten başka çaremiz yok gibi görünüyordu. Tam son hükmümüzü veriyorduk ki Harold çıkageldi. Kırmızı yüzü, yuvarlak gözleri ve tuhaf tavırlarıyla berbat bir kötülüğün habercisi gibi gelmişti. Oracıkta sessizce dikiliyordu, sonra ellerini pantolonunun cebinden yavaş yavaş çıkarmaya başladı, kirli avuçlarından birini açıp bize doğru uzattı. İki, dört, altı, sekiz, on şilin! Donakalmış öylece bakıyorduk, kendimizden geçmiştik, nefessiz kalmıştık, resmen dilimiz tutulmuştu. Daha önce hiçbirimiz bu kadar çok parayı bir arada görmemiştik. Harold hemen olanları anlattı.


“Bizim akrabayı istasyona götürdüm,” diye başladı. “Oraya doğru yürürken ona istasyon bekçisinin ailesinden falan bahsettim, kapıcıyı hizmetçimizi öperken gördüğümü anlattım, sonra onun çok cana yakın, alçakgönüllü, iyi huylu biri olduğunu ve düşündüğüm her şeyle ilgilendiğini söyledim. Ama anlattıklarımı dinliyor gibi görünmüyordu, onun yerine sigarasını tüttüre tüttüre yürüyordu, üstelik bir ara, emin değilim, ama sanırım şöyle dedi: ‘Oh, şükürler olsun ki bitti!’ Neyse, istasyona vardığımızda birdenbire durup ‘Dur bakalım!’ dedi. Ardından bunları gizlice elime sıkıştırdı. ‘Beni iyi dinle çocuk! Bunlar sen ve arkadaşların için. İstediğiniz şeyi alın, isterseniz koca bir ziyafet çekin, ama yaşlı insanlara söylemeyin, tamam mı? Şimdi doğru eve, hadi bakalım!’ diye öğüt verdi. Ben de doğruca buraya geldim.”

Toplantımıza ciddi bir sessizlik çöktü, o sessizliği kıran küçük Charlotte oldu. “Hiç ama hiç aklıma gelmezdi,” diye dalgın dalgın yorum yaptı. “Dünyada bu kadar iyi insanlar olduğunu bilmiyordum. Umarım bu gece ölür, böylece doğrudan cennete gidebilir!” Bu sırada Selina pişmanlıktan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, teselli fayda etmiyordu; çünkü aceleci davranıp o kar beyazından temiz bir ruha sahip insanı canavar olmakla suçlamıştı.

“Size ne yapacağımızı söyleyeyim,” dedi Edward; takımımızın beyni, her zamanki gibi öne çıkmıştı. “Alacalı domuzun henüz bir adı yok, onun adını verelim. Böylece hatamız dolayısıyla üzgün olduğumuzu göstermiş oluruz!”

“Ben… ben sabah o domuza bir isim verdim zaten,” diye suçluluk duygusuyla itiraf etti Harold. “Ona vaizin adını verdim hatta. Çok özür dilerim, ama siz erkenden yatağa gönderilince o gelip benimle oyun oynadı, o yüzden mecburmuşum gibi hissettim!”

“İyi ama o sayılmaz ki,” diye aceleyle çıkıştı Edward. “Çünkü hepimiz orada değildik. O ismi geri çekeriz, yerine William Amca adını koyarız. Vaizin adını da diğer yavrulara saklarsın!”

Karar hepimiz tarafından kabul edildi ve senato kararın ardından mutfak başkanlığının yolunu tuttu.


KARGAŞA VE SEFER

“Hadi bakalım,” diye lafa girdi Harold. “Şövalyeler ve yuvarlak kafalar oyununu oynayalım. Sen bu sefer yuvarlak kafalardan biri ol!”

“Olmaz,” diye uyuşukça cevap verdim. “Onu daha dün oynadık ya. Ayrıca bu sefer yuvarlak kafa olma sırası bende değil.” Doğrusu epey tembel hissediyordum ve savaş çağrısı bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkmıştı. En küçük üçlü olarak bostanda boylu boyunca uzanıyorduk. Güneş yakıcıydı, aylardan sıcak mı sıcak haziran ayıydı, ıslak çimenlerden fışkıran düğünçiçeklerinin bu kadar bol olduğu başka bir mevsim hatırlayamıyordum. Güne hâkim olan ton yeşil ve altın rengiydi. Oraya buraya koşuşturmayı ve terlemeyi içeren gürültülü rol yapma oyunları yerine, baştan aşağı yeşil ve altın rengiyle donatılmış hayali ve mayışmış bir dünyada, yeşil ve altın rengi kıyafetler giymiş soylular olarak uzanıp dinlenme rolü yapmak çok daha iyi olur diye düşünüyordum. Gelgelelim inatçı Harold bunu kabul etmezdi.

