Kitabı oku: «Hal-i Sükut»
Kerem Nakışcı
1980 yılında Gaziantep’te doğdu. 14 yıllık evli, 7 ve 12 yaşlarında iki oğlu var. Lise mezunu ve yaklaşık 20 yıldır ticaretle uğraşıyor. Boş zamanlarında kitap okumak, ahşap işleri ile uğraşmak ve müzik dinlemekten hoşlanıyor. Tasavvuf, felsefe ve tarihi romanlar ilgisini çekiyor.
Önsöz
Bismillahirrahmanirrahim,
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Bizi yoktan var eden, İslam’la şereflendiren, görmezken gördüren, duymazken duyar hale getiren, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e ümmet kılan, rızkımıza kefil ve öldükten sonra tekrar diriltecek Allah’a hamdüsenalar olsun.
Doğduğum günden öleceğim güne, öldüğüm günden yeniden dirileceğim âna kadar her gün, her saat ve her an tüm kalbim ve ruhumla teslim olduğum, “Allah!” dediğim yerde, “Kulum!” dediğini bildiğim ve inandığım, yarattığı her şeyi benim emrime veren ve benden sadece “İşittik, itaat ettik” dememi bekleyen, balçıktan ve bir damla sudan yaratıp ruhundan üfleyen, meleklere secde ettiren ve dahi şah damarımdan daha yakın olan Allah’a şükürler olsun.
Allah’ım!
Bizi görünür görünmez kazalardan koru. Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bütün günahları affet. Bizleri adaletinle değil, merhametinle yargıla. Bizleri nefsimizle baş başa bırakma. Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yükler yükleme. Gafletten, miskinlikten, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan koru.
Bize ilim öğrenecek güç ve kuvveti ver. Bildiğimizle amel etmeyi nasip et. Bizi peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle beraber nimet verdiğin kullarından kıl. Bizi sırat-ı müstakim üzere eyle.
Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden dileriz. Celalinden Cemaline, Senden, yine Sana sığınırız.
“La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin”
“Senden başka ilah yoktur, Sen her türlü eksiklikten uzaksın. Şüphesiz ben kendime zulmedenlerden oldum.”
Amin
19 Şubat 2019’da kaybettiğim annem Nükhet Nakışcı’nın anısına hürmet ve dua ile…
Ne Zaman?
“Unutulmak istemiyorsan ya okunacak şeyler yaz ya da yazılacak şeyler yap!”
Benjamin Franklin
“Doğduğun günden daha kıymetlidir, dünyaya niye geldiğini anladığın gün” sözünün benim yaşamımdaki tezahürü bu kitabı yazmaya başladığım günde gerçekleşti. “Unutulmak istemiyorsan ya okunacak şeyler yaz ya da yazılacak şeyler yap” demiş Benjamin Franklin. Bu sözü ne zaman hatırlasam yahut üzerine düşünsem, ne kadar zor işler, derim. Yapan veya yazan insan olmak için şanslı olmak, şanslı doğmak gerektir belki de, bilmiyorum. Bilgi, birikim, tecrübe, acı, hüzün, mutluluk, sevinç, gözyaşı gibi pek çok hali yaşamak, zaman vermiş olmak gerektir belki de.
Benim için burada anahtar kelime zaman. Boşa geçirilecek bir ânımızın bile olmadığını düşünüyorum. Şu dünyada en kıymetli şey olan zamanı kontrol edemiyoruz: Ne bir an öncesini değiştirme şansımız var ne de bir an sonrasını kontrol gücümüz, denetimin kendinde olduğunu zanneden öylesine aciz kullarız.
Herkes bir iz bırakmak ister. Ve bırakır da. İster çocuk büyütün, ister saksıda çiçek yetiştirin. İster kedi besleyin, ister yoldan geçerken bir ağacın dalını fark edip dokunun veya ister annenize iş çıkışı uğrayıp bir selam verin. Hepsi bir izdir. Zamanın içinde bıraktığımız izler.
