Kitabı oku: «Hacı Murat», sayfa 2
III
Kışlaların ve asker lojmanlarının pencereleri uzun zamandır karanlıktı ama kalenin en iyi evinin pencereleri hâlâ ışıl ışıldı. Evde Ordu Başkomutanı’nın oğlu olan, Kurinskiy Alayı Komutanı Prens Semyon Mihayloviç Vorontsov yaşıyordu. Vorontsov’un karısı, Petersburg’un sayılı güzellerinden Marya Vasilyevna, küçük Kafkas kalesinde daha önce hiç kimsenin yaşamadığından daha büyük bir lüks içerisinde yaşıyordu. Ancak Vorontsov’a ve özellikle karısına bu durumu soracak olsanız, çok mütevazı bir yaşam sürmekle kalmıyor, aynı zamanda yoksunluklarla dolu bir hayatları olduğunu iddia ediyorlardı. Diğer taraftan bu yörenin sakinleri ise onların eşi benzeri olmayan görkemli yaşantılarını şaşkınlık içerisinde seyrediyorlardı.
Tam şimdi, gece yarısı, ev sahibi ile sahibesi; halı kaplı zemini ve pencerelerine zengin perdeleri çekilmiş geniş oturma odasında, dört mumla aydınlatılan bir iskambil masasında, ziyaretçileriyle kâğıt oynuyorlardı. Oyunculardan biri, sarışın, uzun yüzlü, nişanlarını ve altın saray apoletlerini üzerinde taşıyan, ev sahibi Albay Vorontsov idi. Ona eşlik eden diğer oyuncu ise, Prenses Vorontsov’un ilk kocasından olan oğlunun öğretmeni, son zamanlarda Kafkasya’ya göndermiş olduğu, Petersburg Üniversitesi mezunu, asık suratlı, genç delikanlıydı. Onlara karşı iki subay oynuyordu; bunlardan biri geniş, al yanaklı, muhafız kıtasından taşraya gelen Bölük Komutanı Poltoratskiy, diğeri ise yakışıklı yüzünde soğuk bir ifadeyle sandalyesinde dimdik oturan alay yaveriydi.
İri yapılı, iri gözlü, kara kaşlı bir güzel olan Prenses Marya Vasilyevna; Poltoratskiy’in yanına oturdu, kabarık iç eteğine giymiş olduğu tarlatan ayağını hareket ettirdikçe dizlerine değerken o, elindeki kartlarına bakıyordu. Sözlerinde, bakışlarında, gülümsemesinde, parfümünde ve vücudunun her hareketinde, Poltoratskiy’i kendi varlığının dışında her şeyden habersiz hâle getiren bir şey vardı ve o, partnerinin öfkesini daha çok sınayarak, hata üstüne hata yapıyor, böylece oyun eşini kudurtuyordu.
“Hayır… Bu çok kötü! Yine bir ası boşa harcadın.” diye söylendi Poltoratskiy’in ası attığını gören yaver, öfkeden kıpkırmızı kesilerek. Poltoratskiy, sanki uykudan yeni uyanmış gibi ne olduğunu anlayamadan birbirinden ayrık iri, tatlı bakışlı gözlerini öfkeli yavere çevirdi.
Marya Vasilyevna ona gülümseyerek, “Ah, onu bağışlayın!” dedi. Poltoratskiy’e dönerek devam etti: “Size söylemiştim ya.” diyerek ekledi.
Poltoratskiy gülümseyerek, “Ama bana söylediğiniz bu değildi.” diye karşılık verdi.
“Öyle değil miydi?” diye tatlı bir gülümsemeyle sordu Marya Vasilyevna.
Bu gülümseme Poltoratskiy’i o kadar heyecanlandıran ve sevindiren bir gülümseme oldu ki yüzü âdeta kıpkırmızı kesildi ve kartları hızlıca kaparak karmaya başladı.
“Kartları karma sırası sende değil.” dedi yaver, sert bir tavırla ve sanki bir an evvel elinden atmak istermiş gibi yüzüklü beyaz eliyle kâğıtları dağıtmaya başladı. Prens’in uşağı misafir odasına girdi ve nöbetçinin onunla konuşmak istediğini haber verdi.
“Affedersiniz beyler.” dedi Prens, Rusçayı İngiliz aksanıyla konuşuyordu. “Benim yerimi alır mısın, Marya?”
“Bunu kabul ediyor musunuz beyler?” diye sordu Prenses, hızla ve hafifçe doğrulduğu sırada ipek elbisesini hışırdatarak, mutlu bir kadının ışıltılı gülümsemesiyle beylere baktı.
“Her zaman, her şeyi kabul ederim.” diye cevapladı, karşısına oyunun acemisi olan Prenses’in geçişine sevinen yaver. Poltoratskiy sadece ellerini iki yana açıp gülümsemekle yetindi. Prens, heyecanlı ve açıkçası çok memnun bir şekilde misafir odasına döndüğünde oyun neredeyse bitmişti.
“Ne öneriyorum biliyor musun?”
“Ne?”
“Birer şampanya içelim.”
Poltoratskiy, “Buna her zaman hazırım.” dedi.