“Peki öyleyse,” diye yeni baştan başladı. “Öyleyse Yuvarlak Masa Şövalyeleri oyununu oynayalım,” dedi ve hızla “Lancelot ben olacağım!” diye devam etti.

“Lancelot ben olmazsam oynamam,” dedim. Ama ciddi değildim, şövalyeleri oynadığımız oyun hep bu şekilde bir inatlaşmayla başlardı, resmen gelenek olmuştu.

“Yapma, lütfen,” diye yalvardı Harold. “Edward buradayken Lancelot olma şansımın olmadığını sen de biliyorsun. Kaç haftadır Lancelot olamadım!”

İncelik gösterip isteğine boyun eğdim. “Pekâlâ, o zaman Tristan olurum.”

“Hayır hayır, onu da olamazsın,” diye yine bağırdı Harold. “Charlotte her defasında Tristan oluyor. Tristan olmasına izin verilmezse oynamıyor. Bu seferlik başka biri ol.”

Charlotte hiçbir şey söylemedi, hızlı hızlı soluyor ve doğruca önüne bakıyordu. Eşsiz avcı ve arpçı onun en özel fantastik kahramanıydı, o rolün başkasının beceriksiz ellerinde yitip gitmesini izlemektense mutsuz bir vaziyette havasız dersliğe dönmeyi bile göze alırdı.

“İyi madem,” dedim. “Herhangi biri olurum, Sör Kay olayım bari. Hadi öyleyse!”

Hikâye bir kez daha başladı ve zırh kuşanmış şövalyeler tekrar yola çıktı, hiç uygun giyinmemiş olsak da ağaçlıkları aşıp macera peşinde koştuk. On beş kişilik haydut grubu yenilip inlerine geri kaçtı. Bir kez daha genç kızlar kurtarıldı, ejderlerin karnı deşildi, bostanlığın her yanını mesken bellemiş devlerin gövdeleri ve çok sayıdaki başları birbirinden ayrıldı. Bu sırada Sarazen Palamides bizi kuyunun yanında bekliyordu, Sör Breuse Saunce Pite ise korkulu rüyası ve en büyük düşmanı olan o yetenekli mızrakçıyı görür görmez namertlik edip kaçmıştı. Camelot sınırları içindeki turnuva alanı bir kez daha süslendi, herkes neşeyle gülümsüyordu, ipek ve altınların ışıltısı göz kamaştırıyordu. Toprak, atların gümbürtüsüyle titredi; davullar hiddetle çalındı ve gökkubbe miğferlere vurulan kılıçların şangırtısıyla inledi. Ne getireceği belli olmayan gün bizi bir oraya bir buraya götürdü. En sonunda aman bilmez yüce Lancelot, savunma saflarını yarıp Sör Tristan’ı atından indirdi (epey kolay olmuştu) ve üstüne sıçradı, kaçınılmaz sonun geldiğini söylüyordu. Kernevek2 Şövalye Tristan o zor kazandığı şanı unutup yürek parçalayan bir tonla bağırdı: “Canımı yakıyorsun, bıraksana! Şimdi elbisemi yırtacaksın bak!” Bunun üzerine Sör Kay olaya müdahil olmak için öne atıldı, ama elma ağaçlarının ardında gördüğü manzara karşısında birdenbire durdu, çok uzaklarda kıpkırmızı bir ışıltı parıldıyordu. O esnada konuşmalar ve gülüşmelerle karışan at sesleri de kulaklarımıza gelmeye başlamıştı.

“O nedir?” diye sordu Tristan, doğrulup üstünü silkeledi. Bu sırada Lancelot ata binmeyi ve savaşmayı bir kenara bırakmıştı, doğruca çitin yanına doğru koştu.