Zamanı kontrol edemiyor oluşumuz, bizi sorumsuz kılmaz. Hareket alanı ve iradesi elinde olan insan, bu tuzağa düşmez. Kontrol edemediğimiz şeyler, kendimizi ve hayatımızı koyuvereceğimiz anlamına gelmez. Zamanın içinde yüzen bizler, hiç değilse o anda, sahip olduğumuz hareket alanını değerlendirme ve anlamlandırma şansına sahibiz.
***
Abim ve ben daha küçük yaşlarda annem sayesinde değerini anlamıştık zamanın, zamanı bereketlendirmenin. Annem biz daha çok küçük birer çocukken kendi zamanının ne kadar değerli olduğunu idrak etmiş, bizim çocuk zamanımızı kıymetlendirmişti. Dört yaşında okuma yazmayı, namaz kılmayı ve sureleri öğretmişti abimle bana. Yola yaşıtlarımızdan erken çıkmıştık. Hayatımızın her aşamasından bunun hep faydasını gördüm.
Daha olgun bir çocukluk evresi geçirdim. Erken yaşta sorumluluk almayı öğrendim. Tabiri caizse, piştim. Kendi işimi kendim yapmayı, elimi taşın altına koymam gerektiğinde harekete geçmeyi öğrendim. Sorunlar karşısında oturup şikâyet etmek yerine kalkıp mücadele etme gücü kazandım. Hepsi bana çocukluk günlerimin bakiyesi, mutlu bir ailede büyümenin hazine değerinde hediyesidir.
Bizim evde pazar kahvaltıları uzun sürerdi. Hatta bu öğünün coşkusu haftanın başında başlardı. “Pazar günü şunu yapsak, bunu hazırlasak, bunu pişirsek, filanı davet etsek…” sohbetleri birlikte olma, birbiriyle temas etme zamanına duyulan özlemi dile getirdiğimiz, farklı bir boyutta yine vakti idrak ettiğimiz hallerdi.
Kahvaltı dediğimiz aslında yarım saattir. Bir insanın doyması ne kadar sürer ki? O sofrada ailemizi saatlerce masada tutan şey sohbet, muhabbetti. Birlikte geçirdiğimiz bu kıymetli zamanlar, bize Allah’ın zamanı idrak edelim diye sunduğu ikramların en güzellerindendi.
O masada kimse yalan söyleme ihtiyacı duymazdı çünkü aramızda hep güven vardı. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın birbirimizi çok seveceğimize, koruyacağımıza dair güven. O masada sadakat vardı, edep vardı, saygı vardı. O masada büyük bir sevgi vardı.
***
Şimdi evlendim, iki çocuk babasıyım. Bana kutlu bir miras gibi kalan bütün bu anılara sımsıkı sarılıyorum. Kurduğum ailede zamana yenik düşmeyen sevgiler ekiyorum. Onlar da bizlerden aldıklarıyla yola devam etsinler istiyorum.
Geçmiş zaten geçmiş, gelecekse daha gelmemiş. Yaşadığın ânın kıymetini bilmek, onun hakkını vermek çok önemli. Ailem bizimle olan zamanın hakkını verdiği için, bugün ben çocuklarım ve eşimle olan zamanı çok önemsiyorum. Eğer öyle olmasa elimde ne kalacaktı, yaşanan bunca yıldan elime ne geçecekti? Kocaman bir hiç! Boşa geçmiş bir ömür.
Bana ilham veren ve üzerinde uzun süre düşündüğüm, “İki günü eşit olan zarardadır” diye bir hadisi şerif var. Sonra sonra, düşünen bir insan için, kendisini geliştiren, hayata, zamana, dünyaya, varlığa dair durup bakan ve akleden bir insan için bir gün nasıl bir önceki günle aynı olabilir ki, dedim kendime. Okuyup yazarken, öğrenip gelişirken nasıl aynı kalabilir insan?
