Kitabı oku: «Üsküp Esintileri»
Sözbaşı
Üsküp ki on ikilerden sonra çilemiz
Hey gönül sana sarılmaktır derdimiz
…
Üsküp ki koca şairin şiirinde sevgi özü
Üsküp ki insanımızın kalbinde dert özü
Fahri Ali
Şehirler bazen şiir gibidir. Dış görünümü, iç düzeni veya düzensizliğini onu okudukça, tanıdıkça anlarız, öğreniriz. Şiir nasıl ki yazıldığı zaman, ortam, duyulan ve duyurulanlarla şairin kişiliğinden doğar, okuyanlara anlayışınca etki eder. Şehirler de kuruluşundan başlayarak tarih içerisinde ve tarihle birlikte şekillenmesi, biçimlenmesi, gelişmesi ve değişmesi ile geçmişten geleceğe şahitler bırakır. Şehirlerdeki tarihi izler ona daha farklı gözlerle bakmamıza sebep olur. Yaşayanlar, şehirle birlikte yaşar. Öyle ki şehrin güler yüzü veya kederleri, hoşlukları ve boşluklarını da burada yaşayanlar hisseder, etkilenebilir. Şehrin hayatı ile şehirlinin hayatı böylece sürüp gider. Tarihiyle, kültürüyle, yaşama tarzıyla…
A. Süheyl Ünver 1963’te meydana gelen Üsküp depremi sebebiyle gönlünden kopanları şu cümlelerle dile getirmiştir: “Üsküp’te 1392’den 1913’e kadar bir millî bucak yarattık, evliyası ve efsaneleriyle 600 sene kaldık. Oradan çekilmiş bulunuyoruz. Fakat ahlâk ve adetlerimizi mahallinde bıraktık. Orada ne varsa halâ Türk’tür. Tarihimizin en büyük kaybı Rumeli’nden çıkmamızdır. Üsküp ve havalisi halen bizim değildir, fakat biz oralara manen bağlıyız. Son nesil oradan hicret etti, ölülerimiz orada kaldı. Bu cihetle hatıraları içinde yaşıyoruz… Bir gün gelecek, bu dünyada her şey hayal olacak. Fakat Üsküp’ün halâ ruhen bizim olduğunu terennüm edecek. Onu kalplerimizdeki yoldan yürüyerek daima karşımızda arayalım.”
İçinde biraz acı, biraz hazin duyguları içinde barındıran bu cümlelere, bu duyarlılığa katılmadan edemiyoruz. Üsküp’ü biraz da bu işaret edilen taraflarıyla, bir bedenden koparılmış parça gibi görüyor, hissediyoruz. Eğer bana ‘görmeden de bir kent sevilebilir mi?’ diye sorsalar, Üsküp’ü hatırlar hatırlamaz hemen ‘evet’ cevabını verirdim herhalde. Çünkü Üsküp’ü hiç görmeden ve tanımadan önce Yahya Kemal’i eserleriyle tanımış, Üsküp’ü hep Yahya Kemal ’siz hiç düşünmemiştim. Nitekim Üsküp’te kaldığım, bu güzel kenti gezdiğim süre içerisinde, ne ben Yahya Kemal’den ne Yahya Kemal gördüklerimden, duyduklarımdan, hissettiklerimden hiç uzak kalmadı. Bunun için bu kitabımızın da neredeyse her sayfasında hissedilecek olan şairin, ‘Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır, şeklinde ifade ettiği sözünü Üsküp için biraz değiştirmenin Üsküp sevdalısını incitmeyeceğini düşünerek şöyle de demek mümkün: Bir Türk gönlünde nehir varsa Vardar’dır, şehir varsa Üsküp’tür. O halde neden Üsküp’ü, Üsküp’ten bizde esenleri yazmayalım, dedim ve yazı hayatımdan Üsküp’e en güzel sayfaları ayırmaya gayret ettim. Bazen sevinçleri, bazen hüzünleri, bazen de acıları bal eyleyip bağrıma bastım. Bu vesileyle gönlümden kalemime gelenleri cümlelere dökmeye gayret ettim.