Bir süre daha hareket etmeden durdum, sonra haykırdım. “Askerler geliyor!” Ben de çite doğru koştum, Charlotte da üstünü başını düzeltip arkamızdan geldi.

Yolun aşağısından ikişer ikişer geldiler, rahat vaziyette yürüyorlardı. Al renkleriyle göz alıyorlardı, koşum takımları şıngırdıyor, eyerleri tatlı tatlı gıcırdıyordu. Bu sırada toz bulutu içindeki askerler tıpkı birer kahraman gibi pipolarını tüttürüyorlardı. Birlikler baş döndüren bir görkemle, şıngırtıları ve tıkırtılarıyla ilerliyorlardı; biz ise bir yandan bağırıyor, bir yandan onlara el sallıyor, tüm gücümüzle havaya sıçrıyorduk. Neşeli atlılar selamımıza karşılık vererek bizi onurlandırdılar. Önümüzden geçip uzaklaşmaya başlamışlardı ki çiti aştık ve peşlerine takıldık. Günlük yaşamımızda askerleri çok sık göremiyorduk ne de olsa. Geçen kıştan beri böylesini görmemiştik yani, o zaman da bir öğle vakti, ekinsiz toprağın ve koruluğun donmasıyla birlikte ortaya çıkan çıplak ve tek renkli görüntünün ortasında, birdenbire boğuk çığlıklarıyla çitleri aşan tazılar görülmüştü. Hemen bir dakika sonrasında otlağın her yanı pat pat eden toynakların yankısı ve parıltılı kırmızılar içindeki askerlerle dolmuştu. Ama bu seferki daha iyiydi, çünkü belli ki bir çarpışma yaşanacak ve kan dökülecekti.



“Savaş mı olacak?” diye nefes nefese sordu Harold, heyecandan yerinde duramıyordu.

“Tabii ki,” diye cevap verdim. “Tam zamanında görmüşüz onları. Hadi gelin!”

Belki de işin aslını düşünmem gerekiyordu; lakin hayatımızın çoğunu birlikte geçirdiğimiz domuzlar ve kümes hayvanları, bize denizlerle çevrili şu diyarın üstüne sonradan çöken barışla alakalı pek bilgi veremiyorlardı. Son zamanlarda derslerimiz Güller Savaşı hakkındaki gerçekleri öğrenmekle geçiyordu, ayrıca taşralı efsanecilerin anlattığına göre bir zamanlar köylerindeki mahallelerden çıkan şövalyeler tam olarak bu hatları arşınlamamış mıydı? Karşımızda duranlar da askerdi işte, peki eğer vazifeleri savaşmak değilse, burada ne işleri vardı? Savaş neşesini yaşamak umuduyla askerlerin peşinde yürümeye devam ediyorduk.

“Edward o korkunç zorluktaki Latinceyi çalıştığı için epey üzülecek, değil mi?” diye iç çekti Harold.

Latince gerçekten de çok zor görünüyordu. Savaşa en düşkün olanımız Edward o sırada dört duvar içinde sıkıla sıkıla fiil ezberlemekle meşguldü. Kırmızı paltolar karşısında her daim heyecanlanan Selina ise Almanların hoyrat diliyle uğraşıyordu. “Yaş beraberinde bazı cezaları getiriyor işte,” diye yorum yaptım.

Birliklerin köyden hiç zarar görmeden geçmesi bizi büyük hayal kırıklığına uğrattı. Arkadaşlarıma her kulübenin içinin askerlerle dolu olduğunu ve sonuna kadar savunulacağını söylemiştim. Ama askerler hiçbir engelle karşılaşmadılar, hatta umursamaz tavırlarla yürüyorlardı ve sanki en ufak bir önlem almak isteyen kişiyi ayıplıyorlardı.

Son kulübeye varınca aklım başıma gelmişti, Charlotte’a döndüm, ona derhal geri dönmesini emrettim.

Küçük kız kardeşim sözümü dinlemiş ama çok üzülmüştü, isteksizce eve doğru ayak sürmeye başladı; o gün yiğit askerlerin birbirini katlettiğini göremeyeceği için düş kırıklığına uğramıştı. Harold ve ben yürümeye devam ettik, bir an önce etrafımızı çevreleyen çitlerin paramparça olmasını ve her yanı kurşuni ölümün kaplamasını bekliyorduk.

