Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türkçeyle Yaşamak»

Yazı tipi:

Prof. Dr. Zeynep Korkmaz (2017)


SÖZ BAŞI

Bu kitap, bütün ömrünü Türk dili çalışmalarına adamış ve alanında ekol yaratmış olan bir ismi, Türklük Biliminin çağımızdaki en önemli temsilcisi Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı yakından tanıtmak üzere hazırlanmıştır.

Hepimiz, hayranlık duyduğumuz bir şahsiyeti daha yakından tanımak isteriz. Nerede ve ne zaman doğmuş, eğitimini nerede tamamlamış, hangi hizmetlerde bulunmuş gibi soruların cevaplarına yazılı kaynaklarda kolayca ulaşmamız mümkündür. Ancak bir hayat hikâyesi sadece bu bilgilerden ibaret değildir. Her hikâyede sevinç, üzüntü, özlem, başarı, başarısızlıkla birlikte sayısız hatıra vardır. İşte, bunları da öğrenmek isteriz. Sahnenin arkasını merak ederiz.

Avrasya Yazarlar Birliğinin bir projesi çerçevesinde Hocam Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun’un önerisiyle Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı çeşitli yönleriyle tanıtacak bir kitap hazırlama görevi bana verildi. Bu, benim için onurlu bir görevdi. Biliyordum ki Zeynep Korkmaz gibi Cumhuriyet Türkiyesi’nin ve Türklük Biliminin bir asırlık tarihine tanıklık etmiş bir ismin anlatacağı pek çok ilgi çekici hatıra vardı. Ama nasıl yapmalıydım? Bir insan hakkındaki en doğru bilgilerin kaynağı, yine insanın kendisi olduğuna göre Zeynep Korkmaz’ı da en doğru anlatacak olan, Zeynep Korkmaz olacaktır diyerek kendisiyle bir söyleşi yapmaya karar verdim. Bu düşüncemi Hocam’a anlattım ve bize bu fırsatı vermesi için kendisinden ricada bulundum. Kabul ettiler ve 2016 yılının Haziran ayı sonlarında sohbete başladık. Hocam’la dünü, bugünü ve yarını konuşmak, merak ettiklerimi sormak heyecan vericiydi. Hatıralarını dinlerken ben de kendisiyle birlikte mazide dolaştım. Eski Ankara’da yaşar gibi oldum, o dönemin hocalarını tanır ve derslerine girer gibi oldum.

Bazen kısa, bazen uzun aralıklarla beş ay kadar sürdü bu sohbetler… Hocam’ın bana ayırdığı bu çok değerli zamanlarda kendisi hakkında epeyi bilgi kaydettim. Ömrünü bilime adamış biri olarak anlattıkları daha çok meslek hayatıyla ilgili olsa da Hocam, benim sorularımla eşinden, çocuklarından, özel zevklerinden de bahsetti. Çok sevindiği, çok üzüldüğü olayları sordum; anlattı. Böylece akademisyen Zeynep Korkmaz’la birlikte, insan, eş, anne ve ev kadını Zeynep Korkmaz’ı da tanıma fırsatı bulmuş oldum.

Hocam’la geçirdiğim bu zamanlardaki izlenimlerimden de söz etmeliyim. Sohbet için kendisiyle hep Kuğulu-park (Ankara) karşısındaki evinde buluştuk. Her buluşmamız, belirli ritüeller içinde gerçekleşirdi: Anlaştığımız saatte giderim; apartman görevlisi çok sıkı tembihlenmiş ve arabam için bir park yeri ayrılmıştır. Kapı açılır; Hocam özenle giyinmiş, süslenmiş olarak beni beklemektedir. Görsel kayıt yapmadığıma göre bu tavır belli ki misafire duyulan saygı ile ilgilidir. İçeriye girdikten sonra mutlaka terlik verilir, kolonya ve çikolata ikram edilir. Çay çoktan ocağa konmuştur. Börek, kurabiye ve meyveler hazırdır. Hâl hatır sorma faslından sonra sohbete başlarız. Laf lafı açar. Hocam konuşur, konuşur. O kadar akıcı konuşur ki araya girip bir soru sormak neredeyse imkânsızdır. Mecburen cümlenin yarısında konuşmaya girerek sorumu sorarım. Hocam, cevabı verir ve hemen konuşmasına kaldığı yerden devam eder. Bazen önceden hazırladığı notlarla konuya eklemeler yapar. Unuttuğu olayları, isimleri bir tarafa kaydeder ve bunları mutlaka bir sonraki sohbetimizde ben hatırlatmadan söyler. Sonra çay molası veririz. Mutfakta yardım kabul etmez. Çayı, bardağıma bile kendisi koymak ister. İkramdaki ısrarcılığı karşısında teslim olmaktan başka çareniz yoktur. Önünüze konanı bitirmek zorundasınız; mazeret kabul etmez. Sohbet sırasında yoruldum dediğine şahit olmadım. Yorulduğunu hissettiğim an, sohbeti bitirirdim. Zaman zaman bu sohbetlere öğrencilerim de katıldı. Hocamı yormamak için öğrencilerimi birer birer götürdüm. Onlar, Zeynep Korkmaz gibi büyük bir hoca ile aynı ortamda bulunmanın, onu dinlemenin benim gibi heyecanını yaşadılar. Fotoğraf çektiler, sınıfta arkadaşlarına izlenimlerini anlattılar. Sohbetlerimizin yarının öğretmenleri olacak bu gençlerimiz için unutamayacakları birer hatıra olduğunu düşünüyorum.

