Kitabı oku: «Babil Mitolojisi», sayfa 2
Bu genel kuralın tek çarpıcı istisnası tanrıça İştar’dı. Bu tanrıça kendi başına o dönemlerde diğer tanrıçalara ithaf edilen bütün gücü özümsemiş gibi görünmektedir. Sümer tanrıçası Ninni’yle özdeşleştirilmiştir ve Asur yazıtlarında ulusal tanrı Aşur’un eşi olmuştur. Ayrıca “Bēlit” yani “Leydi” olarak adlandırılmış ve bu karakteriyle Bēl’in eşi olarak unvanlar ve imtiyazlar üstlenmiştir. Zamanla “İştar” ismi tanrıçalar için genel bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır. Dahası İştar, birbirinden tamamen farklı iki karakteri temsil eden iki farklı isimle Babil’de biliniyordu. Ona Anunitu adı verilen Akad’da ve Anunitu’nun Sippar’ı olarak adlandırılan şehirde savaş tanrıçası olarak tapılınıyordu. Bu bakımdan Ay Tanrısı Sin’in ve eşi Ningal’in kızı sayılıyordu. Diğer yandan Frech’teki büyük E-ana tapınağında ona aşk tanrısı olarak tapılıyordu ve Nana’yla özdeşleştirilmişti. Bu bakımdansa Anu ile Anatu’nun kızı olarak görülüyordu. Bu onun daha uysal niteliklerinden biriydi, aşk tanrıçası olarak Dumuzi (ya da Tammuz) ile ilgili efsaneyle ilişkilendirilmiştir. Dumuzi, genç yaşta ölen sevgilisiydi ve onun yeniden canlanması uğruna tanrıça ölüler diyarına inmişti. Erech’te kendi ibadetine bağlı sayısız rahibe ona hizmet ediyordu. Sonraları biçimi Herodot tarafından tanımlanan ve tapınağında uygulanan dini ayinler aşk tanrıçası olarak onun onuruna gerçekleştirilirdi. Asurlular tarafından ona en çok savaş tanrıçası olarak ibadet edilmiştir. Asur’da iki meşhur tapınağı bulunuyordu, biri Ninova’da ve diğeri de Erbil’de olup her iki yerde de savaşçı karakteriyle ona tapınılmıştı.
Babillilerin tarihinin büyük bir kısmında ortaya çıkan başlıca tanrıların temel özellikleri işte böyleydi. Burada çizilen taslak, her ne kadar dini ve tarihsel yazın bakış açısından elde edilmiş olsa da astroloji ve gökbilimiyle ilgili yazıtlarda tanrılara atfedilen özelliklerle tutarsız değildir. Gezegenlerin büyük tanrıların bazılarıyla özdeşleştirilmesi, muhtemelen ya çok erken dönemlere ait ya da çok ilkel bir gelişme değildi, ancak Babilli tanrılar topluluğu tam anlamıyla oluşturulduktan sonra ortaya çıkmıştı. Bir grup yerel tanrıya ibadet, yerini düzenli bir doğaya tapınma sistemine bıraktığında efsanelerle söylencelerin gelişimi, tanrıların birbirleriyle sürekli ilişki içinde olduklarına dair bir inancı gerekli kılmıştı ve Babilliler için tanrıların özel bir yerde yani göklerde bir arada yaşadıklarını varsaymak pek tuhaf olmamıştı. En erken dönemlerden itibaren Güneş ile Ay sırasıyla Şamaş ve Sin tanrılarının sembolleri olarak görülmüştür. Ayrıca bu iki ışık saçan büyük cismin devinimlerinin, bu tanrılar tarafından yönlendirildiğine inanılıyordu. Sonraki dönemlerde gezegenlerin devinimlerinin, ayrıca sembolleri bu gezegenler olan tanrılar tarafından yönlendirildiği düşünülmüştür. Bu bakımdan Marduk Jüpiter’le, İştar Venüs’le, Ninip Satürn’le, Nergal Mars’la ve Nabu Merkür’le özdeşleşmiştir.5 Daha önce tanrılar topluluğunun başında bulunduklarından bahsettiğimiz büyük tanrılar üçlüsünün üyeleri, bu sürecin dışında bırakılmamış: Bēl ile Ea gökyüzüne nakledilip orada Anu’yla bir arada tutulmuş ve böylece üçlü gökleri kendi aralarında paylaşmışlardır.
Yukarıdaki taslak içinde sadece ilāni rabūti’den yani Babil’in “büyük tanrıları”ndan bahsedilmiştir, ancak çeşitli güçleri ve etki alanları olan sayısız iblisin ve cinin yanı sıra bu tanrılara kıyasla ikinci sırada gelen bir sürü daha az önemli tanrının da bulunduğunu unutmamak gerekir. Görece önemsiz bu cin grubunun içinde dini yazıtlarda en sık bahsedilen iki grup Anunnaki ile İgigi’dir: sırasıyla “yeryüzü cinleri” ve “gökyüzü cinleri” anlamına gelmektedir. Her bir gruptan genellikle diğer grupla bağlantılı olarak bahsedilir ve büyük tanrıların isteklerini yerine getiren varlıklar olarak tanımlanırlar. Büyülerle ilgili yazınsal metinlerde, insanlara karşı düşmanca davranan iblislerin, hayaletlerin ve cinlerin sayısı bir hayli fazladır ve onların şeytani etkilerinden kaçınmak için büyünün yardımına sığınmak ve güçlü tılsımlar kullanmak gerekmektedir. Böylece onların yıkıcı eylemlerinden, insanları ancak büyük tanrıların yardımı koruyabilmektedir.
İkinci Bölüm
Gökyüzü, Yeryüzü ve Cehennem
Babillilerin üzerinde yaşadıkları yeryüzünün biçimi ve doğası hakkında oluşturdukları düşüncelerini, cennetin yapısına dair edindikleri fikirlerini ve ayrıca mezardan sonra bir yerlerde geçirecekleri güne dair beklentilerini ancak yazılı kaynaklarının kalıntıları arasındaki tesadüfi göndermeler ve imalı ifadelerden öğrenebiliyoruz. Elimizde Babilli bir rahibin kaleminden çıkmış hiçbir ilmi eser bulunmadığından tüm bu konular hakkında Babillilerin düşüncelerinin izini, tarihi ve dini metinlerinin bölümlerinde sürüp bunları bir araya getirmek zorundayız. Antik Babillilerin bu gibi sorunlar üzerine eğildiklerine dair elimizde bol miktarda kanıt bulunmaktadır. Arkalarında herhangi bir detaylı evren tanımı bırakmamış olmalarına rağmen metinlerin dikkatlice incelenmesi sayesinde resmettikleri haliyle dünya hakkında oldukça kapsamlı bir fikir elde etmek mümkündür. Babilli tanrılar ve kahramanlar hakkında anlatılan efsanelerin ve hikâyelerin çoğunu anlamak için cennet, yeryüzü ve cehennemi onların bakış açısından değerlendirmek gerekir. Bu yüzden ileriki bölümlerde çevirisi bulunan ya da bahsi geçen efsaneler ve mitlere geçmeden önce bu kavramlarla ilgili görüşlerinin izini sürmek yerinde olacaktır.
Yeryüzünün oluşumu ve biçimiyle ilgili olarak Babilli eski bir kahraman olan Etana hakkında anlatılan bir efsanede, ilginç bir paragrafa rastlıyoruz. Kartal, Etana’nın arkadaşlarından biriymiş ve bir gün Etana’yı cennete uçurmayı teklif etmiş. Etana, Kartal’ın teklifini kabul etmiş ve Kartal’ın tüylerine tutunarak yerden ayrılıp göklere çıkarılmış. Birlikte yükseklere doğru çıktıkça Kartal, Etana’ya giderek küçülen yeryüzüne bakmasını söylemiş. Uçuş boyunca farklı yüksekliklerde üç kez aşağı bakmasını söylemiş ve her bakışında gördüğü sadece su olmuş. İki saatlik bir aradan sonra Kartal, “Yeryüzünün görünüşüne bak dostum. Dikkatlice denize bak. Hemen yanındaki Bilgelik Evi6. Bak, yeryüzü nasıl dağ gibi görünüyor ve deniz de su havuzuna dönüşüverdi,” demiş. Etana’yı iki saat daha yukarılara çıkardıktan sonra Kartal, “Yeryüzünün görünüşüne bak dostum. Deniz, yeryüzünün etrafında bir kuşak gibi görünüyor,” demiş. İki saat daha yükseldikten sonra Kartal haykırmış: “Deniz artık bir bahçıvanın suyoluna dönüştü.” Uçuşlarının daha da yüksek bir noktasında yeryüzü artık bir çiçek tarhının boyutlarına kadar küçülmüş. Bu paragraflardan, efsanenin yazarının yeryüzünü etrafı denizlerle çevrili bir dağ gibi hayal ettiğini anlıyoruz. İlk durdukları noktada Etana ve Kartal denizin, ortasında yeryüzünün yükseldiği bir su havuzu gibi görüneceği kadar yüksekteydiler. Daha sonra deniz o kadar küçüldü ki yeryüzünün etrafında bir kuşak gibi göründü. Sonundaysa deniz, sulama amacıyla kullanılan “bahçıvanın suyolu”ndan birazcık daha büyük görünecek kadar küçülmüştü.
Yeryüzünün, kenarları hafif meyilli bir dağa benzediği yarımküre biçiminde olduğu inanışı, diğer metinlerden de bildiğimiz kadarıyla Babilliler arasında yaygındı. Diodorus Siculus’a7 göre Babilliler, yeryüzünün bir “tekne” ve “çukur” gibi olduğunu belirtmişlerdir. Fırat ve Dicle nehirlerinde kullanılan teknelerin omurgaları yoktu ve teknelerin yazıtlarda karşılaştığımız tasvirlerinde biçimleri de daireye benziyordu.8 Böyle bir tekne tersyüz edildiğinde Babillilerin yeryüzünü tam olarak nasıl tasvir ettiği görülebilirdi: tabanı bir insanın belini saran kuşak gibi deniz tarafından kuşatılan bir yeryüzü. Mezopotamya’nın düzlüklerinde yaşayan birisine göre yeryüzü, merkezi Irak’ın yüksek sıradağlarıyla oluşturulmuş bir dağ gibi görünürdü. Diğer yandan Babil’in güneydoğusundaki Basra Körfezi ile Hint Okyanusu ve sırasıyla güneybatı ile batıya doğru uzanan Kızıldeniz ve Akdeniz de şüphesiz Babillilerde dünyayı okyanusun çevrelediği inancına neden oldu.
Yeryüzünün üzerinde belli bir yükseklikte, tıpkı yeryüzüne benzeyen çukur yarımküre biçiminde katı bir kubbeye ya da çatıya benzeyen gökyüzü uzanmaktadır. Hem yeryüzü hem de gökyüzü, Apsû adı verilen büyük bir su kütlesinin, yani derin denizin üzerinde yatmaktadır. Gökyüzünün katı kubbesinin nasıl desteklendiği tam olarak belli değildi. Yani kubbenin yeryüzü tarafından mı desteklendiği yoksa yeryüzünden bağımsız olarak sular tarafından mı tutulduğu kesin değildi. Bir görüşe göre yeryüzünün köşesi, yukarı doğru dönerek gökkubbenin dayandığı ve onu çevreleyen dik bir sıradağa benzeyen katı bir duvar oluşturuyordu. Yeryüzünün oluşturduğu dağla bu dağlar tarafından oluşturulmuş dış duvar arasında deniz, dar bir akarsu gibi birikiyordu. Bu düşünce, Etana efsanesindeki bazı ifadelerle uyuşmaktadır, ancak buna karşı olarak denizin çoğunlukla Apsû’yla ya da yeryüzünün üzerine dayandığı kadim Derin Deniz’le özdeşleştirildiği gerçeği ileri sürülebilir. Öte yandan şayet yeryüzünün köşeleri, gökkubbeyi destekliyor olsaydı deniz ile Apsû arasındaki tüm iletişim kesilirdi. Bu sebeple de yeryüzünün gökkubbeyi desteklememesi ve gökkubbenin tüm dayanaklarının tıpkı yeryüzünün olduğu gibi Apsû üzerinde duruyor olması daha muhtemeldi. Başlangıçta, yeryüzünün yaratılmasından çok önce, içinde canavarların yaşadığı sudan başka hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte bir başka yaratılış hikâyesi yorumuna göreyse Tanrı Bēl ya da Marduk, Derin Deniz’de yaşayan büyük bir dişi canavarı katletmiş ve sonra bedeninden gökyüzünü ve yeryüzünü yaratmıştır. Canavarın bedenini ikiye bölerek bir yarısından gökkubbeyi ve diğer yarısından da yeryüzünü şekillendirmiş.
Gökkubbenin üzerinde de bir başka su kütlesi bulunuyordu. Katı gökkubbenin desteklediği ve dökülüp yeryüzünü taşırmasın diye yerinde tuttuğu semavi bir okyanustu bu. Kubbenin alt tarafındaysa yıldızlar kendi yörüngelerinde ve Ay Tanrısı da kendi rotasında ilerliyordu. Dahası gökkubbede biri doğuda diğeri batıda olmak üzere Güneş Tanrısı Şamaş’ın her gün dünyanın bir ucundan diğerine geçmek üzere kullanması için iki kapı bulunuyordu. Gökkubbenin arkasındaki doğu kapısından geçip dünyanın ucundaki Gün Doğumu Dağı’nın üzerinden dışarı adımını atıp gökyüzüne doğru yolculuğuna başlardı. Akşamleyin ise Günbatımı Dağı’na gelip gökyüzünün batı kapısından geçerek üzerinden atlıyor ve insanların görüş alanından kayboluyordu. Bir geleneğe göre gökyüzündeki bu günlük yolculuğunu iki coşkulu atın çektiği bir at arabasıyla gerçekleştiriyordu. Bununla birlikte silindir mühürlerin üzerindeki betimlemelerde, yolculuğunu genellikle yayan gerçekleştirdiği görülmektedir. Aşağıdaki görselde Şamaş gökyüzünün doğu kapısından girerken, dünyanın ufkunun üzerinde belirmektedir.
Güneş Tanrısı Şamaş, gökyüzünün doğu kapısından geçerek ortaya çıkıyor. (British Museum’daki bir silindir mühüründen, 89. Numara, 110).
Doğan Güneş’e ithaf edilen aşağıdaki ilahide, Şamaş’ın gökyüzünün doğu kapısından dünyaya girişinden söz edilmektedir:
Ey Şamaş! Gökyüzünün temellerinden tutuşup çıktın,
Parlak göklerin kilidini açtın,
Gökyüzünün kapılarını açtın.
Ey Şamaş! Yeryüzünün üzerinde başını kaldırdın.
Ey Şamaş! Yeryüzünü cennetin aydınlığı ile kapladın.
Akşam güneşine ithaf edilen bir başka ilahideyse Şamaş’ın gökyüzüne geri dönüşüne dair bir gönderme bulunmaktadır:
Ey Şamaş! Sen gökyüzünün ortasına geldiğinde,
Aydınlık göklerin kapılarının sürgüleri seni karşılasın,
Cennetin kapıları seni kutsasın,
Sevgili hizmetkârının dürüstlüğü sana yol göstersin,
Kudretinin merkezi E-babbara’da hükümdarlığın şanlı olsun,
Ve sevgili karın Ai neşeyle huzuruna gelsin,
Ve kalbine huzur versin,
Yüceliğin için adına şölen verilsin.
Ey yiğit kahraman Şamaş! İnsanlık seni yüceltsin.
Ey E-babbara’nın efendisi! Yolun daima açık olsun,
Senin için mutlak güvenilir yoldan gidesin.
Ey Şamaş! Sen dünyanın tek hâkimisin, bu yüzden kararları verensin.
Her akşam Şamaş gökyüzünün iç kısımlarına girdiğinde, orada karısı Ai tarafından karşılanır ve tanrıların ikametgâhında ziyafet çekip geçirdiği yorucu günden sonra dinlenirdi. İnsanların görebildiği gökyüzünün ötesinde ve gökkubbenin desteklediği semavi okyanusun ardında doğaüstü bir güzellikle ihtişama sahip gizemli bir diyar vardı. Tanrıların arada sırada insanlardan ayrı olarak ikamet ettikleri Kirib Shamē yani “Cennetin En Özel Kısmı” denirdi buraya. Genel inanışa göre tanrıların hepsi yeryüzünde ve her biri kendi şehrinde ya da tapınağında yaşardı. Her birinin, ona tapınanların refahını sağlamak maksadıyla burada olduklarına inanılırdı. Şayet çok arzu ederlerse istedikleri her an gökyüzüne gidebilirlerdi. Örneğin Tanrıça İştar, antik Erech şehrinde yaşardı, ancak Kahraman Gılgamış’ın kutsallığına hakaret ettiğini düşündüğünde derhal gökyüzüne yükselmiş ve orada annesiyle babasından yani Gökyüzü Tanrısı Anu ile eşi Anatu’dan intikam talep etmişti. Bununla birlikte tanrılar, sadece böylesine nadir durumlarda yeryüzünden ayrılırlardı ve bu kural doğrultusunda kaderle alınyazısının kararlaştırıldığı tanrıların meclis salonu gökyüzünde değil de yeryüzünde bulunuyordu. Bu salonun adı Upshukkinaku’ydu ve genel konseye çağırıldıklarında tanrılar burada bir araya gelirlerdi. Salonun, doğuda büyük Derin Deniz’in sularıyla sınırlandırılan dünyanın köşesinden çok uzakta olmayan Gün Doğumu Dağı’nda bulunduğu sanılıyordu.
Babillilerin, yeryüzünü büyük bir yarıküre biçiminde tasavvur ettiklerinden zaten bahsetmiştik. Buna ek olarak dünyanın çukur iç kısmının da Derin Deniz’in sularıyla dolu olduğuna inandıklarını eklememiz gerekir. Bununla birlikte yeryüzü katmanını ince bir kabuk olarak görmüyorlardı. Aksine, her ne kadar çukur gibi olsa da bu sert zeminin kabuğunun epey kalın olduğu düşünülmekteydi. “Dünya Dağı’nı” oluşturan bu kabuğun içinde, yüzey seviyesinin derinliklerinde Arallû adı verilen büyük bir mağara vardı ve işte burası ölülerin mekânıydı. Burada yedi duvarla çevrelenmiş büyük Ölüler Evi bulunmaktaydı. Duvarları gerçekten dayanıklı olacak biçimde inşa edilmişti ve o kadar dikkatlice gözetlenip korunuyordu ki bir kez içeri girildi mi bir daha dünyaya geri dönebilme ümidi olamazdı. Arallû’nun (ölüler diyarının) bir diğer adı da māt lā tāri yani “dönüşü olmayan diyar”dı. Ölüler Evi, karanlık ve kasvetli bir yerdi. Orada ölüler, bezgin ve sefil varlıklarını sürdürmekteydi. Gün ışığını asla göremiyorlar ve daimi bir karanlık içinde kalıyorlardı. Tüylerden yapılmış kıyafetler giydikleri için kuşlara benziyorlardı. Yedikleri tek şey, toz ve çamurdan ibaretti ve her şeyin üstü kalın bir toz tabakasıyla kaplıydı. Babillilerin mezarın ötesinde neşeli bir hayat geçirme ümitleri yoktu ve ölülerin yukarıda, yeryüzünde yaşadığına benzer bir hayata sahip olabilecekleri bir cenneti tasavvur etmiyorlardı. Haklı ile haksız ve iyi ile kötü arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Aksine herkesin ortak bir kaderi paylaşıp ölümden sonra aynı seviyeye düşürüleceğine inanıyorlardı. Babillilerin ölülerin mutsuz durumuna dair bu algısı, Şeol ya da cehennemdeki ölülerin, varlıklarını hayatın tüm zevklerinden mahrum bir biçimde sürdürdüğünü düşünen İbranilerle ortaktı. İşaya’nın kitabında ölüler, “yeryüzünün en önemlileri” ve “ulusların kralları” da yanlarına katıldığında Babil kralıyla buluşmak üzere toplanan bir grup olarak resmedilmiştir. Buluştuklarında krala şunları sorarlar: “Sen de bizim kadar zayıf mısın? Sen de bizim gibi mi oldun? Şatafatın da tüm o sazlarının gürültüsü de ölüler diyarına indirildi. Kurtlar altında yatak olacak ve solucanlar üstünü örtecek.” Ezekiel de ölülerle dirilerin durumu arasındaki tezatlığı vurgular. Diriler diyarında terör estirenler, öldüklerinde hareketsiz yatarlar ve “çukura düşenlerle birlikte bu utancı taşırlar”. Zebur’u yazanlar Yehova’ya kurtuluş için yakarırlar: “Ölümde adın anılmadığı için Şeol’da sana kim teşekkür edecek?”
Bu kederli ölüler diyarını yöneten tanrıçanın adı Allatu ya da Ereşkigal’dı. Tanrıça onunla aynı vasıfta olan Ölülerin Tanrısı Nergal’le ilişkilendirilmiştir. Nergal’ın karısının ismi Laz’dı, ancak efsane Nergal’ın, Allatu’yu katletmek amacıyla zorla cehenneme indiğini ve Tanrıça’nın yalvararak canını bağışlaması ve onunla evlenmesi için Nergal’ı ikna ettiğini anlatmaktadır. O andan itibaren Nergal ile Allatu ölüler diyarını birlikte yönetirler. Allatu’nun başyardımcısı, habercisi olarak çalışan ve onun emirlerini yerine getiren salgınlar ile hastalıklar iblisi Namtar’dı. Allatu’nun hükümleri, Bēlit-tsēri yani “Çölün Leydisi” adındaki bir tanrıça tarafından yazılırdı. Muhtemelen ismini Babil’i batıdan kuşatan vahşi ve çorak çölden almıştı. Çölün girişini bekleyen kapıcıysa Nedu adında bir tanrıydı. Anunnaki ya da “Yeryüzü Cini” ise çoğu zaman Nergal ile Allatu’nun emrinde çalışırdı. Bu başlıca tanrı ve tanrıçaların yanı sıra Namtar gibi insanlar arasında salgın hastalıklar yayarak hanımefendilerinin diyarına yeni kullar kazandıran bir dizi iblis de Allatu’ya hizmet ediyordu.
Bizlere kadar ulaşan bir dizi oyma bronz tabletten, ölüler diyarının tanrıları ile iblislerinin belli bir kısmının biçimi ve görünüşleri hakkında bilgi elde ediyoruz. Bunların aslında ölülerin mezarlarına şükran plaketi olarak yerleştirilmek üzere tasarlandığı öne sürülmektedir. Aşağıda sunulan görsel Suriye’de yaklaşık yirmi yıl önce satın alınan bu türdeki nesnelerin en güzel örneklerinden birine aittir. Suriye’ye de besbelli antik bir Babil şehrinden getirilmiştir. Tabletin arkasında, aslan başlı ve kanatlı efsanevi bir canavar figürü kabartma olarak işlenmiştir. Canavar arka ayakları üzerinde durmakta ve başını ön pençeleriyle kavradığı tabletin üst köşesine doğru kaldırmaktadır. Kopyası burada sunulan tabletin ön kısmındaysa bir cenaze merasimi temsil edilmektedir. Bazıları tarafından tabletin tepesinden bakan bu canavar, ölüler adına yerine getirilen cenaze törenlerini yönettiğine inanılan Tanrı Nergal ile özdeşleştirilmektedir.
Sahnenin kalın çizgilerle dört kesite bölündüğü görülmektedir. İlk kesit, bazı tanrıların amblemlerini içermektedir. Burada yedi küçük daire ya da yıldızdan oluşan bir grup, bir hilal şekli, kanatlı bir güneş diski, sekiz uçlu yıldız içeren bir çember, boynuzlu silindir biçiminde bir başlık ve diğer nesneler bulunmaktadır. Bu amblemlerin gökbilimi bakımından bir anlam taşıdıkları ileri sürülmektedir.9 Şayet bu doğruysa tabletteki amblemler, adına yapıldığı kişinin ölüm tarihini gösterecek biçimde göklerdeki yıldızların kümelenmelerini temsil ediyor olabilir. Bu gibi amblemlerin sıklıkla kraliyet yazıtlarında (örn. Aşurnasirpal’ın dikilitaşı ile II. Şalmaneser’in dikilitaşı ve Bavian’daki kaya yazıtlarında) ve yazılı silindir mühürlerde bulunmasına karşın, bu iki tür nesne üzerinde herhangi bir gökbilimsel anlama sahip olmadıkları görülmektedir. Buradan hareketle tanrıların amblemlerinin tabletin tepesinde bulunmasını, ölmüş kişi için lütuf sağlayacak birer tılsım olması için yerleştirildikleri biçiminde izah etmek daha doğru olacaktır.
Ölüler Tanrısı, bazı şeytanlar ve yeraltı sakinlerini gösteren bronz levha.
Tabletin geriye kalan bölünmüş üç kesitinin, yukarı ve aşağı dünyanın farklı seviyelerini temsil etmekte olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan her ne kadar arkaik heykellerde sıkça karşılaştığımız gibi birbirlerinin üstüne yerleştirilmiş olsalar da üç kesitte bulunan üç figür grubunun tek bir olayın parçaları olduğu varsayılabilir. Şekillerin tümüne bakıldığında ölmüş kişi, tabutunun üzerinde yatmakta ve etrafında yeraltı dünyasının iblisleri ile varlıklarının hazır bulunduğu görülmektedir. İkinci kesitte, insan bedenine sahip hayvan başlı yedi efsanevi yaratık görmekteyiz. Etekleri ayaklarına kadar uzanan uzun tunik giymişler, hepsinin yüzü sağa doğru bakıyor ve her birinin sağ eli havaya kaldırılmış. Her bir varlığın, farklı bir canavar kafası vardır. Sağdan başlayacak olursak, ilkinin yılan, ikincinin kuş, üçüncünün at, dördüncünün koç, beşincinin ayı, altıncının tazı ve yedincininse aslan başı vardır. Üçüncü kesitte diğer tanrı ve iblisler bulunmaktadır. Sakallı bir adam biçimindeki sağdaki ilk figürün sağ eli, ikinci kesitteki yedi varlığınki gibi havaya kalkıktır ve onun yanında elleri kenetlenmiş aslan başlı iki yaratık durmaktadır. Tüm bu tanrılarla iblisler, ölüler diyarına aitmiş gibi görünmektedir ve elleri üzerinde kenetlenmiş ölünün tabutunu koruyor gibidirler. Sol taraftaysa mezar kıyafetleri içinde ölü bulunmakta ve ölünün başucuyla ayaklarının yanı başında, cesedin üzerinde mistik bir merasimi yerine getiriyor gibi görünen sağ elleri havada iki görevli durmaktadır. Balık biçiminde yapılmış giysiler giydiği için bu görevlilerin kıyafetleri dikkat çekicidir. Tabutun başındaki görevlinin arkasında, yanmakta olan tütsü için bir sehpa vardır.
Tabletin üzerindeki en ilginç figürler dördüncü kesittedir, çünkü yeraltı dünyasının en önemli iki ilahi figürünü tasvir etmektedir. Ortadaki dişi figür, ölülerin kraliçesi Tanrıça Allatu’dur. Bir kadın bedeni üstünde aslan başı taşımaktadır. Her bir elinde yılan tutmaktadır ve göğüslerinin her birinde aslan asılıdır. Bir geminin üstündeki atın önünde diz çökmüştür ve yeryüzünün altında kabaran en eski okyanus, Apsû’nun bitişiğindeki “Ölüler Denizi”ne açılmaktadır. Arkasındaki çirkin kanatlı iblis, onun arkasında bekleyip emirlerini yerine getirmeye hazır olan salgınların şeytanı Namtar’dır. Allatu’nun önündeki nesnelerin ne olduğu kesin olmasa da ölüyle birlikte mezara koyulan adakları temsil etmeyi amaçlıyor olabilirler. Tabletin yapılış amacı, ölü adamın Arallû’ya yani ölüler diyarına güvenli geçişini sağlamak gibi görünmektedir.
Daha az korunmuş durumdaki benzer bir bronz tabletse İstanbul’daki Osmanlı İmparatorluk Müzesi’ndedir10 ve Güney Babil’deki Surgul’da bulunduğu söylenmektedir. Bu tabletin arkasında, tepeden aşağı bakan canavarın ayaklarının altında ya ölen kişinin adı ve unvanlarını kaydetmek üzere ya da onun yararına dokunması beklenen tılsımlı sözlerin yazılması için dört satırlık bir boşluk bırakılmıştır. Daha küçük olmasına karşın buna benzeyen bir başka tabletin arkasında da aynı amaçla kullanılması düşünülen daha uzun bir yazı bulunmuştur (daha büyük tabletlerde bulunan tabut ile salgın iblisi Namtar ve diğer ilahi varlıklarla şeytanların eksik olmasına karşın sadece tanrıça Allatu temsil ediliyor olsa da). Bu tablet Lajard tarafından yayımlanmıştır, fakat metin o kadar kötü bir biçimde kopya edilmiştir ki kesin olarak okunması mümkün değildir.11 Aynı özellikte daha da küçük bir tabletse British Museum’da muhafaza edilmektedir.
Babilliler ölülere karşı yaklaşımlarından başka hiçbir konuda, Mısırlılara karşı daha çarpıcı bir tezat oluşturamazlardı muhtemelen. Mezopotamya’nın nemli, alüvyonlu topraklarında cansız bir beden çabucak çürür ve Nil vadisinin her iki tarafında yükselen tepeler gibi sıra sıra yükseltilerin yokluğunda ölmüş insanların bedenlerinin muhafaza edilebileceği kayalardan oyulmuş mezarların yapılması mümkün değildi. Muhtemelen bu sebepten dolayı Babilliler, mezarın ötesine geçtiklerinde kasvetli bir yaşam biçimi sürdüreceklerine inanıyorlardı. Bununla birlikte Babillilerin, defin törenlerine hiç önem vermedikleri de düşünülmemelidir. Aksine bir insanın başına gelebilecek en büyük talihsizlik, cenaze merasiminden yoksun kalmaktı, çünkü böyle bir durumda ölen kişinin ruhunun Arallû’ya ulaşamayacağı ve kederle yeryüzünde dolaşmak zorunda kalacağı, sürekli açlık çekeceği ve yeryüzünde de sokaklarda bulabileceği artıklar ve çerçöple yetinmeye mecbur kalacağı düşünülüyordu. Susa’yı fethettiğinde Asurbanipal, düşmanları böyle bir kadere saplanıp kalsın diye yıllar önce ölüp gömülmüş kralların mezarlarının altüst edilip kemiklerinin Asur’a sürüklenerek getirilmesi emrini vermiştir. Aynı amaçla savaş alanındaki cesetlerin uzuvlarının kesilmesini ve ölü bedenlerin kuşlar ve yırtıcı hayvanlara yem olması için etrafa savrulmasını buyurmuştur.
Ne var ki bir cesedin gömülmeden bırakılması yaşayanlar için de tehlike içermiyor değildi, çünkü ölü kişinin hayaleti, yeryüzündeki başıboş gezintileri esnasında karşılaştığı herhangi birini büyüleyip ona çok ağır rahatsızlıklar verebilirdi. Bir kişinin yeryüzündeki hayaletine ekimmu (hortlak) adı verilirdi ve büyücülerle cadılar ekimmu’nun insanlara zarar verebilmesini sağlayabilecek bir büyü yapma gücüne sahip olduklarını iddia ederlerdi. Diğer yandan bir ekimmu bazen kendiliğinden, sırf kurbanı onu yakalandığı zorluğun pençesinden cenazesini kaldırırarak kurtarır umuduyla herhangi birini seçip onun başına musallat olabilirdi. British Museum’da, üstüne bir ekimmu bağlanmış birisinin okuması için tasarlanan ilginç büyülü sözler bulunmaktadır.12 Bu sözlerden anladığımız kadarıyla sonuçta hastalanan kişi ıstırap içindeyken şöyle haykırabilirdi:
Ah Ea! Ah Şamaş! Ah Marduk! Kurtarın beni,
Merhametinizle rahatlamama izin verin.
Ah Şamaş! Korkunç bir hortlak günlerdir
Bindi sırtıma hiç ayrılmayacakmış gibi.
Bütün gün boyunca zulmediyor bana ve geceleri de içimde terör estiriyor.
Üstümü kirletiyor, saçlarım diken diken oluyor.
Bedenimden tüm gücümü çekip alıyor, gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oluyor.
Sırtıma musallat oldu, kanımı zehirledi, Bütün vücuduma musallat oldu.
Hasta adam çaresizlik içinde Şamaş’a, her kim olursa olsun bu ekimmu’dan onu kurtarması için dua etmektedir:
Hortlak ister ailem ve akrabalarımdan biri olsun,
İster katledilen biri olsun,
İster arada bir bana dadanan herhangi birinin hortlağı olsun.
Hortlağın ölüler diyarına yola çıkması için bundan sonraki adımsa doğru dürüst gömülmemiş adamın ruhunun ayrılmasını sağlayacak gerekli adakların sunulmasıydı ve şunlar söylenirdi:
Giymesi için bir kıyafet ve ayakları için de ayakkabılar,
Beline bir kemer ve içmesi için de bir tulum dolusu su,
Ayrıca yol azığı için … 13 verdim ona.
Bırakın gitsin batıya,
Ölüler diyarının kapıcısı Nedu’ya sevk ediyorum onu.
Bırak ölüler diyarının kapıcısı Nedu emniyet altında tutsun onu,
Parmaklıklar ve sürgüleri üzerine sıkı sıkıya kapansın.
Birinin arkadaşlarının ve akrabalarının, o kişinin cenazesinin uygun biçimde kaldırılması için gerekli özeni göstermelerinin ve mezarına ona güç versin diye yiyecek ve içecek sunarak ölüler diyarına güvenle gitmesini sağlamalarının, ölmüş kişi kadar onların da yararına olduğu açıkça görülmektedir. Bu gibi bağışlar, kişinin ölüler diyarının kasvetli ortamına vardıktan sonra çekeceği talihsiz yazgısının yükünü hafifletmeyi de amaçlamaktadır. Elimize mezar başında gerçekleştirilen törenler hakkında çok fazla bilgi ulaşmamış olsa da birinin ölümünün ardından, ölümünün neden olduğu kederin açıkça ifade edilmesi için evinin, ailesi tarafından kiralanmış kadınlı erkekli yas tutanlarla doldurulduğunu biliyoruz. British Museum’da bulunan Asurlulara ait mektup tabletler arasında, hüküm sürmekte olan bir kralın ölümü ve sarayda izlenmesi gereken düzenlemelerle ilgili bir tablet bulunmaktadır. Mektupta yazılanlara göre kral ölmüştür ve Asur şehrinin sakinleri yas tutmaktadır. Mektubun yazarı, daha sonra şehrin valisinin eşiyle birlikte saraydan ayrılışını, bir kurbanın bağışlanışını ve tüm saray sakinlerinin yas kıyafetleri giymelerini tasvir etmektedir. Son olarak da bir orkestra şefiyle tamamen kadınlardan oluşan müzisyenlerin gelip tüm sarayın huzurunda ağıtlar okumaları için düzenlemeler yapıldığını belirtmektedir. Sivil bir vatandaşın ölümü üzerine yas tutma merasimiyse haliyle çok daha mütevazı bir biçimde gerçekleştirilirdi.
Ölen kişi adına yas tutma merasimi gerçekleştirildikten sonra defin işlemi için uygun şekilde hazırlanmış naaş mezara taşınırdı. Babil’de çok eski dönemlerden bu yana ölen kişinin defnedilişinin törenler ve adaklar eşliğinde gerçekleştirildiği bilgisi, Şirpurla şehrinin eski kralı Eannadu’nun (büyük bir ihtimalle MÖ 4000 yılında hüküm sürmüş) zaferlerini kaydetmek amacıyla yapılan bir dikilitaş üzerindeki tasvirle kanıtlanmaktadır. Dikilitaşın bir bölümünde, savaşta hayatını kaybeden kralın savaşçılarının cenaze törenine dair bir tasvir bulunmaktadır. Ölüler sıra halinde yan yana dizilmiştir ve üzerlerine de bir öbek toprak yığılmıştır. Arkadaşlarıysa ya tümsek için biraz daha toprak ya da muhtemelen ölü için sunaklar dolu sepetleri taşırken tasvir edilmektedir.14 Geç dönem Babil ve Asur krallarına ait anıtların üzerinde cenaze merasimlerine dair herhangi bir tasvire rastlamamaktayız, fakat ismi ne yazık ki zarar görmüş geç dönem Asur krallarından birinin kırık kitabesinde, babasının cenazesinde yerine getirdiği kısa, ancak çok ilginç bir öykü bulunmaktadır. Kralın anlattıkları şöyledir:
Mezarın içine,
Gizli bir yere,
Krallara layık yağın içine,
Usulca yatırdım onu.
Mezar taşı
Edebi yatağını gösteriyor.
Sağlam bronzla,
Kapısını mühürledim,
Büyülü sözlerle muhafaza ettim.
Altın ve gümüş dolu kapları,
Tıpkı babamın sevdiği gibi,
Mezarına yakışan bütün eşyaları
Saltanatına yaraşır biçimde,
Güneş Tanrısı’nın huzurunda sergiledim,
Beni peydahlayan babamın yanına,
Mezarına bıraktım hepsini.
Sonra da prensler için,
Yeryüzünün cinleri için,
Mezarda yaşayan tanrılar için,
Hediyeler sundum.
Buradan, kralın tanrıya ithaf edilen sunağa kaplar dolusu altın ve gümüş koyduğunu ve mezarın girişini mühürledikten sonra kabrin hırsızlar tarafından soyulmasını engellemek üzere güçlü bir büyü okuduğunu çıkarıyoruz. Ayrıca kral, ölüler dünyasının sakinleriyle iblisleri teskin etmek için bağışlarda da bulunuyordu.
Bu kayıtla ilgili bir başka ilginç noktaysa ölünün bedeninin krallara layık yağ içine konulduğundan bahsetmesidir, çünkü açıkça görülüyor ki yağın cesedin çürümesini engelleyeceği düşünülmektedir. Ayrıca tuz da cesedin muhafaza edilmesi maksadıyla kullanılmış gibi görünmektedir. Asurbanipal, Nabubelşumati’nin düşmanı Asurbanipal’ın eline canlı olarak düşmesinin önüne geçmek için hizmetkârına kendisini öldürttüğünde cesedinin Ummanaldas tarafından tuza konularak Asur’daki kralın huzuruna taşındığından bahsetmektedir.15 Babillilerin tuz ve yağın yanı sıra balı da ölülerini muhafaza etmek için kullandıkları görülüyor. Herodot, Babillilerin ölülerini muhafaza etmek için bala yatırarak gömdüklerinden bahseder ve balın ölüyü muhafaza etmede çok kuvvetli olduğunun kanıtı olarak Mısırlıların da balı bu amaçla kullandıklarını belirtmektedir.16 Dahası Büyük İskender de ölüm döşeğindeyken kendisini bala yatırarak gömmelerini emrettiği kayıtlara geçmiştir ve görünüşe göre emirlerine de uyulmuştur.17 Anlatılara göre Marcellus’lardan biri, Aziz Peter’ın cesedini bolca mür ve baharatla cenaze için hazırladıktan sonra bal dolu “uzun bir sandık” içine yerleştirmişti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.