“Neden? Memnun olacağımız bir durum mu var?” diye sordu yaver.
“Getir, Vasiliy!” dedi Prens hemen.
“Seni ne için çağırmışlar?” diye sordu Marya Vasilyevna.
“Nöbetçi ile birlikte bir adam geldi.”
“Kimmiş? Ne dedi?” diye sordu büyük bir merakla Marya Vasilyevna.
Vorontsov omuz silkerek, “Söylememeliyim.” dedi.
“Söylememelisin öyle mi!” diye tekrarladı Marya Vasilyevna, kinayeli bir tavırla. “Göreceğiz bakalım.”
Şampanya getirildiğinde, ziyaretçilerin her biri birer kadeh içti ve oyunu bitirip hesapları kapattıktan sonra ayrılmaya başladılar.
“Yarın ormana sizin bölüğünüz mü gidiyor?” diye sordu Prens, Poltoratskiy’e veda ederken.
“Evet, neden?”
Prens hafifçe gülümseyerek, “O zaman yarın buluşuruz.” dedi.
Poltoratskiy, Vorontsov’un kendisine ne demek istediğini tam olarak anlamamış olmasına rağmen bir dakika sonra Marya Vasilyevna’nın elini sıkacağı düşüncesiyle meşgul olarak, “Çok memnun oldum.” diye cevapladı. Marya Vasilyevna, alışkın olduğu biçimde elini kuvvetlice sıkmakla yetinmemiş, bu sefer hızlı hızlı sallayarak az önce karoyu atmakla yaptığı hatayı ona anımsatmıştı. Poltoratskiy, bunu söylediği andaki gülümsemesini de çok tatlı, sevimli ve anlamlı bularak, kendinden geçmiş bir hâlde eve gitti.
Ancak eve döndüğünde içi sevinçli bir heyecanla doluydu, onun bu hâlini kendisi gibi toplum içinde büyümüş ve eğitim görmüş, aylarca izole edilmiş bir askerî yaşamdan sonra kendi çevrelerine ait bir kadınla ve dahası Prenses Vorontsov gibi bir kadınla tanışan insanlar kolayca anlayabilirdi. Arkadaşıyla birlikte yaşadığı küçük eve vardığında kapıyı itti ama kilitliydi; ardından çaldı ama sonuç alamadı. Bu duruma canı öylesine sıkılmıştı ki kapıyı tekmelemeye ve kılıcıyla vurmaya başladı. Sonra bir ayak sesi duydu ve bizzat kendi evinden getirdiği kölesi Vavilo, kapıyı kilitleyen sürgüyü açtı.
“Ne diye kapıyı kilitledin, aptal?”
“Ama bu nasıl mümkün olabilir, efendim?”
“Yine sarhoşsun! Ben sana nasıl mümkün olduğunu gösteririm!” dedi ve Poltoratskiy, Vavilo’ya tam vurmak üzereydi ki fikrini değiştirdi. “Ah, canın cehenneme, defol karşımdan! Dur, gitmeden bir mum yak.”
“Emriniz olur efendim.”
Vavilo, gerçekten sarhoştu. Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç’in isim günü partisine gitmiş ve orada içkiyi biraz kaçırmıştı. Sonrasında eve döndüğünde ise hayatını Mühimmat Çavuşu İvan Petroviç ile kıyaslamaya başlayarak, derin düşüncelere dalmıştı. İvan Petroviç’in bir maaşı vardı, evliydi ve bir yıl içinde emekli olmayı umuyordu. Vavilo ise daha küçük bir çocukken beylere hizmet etmek üzere “yetiştirilmişti” ve şimdi kırkını aşmış olmasına rağmen hâlâ evli değildi, kendine ait bir yuvası yoktu ve derbeder biçimde efendisinin peşinde göçebe bir hayat sürüyordu. Efendisi onu nadiren döverdi ama yine de yaşadığı bu hayat, hayat değildi ki!
“Kafkasya’dan döndüğümüzde beni serbest bırakacağına söz verdi, peki ama özgürlüğümü bana verdiğinde nereye gideceğim ki?” diye sorguluyordu kendini. “Bir köpekten farkım yok!” diye düşünmüş ve içkinin de vermiş olduğu ağırlıkla gözlerini daha fazla açık tutamayacağını anlayınca, birinin içeri girip bir şey çalmasından korkarak kapının kancasını takmış ve sonrasında derin bir uykuya dalmıştı.
***
Poltoratskiy, yoldaşı Tihonov ile paylaştığı yatak odasına girdi.
“Yine hepsini kaybettin değil mi?” diye sordu Tihonov uykusundan uyanarak.
“Hayır, bu sefer hepsini değil. On yedi ruble kazandım ve bir şişe Clicquot içtik!”
“Ve Marya Vasilyevna’yı seyrettin…”
“Evet, Marya Vasilyevna’yı seyrettim.” diye tekrarladı Poltoratskiy.
Tihonov, “Neredeyse kalkma zamanı geldi.” dedi. “Altıda yola koyulacağız.”
“Vavilo!” diye bağırdı Poltoratskiy. “Yarın beşte beni uyandırmazsan sonunu sen düşün!”