Kitapta, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın öğrenci ve meslektaş olarak yakından tanıdığı bazı bilim adamlarının ve iki oğlunun hatıralarına da yer verdik. Ayrıca Hocam’ın eserleriyle ilgili kısa bir değerlendirme yazısı ile eserlerinin listesini kitaba ekledik. Çok zengin olan fotoğraf albümünden seçtiklerimizi kitaba dâhil ettik. Sohbet sırasında adı geçen kişilerin isimlerini de bir dizin hâlinde kitabın sonuna koyduk. Hocam, kitabın müsveddelerini gözden geçirerek basıma onay verdi. Böylece kitap tamamlanmış oldu.

Kitabın hazırlanışında yardımlarını gördüğüm isimleri zikrederek onlara şükranlarımı ifade etmek, benim için bir borçtur. Hocam Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, kitabın tamamını okuyup bazı düzeltmeler yaptı. Kayıtları yazıya geçirmede, öğrencilerim Doç. Dr. Feyzi Ersoy, Fatma Koç Özkul, Bahar Sağır, Zekeriya Merdin, Sinan Yener, Şenay Dönmez, Özge Dağdeviren, Ayşegül Kayar, Fadime Hedef, Gökçen Karakoç, Nurten Başay, Fatma Kaya, Ayşegül Çam, Merve Çiftçi, İlknur Tüfekçi, Semiha Dede, Çiğdem Talyak Düz; fotoğrafların taranmasında Dr. Erkan Karagöz bana yardımcı oldular. İbrahim Sağlam, özenle dizgisini yaptı. Hepsine çok teşekkür ederim. Ayrıca Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu’nu da böyle bir projeyi başlatarak çok değerli bilim ve sanat adamlarının daha yakından tanınmasına katkıda bulunduğu için kutluyorum.

Bu kitap, bilimi hayatın bir parçası değil hayatın kendisi yapmış, ömrünü bilime adamış ve Türkçeyle yaşamış değerli bir insanı, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı anlatmaktadır. Türklük Bilimi ile uğraşan ve uğraşacak olanlar için yararlı olacağını ümit ediyorum.

Leylâ Karahan
Ankara – 2018

I. BÖLÜM
SÖYLEŞİ

BAŞLARKEN

Sevgili Hocam, sizi 1976 yılında tanıdım. Hacettepe Üniversitesinde yüksek lisans öğrencisiydim ve sizin dersinizi seçmiştim. Elbette isminizi ve eserlerinizi biliyordum, ama sizi şahsen tanıma imkânım olmamıştı. Sizden ve diğer hocalarımdan aldığım derslerle lisans öğrenimimdeki eksikleri giderdim. Daha sonra doktora derslerinde de hocam oldunuz. Tek öğrenci olduğum için sizinle DTCF’deki odanızda ders yapardık. Dolu dolu geçen derslerdi bunlar. Bana alanımızla ilgili o kadar çok makale okuttunuz ve ben bu sayede o kadar çok şey öğrendim ki… Tarihî lehçeler, özellikle Eski Anadolu Türkçesi, eklerin kökeni, bibliyografya… Hepsi de benim ufkumu açan makalelerdi. Ben de akademik hayatımda sizi örnek alarak öğrencilerime alanı tanımaları için bol bol makale okuttum. Sizin disiplinli ve titiz çalışmanız beni çok etkiledi. Dersler sırasında geçen ilgi çekici ayrıntıları daha sonra araştırmak üzere fişlere kaydetme ve bir zarfa koyma yönteminizi ben de akademik hayatımda uyguladım ve zamanı geldikçe bu fişlerde kayıtlı olan konuları makale şeklinde değerlendirdim. Bu yöntemi sizi de yad ederek öğrencilerime tavsiye ettim.

Doktora tez konumu da siz vermiştiniz; ama sizinle çalışamadım. YÖK’te görevlendirildiğiniz için kanunen fakültedeki derslerinizi bırakmak zorundaydınız. Ben de tezimi hocam Ahmet Bican Ercilasun’la tamamladım. Aradan yıllar geçti. Türk Dil Kurumunda çeşitli komisyonlarda sizinle birlikte çalıştık. Yine birlikte Ankara dışındaki konferanslara gittik. Bunlar benim onur duyarak sakladığım anılar. Sizi ilk tanıdığım günden bugüne tam 40 yıl geçmiş. Pek çok öğrenciniz gibi ben de derslerinizle, eserlerinizle beslendim. Disiplinli çalışmanın önemini sizden öğrendim. Akademik hayatımda sizin çok özel bir yeriniz var Hocam.