“Kızılderililer mi?” diye sordu yoldaşım, askerlerin karşılaşacağı düşmanı kastediyordu. “Yuvarlak kafalılar mı yoksa; kimle savaşacaklar?”

Düşündüm. Harold daima açık ve anlaşılır cevaplar isterdi, kararsız varsayımlardan hoşlanmazdı.

“Kızılderililer değildir,” diye cevap verdim en sonunda. “Yuvarlak kafalılar da değildir. Yuvarlak kafalılar uzun zamandır etrafta görünmüyorlar. Fransızlarla karşılaşacaklardır.”

Harold’ın yüzü düştü. “İyi madem,” dedi. “Fransızlar da olur, ama umarım Kızılderililerdir.”

“Kızılderililer olursa ben geri dönerim,” diye karşılık verdim. “Çünkü onların eline esir düşersen, önce kafa derini yüzerler, sonra seni bir kazığa bağlayıp yakarlar. Fransızlar o tarz şeyler yapmıyorlar.”

“Emin misin?” diye kuşkuyla sordu Harold.

“Elbette,” diye cevapladım. “Fransızlara esir düşersen seni Bastille adını verdikleri bir hapishaneye kapatırlar. Sonra sana bir somun ekmeğin içine saklanmış demir törpüsü gönderilir. Demir parmaklıkları kesersin, aşağı doğru bir ip sarkıtıp kaçarsın, peşinden ateş ederler ama vuramazlar. Ardından olanca hızınla deniz kıyısına doğru koşarsın, en sonunda da bir İngiliz gemisine kadar yüzer ve kurtulursun, işte bu kadar!”

Harold tekrar canlandı. Plan epey hoşuna gitmişti.

“Eğer bizi esir almaya çalışırlarsa kaçmayız, değil mi? Yoksa kaçar mıyız?” diye sordu.

Bu sırada korkak düşman bir türlü ortaya çıkmıyordu. Bizim köyümüzün sınırları dışındaki yabancı bir taşraya varmak üzereydik, burası hiç de medeni bir yere benzemiyordu, gece çöktüğünde aslanların cirit atacağı yerlerden birini andırıyordu. Benim dalağım şişmişti, Harold’ın da çorapları bileklerine kadar inmişti. Fransızların herkesçe bilinen cesaretine dair iç karartıcı bazı şüpheler duymaya başlamıştım ki askerlerin kumandanı seslendi, askerler safları sıklaştırdılar ve hızla koşmaya başladılar, zaten bir hayli önümüzde olan birlik biraz sonra gözden kayboldu. İçime bir ağırlık çöktü, muhtemelen kandırıldığımızdan şüpheleniyordum.

“Hücuma mı kalkıyorlar?” diye bağırdı Harold, epey yorulmuştu ama hevesle öne atıldı.

“Sanmıyorum,” diye kuşkuyla cevap verdim. “Hücuma kalkacakları zaman kumandan konuşma yapar, sonra askerler kılıçlarını çekerler, trompetler üflenir ve… Ama neyse, gel kısa yoldan gidelim. Belki onlara yetişebiliriz.”

Böylece tarlaların arasından geçip başka bir yola çıktık, o yolu da geçtik, ardından daha fazla tarlayı aştık, nefes nefese kalmıştık, moralimiz bozuktu, ama yine de en iyisini ümit ediyorduk. Güneş battı, yağmur hafifçe çiselemeye başladı. Üstümüz başımız çamur oldu, nefesimiz kesildi, yorgunluktan neredeyse düşüp bayılacaktık. Ama sendeleye sendeleye yürümeye devam ettik, en sonunda daha önce gördüğüm yolların hiçbirine zerre kadar benzemeyen bir yola vardık. Uzayıp giden yolda herhangi bir yön işareti ya da yol gösteren tabelalardan yoktu. İçinde bulunduğumuz durumu daha fazla inkâr etmeye gerek de yoktu. Maalesef kaybolmuştuk. Yağmur çiselemeye devam ediyordu, karanlık çökmeye başlamıştı. Delikanlıların ağlamak için geçerli sebeplerinin olduğu bazı anlar vardır, eğer Harold yanımda olmasaydı oracıkta ağlardım. O dürüst çocuk, kendinden yaşça büyük abisine sonsuz itimat göstermişti. Haline bakılırsa yanımdayken etrafı süngü tutan askerlerce çevrelenmiş kadar güvende hissettiği anlaşılıyordu. Ama o meşhur sorularını sormaya başlar diye ödüm kopuyordu.