Bir eskiden bir yeniden bahsetmeye, daha çok da hissettiklerimi duyurmaya çalıştığım için bu kitapçığın adını ÜSKÜP ESİNTİLERİ koymayı uygun buldum. Çünkü gezdiğim, gördüğüm yerler hem eskiden, tarihten hem de yeniden izler taşıdığı için duygularım da düşüncelerim de zenginleşti. Ara sıra dolup taştım da… Bu gördüklerimin çağrıştırdıkları hem eski hem de yeni duyguların bir birikimi olduğundan dolayı bende esen, bazen dimdik kalmış eserleriyle ferahlatıcı bazen de tepelerine haçlar takılmış olan saat kuleleriyle veya ihmalden viraneye dönmüş eserleriyle yakıcı esintileri ta ciğerlerimde, mazimde ve âtimde hissettim. Bu duygularım, düşüncelerim allak bullak olduğunda da esintiler bir ters yel olup altı asır içerisinde hep gidip gidip geldi. Kelimelerle tarif edilmesi çok zor olan hissettiklerimle ve düşüncelerimde dolaşan esintilerde hep bir med-ceziri yaşadım demek daha doğru olacaktır
Gezdim, gördüm, bilgiler edindim. Bazı tarihi eserleri görünce de önceden edindiğim bilgileri hatırladım. Lakin bu kitapçık bir Üsküp günlüğü, kentle ilgili bilgiler toplamı veya Üsküp seyahatnamesi değildir. Nasıl ki Üsküp’ü gezerken bir haz almışsam, okuyucuların da bu hazzı duymaları, hissetmeleri için elimden geleni dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Bu yazılar belki her ikisinden de özellikler ve güzellikler taşıyan duygularımın ve hissettiklerimin duyurduğu Üsküp Esintileridir. Bu esintilerde hatıralarıyla yaşatan şehir, Sultan Murad’ın şehri Üsküp, biz Türkler için Yahya Kemal’in deyişiyle “Kaybolan Şehir” vardır artık. Kaybolan bu şehri gözümüzle gördük, gönlümüzle bulduk, esintilerini duyduk ve halâ var olduğuna, buna çabaladığına da şahit olduk. Bu kitapçığı hazırlamamda ömrümün son yıllarında Üsküp’ü gezip görmeme vesile olan oğlum Furkan’ın büyük katkısı olmuştur. Bilinmesini isterim.
Küçük ve nefes alan bölümlerden oluşan kitapçığın sonuna bir de Üsküp’te yaşarken yazılan şiirlerimi koymayı uygun buldum.
Bu denemeler okuyucularda Üsküp’le ilgili yeni esintilere, yeni çağrışımlara sebep olursa mutlu olacağım.
İhsan KurtNisan-2018
Bir Şehri Yazmak
Aziz şair Yahya Kemal
Bilmeli ki şimdilerde
Ne İstanbul “aziz” kaldı
Ne de Üsküp “aziz” oldu
İ. Kurt
Bir şehri yazmak için; o şehirde yaşamak, o şehri gezip görmek yetmiyor. Bir şehri yazmak için o şehrin sadece kupkuru bilgileriyle donanmış olmak da yetmiyor. Şehre bir turist gibi bakmanın da fazla bir şey kazandırdığı söylenemez. Kentin ruhunu hissetmek, ezelilerini yani tarihini geleceğe taşıyan köprülerinden de haberdar olmak gerekiyor. Kısaca duyurabilmek için duymak, olmazsa olmazlardan biri haline gelebiliyor. Belki bunlar da zamanla yeterli olamayabiliyor. Hele bu şehir Üsküp’se…
Bu şehir bazen insanlığın mutlu, bazen makûs zamanlarını yaşamış, son yıllarda elden ele geçmiş bir şehirse… Ki işgallere uğramasıyla, yağmalanmasıyla, göçleriyle, ayrılıklarıyla, acılarıyla kurulmuş ve yoğrulmuş bir şehir maalesef…
Bu şehir tarihi ve talihi ile kâh gül olmuş, kâh kan olmuş zamanları yaşamış… Topraklarında vurgunlukları da yaşamış, üzerine tarihin mühürleri vurulmuş eserlerle bazen özgürlüğü de tatmış… Nice göçler görmüş, ayrılıkların koruyla yanmış ve yakmışsa, hasretlerini ve hayallerini umutlara, hep umutlara bırakmış… Bu şehir tarihle kalan, tarihten kalan umutları sönmeye yüz tutmuş, küllenmeye başlamış kordan bir hasret gibi, muhabbetle görenlerin gözlerini ebedi bir ayrılığın sebep olduğu yaşlarla kapatıyor… Bu şehir Fatihten kalan köprüsü, Sultan Murat’tan, Mustafa’dan, Murat Paşa, İshak Paşa, İsa Paşa’dan, Davut Paşa’dan kalan mühürleriyle Üsküp’se… Bu şehirde hala türküler söyleniyor, türküler yakılıyorsa, bu şehirde hasret duyanlar kadar bu şehre hasret olanlar halâ varsa, bu şehri yazmak hiç de kolay değil.