“Uyandırınca dövüyorsunuz ama nasıl uyandırayım?”
“Beni uyandırmanı söylüyorum, o kadar! Duyuyor musun?”
“Emredersiniz.” dedi Vavilo, Poltoratskiy’in çizmelerini ve kıyafetlerini alarak dışarı çıktı. Poltoratskiy yatağa girdi, bir sigara yaktı ve bu sırada gülümseyerek mumunu söndürdü. Karanlıkta, önünde Marya Vasilyevna’nın gülümseyen yüzünü görüyordu.
***
Vorontsovlar hemen yatmadı. Misafirler gidince Marya Vasilyevna kocasının yanına gitti, onun önünde durdu ve sert bir şekilde: “Eee, beni çok üzdünüz, söylemeyecek misiniz?” dedi.
“Aman canım, önemli değil…”
“Canımı filan geç! Gelen bir casus muydu?”
“Her ne pahasına olursa olsun bunu size söyleyemem.”
“Söyleyemez misiniz? Öyleyse ben size söylerim!”
“Siz mi?”
“Hacı Murat’tı, değil mi?” dedi, birkaç gündür görüşmelerden haberdar olan ve Hacı Murat’ın kocasını görmeye geldiğini düşünen Marya Vasilyevna. Vorontsov bunu tam olarak inkâr edemezdi, gelen gerçekten de bir casustu. Gelenin bir casus olduğunu öğrenmesi Marya Vasilyevna’yı hayal kırıklığına uğratmıştı ancak casus, Hacı Murat’ın ertesi gün orman tarafından geleceğinin haberini ulaştırmıştı. Kalenin monoton yaşamında böyle bir olayın yaşanacak olması genç çifti tedirgin etmekten ziyade âdeta sevindirmiş, Vorontsov’un babasının da bunu duyunca ne kadar memnun kalacağını aralarında konuştuktan sonra, saat üçe doğru yatmışlardı.
IV
Şamil’in onu yakalamak için gönderdiği adamlardan kaçarak geçirdiği üç uykusuz geceden sonra Hacı Murat, Sado ona iyi geceler dileyip kerpiç evden çıkar çıkmaz uykuya daldı.
Başını eline dayamış, giyinik hâlde ve tetikte uyuyor, dirseği ev sahibinin kendisi için ayarladığı kırmızı kuş tüyü minderlere gömülüyordu. Biraz uzakta, duvarın yanında da Eldar uyuyordu. Sırtüstü yatmış; güçlü, genç uzuvları öyle bir uzanmıştı ki üzerine dikili siyah fişekliğiyle beyaz çerkezkasının içindeki kabarık göğsü, yastıktan düşen yeni tıraşlı, maviye çalan kafasından daha yüksekte duruyordu. Tıpkı çocuklarınkini andıran şişkin üst dudağı sanki bir şeyler içiyormuş gibi büzülerek kabarıyordu. Hacı Murat gibi Eldar da giyinik hâlde, kemerinde tabancası ve hançeriyle tetikte uyuyordu. Ocaktaki çalı çırpının ateşi geçmek üzereydi ve duvarda asılı kandilin ölü ışığında oda tam anlamıyla bir loşluk içerisindeydi.
Gece yarısından hemen sonra misafir odasının zemini gıcırdadı ve Hacı Murat elini tabancasına koyarak aniden ayağa kalktı. Sado, toprak zemine usulca basarak içeri girdi.
“Ne oluyor?” diye sordu Hacı Murat, sanki hiç uyumamış gibi.
“Bir sıkıntı var.” diye cevapladı Sado, onun önüne çömelerek. “Bir kadın senin buraya geldiğini pencereden görmüş ve kocasına söylemiş, şimdi bütün avul senin geldiğini biliyor. Bir komşu az önce karıma ihtiyarların camide toplandıklarını ve seni yakalamak istediklerini haber verdi.”
“O zaman hemen gitmeliyim!” dedi Hacı Murat.
“Atlar hazır.” dedi Sado ve hızla dışarı çıktı.
“Eldar!” diye fısıldadı Hacı Murat. Adını ve hepsinden öte efendisinin sesini duyan Eldar ayağa fırladı, kalpağını düzeltti. Hacı Murat önce silahlarını sonra da yamçısını giyindi. Eldar da aynısını yaptı ve ikisi de sessizce kerpiç evden, sundurmanın altına çıktılar. Kara gözlü çocuk atlarını getirdi. Dışarıda, sert toprak üzerinde toynakların takırtısını duyan biri, komşu evin kapısından kafasını çıkardı ve bir adam tahta pabuçlarını takırdatarak tepeden camiye doğru koştu.
Ay yoktu ama karanlıkta sanki sundurmanın ana hatları görülebilsin diye yıldızlar kapkara gökyüzünde ışıl ışıl parlıyordu, köyün üst kısmındaki minareleri ile cami, diğer binaların üzerinden yükseliyordu. Camiden uğultulu sesler geliyordu.
Hızla silahını alan Hacı Murat, ayağını dar üzengiye soktu; sessizce, âdeta belirsiz bir hareketle vücudunu atın üzerine aktararak, eyerin yüksek minderine oturdu.