Tepkisiz doğaya boş gözlerle baktığım sırada bir at arabasının yakınlardan gelen sesi canıma can kattı sanki. Yaklaşan arabanın bizim tanıdık yaşlı doktorun arabası olduğunu fark ettiğimdeyse az kalsın mutluluktan bayılacaktım. Tanrı bir şekilde vücut buluyor mu bilmiyorum, ama cennet tarafından gönderilen o dostun bizi tanıyıp durması ve neşeyle arabadan inip selam vermesi resmen bir mucizeye işaret ediyordu. Harold hemen yanına koştu. “Orada mıydın yoksa?” diye bağırdı. “Çetin bir savaş mıydı? Kim yendi? Çok fazla asker öldü mü?”

Doktor afallamış görünüyordu. Vaziyeti kısaca açıkladım.

“Anlıyorum,” dedi, ciddi ciddi bakıyordu, dudaklarını bir o tarafa, bir öbür tarafa büzüyordu. “Pekâlâ, doğrusunu isterseniz, bugün savaş falan olmayacak. Havadaki değişiklik sebebiyle başka bir zamana ertelendi. Savaşın yeni tarihini yakında size haber verirler. Şimdi, atlayın da sizi eve götüreyim. Az oyuncu değilsiniz ha keratalar! Sizi casus diye yakalayıp vursalardı ne yapacaktınız bakalım!”

O büyük tehlike hiç aklımıza bile gelmemişti. O düşüncenin gerilimi, eve doğru yol alırken üstüne tünediğimiz yastıkların yuvayı hatırlatan hoş hissini daha da değerli kılmıştı. Doktor savaş çadırında görev yaparken başından geçen kanlı olayları anlatarak yolculuk boyunca bizi eğlendirdi, anlaşılan o ki yeryüzünün her köşesinde savaşa katılmıştı. Her güzel şeyin katili olan zaman, çok vakit sonra, o anlattığı şeylerin gerçek olmadığını öğretti bizlere; ama ne olmuş yani? Hakikatten daha yüce şeyler vardır. Evimizin kapısına vardığımız vakit savaşın ertelenmesini az da olsa kabullenebilmiştik.

PRENSESİN PEŞİNDE

Ogün, diş fırçası kullanmaya terfi ettirilmiştim. Kız çocuklarına yaşlarına bakılmaksızın çok daha önceden diş fırçası kullanma izni veriliyordu. Biz erkekler olarak bunun sebebini bir türlü anlayamadık. Ancak bize göre bu uygulama, muhtemelen fiziksel ve (dedikoduya olan düşkünlüklerinin de gösterdiği gibi) zihinsel açıdan daha aşağı derecede oldukları için onlara sürekli iltimas geçilmesiyle bağlantılıydı. Bu tuhaf diş fırçalama aletleri için yanıp tutuştuğumuz falan da yoktu. Öyle ki Edward kendisininkini sincap kafeslerini fırçalamak için kullanıyordu, dişlerini fırçalayacağı zamanlardaysa, yani büyüklerimizden biri sert sert baktığında ya Harold’ın fırçasını ya da benim fırçamı ödünç alırdı, üstelik buna hiç aldırış etmezdi. Öte yandan diş fırçası kullanma terfisinin kendi içinde barındırdığı şeref bizim için ayrı bir meseleydi. Gerçekten de terfi edecek daha üstün ne olabilirdi ki, tabii çok uzun zaman sonra kullanmaya başlayacağımız jilet ve usturadan başka?

Belki terfiyle gelen heyecan yüzünden, belki de doğa ve muhteşem sabahın bir araya gelip beni asiliğe teşvik etmesi yüzünden, kahvaltımı yaptıktan ve geçen pazar gününde elime yüzüme bulaştırdığım duayı alnımın akıyla okuduktan sonra (herhangi bir kafiyesi ya da melodisi yoktu, pek güzel bir dua değildi yani), içimdeki küçük doğa adamının kanı kaynamaya başladı. En nihayetinde çelimsiz bir arabacıymışçasına ahırların önünü arşınlarken ve kendi kendime söylenirken “Derslerin cehennemin dibine kadar yolu var!” diyerek kestirip attım. Hem o sabah yalnızca coğrafya vardı; alan çalışmasının kendisi teorilerle dolu sayısız kitabın verebileceği derse eşdeğerdi. Ben seyahate çıkmayı kafaya koymuştum bir kere, o yüzden capcanlı ve renkli dış dünyayı keşfettiğim sırada ithalat ve ihracatlar, nüfuslar ve başkentler bekleyebilirdi.