Üsküp’de yaşamak da, bu şehri görmek de, bu şehrin sokaklarını avare avare gezmek de tek başına yetmiyor. Sanki en az altı asırlık geçmişini bilmiş ve yaşamış gibi dolaşmak, o zamanlarda yaşananları hissetmeye çalışma gayreti içinde olmak bu şehri daha iyi anlamak için şart oluyor. Nefes alışının yanında acı çekişini, nefes verişini, ara sıra Fatih Köprüsünde durup minarelerinde soluklanışını, Vardar’la bazen şırıl şırıl bazen coşkun akışını, sadece beyinle değil gönülle de duymanın hazzına ulaşmak gerekiyor. Çünkü yâr olmakla yabancı olmak arasında uçurumlar vardır. Bunun için yâd değil yâr olmak gerekiyor. Bir görünüp bir yok olmak gibi değil, sahiden, candan var olmak da şehri anlatabilmenin bir başka yönü herhalde.
Niceleri bakmış, biz de baktık. İçinden de, dışından da, tarihinden de geleceğinden de baktık. En önemlisi bütün hislerimizle duymaya ve duyurmaya çalıştık. Bu şehre en yüksek tepesinden bakmak, bu şehri bir haç gibi kafaya takmak, şehri ikiye ayırıp aldatmak da yetmiyor. Yettiğini sananlar hep aldanmış, aldanmasa da sadece görebildiklerine kanmış. Bu şehri tam tekmil yazabilmek için gönül gözüne ne kadar da ihtiyaç olduğunu gezdiğim bu günlerde daha iyi anladım. Gezdikçe, gördükçe, anladıkça anlatabilme zevkini de tattım.
Bu şehri yazmak için; “Üsküp’ün”, diye başlayıp, derin düşünmek, yürekten hissetmek, gönül gözü ile köprüler kurmak, dışında değil içinde durmak, duyurduklarını duymak ve duyurmak gerekiyor. En canlı duyarlılıkları gözden de gönülden de çıkarmamak gerekiyor sanırım. Öyle köprüler ki bir ucu Balkan bir ucu Türkistan, çarpan yüreği Anadolu olabilsin. Belki bir ucu mağrip bir ucu maşrık, bir ucu Yıldırım bir ucu mevcut durum olabilsin. Üsküp’ü anlatacakların, bu şehri yazacakların işaret edilen ulu gönül köprülerinin ayaklarının sağlam temellere basması da arzulanır.
Üsküp’ü yazacaklar bu şehrin hem ferda hem de sevda mektebinden hiçbir zaman mezun olmayı beklemeyen devamlı öğrencileri olmayı göze alabilecek kalemler olmalıdır. Olmalıdır ki dün de, bugün de, yarın da hep umutları, hep hasretleri harlasın, sönmesin yarın için yakılacak ocaklar. Işıklarını kaybetmesin tarihle verilen mühürler. “Biz” diyebilmeli ki bu kalemler “Bizim Üsküp’ü” yazabilsinler. Yahya Kemal’in hasretlerini giderebilsinler. Asırlardaki “biz” varlığını hissetmeyen ve hissettiremeyenler boşuna ocaklardaki külleri üflemesinler. Çünkü bunlar yüreklerinde olmayan ateşi burada da bulamayacaklardır.