“Allah sizden razı olsun!” dedi Sado’ya doğru bakarak, sağ ayağı içgüdüsel olarak üzengiyi hissederken ve atını tutan çocuğa, bırakması gerektiğinin bir işareti olarak kamçısıyla hafifçe dokundu.
Çocuk kenara çekildi ve at, sanki ne yapması gerektiğini biliyormuş gibi, çevik adımlarla patikadan doğrudan ana yola yöneldi. Eldar da hemen arkasından dörtnala onu takip ediyordu. Koyun postu giymiş Sado, ellerini hızla sallayarak dar ara sokağın bir tarafından diğer tarafına geçerek peşlerinden koşuyordu. Avulun sokakla buluştuğu yerde, yolun karşı tarafında ilerleyen hareketli bir gölge göründü, sonra bir diğeri belirdi.
“Dur… Kimsin sen? Kıpırdama!” diye bağırdı bir ses ve birkaç adam yolu kapattı.
Hacı Murat durmak yerine belinden tabancasını çıkardı ve hızını artırarak atını yolu kapatanların üzerine doğru sürdü. Yoldakiler bir anda dağıldılar ve Hacı Murat etrafına bile bakmadan atını dörtnala bayır aşağı koşturdu. Eldar onu hızlı bir tırısla takip ediyordu. Arkalarından iki el ateş açıldı ancak vızıldayan iki kurşun ne Hacı Murat’a ne de Eldar’a isabet etti. Hacı Murat aynı hızla at sürmeye devam etti ama üç yüz metre kadar gittikten sonra nefesi kesilmeye başlayan atını durdurdu ve etrafı dinlemeye koyuldu. Karşıdan, aşağıdan hızlı akan suyun şırıltısı duyulabiliyordu. Arkalarında bıraktıkları avuldan sanki birbirlerine cevap veriyorlarmış gibi öten horozların sesi işitiliyordu. Bu seslerin üzerinde arkasından yaklaşan nal sesleriyle konuşmaları duydu.
***
Hacı Murat atını mahmuzladı ve aynı hızda sürmeye devam etti. Arkasındakiler dörtnala koştuklarından kısa sürede onu yakalamışlardı. Bunlar, Şamil’in gözüne girmek için Hacı Murat’ı tutuklamaya ya da en azından onu alıkoyuyormuş gibi göstermeye karar vermiş, yirmi kadar atlıydı. Karanlıkta görülebilecek kadar yaklaştıklarında Hacı Murat durdu, dizginini bıraktı ve sol elinin alışkın bir hareketiyle kılıfı çözüp sağ eliyle silahını çıkardı. Eldar da aynısını yaptı.
“Ne istiyorsunuz?” diye haykırdı Hacı Murat. “Beni almaya mı geldiniz? Haydi, alın beni öyleyse!” dedi ve tüfeğini doğrulttu.
Avullular durdu ve Hacı Murat elinde tüfekle vadiye inmeye koyuldu. Atlılar onu takip ettiler ama daha fazla yaklaşmadılar. Ancak Hacı Murat vadinin diğer tarafına geçtiğinde, adamlar ona seslenerek kendilerini dinlemesini istediler. Cevap olarak Hacı Murat tüfeğini ateşledi ve atını dörtnala koşturdu. Onu dizginlediğinde takipçileri artık sesleri işitilemeyecek kadar geride kalmıştı ve horozların ötüşü de artık duyulmuyordu; sadece ormandaki suyun şırıltısı artık daha belirgin geliyor ve arada sırada bir baykuşun çığlığı işitiliyordu. Karanlık bir duvar gibi yükselen orman artık çok yakın görünüyordu. Bu, müritlerinin onu beklediği ormandı.
Oraya vardığında Hacı Murat durakladı, ciğerlerine bolca hava çekerek bir ıslık çaldı ve sonra sessizce dinledi. Bir sonraki dakika ormandan gelen benzer bir ıslık sesiyle kendisine karşılık verildi. Hacı Murat yoldan saparak ormandan içeri girdi. Yüz adım kadar ilerlediğinde ağaçların gövdeleri arasında yanan bir ateşi, çevresinde oturan bazı adamların gölgelerini ve ateşin ışığıyla yarı aydınlanmış eyerli, nalları köstekli bir atı gördü. Dört adam ateşin etrafında oturuyorlardı. İçlerinden biri hızla ayağa kalktı, Hacı Murat’ın yanına gelerek atının dizginine ve üzengisine sarıldı. Bu, Hacı Murat’ın ev işlerini onun adına yürüten manevi kardeşiydi.
Hacı Murat atından inerek, “Ateşi söndürün.” dedi. Adamlar odunları dağıttılar, yanan çalıları ayaklarıyla ezdiler.
“Bata geldi mi buraya?” diye sordu Hacı Murat, yere serilmiş bir yamçıya doğru ilerleyerek.
“Evet, uzun zaman önce, Han Mahoma ile gittiler.”
“Ne tarafa gittiler?”
Hanefi, Hacı Murat’ın geldiği yönün tersini işaret ederek, “Bu taraftan.” diye cevapladı.
“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat ve tüfeğini omuzundan indirerek doldurmaya başladı.