Sevgili Hocam, dersinize girerken duyduğum heyecanı, bugün yeniden yaşıyorum. Sizinle, Türklük Biliminin ulu çınarı Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’la, hayata, bilime, insana dair konuşmak beni heyecanlandırıyor. Çeşitli vesilelerle yurt içine ve yurt dışına sizinle birlikte pek çok yolculuk yaptık. Şimdi başka bir yolculukta, geçmişe doğru bir yolculukta size eşlik etmekten dolayı ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek isterim.

Sevgili Hocam, bana bu fırsatı verdiğiniz ve hafızanızda biriktirdiklerinizi bizimle paylaşmak cömertliğini ve inceliğini gösterdiğiniz için size şükran borçluyum. Eminim ki bütün Türklük Bilimi camiası, akademisyen Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın yanında, anne, eş, ev kadını Zeynep Korkmaz’ı da tanımak isteyecektir. Bu sohbetlerimiz sırasında sizi çok fazla yormayacağımı ümit ediyorum. Bugünün tarihini kaydedelim: 30 Haziran 2016.

– Hocam, hayat doğumla başladığına göre ben de sohbetimize doğum tarihinizi ve doğum yerinizi sorarak başlamak istiyorum. Bazen gerçek yaş ile kimlikte yazılı olan yaş aynı olmayabiliyor. Aile, çocuğu nüfusa geç kaydettiriyor veya doğum tarihi nüfus müdürlüklerinde yanlış yazılıyor. Biz sizin doğum yerinizi ve doğum tarihinizi “Nevşehir, 5 Temmuz 1922” olarak biliyoruz. Doğru mu Hocam?

– Doğru. Ancak bizim kimlik kartlarımız değiştirilirken doğum yılımı 1921 yazmışlar; ilgililere ayları neden dikkate almadıklarını sorduğumda, herkesin ayına yılına bakacak değiliz, dediler. Ama gerçek doğum tarihim, sizin de bildiğiniz gibi 5 Temmuz 1922.

– Hocam, 5 Temmuz 2017’de 95. yaşınızı tamamlıyorsunuz. İnşallah hep beraber doğum gününüzü kutlayacağız.1 Doğum günleriniz aile içinde kutlanır mı? Özel bir tören yapılır mı?

– Hayır. Sadece oğullarım hatırlıyor, telefon ediyorlar. Aa, benim doğum günüm mü diyorum. Ben de o zaman hatırlıyorum. Böyle bir geleneğimiz yok. Zaten eskiden, bizim çocukluk yıllarında hiç yoktu doğum günü kutlama âdeti.

– Hocam, siz Nevşehir’de doğdunuz. Ama biliyoruz ki Anadolu, sürekli göçlere sahne olmuş bir coğrafya. Aileniz Nevşehir’e nereden gelmiş, ne zaman Nevşehir’e yerleşmiş? Ailenizin geçmişi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Toroslardan Nevşehir’e

– Aile büyüklerinin anlattıklarına göre benim anne ve baba tarafından büyük büyük dedem Hacı Osman Ağa’ymış. O zamanlar Toroslardan Niğde livasına bağlı Alacaşar’a gelmişler. Kervancılıkla uğraşıyorlarmış. Develeri varmış. Daha sonra da 18. yüzyılda Damat İbrahim Paşa’nın Nevşehir’i kurmasıyla oraya yerleşmişler. Biliyorsunuz Nevşehir’in o zamanki adı Muşkara idi. Muşkara önceleri Uçhisar’a bağlı küçük bir köy imiş. İl olmadan önce de Niğde’ye bağlıydı. Uçhisar’daki Osman Ağa Cami’sinin de büyük dedem Hacı Osman Ağa tarafından yaptırıldığı söylenir.

– Neden Nevşehir’e göç etmişler?

– Tarihlerin kaydettiğine göre Damat İbrahim Paşa, Toroslardaki göçebe aşiretleri, Türkmen aşiretlerini oraya yerleştirmiş, iskân etmiş. Gelenler arasında bizim aile de varmış. Nevşehir’e gelince Türkmen Mahallesini kurmuşlar. Adı üzerinde: Türkmen Mahallesi. Ayrıca Yukarı Mahalle var, Aşağı Mahalle var. Damat İbrahim Paşa, çok şey yaptırmış Nevşehir’e. Kurşunlu Cami, çeşmeler, hamamlar, kütüphaneler… Ben Damat İbrahim Paşa Kütüphanesinde çalıştım. Hocam Tahsin Banguoğlu bana, orada ne gibi yazmalar var, üzerinde biraz çalış, demişti.

– Hocam, hangi Türkmenlerdensiniz? Ben o mahallede daha çok Herikli Türkmenlerinin yerleştiğini biliyorum. Çünkü benim annem ve babam da o mahalleden ve oraya Herikli Mahallesi deniyor. Ne dersiniz?

– Olabilir. Ama ben hangi Türkmenlerden olduklarını kesin olarak bilemiyorum. Herikli aşireti var, başka Türkmen aşiretleri de var. Nevşehir ve Yöresi Ağızları kitabımın Giriş bölümünde bu konuyla ilgili arşiv kaynaklarına dayalı hayli bilgi yer almış bulunuyor.

– O zamanlar aileler lakaplarla anılırdı. Sizin lakabınız neydi?