Biz bir zamanlar
Biz bu zamanlar
Üsküp hasreti yaşar
Hasret Üsküp’ü arar
Bir güldestesidir Üsküp
Gönül bestesidir Üsküp
Şimdi, durup dururken bu Üsküp Sevdası da nereden çıktı, diyenler olabilir. Bu konuda birçoğu araştırmış, yazmış zaten, diyenler de çıkacaktır. Lakin nasıl ki zamanın –varsa- en küçük bir anını bile yakalamak mümkün değilse, Üsküp’e her bakışın ve her gözün, hatta her gönlün yaklaşımı da aynı olmayacaktır. Her gezginin, her yazarın anlatımında ve anlattıklarında ortak yanlar olsa da hissettiği ve hissettirdikleri daima farklı olacaktır. İşte ben de bu farklılığa talip olan naçiz bir kalem olarak Üsküp’ü anlatabilme yokuşunu tırmanmaya çalıştım. Üsküp’ten esen yellerle serinleyerek, tarihiyle ve tabiatıyla gelen esintileri duyduğum kadar duyurmayı denedim, deniyorum. Denemelerim de bu anlayışla ortaya çıktı. Üsküp’ü deryada damla misali kadar anlatabilirsem kendimi başarılı ve mutlu hissedeceğim.
Ezeli bir vatan parçası elbette ebedi bir sevdayı her zaman diri tutacaktır. Çünkü o sadece bir toprak değildir; aşktır, savaştır, tarihtir, kültürdür, yaşayıştır… Hatırların, hatıraların şehirleri azıcık duyarlılığı olanlara bile nasıl da büyük sevda zenginlikleri katar. İşte bu sevdanın küllenen yüzünü kaldırdığımızda içimizdeki korun hala sönmediğini, böyle giderse sönmeyeceğini de fark ettik. Çünkü bu şehirde doğan şair Yahya Kemal’in de dediği gibi, “Kaybedilmiş fırsatların üzüntüsünü duymak çok lüzumludur. Çünkü gelecek fırsatları kaybetmemeye yarar.” O halde en azından bundan sonra, tarihin belki bir zaman geldiğinde sunacağı ‘gelecek fırsatları kaybetmemek” için, hasretleri diri ve canlı tutmak, duyarlılıkları daha da artırmak için Üsküp her kalem tarafından yazılmalıdır derim. Elbette duyduklarını duyurabilme gayreti olacak kalemler tarafından… Eğer hissetme ve duyurabilme kaygısından, hassasiyetinden uzak yazılırsa, ortaya ancak turizm rehberlik broşürü çıkar. Mekanik, ruhsuz yazılar da Üsküp’ün yaşayan varlığına hiçbir zaman yakışmayacaktır. İşte bunun için sıkça Üsküp’ü duyarak yazmaya çalışmak gerekiyor, diyorum ya…
Nasip oldu 2017 yazının temmuzunda Üsküp’e geldim. Coğrafi bakımdan birbirlerine çok yakın sayılabilecek Makedonya’nın diğer şehirlerini de tek tek dolaştım. Onlarla ilgili gözlem, duygu ve düşüncelerimi de yazdım. Ancak bu şehirleri dönüp dolaşıp üç haftaya yakın hep Üsküp’te kaldım. Üsküp’ü Sokak, cadde, meydan ve çarşılarının yanında onu çevreleyen bazı tabiat harikalarını da gezdim. Bu gezilerimi yaparken camiler, minareler, hanlar, hamamlar, köprü ve saat kulesi ayrı esintiler yolladı duygu ve zihin dağarcığıma. Vardar Nehrinin, Vodno Dağının, Matka Kanyonunun her biri bir başka esintilerle doldurdu düşüncelerimi. İşte buraları dolaşırken hissettiklerimin, o an buralarda düşündüklerimin, bende uyandırdığı hassasiyetlerin tamamına Üsküp Esintileri adını vermeyi uygun buldum. Biraz olsun bu esintilerde ferahlamayı umdum. Tarihteki en acı kayıptan ve onun en taşınmaz kahrından birazcık olsun kurtulabilmek için esintilere sığındığımı var sayabilirsiniz.
Esintilerin; Vodno’dan, Rakofça kırlarından, Vardar’ın uğrak yerlerinden, acılardan, bazen huzurdan, bazen özlemlerden ve tarihten getirdiklerini, getirip bizde ses ve söz haline dönüştürdüklerini duyabilen duyarlıklara hissettirmeye çalıştım bu yazılarımda. Burada değişik başlıklar altında işaret etmeye çalıştığım her bir konunun esintilerin çok azı olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Üsküp Esintileri hep duymak isteyenlere kendisini duyurmuş, zamanımızda da duyurmaya hala devam etmektedir.