“Dikkatli olmalıyız, peşimdeler.” dedi ateşi söndüren bir adama.
Konuştuğu bu adam, Çeçen Hamzalo’ydu. Hamzalo, yere serili yamçının üstünde, kılıfında duran tüfeğini aldı, sessizce düzlüğün kenarına, Hacı Murat’ın oturduğu yere gitti.
Eldar atından inince Hacı Murat’ın atını da aldı ve iki atın başını yukarı kaldırıp iki ayrı ağaca bağladı. Sonra Hamzalo’nun yaptığı gibi tüfeğini omuzladı ve düzlüğün diğer tarafına gitti. Ateş sönmüş, orman artık eskisi gibi kendi karanlığının içine gömülmüştü ama gökyüzünde yıldızlar hâlâ parlıyordu. Gözlerini yıldızlara kaldıran Hacı Murat, Büyükayı, Küçükayı ve Kuzey Yıldızı’na bakarak gece yarısının çoktan geçtiğini, sabah namazı vaktinin geldiğini hesapladı. Hanefi’den bir ibrik istedi (Hiçbir zaman heybesinde bir tane taşımayı ihmal etmezdi.) ve yamçısını alarak suya gitti. Ayakkabılarını çıkarıp abdestini alan Hacı Murat, çıplak ayakla yamçının üzerine çıktı ve baldırlarının üzerine çömeldi; önce parmaklarını kulaklarına koyup gözlerini kapattıktan sonra güneye döndü ve her zamanki gibi namaz dualarını okumaya başladı.
İbadetini bitirdikten sonra yerine geri döndü ve yamçının üzerine oturarak dirseklerini dizlerine dayadı, başını eğip derin düşüncelere daldı. Hacı Murat’ın her zaman için kaderine sarsılmaz bir güveni vardı. Herhangi bir şeyi planlarken her zaman başarıya ulaşacağına önceden inanırdı ve bu yüzden de kader ona hep gülerdi. Gerçekten de çok nadiren karşılaştığı bazı aksaklıklar dışında, fırtınalı savaşçılık hayatı her daim yolunda gitmişti, bu sefer de öyle olacağını ümit ediyordu.
Vorontsov’un emrine vereceği orduyla Şamil’e nasıl yürüyeceğini, onu esir alıp intikamını nasıl alacağını, Rus Çarı’nın onu nasıl ödüllendireceğini ve sadece Avarları değil, kendisine boyun eğecek olan tüm Çeçen halkını nasıl yeniden yöneteceğini hayal ediyordu; bu düşüncelerle farkında olmadan uykuya daldı.
Rüyasında, kendisinin ve cesur müritlerinin ilahiler söylediğini, “Dağılın, Hacı Murat geliyor!” naralarıyla Şamil’e nasıl saldırdığını, onu ve karılarını nasıl yakaladıklarını, hepsini nasıl birlikte tutsak aldığını görüyor; tam bu sırada sanki o kadınların çığlıklarını bile duyabiliyordu. Birden uyandı. Rüyasında okunan “La ilahe illallah!” naraları, Şamil’in eşlerinin feryatları, onu uyandıran çakal ulumalarından başka bir şey değildi.
Hacı Murat başını kaldırdı, doğuda çoktan aydınlanmaya başlayan ağaçların gövdeleri arasından görülen gökyüzüne baktı ve kendisinden biraz uzakta oturan bir müridine Han Mahoma’yı sordu. Han Mahoma’nın henüz dönmediğini duyunca tekrar başını göğsüne bıraktı ve uykuya daldı.
Bata ile olan görevinden dönen Han Mahoma’nın neşeli sesi uyandırdı onu bu sefer. Han Mahoma hemen Hacı Murat’ın yanına oturdu ve ona askerlerin kendilerini nasıl karşıladıklarını, Prens’e nasıl götürdüklerini ve Prens’in kendisiyle nasıl konuştuğunu, Rusların Miçik Deresi’nin karşı yamacında Şalinskiy düzlüğünde odun kırdıkları yerde bu sabah onlarla nasıl buluşmaya söz verdiğini teker teker anlattı. Bata, kendi ayrıntılarını eklemek için dostunun sözünü keserek onun anlattıklarını tamamlıyordu.
Hacı Murat özellikle Vorontsov’un Rusların yanına gitme teklifine hangi sözcüklerle cevap verdiğini sordu. Han Mahoma ve Bata bir ağızdan, Prens’in Hacı Murat’ı misafir olarak kabul etmeye, onun iyiliği için çalışmaya ve öyle davranmaya söz verdiğini söylediler. Sonra Hacı Murat onlara yol hakkında sorular sordu ve Han Mahoma ona yolu iyi bildiğini, onu doğrudan oraya götüreceğini garanti edince Hacı Murat biraz para çıkardı ve Bata’ya vadedilen üç rubleyi verdi. Adamlarına heybeden altın işlemeli silahlarıyla, sarığını çıkarmalarını; müritlerine de Rusların arasına girdiklerinde iyi görünmeleri için kendilerine çekidüzen vermelerini söyledi. Onlar silahlarını, koşum takımlarını, atlarını temizlerken yıldızlar çoktan kayboldu, hava iyice aydınlandı ve sabahın öncüsü serin bir rüzgâr esmeye başladı.