“Doğduğun günden daha kıymetlidir, dünyaya niye geldiğini anladığın gün” sözünün benim yaşamımdaki tezahürü bu kitabı yazmaya başladığım günde gerçekleşti. Her şeyi okuyorum, dinliyorum, yazıyorum. Geride bırakılacak bir iz, kayda değer bir yaşam bakiyesi olsun diye zamanla yarışıyorum.
Ömür, sayılı günden ibaret. Ne zaman nerede biteceğini bilmiyoruz. Hikâyenin en önemli kilit noktası da bu bilinmezlik. Yaşam bitecek ve uzun, sonsuz bir başka hayat başlayacak. Başlangıç, bitişin kendisi aslında. Nasıl yaşayıp nasıl bitirdiysen öyle başlayacaksın yeni hayatına. Ne ektiysen ömür tarlana onu biçeceksin sonunda. Hal böyleyken, insan nasıl kendi öz toprağını çorak bırakır? Nasıl ekmez? Nasıl hiçbir işe yaramayan zararlı otların birikmesine göz yumar? Bu, insanın kendine zulmü değilse nedir? Bilse eder mi?
Öğrenelim, cehaletten kurtulalım, düşünelim. Mucize Kitap Kuran-ı Kerim’de defalarca geçen, “Biz size düşünesiniz diye akıl verdik” ayeti ne güzel bir ihtardır. Zamanın kadrini bilmek, düşünmek, gelişmek, öğrenmek ne güzel nimetlerdir.
Bu kadar zamandan bahsedip de şu duayı okumadan geçmek mümkün mü?
Bismillahirrahmanirrahim.
“Vel asr İnnel insane le fi husr İllellezıne amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr.”
“Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”
Kendin Ol!
Önce içimizdeki putları kıracağız, dünyalık neye bağlanmışsak ondan vazgeçeceğiz. Vazgeçtikçe göreceğiz: Üstümüzdeki yük hafifleyecek, ağırlıklarımızdan kurtulacağız.
“Nasihat etme, nasihat ol” demişti Serdar Tuncer bir yazısında.
Bunun farklı örneklerini duymuşsunuzdur: “Söyleme değil eyleme bakın” veya “Mümin hal üzerinedir” gibi. İnsanı kendine bakmaya, söyledikleriyle yaptıkları arasında bir tutarlılık oluşturmaya sevk eder bu ifadeler.
Kendimizi gözden geçirelim. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu az çok biliyor, helali haramı ayırt edebiliyoruz ve çocuklarımıza örnek olmaya çalışıyoruz. Alalım karşımıza onları, sabah akşam konuşalım, bunu böyle yapacaksın, bunları yapmayacaksın, diye. Söylediklerimizi biz yapmıyorsak ne kadar etkili olabiliriz? Kitap okumanın faydalarından bahsedip biz elimize hiç kitap almıyorsak, kul hakkından bahsedip biz önemsemiyorsak nasıl etki edebiliriz onlara? Önce elimizi taşın altına biz koyacağız, kendimizi düzelteceğiz, bir duruşumuz oluşacak. Sadece çocuklarımız için değil, hayatımızın her aşamasında, işte, sokakta, çarşıda, pazarda, nerede olursa olsun kişiliğimizden ödün vermeyeceğiz.
***
Çocukken kendimize rol model seçeriz, genellikle erkekler babalarını örnek alırlar. Biraz büyüdükten sonra değişir, yeni insanlar tanırız ve yeni rol modelleriniz olur belki. Ama ben şimdi bakıyorum da rol modelim hep aynı kalmış çünkü benim babam “iyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir evlat, iyi bir damat ve iyi bir insan” olmuştu her zaman.
***
Söylemek her zaman kolaydı; oturduğumuz yerden hüküm vermek, başkasını eleştirmek en çok yaptığımız hatalardan biri oldu. Kendimize dönüp bakmayı unuttuk, kendimizle hesaplaşmayı bıraktık çünkü çok zordu insanın kendini yargılaması. Nefis hep haklıydı, hep doğruyu yapan biz olduk, hatalı olan başkasıydı.