Üsküp Esintilerinde ne demek istediğimizi anlamak, duygu ve düşüncelerimizi hissetmek ve paylaşabilmek için kısaca Üsküp’ün geçmişine dair bazı bilgilere sahip olmak da elbette çok faydalı olacaktır. İsteyenlerin bu konudaki bilgileri her yerde bulabilecekleri için bunlar üzerinde fazla durulmamıştır.
Üsküp için, “Yıldırım Beyazıt tarafından, şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi diye kurulmuştu”, diyen ve bu şehirde doğan Yahya Kemal’in İstanbul’a hitap ettiği gibi ben de bu kente Aziz Üsküp, Türk Üsküp diyebilseydim keşke. Ama bunu diyebilme zevkinden şimdilik mahrumum, yoksunum ne yazık ki… Çünkü içinde yaşadığımız zamanda İstanbul’un çok az “aziz” tarafları bırakıldığı gibi, Üsküp’ün de henüz “aziz” olan yönünü çok az hissedebildim.
Üsküp’e Giriş ve İlk Günler
“Vatan İstanbul’dur, Üsküp’tür. Trabzon’dur, Yozgat’tır, Ankara’dır ve bunların içinde sayılamayacak kadar hatıralardır. Velhasıl vatan mücessem bir mefhumdur.”
Yahya Kemal
Şairin dediği gibi biz de “Varsın biraz da yollar çeksin benim cefamı” diyerek yollara düştük. Yollarda giderken gördüğümüz dağların, bayırların, çayırların ve cümle güzelliklerin diliyle bazen sesli, bazen sessiz muhabbete dalarak, ilk defa sınır dışı bir yolculuğa başladık. Araba yolculuğu ile uzun sayılabilecek, -yaklaşık yedi saat- bana göre ıssız ve terk edilmişlik intibaı uyandıran ama rahat bir yolculuk yapıyor, yolumuzun üzerine yakın Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala gibi şehirlere uğrayarak, gezimizin tadını çıkarıyorduk. Hayatımda ilk defa, hem de yurt dışına böyle bir geziye çıkmam beni biraz heyecanlandırmıştı. Bu küçük heyecan bana etrafı, gördüklerimi daha bir dikkatli incelemem için bir kuvvet veriyordu sanki.
Yunanistan’ın sınırı olan Evzoni’den, Makedon sınır kapısı olan Gevgeliye (Bogoroditsa) geçene kadar, en son uğradığımız Yunan şehri Kavala’ya girişteki tabelayı unutmaya çalışsam da pek unutamadım. İstemeden de olsa bu tabeladaki yazı zihnimi biraz meşgul etti. Lakin neylersiniz ki herkes gibi bunlar da ideallerinin gereğini yerine getirmeye çalışıyor diye, gördüklerimi şimdilik unutmaya çalıştım. Yunanistan’dan bir başka ülkeye girişte de hiçbir sorun yaşamadık. Bir günde arabayla ülkemizden sonra iki ülkenin sınırlarına girmemiz önce bana biraz tuhaf geldi. Pek bakımlı olmadığı ilk bakışta anlaşılan dinlenme yerinde durduk. İnsanın üzerine çöken ağır bir sıcaklık yetmiyormuş gibi çevremizde uçuşan çok sayıdaki sinekler de rahatsızlık vericiydi. Makedonya’ya girdikten sonra sınır kapısının hemen çıkışında olan bu yerde soğuk bir şeyler içtik. Burada hizmet veren garson kızın (M.) aileme sıcak ve samimi yaklaşımı beni de mutlu etti. Biraz olsun Kavala tabelasını (Yunanistan’ın Kavala kenti girişinde Kuzey Kıbrıs’ı kan gölü olarak temsil ediyordu), orada verilmek istenen mesajı unutmaya çalıştık. Hatta etrafımızdaki güzel, iç açıcı tabiatı seyrettikçe yollar gibi Kavala anısını da geride bıraktık. Çünkü ‘hedef Üsküp’ diyorduk. Şimdiye kadar adını sıkça duyduğum, hatta hakkında şiirler ve kitaplar okuduğum Üsküp’ü elbette çok merak ediyordum. Okuduklarımı hatırlayarak hayalimde de canlandırmaya çalışıyordum. Vardar nehrinin üzerinden birkaç defa geçerek ve de “Vardar ovası, Vardar ovası/ Kazanamadım başlık parası’ türküsünün sözlerini dilime pelesenk yaparak akşamüzeri Yahya Kemal’in doğduğu ve “Kaybolan Şehir” dediği Üsküp’e girdik.