V
Sabahın erken saatlerinde, hava henüz karanlıkken, Poltoratskiy tarafından komuta edilen ve baltalar taşıyan iki bölük, Şahgirin Kapısı’nın altı mil ötesine yürüdüler ve gün ağarınca odunları kesmek için harekete geçen bir dizi avcı, ormanın içine yayıldılar. Saat sekize doğru, tatlı bir biçimde tıslayarak çatırdayan ateşten yükselen nemli yeşil dalların kokulu dumanına karışan sis, yavaş yavaş kalkmaya başladı ve o zamana kadar beş adım öteyi görmemiş ancak birbirlerini duymuş olan oduncular, şimdi kesilen ağaçların yığıldığı orman yolunu iyice seçebiliyorlardı.
Güneş, dağılmaya başlayan sis bulutunun ardında kâh kocaman bir çanak gibi kimi zaman bir benek hâlinde görünüyor kimi zaman da tamamen kayboluyordu. Yolun biraz ilerisinde subaylar, davulların üstünde oturmuş bekleşiyorlardı.
Açıklıkta, yoldan biraz uzakta oturan bu kişiler; Poltoratskiy, Astsubay Tihonov, üçüncü bölüğün iki subayı, muhafızların eski bir subayı ve Poltoratskiy’in düello yüzünden rütbesi geri alınmış, askerî okuldan bir arkadaşı olan Baron Freze idi. Davulların çevresine yiyecek kâğıtları, sigara izmaritleri ve boş şişeler saçılmıştı. Subaylar kahvaltı esnasında biraz votka içmiş, sonrasında İngiliz birası içmeye devam etmişlerdi. Davulcu üçüncü şişesini açıyordu. Poltoratskiy, yeterince uyumamış olmasına rağmen kendisini askerleri ve yoldaşları arasında, tehlike ihtimali olan bir yerde bulunduğu zamanlarda hissettiği o tuhaf, kaygısız neşe içerisinde hissediyordu.
Subaylar, General Sleptsov’un ölümünü konuşuyorlardı. En çok da dağlıları kılıçtan geçiren yiğit subayın kabadayılığı üzerinde duruyorlardı.
Hiçbiri bu ölümde bir yaşamın en önemli anını, bir sona ermişliği görmüyordu; aksine aralarındaki en deneyimli subaylar bile o zamanki Kafkas savaşlarında, başka yerlerde olduğu gibi, hiçbir zaman hayallerde yaratılan ya da efsane gibi anlatılan kılıç savaşlarının gerçekleşmediğini bilirlerdi, böylesine göğüs göğüse meydana gelen savaşlarda sadece kaçanlar kılıçtan geçirilirdi. Bununla birlikte subaylar yine de bu türden savaş hayallerini çok gurur verici bir durum olarak gördüklerinden, bu onlara güven ve neşe veriyordu. Davulların üzerinde kimi büyük bir gururla böbürlenerek kimi ise sakin oturmuş vaziyette sigarasını tüttürüyor, birasını içiyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyordu; Sleptsov’un başına geldiği gibi her an onlara yetişebilecek olan ölüm hakkında endişelenmiyor, hatta bu düşünceyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve tam da konuşmalarının ortasında, âdeta ölümün ben buradayım demesini andıran bir tınıyla, yolun solundan bir tüfek atışının hoş, heyecan verici sesini duydular. Sisli havada ateşlenen mermi uçtu ve bir ağaca saplandı.
“Maşallah!” diye neşeyle haykırdı Poltoratskiy. “Bizim hattımız iyi çalışıyor. Şansın açık olsun, Kostya.” dedi ve Freze’ye dönerek: “Haydi, bölüğünün başına geç bakalım. Hattı desteklemek için tüm bölüğe liderlik edeceğim, haydi keyifle geçecek bir savaşa hazırlanalım ve bunun için gerekli raporu hazırlayalım.” dedi.
Freze, ayağa fırlayarak bölüğün bulunduğu sisli noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Poltoratskiy, küçük birliğini yürüyüş düzenine geçirerek ateş açılan yere doğru yönlendirdi.
İleri karakollar, ormanın eteklerinde, bir vadinin çıplak inen yamacının önünde duruyordu.
Rüzgâr orman yönünde esiyordu ve sadece vadinin eğimi görünmekle kalmıyor, aynı zamanda karşı taraf da açıkça görünüyordu. Poltoratskiy hatta ulaştığında, güneş sisin arkasından çıkmıştı; vadinin diğer tarafında, daha seyrek bir ormanın eteklerinde, çeyrek mil uzaklıkta birkaç atlı görünüyordu. Bunlar Hacı Murat’ın peşine düşen ve onun Ruslarla karşılaşmasını görmek isteyen Çeçenlerdi. İçlerinden biri hatta ateş etmiş, karşı taraftan birkaç asker ona karşılık vermişti.