Doğru, yanıma benim gibi asi bir dost gerekiyordu. Her zaman olduğu gibi Harold kesinlikle bana katılabilirdi. Fakat kendisi o sıralar epey gururluydu. Önceki hafta cezaya kalmıştı ve yeni bir cezayla onurlandırılmıştı, çünkü küçük bir süngerle Charlotte’ın oyuncak bebeklerinin yüzünü yıkamıştık, böylece en büyük korkusu salgın hastalıklar olan küçük kızı dehşete düşüren zararlı bir salgın görüntüsü yaratmıştık. Cezaya tam olarak nerede kalındığını kimse bilmiyor; ancak ceza konusu hepimizin boyunu aşan bir meseleydi, o yüzden böbürlenme ve genel anlamda hava atma aracı olarak görülüyordu. Kısacası yeni cezasını ve zincirlerini kucaklayan Harold şimdilik bana katılamazdı. Bu tarz bir iş için kızlara gitmek de olmazdı, çünkü gerekli azimden yoksunlardı ve tesis edilmiş otoriteyi küçük görüyorlardı. O yüzden çiti tek başıma, yalnız bir asi olarak aştım, medeni dünyanın geri kalanının derslerle boğuştuğu sırada patikaya doğru yola koyuldum.

Manzara her zamanki manzaraydı, ama her nasılsa bu sabah bambaşka görünüyordu. Cüretkâr gösteri, sahneyi yeni ve yabancı tonlarla boyuyordu; dahası, bireyi karın boşluğunun hemen altına vuran çürük bir hisle etkiliyordu. Öyle ki kahramanımızın kafası ne zaman o mürekkep lekeli ve pis kokulu dersliğe gitse, hissettiği o duygu daha da şiddetleniyordu. Bu gerçekten ben miydim? Yoksa biraz önce bahsettiğim derslikte düşüncelere dalmıştım da güler yüzlü gün ışığı altında maceradan maceraya atılan başka bir genç asiyi mi düşlüyordum? Her neyse, dostane kuyu her zamanki yerindeydi işte, patikanın azıcık ilerisinde beni bekliyordu. Yöre halkı omuzlarına astıkları çiğindirikle birlikte tıngırdayan kovalarını suyla doldurmak için buraya gelirlerdi, kovalardan damlayan sularla patikanın toprağı birleşince çamurdan solucanlar oluşurdu. Her iki kovanın içinde de çapraz tahtalar olurdu, kovadaki suyun üstünde yüzen bu tahta (bize söylendiğine göre) suyun dökülmesini engelliyordu. Bu tuhaf prensibin nasıl bir sihir sayesinde işlediğini, o çapraz tahtaları kimin keşfettiğini ve o keşfi sayesinde asilzade olup olamadığını merak ederdik hep. O su kuyusunu gerçekten bir dolu gizem çevreliyordu. Yakınlarda bir yerlerde eşekarısı yuvası vardı ve yalnızca bunu düşünmek bile yüreğimize korku salıyordu. Arıları gayet iyi tanıyor ve onları küçük görüyorduk, hatta kovanlarına çomak sokuyorduk. Öte yandan turuncuya bürünmüş o koca yaratıklar, üç kere sokmaları halinde bir atı bile öldürebilirdi. Yani bambaşka bir türlerdi, uyarı niteliğindeki vızıldamaları duyulur duyulmaz ihtiyatlı olmak ve geri çekilmek gerekiyordu. Ama bu kez etrafa hâkim olan durgunluğu ne köylüler ne de eşekarıları bozuyordu; görünüşe göre o vakitte tüm doğa ders görmekle meşguldü. Neyse, kuyudaki suyla azıcık oynadıktan sonra (hangi çocuk birazcık su görüp de oynamadan durabilmiştir ki?) eşekarılarının meskeninden sakına sakına çiti aştım ve kendimi koruluğun sessizliğine vurdum.