Gökyüzü biraz bulutluydu. Ama bulutlar üzerinde yaz güneşinin son ışıklarının bıraktığı izler halâ bir tablo gibi görünebiliyordu.
29 Haziran Çarşamba günü İstanbul’dan başlayan yolculuğumuz sona ermişti. İnanması benim için biraz güçtü ama yerel saat 17.00 civarında Üsküp’e geldik.
Şehre girişte olağanüstü herhangi bir şeye rastlamadım. İlk intiba olarak herhangi bir şehre girişte herhangi bir şehirde gördüklerimize benzer görüntüler vardı. Bir iki katlı binalar, bir iki benzin istasyonu, biraz daha ilerledikçe yolun iki tarafını kaplayan ağaçlar… Fakat giriş yolundan tam ileride yemyeşil görünen şehre hâkim bir tepeye (Vodno) baktığımda ışıklandırılmış devasa bir Haç dikkatimi çekti. Sanki özellikle girişte görünecek şekilde planlanmış gibiydi. Ancak daha sonra şehrin içerisinde dolaşırken haçın her açıdan ve yerden görünmesi düşüncelerimi ve duygularımı daha farklı şekillerde oluşturdu. İster istemez kendi kendime, ‘Üsküp! Galiba sen bendesin ama ben sende değil gibiyim’ diye düşündüm. Ama daha şehri tanımadan gereksiz peşin yargı ve duygulardan da uzaklaşma niyetiyle bu düşüncelerimi zihnimden kovmaya çalıştım. Çünkü bir şehri tanımanın öyle ilk intiba ile mümkün olamayacağını içimde taşıyordum. Güzel beklentilerim ve zengin umutlarım biraz da okuduklarımdan kaynaklanıyordu. Hatta şair Yahya Kemal’in şairce duygularından, şiirlerinden ve hatıralarından da etkilendiğimi söyleyebilirim. Daha başta bunların, zihnimde kalmış güzelliklerin gölgelenmesini istemedim.
Heyecanımı kaybetmeden geçtiğimiz cadde ve sokakları daha bir dikkatle seyretmeye başladım. Caddeleri, sokakları bizim çoğu küçük şehrimize göre tenha bile sayılabilirdi. Tek tük arabalar geçiyor, kaldırımlarda tek tük yayalar yürüyordu.
Üsküp’te ilk durduğumuz yer bir alışveriş merkeziydi. Dışarıdan baktığımda herhangi bir alışveriş merkeziydi işte. İlk bakışta herhangi farklı bir özelliği olduğu da söylenemezdi. Sıcaktan bunalmış olarak içeri girdik. Bizim ülkemizdeki bazı küçük alışveriş merkezlerine çok benziyordu. Hatta bilinen bazı markaların mağazaları burada da yerini almış, sanki küresel kapitalizmin uç beylikleri gibi buraya da konumlanmışlardı. Adı “İstanbul” olan yiyecek kısmının tam karşısına oturduk. Üsküp’ün çok meşhur olduğu söylenen çanakta kuru fasulyesinin yanında bazı yiyecekler ısmarladık. Karnımızı doyurduk. Yorulduğumuzu o zaman daha iyi anladım. Pek hoş olmayan, daha doğrusu ülkemizdeki tadı bulamadığımız çayımızı içerek kalktık.