Çeçenler geri çekilmiş, ateş kesilmişti ancak Poltoratskiy ile bölüğü geldiğinde yine de ateş edilmesi emrini verdi. Bu sözle birlikte, keskin nişancılar dizisinin tamamı boyunca, tüfeklerin aralıksız, neşeli, heyecan verici çıtırtıları duyuldu; hemen ardından da ince bir duman şeridi narince etrafa yayıldı.
Ortaya çıkan şenlikten memnun olan askerler, hızla tüfeklerini doldurarak art arda ateş ettiler. Görünüşe göre Çeçenler de onların bu neşeli eğlencelerine ayak uydurmuşlardı, onlar da birbiri ardına ileri sıçrayarak askerlere birkaç el ateş ettiler. Bu atışlardan biri, bir askeri yaraladı. Bir gece önce pusuya yatmış olan Avdeyev’di bu asker. Yoldaşları ona yaklaştıklarında yüzüstü yatıyordu, yaralı karnını iki eliyle tutuyor ve ritmik bir hareketle sallanarak, hafifçe inliyordu. Avdeyev, Poltoratskiy’in bölüğünden bir askerdi, bir grup askerin toplandığını gören Poltoratskiy onlara doğru yürüdü.
“Ne oldu evlat? Vuruldun mu?” dedi Poltoratskiy. “Nerene isabet aldın?”
Avdeyev buna cevap vermedi.
Avdeyev’in yanında bulunan bir asker, “Tam silahımı dolduruyordum ki bir anda bir ses duydum.” diye anlatıyordu. “Sonra bir baktım, bizimki tüfeğini düşürmüş.”
“Cık, cık, cık!” diye dilini şaklattı Poltoratskiy. “Çok acıyor mu Avdeyev?”
“Acımıyor ama yürümemi engelliyor, ayağa kalkamıyorum. Şimdi bir damla votka olsa ne iyi olurdu!”
Biraz votka -ya da Kafkasya’daki askerler tarafından içilen ispirto-hemen temin edildi ve sert bir şekilde kaşlarını çatan Panov, ciddi bir ifadeyle Avdeyev’e bir kapak içinde ispirtoyu sundu. Avdeyev birkaç yudum alıp kapağı hemen eliyle itti.
“Yok, içim bunu kaldırmıyor, al sen iç!” dedi.
Panov, ispirtonun kalanını bir dikişte içti. Avdeyev yeniden doğrulmaya çalıştı ama yine çöktü. Hemen yere bir kaput sererek onu üzerine yatırdılar.
Astsubay, Poltoratskiy’e: “Komutanım, Albay geliyor.” diye haber verdi.
“Tamam. Buraları siz düzenleyin.” dedi Poltoratskiy ve kırbacını şaklatarak Vorontsov’u karşılamak için atını dörtnala sürdü. Vorontsov safkan bir İngiliz atına biniyordu ve ona alay yaveri, bir Kazak ve bir Çeçen tercüman eşlik ediyordu.
“Burada neler oluyor?” diye sordu Vorontsov.
“Çetelerden biri bizim avcı takımımıza saldırdı.” diye cevapladı Poltoratskiy.
“Aman hadi oradan, sizin yüzünüzden olmuştur!”
Poltoratskiy gülümseyerek, “Hayır Prens, biz değildik.” dedi. “İlk olarak onlar başlattı.”
“Bir askerin yaralandığını duydum!”
“Evet, çok yazık oldu. O iyi bir asker.”
“Yarası ciddi mi?”
“Sanırım, karnından isabet aldı.”
“Peki, şimdi nereye gittiğimi biliyor musunuz?” diye sordu Vorontsov.
“Bilmiyorum, efendim.”
“Tahmin edemiyor musun?”
“Hayır.”
“Hacı Murat geliyor, birazdan onunla görüşeceğiz.”
“Doğru mu duydum?”
Vorontsov, yüzünde oluşan memnuniyet gülümsemesini güçlükle bastırarak, “Dün elçisi bana geldi. Birkaç dakika içinde Şalinskiy düzlüğünde beni bekliyor olacak. Keskin nişancıları düzlüğe yerleştirin ve sonra gelip bana katılın.”
“Emredersiniz.” dedi Poltoratskiy, elini kalpağına götürerek ve birliğine geri döndü. Keskin nişancıları çayırlığın sağına yönlendirdi ve Astsubay’a sol tarafa da aynısını yapmasını emretti. Yaralı Avdeyev, bu arada bazı askerler tarafından kaleye geri götürülmüştü.
Poltoratskiy, Vorontsov’un yanına dönmek için yola koyulduğunda, arkasından kendisine yetişmekte olan birkaç atlıyı fark etti. Önde beyaz yeleli bir atın üzerinde, çerkezkasını ve kalpağını giymiş, altın süslemeli silahını kuşanmış, heybetli bir adam vardı. Bu adam Hacı Murat’tı. Poltoratskiy’e yaklaştı ve ona Tatarca bir şeyler söyledi. Kaşlarını kaldıran Poltoratskiy, anlamadığını göstermek için kollarıyla bir hareket yaptı ve gülümsedi. Hacı Murat da ona gülümseyerek karşılık verdi ve bu çocuksu, saf, gerçek anlamda iyi yürekliliği gösteren gülümseme Poltoratskiy’i şaşırttı. Poltoratskiy, korkunç dağ şefinin böyle görüneceğini hiç tahmin etmemişti. Suratsız, sert yüzlü bir adam görmeyi ummuştu ve şimdi karşısında gülümsemesi öylesine nazik, hayat dolu bir insan vardı ki Poltoratskiy kendini eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissetmişti. Ondaki en belirgin özellik, birbirinden ayrık, kara kaşlarının altından sakince, dikkatle bakan ve diğerlerinin gözlerini delip geçen gözleriydi, sanki karşısındakinin içini okuyabiliyordu.
