Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü»

Yazı tipi:

1. Bölüm

Valide Sultan Alayının Eski Saray’dan Yeni Saray’a Geçit Resmidir

İngiltere kraliçesinin Osmanlı valide sultanları kullansın diye gönderdiği kraliyet arabalarından biri içinde Mahpeyker Kösem Sultan bulunuyordu. Kösem Sultan dün geceden itibaren yeni valide sultandı. Araba sabaha kadar ala-yı valayla hazırlanmış onu en çok hak edeni beklemeye başlamıştı. Ertesi gün de ne zamandır içine kurulmayı beklediği arabanın artık içinde Yeni Saray’a doğru yol alıyor, bütün tebası da yol boyu temenna gösteriyordu. Bundan daha büyük bir yeryüzü saadeti var mıydı?

Mahpeyker Valide namıdiğer Kösem Sultan köyünden kopup da gemiye bindiği ilk günden bu yana geçen zamanı bir bir turaladı arabanın tül perdesinden yol boyu sıralanan askerleri seyrederken.

Yeni valide sultanı Eski Saray’dan alıp Yeni Saray’da bekleyen yeni Osmanlı Padişahı Dördüncü Murad Han’a götürecek olan araba, salına salına ilerlerken yolun iki yanında keçeli yeniçeriler selama durmuşlar ve devletin koruyucusu, belki de hakiki sahibinin ortakları gibi güven, itimat, ama aynı zamanda uyarıcılık telkin ediyorlardı.

Gerçi dün geceden itibaren Kösem Sultan, valide sultan olduğunu biliyordu. Dün gece zaten oğluyla halvet etmiş bir gün sonra yapılacak seremoninin ayrıntılarını teati etmişlerdi. Hatta Kösem için valide sultan olma rüyası aylar dahası yıllar evvel görülmüştü. Yine de insanda tatlı bir heyecan dalgası oluşturuyor, diye geçirdi içinden Kösem…

Sultan Mustafa’nın halli, üstelik iki defa tahta çıkmasına rağmen şimdi indirilip Eski Saray’a o lanet olası annesiyle birlikte gönderilmesi hiç kimsenin itirazına mahal vermemişti. Valide alayının Eski Saray’dan Yeni Saray’a avdet etmesi öncesi yaşanan olaylar devletin aklını yeniden geri getirmişti. Deli yine inzivasına, bir çocuğa teslim edilecek olsa da devlet aklına kavuşmuştu. Şeyhülislam ve ulemanın tavsiyeleri asker tarafından kabul görmüştü. Kemankeş Ali Paşa, Yeniçeri ve Sipahi Ocaklarının desteğini arkasına almayı bilmiş; bütün vezirleri, kumandanları, ağaları, imamları, şeyhleri toplayarak devletin maruz kaldığı tehlikeyi anlatmıştı.

Bir yanda Celalî isyanları, işte Abaza Paşa neredeyse Anadolu’nun tamamına hükmeder hâlde, diğer yanda İran yedi eyaleti almış, üstüne üstlük Bağdat’ı da ele geçirmişti. İstanbul’da hükmedenler aklını başına almazsa şu cihan devletinin hâli ne olacaktı? Huzur-i mahşerde emanet sorulduğunda ne cevap verilecekti?

Asker ilk defa ulufe istemedi. İlk defa vüzera ve ulema hemfikirdi. İlk defa bir avuç insanın ihtiraslarına gem vurarak yüksek bir ülkü etrafında birlikteliği ile kansız bir ihtilal gerçekleşmişti. Tarihte pek ender olan bu ihtilal, Osmanlı maşeri vicdanının yeniden teşekkülü anlamına geliyordu. Çocuk padişah bu iyi niyet devriminin üstüne saltanat sürecekti.

Birinci Mustafa, annesiyle ve cariyeleriyle birlikte Eski Saray’ın yolunu tuttu.

“Kardeş katli yasasını uygulasaydım, başımıza bunlar gelmezdi.” diye etrafındaki cariyelere dert yanan eski valide sultan kaderine küstüğü sırada yeni valide sultan, bir yandan elindeki yüzüğe bakıyor, bir yandan da kendini ve yakın cariyelerini Divan Yolu üzerinden Yeni Saray’a, yeryüzünün en büyük efendisinin sarayına götüren saltanat arabasının dışındaki seslere kulak kabartıyordu.

Mücevveze ile Divan çavuşları yol boyu sıralanan onlarca arabayı sanki sayıyorlarmış gibi kafalarını uzatıp birbirlerine göz ucuyla işaret ediyorlardı. Elleri arada bir talimat verir gibi açılsa da daha çok önde birbirine bağlı duruyordu.