– Bize Dörtkoloğlu demişler. Büyük dedem, kervan ticareti ile uğraşıyormuş. Pek çok devemiz varmış. Develerimiz Türkiye’nin dört bir tarafına yayılırmış. Onun için Dörtkoloğlu lakabı verilmiş. Hatta benim iki dayım ve yakın akrabalarım, soyadı alırken Dörtkoloğlu’nu Dörtkol’a çevirmişler; hâlâ o soyadını kullanırlar. Ama biz Soyadı Kanunu çıktığı zaman İzmir’deydik. Ağabeyimin bir soyadları listesi vardı; oraya bakmış, Dengi soyadını beğenmiş. Dengi kelimesinin karşısında da “şerefli” yazıyormuş. Şerefli, haysiyetli falan. Hâlbuki dengi, denkten, eşitlikten gelen bir şey. Ağabeyim seçti diye biz de kabul etmişiz.

– Neden babanız değil de ağabeyiniz seçmiş Hocam?

– Ağabeyim yeni evliydi. Belki babam, ağabeyimle beraber çalıştığı için ve ağabeyim genç olduğu için daha etkili oldu. Babam ona fazla itibar ediyordu, onun beğendiği soyadına itiraz etmedi.

Soy Ağacım

– Baba ve anne dedeleriniz hakkında bilginiz var mı?

– Anlatayım. Bizim ailede dağılım şöyle. Büyük dedem Hacı Osman Ağa, hem annemin hem de babamın dedesi. Çünkü annemle babam amca çocukları. Yani babam, Hacı Osman Ağa’nın oğullarından Muhsin Efendi’nin oğlu. Annem de Hacı Osman Ağa’nın diğer oğlu Mustafa Efendi’nin kızı. Büyük dedemin üç kızı, üç oğlu varmış. Kızlarından biri evlenerek İstanbul’a gitmiş, ailenin İstanbul kolunu oluşturmuş. Biri de İzmir’e gitmiş. Ben bunları ancak çok sonradan Ankara’ya geldiğim zaman Ahmet Ali Bey amcamdan öğrendim. Onların evinde kalıyordum. Üniversitenin birinci yılını onların evinde geçirdim. Allah rahmet eylesin, ona çok şey borçluyum. Her Yasin okuyuşumda ona dua eder, ruhuna bağışlarım.


Zeynep Korkmaz’ın kimlik kartı


– Ahmet Ali Bey kim Hocam?

– Babamın halazadesi. Ahmet Ali amca, o yıllarda Askerî Fabrikalar başhekimi idi. Cebeci Hastanesinin başhekimliğinden emekli olmuş. Çok sevildiği için Askerî Fabrikalar başhekimliğine getirilmiş. Annesi Zübeyde Hanım, benim babamın halasının kızı. Ben hep Zübeyde hala demişimdir ona. Kocası sarayda kilerci başıymış. Zübeyde halanın diğer oğlu Denizci Yarbay Avni Omay da son Osmanlı nazırlarından Musa Paşa’nın torunu Naciye Hanım ile evliydi. Onların kızı Berrin, bizim fakülteyi bitirdi. Oğlu Yılmaz Omay da Deniz Ticaret Yüksek Okulunu bitirerek kaptan oldu. Hariciyeci Hasan Esat Işık Bey’in babası Esat Paşa da akrabalarımızdanmış.

– Ailenizin İzmir kolu?

– İzmir kolunu çok iyi bilemiyorum. Yalnız büyük halamız İzmir Alaşehir’e gelin gitmiş, kocasını Yunanlılar öldürmüş. Büyük halanın Fatma isminde bir kızı ve iki de oğlu olmuş. Oğulları Hüseyin Bey ile Ethem Bey. Ben ancak bu Fatma Hanım’ı tanıdım. Ethem ve Hüseyin Bey’i de küçükken İzmir’e gittiğimizde, 1928-29 yıllarında görmüştüm. Ethem Bey’le Hüseyin Bey ticaretle uğraşıyorlardı. İzmir’in Tilkilik semtinde Hatuniye Camii’nden yukarıya çıkan bir yol vardı; oradaki büyük mağazalarını hatırlıyorum. Belki böyle sekiz on dükkân genişliğinde… Orada ticaretle uğraşıyorlar iki kardeş. Fakat Hüseyin Bey birisine kefil olmuş. Uzun zaman borç ödenmemiş; nihayet Hüseyin Bey’in malını hacze gelmişler. Bunun üzerine Hüseyin Bey çok büyük bir sıkıntı geçirmiş ve kalp sektesinden ölmüş. Hüseyin Bey’in hanımı Firdevs Hanım teyze çok sevimli ve tatlı bir hanımdı. Konuşkan, cana yakın… O da üzüntüden birkaç sene sonra vefat etti. Hüseyin Bey’in çocuğu yoktu. Hüseyin Bey’in ölümünden sonra Ethem Bey bir süre ticarete devam etmiş. Ben hatırlıyorum onu. Hanımı erken yaşta öldüğü için bir başka hanımla evlenmişti. Balkanlardan göçen Afife Hanım’la… Ethem Bey’in iki çocuğu vardı ilk hanımından. Süheyp ve Cemal. Süheyp, aşağı yukarı benimle yaşıttı, onunla arkadaş gibiydik İzmir’de olduğumuz yıllarda. Hatta biz Urla’da iken İzmir’e gittiğimizde Ethem Beylerin evinde kalırdık. 1935’te Ethem Bey vefat etti. Ölmeden çocuklarına vasiyet etmiş, annenizi bırakmayın, ona sımsıkı sarılın diye. Üvey anne bu iki çocuğu da alıp İstanbul’a göçtü. Çocuklar tahsillerine orada devam ettiler. Ethem Bey’in küçük oğlu Cemal de daha sonra benim ağabeyimin küçük kızı Nigâr’la evlendi.