Aslında bu kadarının bile farkında olup azıcık uyanık kalabilsek nefis denen şeytanı alt edebiliriz. Uyanık kalmak için kendimize gelmeli ve silkelenmeliyiz. Bunu yapabilmek için önce karar vermeliyiz. Şöyle başlayabiliriz: Elinize bir bardak çay veya kahve alın, güzel bir müzik açın ve sorun kendinize, bunu başarabilen insanlar nasıl yapmışlar, hayatlarında neleri değiştirmişler, nelerden vazgeçmişler veya neleri eklemişler hayatlarına.
Nefsimize ağır gelen hakkımızda hayırlıdır derler, buradan başlayabiliriz aslında. Dervişliğin temel kurallarındandır, “Az ye, az uyu, az konuş, halvet et”. Bize zor gelir bunları yapmak. Şu ahir zamanda, şu kapitalist dönemde herkes her şeyi tüketmeye yönlendirilirken buna direnmek kolay değildir. Kendimize soralım nelerden vazgeçemediğimizi. Vazgeçemediğiniz her şey putlarımızdır asılında. Önce içimizdeki putları kıracağız, dünyalık neye bağlanmışsak ondan vazgeçeceğiz. Vazgeçtikçe göreceğiz; üstümüzdeki yük hafifleyecek, ağırlıklarımızdan kurtulacağız. Burada bağlandığımız her şey Allah’la aramıza biraz daha mesafe koyar. Biz ne için varız? O’na daha yakın olmak için, her ânımızda O’nu hissetmek için varız.
“Şah damarına bakmayı akıl edemeyenler, Allah’ı gökyüzünde aradılar” demiş Necip Fazıl. O bize bu kadar yakınken biz nasıl O’ndan uzak durabiliriz ve uzaklaşmak için çaba harcarız? Bunu belki bile isteye yapmıyoruz ama tersi için bir çaba göstermiyorsak aynı yere çıkarız.
Bağlarımızdan, prangalarımızdan kurtulalım, kendimize gelelim ve haliyle, tavrıyla örnek alınacak insan olalım; ahlakıyla, ilmiyle, edebiyle sayılan kul olalım.
***
İnsan küçükken birçok şeyi analiz ve idrak etme şansı bulamıyor. Mekânı cennet olsun, rahmetli dedem bizi çok severdi, biz de onu çok severdik, bize karşı hep güler yüzlüydü, hiç kızmazdı mesela, cebinde her zaman bizi mutlu edecek şeyler olurdu. Çocuklar için dedelerin her zaman yeri başkaydı.
Büyüdükçe sevgimin yanında saygım da artmaya başlamıştı çünkü yalnızca bir dede değildi; babaydı, kocaydı, amcaydı, dayıydı, abiydi veya birilerinin dostu ve arkadaşıydı. Onların dedeme gösterdiği hürmet de benim ona başka gözlerle bakmamı sağlamıştı. Yıllar geçiyor, büyüyordum, hayatın içinde kendime bir yer edinmeye, kişilik kazanmaya çalışıyordum. Beni görenler, tanıyanlar veya bir şekilde onun torunu olduğumu öğrenenler daha bir saygı gösteriyorlardı ve bu beni mutlu ediyordu. Atamla gurur duymak hoşuma gidiyordu ama beni asıl mutlu eden, dedemin örnek bir insan olmasıydı.
Dedemi tanıyanlarla sohbet ettiğimde hiç mübalağasız şu cümlelerle karşılaştım: “Cahit baba olmasaydı okuyamazdık.” “Cahit abi sayesinde bir ekmek yedik, bize vaktiyle çok iyilik yapmıştı.” “Cahit dedem zengin değildi ama etrafında iyiliğinin dokunmadığı kimseyi bırakmamıştı.”
Onu yirmi sekiz yaşındayken kaybettim ve hâlâ yerini dolduramadım.
Allah rahmet eylesin. Mekânın cennet olsun güzel insan.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.