Harikulade bezenmiş arabayı tebessüm ve endişe arasında gidip gelen bir yüzle süzen bu insanlar gelen kafilenin önlerine düşüp badehu Haremeyn-i Şerifeyne müteallik gerek mansub ve gerek tevliyette olanlar da yine mücevveze ile yürüyüp bunlardan sonra valide kethüdası paşalı kavuğuyla, bol yeni samur kürk ve elinde asa ile gidekoydu. Bundan sonra iki taraflı baltacılar ve daha sonra mücevveze ile darüssaade ağası ve ondan sonra altı beygirli ve perdeleri örtülü şahane araba ile valide sultan geçekoydu. Arabanın hemen ardından iki memur sağa sola para saçıyor ve halkı sevindiriyordu. Valide sultanın arabasını şehzadelerin ve cariyelerin arabaları takip ediyordu.

Valide alayı, bab-ı hümayundan geçip de Topkapı Sarayı’nın havasını teneffüs etmeye başladıktan sonra henüz yedi yaşında olan küçük padişah, hemen ardındaki sadrazam ve şürekâsının teşvikiyle has fırın önüne doğru yürüdü. Araba durdu ve Kösem Sultan arabanın penceresini örten perdelerin arasından elini uzattı. Çocuk padişah annesinin uzanan elini öptü ve alnına götürdü.

Valide alayı, padişahın ve etrafındakilerin eklenmesiyle daha kalabalıklaşmıştı. Alay, Harem-i Hümayun’a doğru yollandı. Yeniçeri ağası ile sekbanbaşı birlikte temenna ettiler. Ağalar yer öperek hürmet ve tazimlerini ifade ettiler.

Kösem Sultan günlerden beri hazırlık yapmış, oğlunun cülus merasiminin bir parçası olan valide alayının Yeni Saray’a varışıyla ilgili herhangi bir problem çıkmaması için ihtimam göstermişti. Her şey tamdı. Evvelce hazırlanan defter mucibince sırayla hilatler giydirildi. Atiyyeler dağıtıldı. Geçilen her kullukta dağıtılması icap eden atiyyeler dağıtılıyordu. Alayın bazı arabalarından da etrafa paralar saçılıyordu. Alay, Cebehane önüne gelince cebecibaşı, valide sultanı selamladı ve atiyyesini aldı.

Sonunda tazim edilen ana ile oğul Bab-ı Hümayun’un kapısından hulul ettiler. Herkes rütbesini biliyordu. İki sıra hâlinde dizildiler. Bostancıbaşının nezaretinde bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde hezeran değneklerle arz-ı endam eyleyüp alayı tazime durdu. Alay da buna karşılık durdu. Bu karşılıklı tazimde yarı tehdit vardı. Zira bundan sonrası için diğerleri daha ileriye geçemezlerdi. Farkında olmayıp da ilerleyenler ikaz edilirdi. Değnekler hemen göze batar, daha ileriye kimseyi geçirmez.

Valide orta kapıdan girdi. Aheste aheste yürüyordu. O boy, o endam bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir valide sultanda yoktu. O nasıl yürüyüştü öyle! Bütün alay içi gıcıklanır biçimde bakışlarını dondursa da sanki başka tarafa bakmak zorunda imişler gibi gözleri resimde durmuş başlar da başka yana çevrilmişti.

Valide sultan ile padişah kapıdan girerken alay arkada kalan tüm kısımları ile alkış kopardılar.

“Bir deliden sonra bir saralı yeryüzü mülkünü bakalım nasıl idare edecek?” soruları kafalarını meşgul ederken dudaklarda dua fısıltılarıyla alay yavaş yavaş dağıldı.

Kösem Sultan daha Babüssaade kapısından girerken karşılama heyetindekileri bir bir süzmüş, şu vüzeranın akıbeti hakkında zihninde birkaç tayine imzasını atmıştı.

Aynı seremoniyi daha evvel yaşayan Hürrem’in de Safiye’nin de Nurbanu’nun da ruhlarının imreneceği bir saltanat sürecekti, bundan emindi.

Ama bunun için bir an önce şu çürüyen hanedanın devletine de genlerine de doğru kanı, Rum köylü kızının kanını vermeliydi.

Küçücük bir çocukken babasının anlattığı Bizans hikâyelerindeki, havsalasına bir türlü oturtamadığı yapının devamı olan bu dünyanın merkezinde, bu iki kıtayı birleştiren şehirde ve onun sarayında yeryüzünün en güzel ve en akıllı kraliçesi olarak doğunun ve batının birlikteliğinin yeniden inşasını gerçekleştirecekti.

Bu konuda azimli ve kararlı idi. Azimli ve kararlı olduğu kadar bunun için gerekli zekâ ve bilgi donanımına sahip olduğunu düşünüyordu.

Hayır hayır; Andronikos’un akıbetine uğramayacaktı…

Onun yaptığı hatayı yapmayacak, onun düştüğü yanlışa düşmeyecekti.