Patika ıssızdı, evet, ancak burası ıssızlığın resmen vücut bulmuş haliydi. Burada gizemin kendisi kol geziyor, sinsice saklanıyordu. Burada dikenlikler insanı yakalıyor ve kendi amaçları için esir tutuyordu, fidanlar ise yüzünü adeta insani bir garezle kamçılıyordu. Koruluk kocamandı, patikadan bakan gözler buranın o denli büyük olduğunu asla tahmin edemezdi. Ağaçlar nihayet aralandığında ve karşıma gün ışığına doğru akan bir derecik çıktığında epey sevindim. Bu neşeli yoldaşın yanı başında ilerlemeye başladım, düşüncelerimde yalnızca ama yalnızca doğa vardı, nasıl da her şeyi düşünüp etrafı su fareleri için uygun boyuttaki taşlarla donatmıştı. Sonra sandalların ve filikaların vazgeçilmez hizmetçisi akıntılar, girintili çıkıntılı koylar ve körfezler, korsanlar ve gizli hazinelerin saklanabileceği mağaralar vardı. Bilge tabiat ana hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Bir süre sonra, tam olarak ne kadar olduğunu bilmiyorum, yoluma devam ediyordum ki akıntının sonuna geldim. Derecik yaklaşık iki metrelik dayanıklı bir tel örgüyle çevrelenmişti, ötedeki manzarayı görmemi engelleyen kalın mı kalın bir set ise hafif bir yay çizerek kıyının bir tarafından öbür tarafına kadar uzanıyordu.

Olayın heyecanı gitgide nefes kesici bir hal almaya başlamıştı. Yakınlarda siyah bir korsan bayrağı dalgalandığına şüphe yoktu. Karşımda gördüğüm şey, besbelli ki korsanların inlerini bombalamak üzere akıntıya indirdiğimiz silahlı sandalları bozguna uğratmak için tasarlanmış habis bir korsan icadıydı. Silahlı sandallar gerçekten de bocalayabilirdi, tel örgü o kadar sağlam duruyordu, set o kadar iyi çekilmişti; ama suyun hemen kıyısında bir tavşanın geçebileceği kadar bir açıklık buldum. Tavşanın geçebileceği delikten küçük bir çocuk da geçebilirdi elbette, tabii iki büklüm olup tek bacağını da suyun içine daldırması gerekirdi. Öyle de oldu. Nihayet içeri girdim, güvendeydim, ama karşımdaki manzara resmen nefesimi kesmişti.

Dikenlerle dolu metruk arazi arkamda kalmıştı, ormanlığın arapsaçını andıran dolaşıklığı arkamda kalmıştı. Onların yerini ise biçilmiş çimlere yuva olan, taştan kenarlı, oyma köşeli taraçalar almıştı. Artık mermer havzaların birinden ötekine doğru akan, ehlileştirilmiş ve yatıştırılmış akıntıya inen hoş merdivenler vardı. Her yanı kaplayan nilüferlerin arasında zaman zaman bir barbunya balığının kızıl rengi göze çarpıyordu. Bu manzara öğle vakti güneşinin yakıcı ışığı altında sessiz ve uykulu bir vaziyette uzanıyordu. Uyuklayan bir tavus kuşu çimenin üstüne çömelmişti, balıkların hiçbiri suların üstüne sıçramıyordu, etrafı çevreleyen çitlerin üstüne tüneyen tek bir kuş dahi yoktu. Uyku Bahçesi herkesten saklı bir cennetti!