Üsküp’ün bazı cadde ve sokaklarından geçerek, buraları merakla seyrederek, oğlumun kaldığı eve geldik. Üsküp’te gördüğüm bu eski binalar biraz tuhafıma gitti. Yapılarıyla, yanaşık ve içiçe düzenleriyle –düzensizlikleriyle desem daha doğru olacak herhalde- , köhnemiş, kirlenmiş sıvalarıyla göze hiç hoş görünmüyorlardı. Ne eski Osmanlı evlerine benziyor ne de yeni yapılan apartmanlara. Bu tuhaf binaların neden böyle olduğunu sorduğumda oğlum buraların Tito Yugoslavya’sı döneminde yapılmış olduğunu açıkladı. Oğlumun da kaldığı –fakat bir iki gün sonra taşındığı- bu evlerden birine girdik. Geniş bir salon, bir oda, bir mutfak. Tavan alabildiğine yüksek. İnsan kendisini bir kuyunun içine girmiş gibi hissediyor. En azından ben böyle hissettim. Neyse burada oturup biraz dinlendik. Yol yorgunluğumuzu atmaya çalıştık.
Benim merakım ağır bastığı için evde fazla oturmadık. Öyle ya, buraya gezmeye gelmemiş miydik? Akşamüzeri şehri dolaşmaya çıktık. Gündüze göre hafif bir serinlik hissediliyordu. Gece olmasına rağmen şehrin gezdiğimiz caddeleri, sokakları cıvıl cıvıldı. Hatta konuşmalar arasında kulağıma Türkçe sözcükler de geliyordu. Bir yabancı yerde Türkçe sözcükleri duymaktan dolayı hoş duygular hissettim. Daha Türkiye’den ayrılmadığım gibi bir duyguya da kapıldım.
Türk çarşısı, Türk pazarı denilen yerler daha çok bizim bazı şehirlerimizdeki yerleri hatırlatıyordu. Bir ara kendimi, ne bileyim ya Ankara’nın Saman Pazarı’nda, Tokat’ın bakırcılar çarşısında ya da İstanbul’un Mahmut Paşa’sının bir sokağında gezer gibi hissettim. Yabancı bir ülkedeydim ama buraya ‘yabancı bir şehir’ demek bana çok tuhaf geliyordu. Bu duygular beni Üküp’e giderek ısındırmaya başladı. Elbette bu gerçeği yaşamaktan da çok memnundum. Kaybedilen bu şehre zoraki ve iğreti damgalar vurulmaya, tarihimizin mühürleri olan eserler yıkılmaya ya da yanlarına dikilen yeni ucubelerle gizlenmeye çalışılsa da bu şehir hala ‘bizim şehir’ olarak şahsen bana gülümsüyordu. Çünkü köprüsü, hanları, hamamları, camileriyle gördüğüm kadarıyla tarihten mesajlar yollamaya da devam ediyordu. Tekrar yorulmaya başladığımızda, bu günlük bu kadar diyerek, dinlenmeye çekildik.
30 Haziran 2017, Perşembe günü sabah biraz geç kalktık. Uzun bir yoldan gelmenin yorgunluğunu daha üzerimizden atamamıştık. Gece şehri pek gezemediğimizden dolayı sabah uyandığımda hemen bunu telafi etmemiz gerektiğini düşündüm. Alelacele hafif bir kahvaltı yapıp, dışarı çıkmak için hazırlandık.
Bastırmış olan aşırı sıcaklığa da aldırmayarak yine dışarı çıktığımızda Üsküp gündüz gözüyle daha bir şirin görünmeye başladı gözüme. Sokakları ve caddeleri, insanları, renkleri ve canlılıklarıyla daha iyi seçiliyordu. Kalesine uzaktan bakarken, ilerilerde minarelerin görünmesi de ülkemden bir manzaraymış gibi geldi bana.
Öğle üzeri geldiğimizi haber vermek ve adresimizi bildirmek üzere polis karakoluna uğradık. YETKM‘de (Yunus Emre Türk Kültür Merkezi) çalışan ve ülkemizde komşum olan bir arkadaşımın çocukları da o gün Türkiye’den gelmişlerdi. Karakolda adının Muhammet olduğunu söyleyen ve Türkçe konuşan genç bir polis Makedonca yazılmış olan formları doldurmada bize yardımcı oldu. Güleryüzle ve aynı zamanda bir saygı gösterisi ile bizi uğurladı. Resmi işlemleri tamamladıktan sonra akşam yemekte buluşmak üzere arkadaşım ve ailesinden ayrıldık.