Hacı Murat’ın ekibi, o gece Prens Vorontsov’u görmeye gelen Han Mahoma’nın da aralarında bulunduğu beş kişiden oluşuyordu. Al yanaklı, yuvarlak yüzlü, siyah kirpiksiz gözleri ve ışıltılı ifadesiyle, yaşam sevinciyle dolu bir adamdı.
Hemen yanında, kaşları birleşik, tıknaz, kıllı bir adam olan Avar Hanefi vardı. Hacı Murat’ın tüm mülkünden sorumluydu ve ağzına kadar doldurulmuş heybeleri taşıyan bir atı tutuyordu. Onun ekibinde özellikle iki adam çok dikkat çekiciydi. Kadın kadar ince belli, geniş omuzlu, kumral, sakalı henüz çıkmaya başlamış, koyun gözlü, yakışıklı bir erkek olan Eldar bunlardan biriydi. Diğeri ise bir gözü kör, kaşı ve kirpiği olmayan; yüzünde burnundan başlayan bir yara izi ile kızıla çalan sakalı bulunan müridi, Çeçen Hamzalo idi.
Poltoratskiy, yolda beliren Vorontsov’u işaret etti. Hacı Murat atını ona doğru sürdü, sağ elini kalbinin üzerine koyarak Tatarca bir şeyler söyledi ve durdu. Çeçen tercüman onun söylediklerini tercüme etti.
“ ‘Kendimi Rus Çarı’nın korumasına teslim ediyorum.’ diyor.” ‘Ona hizmet etmek istiyorum. Bunu uzun zaman önce yapmak istiyordum ama Şamil izin vermedi.’ ”
Vorontsov, tercümanın ne dediğini duyduktan sonra, deri eldivenli elini Hacı Murat’a uzattı. Hacı Murat, bir an tereddütle ona baktıktan sonra tekrar bir şeyler söyleyerek onunla tokalaşırken önce tercümana, ardından Vorontsov’a baktı.
“Serdar’ın oğlu olduğun için senden başkasına teslim olmak istemediğini söylüyor ve sana çok saygı duyuyor.”
Vorontsov teşekkür etmek için başını eğdi. Hacı Murat çevresindekileri göstererek bir şeyler daha söyledi.
“Diyor ki bunlar onun müritleri, onun gibi Ruslara hizmet edeceklermiş.”
Vorontsov o tarafa dönerek onları da başıyla selamladı. Neşeli, kara gözlü, kirpiksiz Çeçen Han Mahoma da başını salladı, Vorontsov’a kendi dilinde bir şeyler söyledi; muhtemelen komik şeylerdi çünkü kıllı Avar, beyaz dişlerini göstererek sırıttı. Ama kızıl saçlı Hamzalo’nun tek kırmızı gözü sadece bir anlığına Vorontsov’a bakmakla yetindi, ardından yine atının kulaklarına odaklandı. Vorontsov ve Hacı Murat maiyetleriyle birlikte kaleye geri döndüklerinde, askerler gruplar hâlinde toplanmış, hatlardan ayrılarak kendi aralarında konuşuyorlardı:
“O lanet olası adam ne çok cana kıymış! Ve şimdi onu kim bilir nasıl baş tacı edecekler!”
“Başka ne olacaktı ki! O, Şamil’in sağkoluydu; artık çok daha kıymetli olur!”
“Yine de inkâr yok! Yiğit bir adam o, yaman bir asker!”
“Şu kızıl saçlıya bakın! Tıpkı bir yaban hayvanı gibi gözlerini kısarak sinsice bakıyor!”
“Öf! Sadece itin biri o!”
Özellikle kızıl saçlı hepsinin ilgisini çekmişti. Kafile odun kesilen yerden geçtiği sırada, yolun yakınında bulunan askerlerin tümü Hacı Murat ve adamlarını daha yakından görmek için öne doğru atıldılar. Subaylardan biri hemen onlara çıkıştı ancak Vorontsov, “Bırakın eski dostlarına bir baksınlar.” dedi.
“Bunun kim olduğunu biliyor musun?” diye ekledi, en yakındaki askere dönerek ve kelimeleri İngiliz aksanıyla yavaş yavaş söyleyerek.
“Hayır, komutanım.”
“Hacı Murat. Onun adını duydunuz mu?”
“Nasıl duymam komutanım? Ona kaç sefer dayak attık!”
“Evet ama oldukça çok dayağını da yediniz.”
“Evet, bu doğru, komutanım.” diye cevapladı asker, komutanıyla konuşma fırsatı bulmuş olmaktan dolayı mutluydu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.