O eski günlerde bilhassa güvenmediğim iki şey vardı: Av hayvanı bekçileri ve bahçıvanlar. Etrafta o uğursuz mizaçlı öcülerden herhangi bir iz olmadığını görünce çiçeklerle dolu bahçede hikâyemin olmazsa olmazını, yani prensesimi aramaya başladım. İçinde bulunduğum durum onun varlığını açık açık duyuruyordu. Öyle biri olmadan böylesi bir yer var olamazdı çünkü. Yasemin çiçekleriyle dolu bir bahçenin içinde yükselen altın tenteli bir çadır dikkatleri üstüne çekiyordu, o yasemin bahçesinin etraftaki çalılardan çok daha ayrı bir önemi olduğu belliydi. Eğer ortalarda bir prenses varsa, kesinlikle o çadırda oturuyor olmalıydı. İçgüdülerim ve prenseslerin mizacına dair azıcık bilgim haklı çıkmıştı, çünkü gerçekten de oradaydı! Öte yandan uyuduğu falan yoktu, hatta kıkırdıyor ve elini kendisiyle mermer oturağı paylaşan yetişkin adamın ellerinden kurtarmaya çalışıyordu. (Yaşlarına gelince, sanırım ikisi de yirmili yaşlardaydı. Ancak çocuklar böylesi ufak farklılıkları önemsemezler, onlar için yaşadığımız dünya iki farklı sınıfa ayrılmıştır: çocuklar ve yetişkinler. Yetişkinler hiçbir şekilde çocuklara karşı üstün değildir, sadece korkunç ölçüde farklılardır. İşte o ikili de yetişkin sınıfına giriyordu.) Duraksadım, gün ışığıyla yıkanan bahçede balık tutmak ya da kelebek yakalamak varken buraya kapanmaları tuhaf gelmişti. Öylece düşüncelere dalmıştım ki yetişkin adam beni gördü.

“Selamlar afacan!” diye seslendi aniden. “Söyle bakalım, nereden çıktın böyle?”



“Akıntıdan geliyorum,” diyerek olan biteni kibarca açıkladım. “Sadece prensesi arıyordum.”

“Desene sen bir su bebeğisin,” diye cevap verdi. “Pekâlâ, artık prensesi bulduğuna göre, onun hakkında ne düşündüğünü söylemek ister misin?”

“Çok güzel biri,” dedim. (Hiç şüphesiz doğru söylüyordum, sonuçta henüz samimi olmayan iltifatlarda bulunmak nedir bilmiyordum.) “Ama kendisi tamamen uyanık, yani sanırım onu benden önce başka biri öpmüş!”

Bu gayet doğal çıkarımım yetişkin adamı kahkahaya boğdu. Öte yandan, kıpkırmızı kesilen ve ayağa fırlayan prenses, öğle yemeği vaktinin geldiğini söyledi.

“Peki madem,” dedi yetişkin adam. “Sen de gel su bebeği, gel de güzel bir ziyafet çekelim. Karnın acıkmıştır.”

Onlara eşlik ettim, onlara karşı yalandan bir nezaket hissetmiyordum. Benim bildiğim, yeryüzü her gün ortasında yemekle donatılıyordu, yani kişinin o yemeği hangi masada yediği pek önemli değildi. Sarayları çok şatafatlı ve güzeldi, zaten bir saraydan daha azını bekleyemezdiniz; orada asil bir hanımefendi tarafından karşılandık, prensese kıyasla daha yetişkindi, belli ki annesiydi.

Bana dostluk eden yetişkin adam çok kibardı, beni kaptan olarak takdim etti ve Aldershot’tan geldiğimi söyledi. Aldershot denen yerin neresi olduğunu bilmiyordum, ama haklı olduğuna dair hiç şüphem yoktu. Gerçekten de yetişkin insanlar böyle meselelerde epey haklı oluyorlar, eksiklikleri ise hayal gücü dediğimiz o ulu armağanda yatıyor.

Yemek muhteşemdi, çeşit çeşit yiyecek vardı. Hoş kıyafetler içindeki başka bir beyefendi ki muhtemelen kendisi bir hükümdardı, beni oymalı yüksek bir sandalyeye oturttu ve tedbiri elden bırakmamak adına arkamda dikildi. Kim olduğumu ve nereden geldiğimi açıklamaya, Harold’ın cezalarından ve diş fırçamdan bahsederek onları etkilemeye çalıştım. Ama sanırım epey aptallardı; yoksa en sıradan açıklamalara bile gülmek, düşler ülkesindeki herkesin karakteristik özelliklerinden biri miydi? Yetişkin dostum hoş mizacıyla şöyle dedi: “Pekâlâ, su bebeği. Buraya akıntıyı takip edip gelmişsin, bu kadarı bizim için kâfidir.” Hükümdar herhalde mesafeli bir adamdı, sohbetimize pek katılmadı.

2.Cornwall’da yaşayan Kelt halkı. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺109,98

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
169 s. 32 illüstrasyon
ISBN:
978-605-7605-92-4
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 3,6, 5 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 4 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre