Kitabı oku: «Sylvie ve Bruno», sayfa 2
2.BÖLÜM
Bilinmeyen Arkadaş
Kahvaltı salonuna girdiğimiz sırada, Profesör “(…) O, kahvaltısını erkenden yapmış. Bu yüzden kendisini beklememenizi rica etti, Leydim. Bu taraftan Leydim.” diyerek biriyle konuşuyordu. Sonrasında (gördüğüm kadarıyla) aşırı bir kibarlıkla, kompartımanımın kapısını açıp genç ve güzel bir bayana yol gösterdi. “Genç ve güzel bir bayan!” diye acıyla mırıldandım kendi kendime. “Ve bu, tabii ki, 1.Bölüm’ün açılış sahnesi. O, kahraman. Ben ise onun kaderinin gelişimi sırasında sadece ihtiyaç duyulduğunda ortaya çıkan figüranlardan biriyim ve son kez kilisenin dışında Mutlu Çift’i karşılamak için beklerken görüneceğim!”
Duyduğum ikinci cümlesi “Evet Leydim, Fayfield’da değiştireceğiz.” oldu (Ah şu aşırı dalkavuk Muhafız!). “Bir sonraki istasyon.” Ardından kapı kapandı ve Leydi yerine oturdu. Tren tekrar hızla yolumuzda ilerlediğimizi ortaya koyarcasına (tren, kan dolaşımını hissedebileceğiniz dev bir canavarmış hissini veriyordu insana) tekdüze vuruşlarına başladı. “Ne kadar da mükemmel şekilli bir burnu vardı Leydi’nin.” derken yakaladım kendimi. “Ela gözler ve dudaklar…” Ve bu noktada “Leydi”nin gerçekten nasıl olduğunu görmenin kurgulamaktan daha tatmin edici olacağı aklıma geldi.
İhtiyatla etrafıma bakınırken bir anda umudum kırıldı. Yüzünü tamamıyla örten peçe, parlak gözlerin ışıltısından veya güzel, oval bir yüzün belirsiz hatları olabilecek çizgilerden fazlasını görmemi engelliyordu, tabii bu maalesef eşit derecede güzel olmayan bir yüz de olabilirdi. Kendi kendime “Bir telepati deneyi için daha iyi bir fırsat olamazdı.” diyerek yeniden gözlerimi kapattım. “Onun yüzünü düşüneceğim ve ardından portreyi orijinaliyle karşılaştıracağım.”
Başlangıçta çabalarım sonuç vermedi ancak şimdi Aeneas’ı kıskançlıktan yemyeşil yapacağına emin olduğum şekilde “çevik zihnimi ikiye böldüm”; ancak belli belirsiz görebildiğim oval her zamanki kışkırtıcılığıyla boş kalmaya devam etti; yalnızca bir elips, burun ve ağız görevini yerine getirmek maksadıyla yapılmış odak noktalarından bile yoksun bir matematik şeması… Yine de ağır ağır, düşüncelerimi mutlak bir kesinlikle büsbütün toplayarak muallakta kalmış olan “Güzel mi?” ve “Sade mi?” sorularını mükemmel bir dengeye ulaştırabilmek için zihnimde peçeyi kaldırıp bu esrarengiz yüze bir anlığına bakabileceğim düşüncesine kapıldım.
Başarı kesik kesik olmasına rağmen yine de bir sonuç vardı: Arada sırada peçe ani bir ışık parlamasıyla yok oluyor gibiydi fakat yüzünü tamamen tanımlayamadan her şey yine karanlığa gömülüyordu. Ona her baktığımda yüzü biraz daha çocuksu ve masum görünüyordu. En sonunda peçeyi zihnimde tamamen yok ettiğimde ortaya şüphe götürmez şekilde küçük Sylvie’nin tatlı yüzü çıkmıştı.
“Öyleyse her iki durumda da Sylvie’yi düşünüyorum.” dedim kendi kendime. “Ve gerçek olan bu, eğer değilse ben gerçekten Sylvie ile birlikteydim ve bu da bir rüya! Merak ediyorum acaba Hayat’ın kendisi de bir rüya olabilir mi?”
Zaman geçirmek için cebimden, beklenmedik bir tren yolculuğu yapmama yol açarak beni Londra’daki evimden, kuzey kıyısındaki tuhaf bir balıkçı kasabasına gitmeye sürükleyen mektubu çıkardım ve tekrar okumaya başladım:
SEVGİLİ ESKİ DOSTUM,
Eminim bunca yıl sonra, seninle tekrar görüşmek senin için de benim için olacağı kadar memnuniyet verici olacaktır ve tabii ki sahip olduğum tıbbi yetenekten istifade etmeni sağlamak için hazır olacağım; yalnızca, bilirsin insanın etik değerlere saygılı olması gerekir. Üstelik sen, şu anda kendisiyle yarışabilirmiş gibi davranmamın dahi sahtekârlık olacağı birinci sınıf bir Londra doktorunun ellerindesin. (Kalbin etkilendiğini söylemesine itirazım yok, zaten tüm bulgular buna işaret ediyor.) Yine de doktor oluşum sayesinde senin için bir şey yapabildim; zemin katta bir oda ayarladım sana, böylece merdiven çıkmak zorunda kalmayacaksın.
Mektubunda belirttiğin gibi, seni cuma günü son trenle bekliyorum. O zamana kadar, sana şu eski şarkının sözleriyle veda ediyorum: “Cuma akşamı şerefine! Cuma görüşmek üzere!”
En içten dileklerimle,
ARTHUR FORESTER
NOT: Kadere inanır mısın?
Bu not beni feci şekilde allak bullak etti. “O kaderci olmak için fazla mantıklı bir adamdır. Yine de bu not ile başka ne kastediyor olabilir?” diye düşündüm ve mektubu katlayıp kaldırdım ve farkında olmadan yüksek sesle en altta yazan kelimeleri tekrar ettim: “Kadere inanır mısın?”
(Kimliği belirsiz) güzel hanım, aniden gelen soru karşısında şaşkınlık içinde başını çevirip gülümseyerek “Hayır inanmam! Ya siz?” diye sordu.
Alışılmışın dışında başlayan sohbetimizden şaşırmış bir hâlde, “Ben… Ben bu soruyu size yöneltmemiştim…” diye kekeledim.
Leydi’nin yüzündeki tebessüm bir anda kahkahaya dönüştü. Benimle alay eden birinin kahkahası değildi bu, mutlu bir kız çocuğunun son derece rahat kahkahasıydı. “Öyle mi? O hâlde, siz Doktorların ‘bilinçsiz düşünme’ dedikleri şey bu olsa gerek.” diye karşılık verdi.
“Ben Doktor değilim. Öyle mi görünüyorum? Sizi böyle düşündüren nedir peki?” diye sordum bu sefer.
Okuduğum kitaba işaret etti. “Kalp Hastalıkları” başlığı onun bakış açısından rahatça görülebiliyordu.
“Tıp kitaplarını okumak için insanın Doktor olmasına gerek yok ki! Konuyla daha derinden ilgilenen bir okuyucu kitlesi daha…” diye cevap verirken lafımı bölüp “Hastaları mı kastediyorsunuz?” diye sordu. Merhametli bakışları yüzüne daha bir güzellik katmıştı. Muhtemelen can sıkıcı bir konu açmaktan kaçınırmış gibi “Ama Bilim6 kitaplarına ilgi duyması da gerekmiyor. Sizce hangisi daha çok Bilim içeriyor, kitap mı yoksa zihin mi?” diye sordu.
Kendi kendime “Doğrusu, bir kadın için oldukça derin bir soru.” diye düşündüm. Erkek olmanın doğal kibrine göre aslında kadınların zekâsı sığdır. Cevap vermeden önce bir süre düşünüp “Eğer yaşayan zihinleri kastediyorsanız karar vermenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Yaşayan hiçbir insanın okumadığı kadar çok bilim kitabı var ve yanı sıra çok fazla düşünülmesine rağmen henüz kitaplara kaydedilmemiş bilim de var. Ama eğer tüm insan ırkını kastediyorsanız o zaman zihinlerde olduğunu düşünüyorum; şimdi kitaplarda kayıtlı bulunan her şey bir zamanlar zihinlerin içindeydi.”
“Aslında bu, cebir kurallarından biri gibi değil mi?” diye sordu (Gittikçe artan bir şaşkınlıkla Cebir de biliyor! diye düşündüm.). “Yani, düşünceleri çarpanlar olarak kabul edersek bütün zihinlerin en küçük ortak paydasının, bütün kitapları kapsadığını ancak bunun tersinin doğru olmayacağını söyleyemez miyiz?”
Verdiği örneğe mest olarak “Kesinlikle öyle söyleyebiliriz!” diye cevap verdim. “Ve eğer bu kuralı kitaplara uygulamayı başarabilseydik, olağanüstü bir şey olurdu!” Hayal kuruyor, konuşmaktan çok sesli düşünüyordum. “Bildiğiniz gibi en küçük ortak katsayıyı bulurken en yüksek kuvvetine ulaşana kadar çıkan tüm sayıları eleriz. Buna göre bir cümle içerisindeki en yoğun şekilde aktarılmış olanlar haricindeki tüm kayıtlı düşünceleri silmemiz gerekir.”
Leydim neşeyle gülerek “Korkarım ki bazı kitaplar boş kâğıtlara indirgenmiş olurdu!” dedi.
“Öyle. Çoğu kütüphanedeki kitap sayısı gitgide azalacak. Ama şöyle düşünün, en azından nitelikleri ne kadar yükselecek!”
Merakla “Ne zaman olur bu? Eğer bizim zamanımızda olursa okumayı bırakıp onları beklemeye başlarım.” dedi.
“Belki önümüzdeki bin yıl içinde…”
“O hâlde beklemenin bir anlamı yok. Haydi oturalım! Uggug, gel tatlım, yanıma otur!” dedi Leydi.
“Benim yanıma oturmasın da nereye oturursa otursun!” dedi Alt-Muhafız. “Zavallıcık daima kahvesini dökmenin bir yolunu buluyor!”
Tek seferde (eğer tıpkı benim gibi sonuca varmada yetenekliyse okuyucunun da tahmin edeceği gibi) Leydi’nin, Alt-Muhafız’ın eşi ve Uggug’un da (şişman gudubet bir oğlan, Sylvie ile aynı yaşta ve ödüllü bir domuzun yüz ifadesine sahip) oğulları olduğunu tahmin ettim. Lord Şansölye, Sylvie ve Bruno ile birlikte hepsi yedi kişilik bir grup oluşturuyorlardı.
Görünüşe göre Profesör ile sohbetini sürdüren Alt-Muhafız, “Siz gerçekten her sabah küvette banyo mu yapıyorsunuz? Yol kenarında durakladığınız küçük hanlarda bile mi?” diye sordu.
Profesör, neşeli yüzüyle gülümseyerek “Elbette.” diye karşılık verdi. “Size açıklayayım. Bu, hidrodinamik (Bu, su ve kuvvetin birleşimi anlamına geliyor.) içerisinde çok basit bir problemdir aslında. Eğer bir küvet ve bu küvete dalmak üzere olan benim gibi çok kuvvetli bir adamı ele alırsak bu durum bilimin kusursuz bir örneği olacaktır.” Profesör daha alçak bir ses tonuyla ve bakışlarını yere doğru indirerek konuşmaya devam etti: “İtiraf etmeliyim ki olağanüstü derecede kuvvetli bir erkeğe ihtiyacımız var. Öyle ki yerden kendi boyunun iki katı yüksekliğe kadar zıplayabilmeli ve yükselirken kafa üstü aşağı gelecek şekilde yavaşça dönebilmeli.”
Alt-Muhafız, “Öyleyse bir adama değil de bir pireye ihtiyacınız var!” deyince Profesör “Efendim? Ama bu tür bir banyo pireler için tasarlanmamıştır.” diye karşılık verip peçetesine çiçek şekli vererek konuşmaya devam etti: “Bunun belki de çağımızın en zaruri ihtiyacı olan, Aktif Gezgin’in Portatif Banyosu’nu temsil ettiğini varsayalım.” Bakışlarını Şansölye’ye çevirdi. “Eğer isterseniz onu kısaca A.G.P.B. harfleriyle de tanımlayabilirsiniz.”
Herkesin ona baktığını gören Şansölye’nin biraz keyfi kaçmıştı. Çekingen bir edayla fısıldayarak “Aynen öyle!” diye karşılık verdi.
Profesör konuşmaya devam etti: “Bu küvet banyosunun en büyük avantajı da sadece yarım galon7 suya ihtiyaç olmasıdır…”
“Aktif Gezgin’iniz tamamen içine girmediği müddetçe ben buna küvet banyosu diyemem!” diye belirtti Yardımcı Ekselansları. “İyi ama tamamen içine giriyor.” dedi yaşlı adam nazikçe. “A.G., P.B.’yi kaldırıp bir çengele asar. Sonra su kabını içine boşaltır, boş su kabını küvetin altına koyar, sonra havaya sıçrar ve önce kafası girecek şekilde küvetin içine iniş yapar, su adamın çevresinde yükselerek küvetin ağzına kadar çıkar. İşte oldu bile!” diyerek zaferle neticelendirdi konuşmasını ve ekledi: “A.G., Atlantik’te bir iki mil yüzmüşçesine suyun altında kaldı!”
“Ve boğuldu, diyebiliriz, yaklaşık dört dakika içerisinde…”
Profesör gururlu bir gülümsemeyle cevap verdi: “Öyle değil! Bir dakika sonra o, P.B.’nin altındaki musluğu açar, böylece bütün su tekrar su kabının içine akar, işte böyle!”
“Peki o küvetten nasıl dışarı çıkacak?”
“İcadın en güzel kısmı da bu!” dedi Profesör. “P.B.’nin içinde başparmaklar için boylu boyunca halkalar bulunuyor. Yani bu, merdiven tırmanmak gibi bir şey, sadece biraz daha rahatsız ve A.G. küvetten çıktığı sırada – kafası hariç her yeri tabii – yana doğru yıkılacaktır, yer çekimi sayesinde böyle olacak. Ve işte! Kendini tekrar yerde bulacak!”
“Belki biraz berelenmiş olur, öyle değil mi?”
“Belki biraz berelenir ama küvet banyosunu yapmış olur en azından. Bu her şeye değer!”
Alt-Muhafız, “Harika, neredeyse inanılmaz!” diye mırıldandı. Profesör bunu bir iltifat olarak kabul etti, yüzünde mutmain bir gülümsemeyle başını eğerek selam verdi.
“Gerçekten, inanılmaz!” diye ekledi Leydim, şüphesiz iltifat ediyordu. Profesör tekrar başını eğdi ama bu sefer gülümsemedi.
“Sizi temin ederim ki…” dedi ciddiyetle, “eğer bu banyo yapılmış olsaydı onu her sabah kullanırdım. Kesinlikle sipariş ettim, bundan eminim ancak yapımının tamamlandığı hususunda şüphelerim var. Bunca yıl sonra bunu hatırlamak epey güç…”
Tam o esnada kapı gıcırtıyla yavaşça açılmaya başladı ve Sylvie ile Bruno çok iyi tanıdıkları ayak seslerinin sahibini karşılamak için yerlerinden fırladılar.
3.BÖLÜM
Doğum Günü Hediyeleri
Alt-Muhafız, “O benim kardeşim!” diye fısıldadı heyecanla. “Konuş ve çabuk ol!”
Belli ki bu karşı çıkış, küçük bir çocuğun alfabeyi tekrarlayan sesi gibi, acı ve tiz bir tonda hemen cevap veren Lord Şansölye’ye yapılmıştı. “İfade ettiğim gibi, Yardımcı Ekselansları, bu kötü hareket…”
Diğeri araya girip, heyecanını belli etmemeye çalışarak “Çok erken başladın. Seni duymuş olabileceğini sanmıyorum. Baştan başla!” dedi.
“İfade ettiğim gibi…” diye tekrarlayıp durdu uysal Lord, “bu kötü hareket neredeyse bir devrim boyutunda!”
“Peki, bir Devrim’in boyutları nedir?”
Ses olgun ve yumuşaktı, bir eliyle Sylvie’nin elinden tutarken omuzlarının üzerinde zaferle oturan Bruno olduğu hâlde odaya giren uzun boylu ve ağırbaşlı adamın yüzü, masum birini bile korkutmaya yetecek kadar asil ve zarifti; fakat Lord Şansölye’nin bir anda beti benzi atmıştı. Zar zor konuşarak “Boyutlar… Siz… Siz Yüksek Ekselansları… Ben… Ben pek anlayamadım!..” diye lafı geveledi.
“Öyleyse uzunluk, genişlik ve kalınlık diyeyim; eğer daha iyi anlayacaksan…” Sonra yaşlı adam yarı küçümser bir hâlde gülümsedi.
Lord Şansölye büyük bir çabayla kendini toparlayıp açık olan pencereyi gösterdi. “Eğer Yüksek Ekselansları bir dakikalığına öfkeli kitlenin haykırışını dinlerse…” (“Öfkeli kitle” diye daha yüksek sesle tekrarladı Muhafız, Lord Şansölye’nin sesi son derece korkmuş bir vaziyette neredeyse fısıltıya dönüşmüştü.) “Ne istediklerini anlayacaksınız.”
Tam o sırada odanın içinde, yalnızca arasından “Az-ekmek-çokvergi!” seslerinin rahatça duyulduğu karmaşık ve boğuk bir haykırış yükseldi. Yaşlı adam içtenlikle güldü. Tam “Bu da nesi…” diyerek konuşmaya başlamıştı ki Şansölye onu duymadı bile. “Bir hata olmalı!” diyerek pencereye doğru koştu ve bir oh çekerek hemen geri döndü. Ellerini etkileyici bir şekilde yukarı kaldırıp “Şimdi, dinleyin!” diye bağırdı. Şimdi kelimeler tıpkı bir saatin tik takları gibi düzgün ve anlaşılır bir biçimde duyulmaya başladı: “Çok-ekmek-az vergi!”
Muhafız şaşkınlık içinde “Çok ekmek mi?” diye tekrarladı. “Hükûmet Fırını daha geçen hafta açıldı ve ben onlara, bu yokluk zamanında ekmeği maliyet fiyatına satmalarını emrettim. Daha ne istiyorlar ki?”
Şansölye, şu ana kadarki en anlaşılır ve yüksek sesle “Fırın kapandı, ekslans!” dedi. Sunacak delili vardı, bu yüzden cesaretlenmişti. Muhafız’ın eline, kenarda açık duran bir defterin üzerinde bulunan birkaç basılı duyuruyu tutuşturdu.
Muhafız, elindeki kâğıtlara üstünkörü göz atıp “Evet evet anlıyorum.” diye homurdandı. “Emir kardeşim tarafından iptal edilmiş ve bunu benim yaptığım düşünülüyor! Oldukça kurnazca bir davranış! Her şey kitabına uygun!” diye ekledi daha yüksek sesle. “Altında da benim imzam var! Öyleyse sorumluluğu üzerime alıyorum! İyi ama ‘az vergi’ ile ne demek istiyorlar? Nasıl daha az olabilir? En son vergiyi zaten bir ay önce yürürlükten kaldırdım ben!”
“Vergi tekrar yürürlüğe konuldu Ekslansları, hem de Ekslans’ın emri ile.” Diğer basılı duyurular da incelemesi amacıyla sunuldu.
Muhafız duyurulara göz gezdirirken hesap defterinin başına oturmuş ve tüm dikkatini toplamaya vermiş olan Alt-Muhafız’a bir iki defa baktı ama sadece “Peki. Bu işi ben yapmışım gibi kabulleniyorum.” dedi.
“Ve diyorlar ki…” diye devam etti kuzu gibi bakan Şansölye, yüksek rütbeli bir memurdan çok suçu kanıtlanmış bir hırsız gibi görünüyordu. “Alt-Muhafız ortadan kaldırılarak hükûmette bir değişiklik yapılmalı…” Muhafız’ın hayret dolu bakışlarını görünce ivedilikle ekledi: “Demek istiyorum ki Alt-Muhafız’ın ofisinin ortadan kaldırılması ve Muhafız yokken onun yerine yardımcısı olarak bulunması – bu büyüyen sızıntıyı bastırabilirdi.” Ardından “Yani…” diye ekledi elinde tuttuğu kâğıda göz gezdirerek “bu büyüyen sıkıntıyı bastırabilirdi.”
Alt-Muhafız’ın eşi de sert bir ses tonuyla, “Tam on beş senedir, kocam, Alt-Muhafız olarak görev yapıyor. Bu çok uzun bir süre. Fazlasıyla uzun!” diye lafa karıştı. Leydim, her zaman muazzam bir varlıktı. Hele şimdi olduğu gibi sinirlenip kollarını kavuşturduğu zaman hiç olmadığı kadar devasa görünürdü; insana, sinirlendiğinde bir saman balyasının neye benzediğini düşündürüyordu.
“Bir Yardımcı olarak kendini gösterebilirdi!” diye devam etti Leydi, sözlerinin çift anlamını algılayamayacak kadar aptalca davranarak. “Uzun yıllardır Dışdiyar’da onun gibi bir Yardımcı olmadı.”
“Nasıl bir yol izlemeyi tavsiye edersiniz, Kız Kardeşim?” diye zarif bir biçimde sordu Muhafız.
Leydim ayağını yere vurup pek de zarif olmayan bir şekilde homurdanarak “Bu dalga geçilecek bir şey değil!” diye bağırdı.
“Erkek kardeşime bir danışayım.” dedi Muhafız. “Kardeşim!”
“(…) Ve yedi yüz doksan dört yapar. Bu da on altı ve iki peni. İkiyi at, on altıyı al.” diye cevap verdi Alt-Muhafız.
Şansölye ellerini ve kaşlarını kaldırarak hayranlıkla baktı ve “Tam bir iş adamı gibi!” diye mırıldandı.
“Çalışma odamda seninle biraz konuşabilir miyiz?” dedi Muhafız daha yüksek bir sesle. Alt-Muhafız hevesle yerinden kalktı ve ikisi birlikte odadan çıktılar.
Leydi, semaveri açmakta ve cep termometresiyle sıcaklığı ölçmekte olan Profesör’e dönüp öyle yüksek sesle “Profesör!” diye bağırdı ki koltuğunda uyumakta olan Uggug bile horlamayı kesip tek gözünü açtı. Profesör hemen termometresini cebine koyup, ellerini başında kenetleyerek yüzüne silik bir gülümseme kondurdu.
“Sanırım oğluma kahvaltıdan önce ders çalıştırıyordunuz.” dedi gururlu bir sesle. “Umarım yeteneklerini fark etmişsinizdir.”
“Ah, hem de fazlasıyla Leydim!” diye karşılık verdi Profesör aceleyle, sanki o an aklından acı dolu hatıralar geçiyordu, kulağını ovuşturdu. “Sizi temin ederim ki onun ihtişamına kapılmamak için zorlanıyorum!”
“O büyüleyici bir çocuktur!” diye haykırdı Leydi. “Horlaması bile diğer çocuklarınkinden daha ahenkli!”
Öyleyse, diye düşündü Profesör, diğer çocukların horlaması katlanılamayacak denli kötü olmalıydı, ama temkinli bir adam olduğu için bir şey söylemedi.
“Aynı zamanda çok da akıllıdır. Dersinizi bu kadar çok sevecek birini daha bulamazsınız. Bu arada zaman belirlediniz mi? Daha önce söylememiştiniz, biliyorsunuz; bunun için uzun yıllar önce söz verilmişti, sizden önce…”
“Evet evet Leydim, biliyorum! Belki haftaya salı veya salı haftası…”
“Harika olur.” dedi Leydi kibarca. “Tabii Diğer Profesör’ün de ders vermesine izin vereceksiniz?”
“Sanmıyorum Leydim.” dedi Profesör tereddütle. “Biliyorsunuz ki dinleyenlere sürekli sırtını dönüyor. Tahtada ders anlatmak için iyi bir yöntem olabilir bu ama ders öğretirken…”
“Haklısınız. Şimdi düşündüm de bir dersten daha fazlası için zaman olmayacak. Ayrıca bir Ziyafet ve Kıyafet Balosu ile başlarsak daha iyi sonuçlanacak…”
Profesör de memnuniyetle “Gerçekten öyle?” diye karşılık verdi.
Leydi, “Ben Çekirge kıyafetiyle gelirim. Siz ne olarak gelmeyi düşünüyorsunuz Profesör?” diye sordu.
Profesör gülümsedi. “Ben olabildiğince erken olarak… Erken geleceğim Leydim.”
“Kapılar açılmadan gelmemelisiniz.” dedi Leydi.
“Zaten gelemem.” dedi Profesör. “Affedersiniz, bugün Bayan Sylvie’nin doğum günü olduğundan ben…” Ve aceleyle uzaklaştı.
Bruno ceplerini karıştırmaya başladı; karıştırdıkça daha fazla üzülüyor gibiydi; sonra başparmağını ağzına götürdü, bir dakikalığına düşündü ve ardından sessizce odadan çıktı.
O çıkarken, Profesör nefes nefese geri dönüp, onu karşılamak için koşan küçük kıza gülümseyerek “Doğum günün kutlu olsun sevgili çocuğum! Sana doğum günü hediyeni vermeme izin ver. Bu ikinci el bir iğnelik, canım. Fiyatı sadece dört buçuk peni.” dedi.
Sylvie, “Teşekkür ederim, çok sevimli.” diyerek yaşlı adamı öptü.
Profesör neşeyle, “İğneleri de bedavaya verdiler. On beş tanesinden sadece bir tanesi eğik o kadar.” deyince Sylvie “Eğik olandan bir kanca yapacağım, Bruno derslerinden kaçınca yakalamak için kullanırım onu.” diye karşılık verdi.
Masadan tereyağı tabağını alıp Sylvie’nin arkasına geçen Uggug, yüzünde pis bir gülümsemeyle “Benim hediyemi tahmin edemezsin!” diye bağırdı.
Sylvie de arkasına bakmadan “Hayır, tahmin edemem.” diyordu hâlâ Profesör’ün ona verdiği hediyeyi incelerken.
Yaramaz çocuk, büyük bir zevkle bağıra bağıra “İşte benim hediyem de bu!” diyerek elindeki tabağı Sylvie’nin üzerine döktükten sonra, akıllılığının verdiği tatminle sırıttı ve alkış bekleyerek etrafına bakındı.
Sylvie, üzerindeki tereyağını temizlerken sinirden kıpkırmızı olmuştu ama tek bir şey söylemeden dişlerini sıkıp siniri geçsin diye pencerenin yanına geldi.
Uggug’un zaferi kısa sürdü. Muhafız Yardımcısı tam vaktinde dönmüş, oğlunun yaptığı bu terbiyesizliği görmüştü. Bir anda çocuğun zevkli sırıtışı, tokadı kulağına yemesiyle acı dolu bir çığlığa dönüştü.
Annesi, onu kollarına alıp “Canım, yoktan yere mi kulağına vurdular!” deyince babası sinirle “Hiç de yok yere değildi! Evin faturalarını sabit bir yıllık meblağdan ödediğimin farkında mısınız Hanımefendi? O boşa dökülen tereyağı da bunun içinde! Beni duyuyor musunuz Hanımefendi?” diye bağırdı.
Leydi oldukça sessiz bir şekilde, “Dilinizi tutun Bayım!” deyip öyle bir bakış attı ki adam bir anda susuverdi. “Sadece şaka olduğunu görmüyor musunuz? Çok zekice bir şakaydı üstelik! Onu herkesten çok sevdiğini göstermek istedi o kadar! Buna sevineceği yerde, o küçük cadı onu bırakıp gitti!”
Muhafız Yardımcısı’nın konuyu değiştirmede üstüne yoktu. Pencerenin kenarına gidip “Şu aşağıda gördüğüm, çiçeklerinizin arasında dolaşan şey, bir domuz mu?” diye sordu.
“Bir domuz!” diye bağırarak kendisi de görebilmek için deli gibi cama doğru koştu Leydi, neredeyse kocasını aşağı düşürecekti! “Kimin bu domuz? Oraya nasıl gelmiş? Şu kaçık Bahçıvan da nereye gitti?”
Tam bu sırada, Bruno tekrar odaya girdi. Bu tür şeylere alışık olduğundan (dikkat çekmek için yüksek sesle zırıl zırıl ağlayan) Uggug’un yanından geçip Sylvie’ye doğru koştu ve ona sıkıca sarıldı. Yüzünde üzgün bir ifadeyle, “Sana hediye olarak verebileceğim bişiy var mı diye oyuncak kutuma baktım ama hiçbişiy bulamadım. Hepsi kırılmış. Hepsi! Hediye almak için de hiç param kalmadığı için, sana bundan başka (‘Bu’ ile kastettiği Sylvie’ye sarılıp öpmekti.) verecek bişiy bulamadım.”
Sylvie “Teşekkür ederim canım. Senin hediyeni bütün hediyelerden daha çok beğendim!” diye karşılık verdi. (Peki öyleyse neden bu kadar çabuk geri verdi?)
Yardımcı Ekselansları, ince, uzun parmaklarıyla iki çocuğun başını şefkatle okşayıp “Haydi artık gidin bakalım! Tartışılacak konular var.” dedi.
Sylvie ve Bruno el ele odadan çıkarlarken, Sylvie tam kapıya vardıklarında geri döndü ve Uggug’un yanına gidip “Yağ olayını umursamıyorum. Ve canını yaktıkları için üzgünüm.” deyip küçük kabadayı ile el sıkışmak istedi ama Uggug’un arkadaş olmaya niyeti yoktu, daha da yüksek sesle ağlayarak Sylvie’den uzaklaştı. Sylvie de iç çekerek odayı terk etti.
Alt-Muhafız ağlayan oğluna sinirli sinirli bakıp yüksek sesle “Çabuk, odadan dışarı çık Bayım Sirrah!” diye bağırdı. Karısı hâlâ pencereden dışarıya bakıyor ve sürekli “Domuzu göremiyorum. Nerede?” diyordu.
“Sağ tarafa doğru gitmişti. Şimdi de sol tarafa gitti.” diye cevap verdi Alt-Muhafız ama arkası pencereye dönüktü, Lord Şansölye’ye bazı hareketler yapıyor, kurnazca başını sallayıp göz kırpıyordu, Uggug’u ve kapıyı işaret ediyordu.
Şansölye, en sonunda işareti fark edip bu ilginç çocuğu kulağından tuttuğu gibi odadan çıkardı. Kapı arkalarından kapanmadan önce odada bir çığlık koptu ve ses annesinin kulaklarında yankılandı.
Kadın ürkek ürkek bakan kocasına dönüp hiddetle “Bu korkunç çığlık da ne?” diye sordu.
“Sırtlan veya ona benzer bir şey…” diye cevap verdi Alt-Muhafız, sanki sırtlanlar genelde orada olurlarmış gibi gözlerini tavana dikip dalgın dalgın baktı. “Çalışmamız için bize izin ver tatlım. İşte Muhafız da geldi!” dedikten sonra yerde duran bir el yazması parçasını aldı, onu elinde buruşturmadan evvel suçlu suçlu bakarak üzerinde yalnızca şu sözleri okuyabildim: “(…) Ondan sonra layıkıyla yapılan Seçim ile adı geçen Sibimet ve karısı Tabikat zevkle İmparatorluk koltuğuna…”