Biz buraya gezmeye gelmiştik ve geçen her zamanımızı iyi değerlendirmek istiyorduk. Bunun için resmi işlerimizden sonra şehri gezmeye devam ettik. Şehrin Meydan denilen yerine geldik. İlk dikkatimi çeken de şehir merkezindeki heykeller oldu. Çünkü sanmıyorum ki hiçbir şehrin meydanında bu kadar çok sayıda irili ufaklı heykeller bulunsun. Sanata ve sanat eserlerine eyvallah. Ancak insanların gözlerine sokulur gibi her tarafta olması doğrusu çok garibime gitti. İşte o zaman Üsküp ilk defa bana gerçekten yabancı bir diyar, adı Taş Köprü olarak anılan Fatih Köprüsü de olmasa sanki bizden hiç iz taşımayan bir yer gibi geldi. Zoraki serpiştirilmiş, sanki yerin altından birden çıkmış gibi meydanda yer alan heykellerle ne yapılmak istendiğini doğrusu pek anlayamadım. Küçük makinemle şehir meydanından bazı fotoğraflar çekmeye çalıştım. Fatih Köprüsünün de bulunduğu meydanın her tarafı heykellerle kuşatılmış gibiydi. İlk defa heykellerin her birini ayrı ayrı incelemenin sayılarından dolayı mümkün olmadığını anladım. Aldığım bilgiye göre bu heykellerin çoğu Osmanlı’nın son dönemlerinde isyan eden, onlara göre elbette kahraman olan kişilere aitmiş. Daha 2010 yılından sonra yapılan bu heykeller, bir Makedon kahramanlığı ve tarihi yaratma yolunda atılan adımların gösteri alanına taşmış işaretleri gibiydi.
Fatih Köprüsünün her iki tarafına, yaklaşık yüz metre uzaklıkta yeni yapılmış ikişer köprü dikkatimi çekti. Vardar nehri, sırayla dizilmiş bu köprülerin altından geçiyordu. Sonradan iğreti bir şekilde eklenen bu köprülere ne gerek varsa acaba, diye düşünüyordum. Yanımda bulunan Üsküp’lü Türk, bunların Osmanlı izlerini bastırmak, yok saymak amacıyla yapıldığı yorumunu yaptı. Hatta biraz ileriyi işaret ederek, burada bir zamanlar bir camii bulunduğunu, ancak bir depremde hasar gördüğü bahane edilerek yıkıldığını söyledi. Bu köprülerden birini merak edip üzerinden geçerken korkulukların her iki tarafının yine heykellerle kaplandığını gördüm. Bunlar da güya Makedon tarihinde yer almış olan düşünce ve bilim adamlarıymış.
Akşama, gerçekten bizden izler taşımaya devam eden eski Türk çarşısında yemeğe davetliydik. YETKM’den (Yunus Emre Türk Kültür Merkezi) görevden ayrılarak Türkiye’ye dönecek olan öğretim elemanları için yemek veriyordu. Oğlum da buranın bir elemanı olduğu için biz de ailece davet edildik.
Yemek yediğimiz mekân daha önce Yugoslavya döneminde devlet adamları ve konuklarının ağırlandığı köftesiyle meşhur bir yermiş. İç mekânda ahşap kaplama intibaı uyandıran bir görünüm vardı. Sanki bir sıla hasreti gibi, bir huzur gibi sarıp sarmalamıştı varlığımı. Ben burayı daha çok Anadolumuzdaki eskiden yaşanmış olan bazı köy odalarının daha geniş bir örneği gibi gördüm. Aynı zamanda çocukluğumun o yıllarına giderek o dönemlerin hasretini teneffüs ettim. Ardıç direkler, tahtayla kaplanmış –belki tamamı tahta bilemiyorum- tavan, duvarlarda mekâna uyumlu tablolar.
Burada Makedonyalı ve Türkiye’den gelen eleman ve personelle tanıştım. Güzel ve samimi bir sohbet ortamı içerisinde yemeklerimizi yedik. Yemekte meşhur güveçte fasulyenin yanında, yine meşhur olduğu söylenen köftesi ile karnımızı doyurduk.
Daha sonra Makedonya’nın bize göre fazla yemek çeşitleri bulunmadığını da öğrendim. Uzun yemek masasında sadece yapılan sohbetleri dinledim. Yemekte bulunanları fazla tanımadığım için bu sohbetlere katılma imkânım da olmadı ne yazık ki. O meşhur köftesinden sonra Triçelli adı verilen hafif bir tatlısını tadarak yemekten kalktık.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.