– Babanızın babası, yani dedeniz Muhsin Efendi’yi tanıdınız mı Hocam?

– Hayır, hiç tanıyamadım. Çünkü hayatta değildi. Ben ailenin tekne kazıntısı, son çocuğu olarak doğdum. Hiçbirini hatırlamıyorum, tanıma imkânım olmadı. Muhsin Efendi’nin üç oğlu ve bir de kızı varmış. Üç oğlanın en büyüğü, benim babam Yusuf Hüsnü. Onun küçüğü Said, onun küçüğü de Şevki. Kızının yani benim halamın adı Zeynep Kadın. Halam, Yukarı Mahalle’ye gelin gitmiş. Ben doğduğum zaman halamın adını bana vermişler.

– Hayatta mıymış o zaman halanız?

– Hayır, ben doğmadan vefat etmiş halam. Onun adını yaşatmak için bana Zeynep adını vermişler. Halamın kızı vardı Yukarı Mahallede, evliydi. Adı da Haviş Hanım. Nevşehir’de Havva’ya Haviş derler. Çok tatlı bir insandı. Ben üniversitedeyken yazları Nevşehir’e geldiğimde ziyaretine giderdim. Kurşunlu Cami’den yukarı doğru çıkılırdı, orada bahçeleri vardı. Bahçelerinden taze salatalık, meyve falan getirirlerdi. Onun iki kızı vardı. Biri Fevziye, diğeri Pembe. Bir de oğlu vardı Ali Ertaş, öğretmen okulunda okuyordu Adana’da. Sonraki yıllarda Ali Ertaş, öğretmenlikten ayrılarak Ankara’da Emlak Bankasında çalıştı. Çocukları Ankara Kolejinde okudular. Halamın kolu böyle devam ediyor.

– Amcalarınızdan biraz söz eder misiniz?

– Amcalarımdan Said Efendi -Said Hoca da derlermiş-İzmir’de Sanayi-i Nefise’de hocaymış; edebiyat hocasıymış. Ayrıca o zamanlar İzmir’de Köylü gazetesi çıkıyormuş; o gazetenin de başyazarı imiş. Fakat kendi sütununda saltanat idaresinin aleyhinde bazı yazılar yazıyormuş; bu da tabii saltanat idaresinin dikkatini çekmiş. Sanayi-i Nefise’nin kurucusu Mithat Paşa’nın görüşlerini benimsediği için üç yıl hapse mahkûm edilmiş. O üç yılı bitirdikten sonra üç yıl da Turgutlu’da ikamete mecbur edilmiş. Efendim, ben kendisini çok küçükken Nevşehir’de bizi ziyarete geldiğinde tanıdım. Bizde bir hafta kadar misafir kaldı, sonra döndü. Ondan birkaç yıl sonra da vefat haberini aldık. Rahmetli amcam hakkında evde pek bir şey anlatılmazdı. Çünkü söylendiğine göre babamla arası biraz şekerrenk imiş. Onun hakkındaki bilgiyi yıllar sonra rahmetli kompozitör Adnan Saygun’un babasından öğrenmiştim. Bir defasında eşimle birlikte Adnan Saygun’a bayram ziyaretine gitmiştik. Bahçelievler’de oturuyorlardı. Babası Celal Saygun amca da evdeydi. İzmir’de Millî Kütüphane müdürüydü Celal amca. Matematik hocasıydı. Aslen Nevşehirlidirler.

– Adnan Saygun’u eşiniz vasıtasıyla tanıdınız herhâlde. Konservatuvardan mıydı?

– Evet, Adnan Saygun Bey de Ankara Devlet Konsevatuvarında hoca ve müdür yardımcısı olan rahmetli eşimin arkadaşı idi. Birbirlerini çok severlerdi. İzmir’den, amcamdan bahsedince Celal Bey amca, “Senin amcan, benim çok yakın aziz dostumdu. Sanayi-i Nefise’de edebiyat hocasıydı. Batı’ya hitap eden Köylü gazetesinde başyazardı. Fakat Mithat Paşa’yı tuttuğu, saltanatı tutmadığı için gadre uğradı, zindana gitti, üç yıl zindan hayatı yaşadı.” dedi.

– Demek ki çok yakından tanıyormuş.

– Evet, çok iyi arkadaş olduklarını söylerdi. Babam nedense hiç böyle şeylerden bahsetmezdi. Belki son zamanlarda amcamla arası biraz açık olmasından kaynaklanıyordu. Amcam zindana gittikten sonra babam çok yardım etmiş ona, bütün masraflarını karşılamış. Ondan sonra da Turgutlu’da ikamete memur edilmiş, orada üç yıl kalmış. Bütün masraflarını yine babam karşılıyormuş. Amcam giyimine, keyfine çok düşkünmüş. Senin verdiğin paraların büyük bir kısmı benim yalnız fes kalıbıma gidiyor, dermiş. Tabii o zamanlar fes giyiyorlar. Düzgün dursun diye fes kalıpları varmış. Bu giyim tarzı bize şimdi çok komik geliyor. İşte amcamın bu tavrından sonra masraflarını karşılamaktan babama gınâ gelmiş.

– Diğer amcanız?

– Babamın diğer kardeşi amcam Şevki Bey, bir askerdi. İstanbul’a gitmiş, subay olmuş. Onu saraylı Raife Hanım’la evlendirmişler. Babamın hala kızı olan Zübeyde hala, İstanbul’da ön ayak olmuş, onları evlendirmiş. Mülazım-ı evvelken 1917’de genç bir subay olarak Çanakkale Savaşına katılmış ve orada şehit olmuş, geride iki evlat bırakmış. Nigâr ve Hayriye. Ben İzmir’deyken Nigâr’ın Nevşehir’e ziyaret için gittiğini, Nevşehir dönüşünde de vefat ettiğini öğrendim. Nigâr, orada malımız mülkümüz var mı diye bakmaya gitmiş, ama hiçbir şey bulamamış. Hayriye, İstanbul’daydı. Ben ancak üniversite yıllarımdan sonra İstanbul’a gittiğimde onunla görüşebildim, tanışabildim. Ama annesi Raife yenge artık hayatta değildi. İstanbul’da Beşiktaş’ta oturuyordu. Hayriye’nin dayısı zengin birisiydi, babadan kalma bazı yerleri vardı. Durumları fena değildi. Ben ileriki yıllarda kütüphanelerde çalışmak için gittiğimde kendisiyle görüşüyorduk.

Annem, Babam ve Kardeşlerim

– Hocam, biraz babanızı anlatır mısınız bize?

– Babam esas itibariyle medrese tahsili görmüş bir insandı. Konya’da ve İstanbul’da medrese tahsili görmüş, dinî alanda kendisini yetiştirmiş. Fakat daha sonra ticarete başlamış. Hem Nevşehir’de hem de İzmir’de ticaret yapmış. Annemle babam amca çocuklarıydı; nasıl gittiklerini bilmiyorum; İzmir’e gitmişler, orada evlenmişler. Demek ki nişanlıyken alıp götürdüler. Dedem Muhsin Efendi de deveciliği falan bırakmış, manifatura ticaretine başlamış İzmir’de. Babam, İzmir ve yöresinde, Urla, Karaburun ve Turgutlu’da üzüm, incir ve zeytin ticaretiyle uğraşıyordu, toptan işler yapıyordu. Ablam Karaburun’da, ağabeyim de Turgutlu’da doğmuş.

– Nevşehir’den ne zaman ayrılıp İzmir’e yerleşmişler Hocam?

– Nevşehir’den 1905’te falan ayrılmışlar. İzmir’e gitmişler. Önceleri İzmir’de ticaretle uğraşıyorlar; fakat ne zaman ki Batı Anadolu’yu Rumlar işgal etmiş, o zaman çok kötü bir duruma düşmüşler. Bir taraftan yangınlar başlamış, bir taraftan da babamın iş ortağı Hasip Efendi’yi Yunanlılar öldürmüş, hem de işkenceyle. Hasip Efendi Sakızlıymış herhâlde… Yunanlılar kesmiş onu. Ondan sonra babamın morali çok bozulmuş, aile çöküntüye uğramış. Kalkmışlar, 1921’de Nevşehir’e dönmüşler. Babam, Nevşehir’de öğretmenlik yapmış bir süre.

– Ne öğretmenliği?

– İlkokul öğretmenliği yapmış önce. O zaman daha ortaokul falan yok Nevşehir’de. Çok daha sonraki yıllarda açılmış. Sonra ağabeyime dükkân açmışlar ve ticarete başlamışlar. Babamlar 1927-28 yılına kadar Nevşehir’de kalmışlar. Ben Nevşehir’de doğdum.

– Babanız aydın bir insan olduğuna göre sizde etkisi çok olmuştur.

– Evet, eğitime önem veren bir insandı. Çocukluğumda bana güzel hikâyeler anlatırdı. Anlattıkları kulağımda daima küpe olmuştur. Güzel şeyler söylerdi.

– Mesela neler anlatırdı Hocam?

– Efendim, ailede nasıl olmak lazım, anaya babaya uymak lazım, itaat etmek lazım, akıllı insan olmak lazım, kimseye zarar vermemek lazım; böyle şeyler anlatırdı. Babam çok kitap okurdu, devamlı okurdu. Okuduğunu bilirdim ama ne kadar çok okuduğunun sonraları farkına vardım. Babam İzmir’de kitaplarının bir listesini çıkarmıştı. Ben de üniversitedeyken hocalarımızdan Ferit Kam’a babamın kitap listesini göstermiştim. Baktı, baktı; “Sizin babanızın nefis kitapları var, ne kadar değerli şeyler.” dedi, tebrik etti. Babam o zaman hayattaydı, okuyup yazmayı çok severdi ve benimle de çok ilgilenirdi. Tekne kazıntısı derlerdi ya bana en küçük çocuk olduğum için. Severdi, ilgilenirdi her şeyimle… Tabii tahsilimle de…

– Size kitap okur muydu?

– Bana? Hayır, bana kitap okumazdı. Anlatırdı sadece. Hikemî hikâyeler…

– Anneniz anlatır mıydı?

– Hayır, annem pek anlatmazdı. Babam benimle çok ilgilendiği için herhâlde kendisini muaf hissediyordu.

– Annenizden hiç bahsetmedik Hocam.

– Bahsedeyim efendim. Annemin adı Şefika idi. Gençliğinde çok güzel bir hanımmış. Annemin annesi ve babası hakkında benim fazla bilgim yok. Annemle babam evlendikten sonra uzun bir süre İzmir’de kalmışlar, fakat İzmir’in yangın yerine çevrilmesiyle ve o zulümler üzerine tekrar dönmüşler memlekete, Nevşehir’e gelmişler. Memlekette evleri hazır, orada kalmışlar.

– Annenizin kardeşleri var mıydı Hocam? Yani teyzeleriniz veya dayılarınız?

– Teyzem yoktu, ama iki dayım vardı. Nevşehir’de, Türkmen Mahallesinde bizim evin arkasında Hafız dayım, onun arkasında da Osman dayım otururdu. Yani bu sokaktan ta Cumhuriyet İlkokuluna kadar uzanan yerde şöyle arka arkaya sıralanmış üç ev. Osman dayım erken yaşta vefat etmişti. Ben İzmir’deyken öğrenmiştim öldüğünü. Dayılarımla her zaman temasımız vardı. Zaten ablam Naciye de dayımın oğluyla evlenmişti.

– Hocam, peki annenizle mi babanızla mı ilişkileriniz daha iyiydi? Hangisine daha yakındınız?

– Babamla ilişkilerim daha iyiydi. Annem her zaman çok disiplinli hareket etmiştir. Babam daha munis, daha toleranslı davranırdı. Güzel hikâyeler anlattıkça benim ilgimi çekerdi. Annem keskindi, onu yapma, bunu yapma, şöyle yap, böyle yap… Biliyorsunuz çocuklar pek öyle direktiften hazzetmezler, mümkün olduğu kadar sevecen hareketler beklerler. Ama yine de anneme sıkı sıkıya bağlıydım tabii…

– Hocam, kaç kardeşsiniz?

– Üç kardeşiz. En büyüğümüz ablam rahmetli Naciye Dörtkol; onun küçüğü Kemal var. En küçüğü de benim. Bana tekne kazıntısı derlerdi. Ablam Karaburun’da, ağabeyim de Turgutlu’da doğmuş. Ben Nevşehir’de. Annemin benden önce bir oğlu olmuş. Adı İhsan’mış. Çok güzel bir çocukmuş. Bir gün güzelce onu yıkamışlar, tertemiz giydirmişler. Bizim evin arkasındaki dayımın evine götürmüşler. Komşular, aman bu ne güzel, ne sevimli çocuk diye sevmişler. Akşam annem eve gelmiş, sabaha karşı çocuk boğulacak duruma gelmiş, ne olduysa bilmiyorum, vefat etmiş.

– Kardeşiniz kaç yaşındaymış öldüğünde?

– Altı aylık, daha kucakta. Çok sevimli bir çocukmuş. Annem tabii çok üzülmüş. O kadar üzülmüş ki unutamamış onun acısını. Oğlum nazara geldi diye kıyametler koparmış üzüntüden. Aradan zaman geçmiş, doktora gitmişler. Bunu unutmak için çocuk yapın demiş doktor. Bunun üzerine 1922 yılında ben doğmuşum.

– Hocam, ağabeyiniz Kemal’le aranızda kaç yaş fark var?

– Ağabeyim 1910 doğumlu. On iki yaş var aramızda. Ablam daha da büyük. Benden yirmi yaş büyük.

– Şimdi de biraz kardeşleriniz hakkında konuşabilir miyiz?

– Eskiden biliyorsunuz kız çocukları çok erken yaşta evlenirlermiş. Naciye ablamı da Osman (Dörtkol) dayım ısrarla oğluna, Mehmet’e almak istemiş. Mehmet, Osman dayımın en büyük oğluydu. “İlla ki bu kızı bana vereceksiniz, oğluma alacağım.” demiş. Hep akraba evliliklerine ağırlık veriyorlardı eski yıllarda. Hâlbuki bu hiç sıhhi değil, verilmemesi lazım ama alışkanlıklar uzun müddet devam ediyor. Tıbbi bakımdan pek tavsiye edilir bir şey değil. On üç yaşında Nevşehir’de evlendirmişler ablamı. On üç yaşında evlenilir mi? Hatta babam da o zaman galiba İzmir’deymiş, dönmüş gelmiş. Çok şükür, iyi bir yuva kurdu, aklı başındaydı kocasının. Ablamın elinden ince işler gelirdi. Yeşile çalan, güzel gözlü bir kızdı. Babamın gözü de yeşil mavi arası bir renkteydi.

– Siz kime benzemişsiniz Hocam?

– Ben anneme benzemişim. Benim gözüm, anneminki gibi ela. Ablam babama benzemiş. Babamın gözleri gibi yeşile çalan gözleri vardı. Çok iyiydi ablam. Ben ablamı küçük yaşta Nevşehir’de bırakıp İzmir’e gittim. Üniversite tahsili için Ankara’ya geldiğim zaman ilk yılın tatilinde doğruca Nevşehir’e gittim. Ablamı daha yakından tanıdım. Yirmi gün kadar orada kaldım. O tatildeki bir hatıramı da anlatayım. Pekmez kaynatacağız. Onun için de odun lazım. Karataş’ın ilerisinde Kepez Dağı diye bir dağ var. Dayımın oğlu Hamdi ve ablamla odun getirmek için oraya gittik. Odunları topladık, hayvanın iki tarafına yükledik. İkindi vakti dönmek için yola çıktık. Ama öyle bir yağmur başladı ki anlatılmaz. Sel geldi. Hayvan sele kapılacak diye korktuk. Karşı tarafa geçmemiz lazım. Bir eşarpla hayvanın gözünü bağladık. Hamdi, önce hayvanı geçirdi karşıya. Sonra teker teker bizi geçirdi. Neyse eve ulaştık. Ben selin ne kadar dehşet verici bir şey olduğunu o zaman anladım. Tatilin sonunda eniştem beni aldı, Niğde yolu üzerinde Himmet Dede denilen bir tren istasyonu vardır, oraya götürdü, oradan trene bindirdi ve beni İzmir’e uğurladı. Ondan sonraki yıllarda bir kere daha gittik annemle Nevşehir’e.

– O yaşlarda Nevşehir’i daha yakından tanımışsınızdır.

– Üniversitedeydim o zaman. Tabii Nevşehir’i daha yakından tanıdım.

– Nevşehir’de şimdi eviniz veya malınız, araziniz falan var mı?

– Hayır, yok. İzmir’e yerleştikten bir müddet sonra ağabeyim dedi ki “Biz İzmir’deyiz, artık gelip burada oturacak değiliz. Burayı satalım.” Evin eşyasını topladılar, eşyayı ablam aldı, minderleri, halı yastıkları, kazan, tencere gibi dolap dolusu kapları… Biz getiremezdik onları. Fakat dantelleri annem almıştı.

– Ablanız hayatta mı Hocam?

– Hayır değil. Çoktan vefat etti ablam. Ben 1965’te Almanya’ya gittim. Alexander von Humboldt vakfından bana araştırma bursu verilmişti. Çocukları bırakacak kimsem yoktu. Ablamı çağırdık, gelir misin diye. Eniştem vefat etmişti, gelirim dedi. Geldi ve bizde aşağı yukarı bir yedi sekiz ay kadar kaldı. Çocukların başında durdu. Evde de çalışan bir yardımcımız vardı. Sonra memlekete döndü. 1970’li yıllarda vefat etti. Yeşil gözlü, boylu bosluydu. Hassas bir hanımdı. Çok güzel yemek yapardı.

– Ağabeyiniz neler yapardı, nasıl biriydi Hocam?

– Ağabeyim, ticaretle meşgul bir insandı. Okumayı çok severdi. Nerede bir kitap bulsa alır gelirdi. Hatta bir defasında Ahmet Refik’in kitaplarını bulup getirmişti. Ahmet Refik’in tarih kitapları o yıllarda piyasadan kaldırılmıştı. Nasılsa onları bulmuş, topuyla alıp getirmişti. Ben içlerinden bir kısmını aldım.

– Hangi yıllarda Hocam?

– Bu aşağı yukarı 1939, 1940 yıllarında idi. Ağabeyimin getirdiği bu kitaplardan birini Tarih hocam Saadet Berkol’a gösterdim. “Aman, varsa ben de alsam.” dedi. “Bizde var, size getireyim.” dedim. Birinci, ikinci ciltler -başlarından beşer onar sayfası noksan- getirdim Tarih hocama, hediye ettim. Parasını vermek istedi. “Yok, bunları ağabeyim almış Hocam.” dedim. İşte böyle… Ağabeyim okumayı çok severdi, ama kendisi ticaretle uğraşıyordu. Aklı başında bir insandı. Onun da Sakıp adında bir oğlu ve iki kızı vardı. Oğlu vefat etti. İki kızı hayatta. Raife’yi sen de tanıyorsun. Ankara’da yaşıyor. Diğeri Nigâr. O, İstanbul’da evli, kocasını kaybetti, iki oğlu ve torunları var. İstanbul’da, Beylikdüzü’nde oturuyor.

1.Bu söyleşiden sonra 5 Temmuz 2017’de, editörlüğümde hazırlanan ve TKAE tarafından yayımlanan “Türklük Biliminin Ulu Çınarı Zeynep Korkmaz Armağanı”nın takdim töreninde Hocamızın 95. yaşını da kutladık.