Doğu fikrini, büyük doğu hülyasını hiç kimseye açık etmeden kendi içinde büyüterek doğrudan batıya kabul ettirmeye, doğunun zenginliğini ve kudretini onlara hissettirmeye çalışacaktı.

Bunu ne Andronikos, ne bir başkası yapmıştı. Bir tek o çağ değiştiren ecdadı yapmıştı. Fatih Mehmet Han…

Ecdadı mı?..

Dudağının sol tarafında derin bir tebessüm dalgası dolaştı Kösem’in. Ecdadı…

Daha küçük yaşta kraliçe olma hülyalarıyla büyüyen Kösem yani Anastasya, on yaşından sonra bütün bütün dünyanın en büyük ülkesinin kraliçesi olmayı kafasına koymuştu. Öyle Avrupa derebeylerinin tahtlarına ortakmış gibi oturan ama içki sofralarına meze yapılan sahte kraliçelerden olmayacaktı. Babasının anlattığı tarihin izini sürecekti.

 
Ben Mahpeyker Kösem Sultan…
 

Kafamda hep Andronikos’un parçalanma sahnesi var. İşte adaların kendi hülyasında gezinen, papazın kızı mı, zangoçun kızı mı olduğunu bile bilemeyen köylü Rum kızı rüyasını bile göremediği cihan padişahının sarayına valide sultan oldu. Şaşıyorum, sanki yaşananların hiçbiri yaşanmamış da ben o küçük köyümden kalkıp dünyadaki bütün kraliçelerden daha etkili ve yetkili valide sultan olmuşum! Nasıl da geçti zaman?

Ahmed’imin ölümü beni çok sarstı.

Tam on bir yıl benden başkasını gözü görmedi. Bana hep sadık kaldı. Haremde benden daha güzeli yok muydu? Dünyanın neresinde bir güzel varsa ona sahip olma kudreti yok muydu? Fakat o beni sevdi.

Ben de onu sevdim.

Yirmi sekiz yaşındaydı henüz. Gepegenç gitti.

Onu ilk gördüğüm anı unutamıyorum.

Bosna’dan yola çıktığımızda çocukluğumda dinlediğim hikâyelerden Osmanlı padişahlarını hep kaba saba, dev gibi, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, acımasız, kan emici insanlar olarak bilirdik.

Ahmed’imi gördüğümde bu kadar temiz bir yüze bir erkek nasıl sahip olabilir diye geçirdim aklımdan.

Tahminlerimin ötesinde güzel, zarif, iyi kalpliydi.

Piyanonun tuşlarına basarken sanki kalbim yerinden fırlayacaktı.

Arkamda Arz Odası’ndaki tahtında oturan dünyanın en kudretli adamı gencecik, yakışıklı bir adamdı. Bütün Yunanistan’da bu kadar güzel, hele hele gözleri bu kadar anlamlı bakan bir genç asla bulamazdım.

Ne kadar mutluydum o soneleri çalarken.

Göklerde uçuyordum sanki.

Aşk dedikleri buydu işte.

O soneleri çalarken üç yıl boyunca bu sarayda bana öğretilen şiirleri geçirdim aklımdan. Müziğin namelerinden yükselen ruhun da bu aşk iklimine yabancı olmadığını ispatlamaya çalışmıştım. Adından sıkça bahsedilen Kanuni’nin Muhibbi mahlasıyla yazdıkları bir bir geçti aklımdan. O da âşıktı ve şimdi o saltanatın genç temsilcisine çalıyordum soneleri… Biliyorum ki bu genç hükümdar da şairdir ve şiirinin bir mısrası olmak insana ne büyük lütuftur.

Kanuni’nin Hürrem’e yazdığı gibi o da bana yazar mı acep?

 
“Bir güzel sevdim bugün kim canlar cananıdır
Bendesidir hublar ol cümlenin sultanıdır

Bağda yer yer açılan sanma lâle gül durur
Hâr elinden bülbülün bağrından akan kanıdır.”
 

Benim de sanki o saat bağrımdan kan akıyordu. Bülbül gibi şakıdıkça, piyanonun tuşlarına dokundukça parmaklarımdan çıkan namelerle ben de gökyüzüne hazan mevsimi uçuşan yapraklar gibi dağıldım, savruldum.

Birinin seni izlemesi, onun için bir şey yapman… Bütün gözler üzerinizdeyken bile hiç konuşmadan “İşte!” demek, “Kalbimin her hücresini doldurabilecek insan bu!” Heyecanlanmak, ürpermek, dokunursa gözlerimin boşalacağını hissetmek…

Aşk…

Bana aşkı ne güzel tarif etmişti.

Ayn, şin ve gaf…

Bu dil sanki aşkı tarif için yaratılmıştı.

Ben o zamanlar tam olarak anlamamıştım.

Fakat sonraki zamanlarda bana yazdığı şiirlerini ve aşkı anlatan o eski kitapları okudukça daha iyi anladım. Geçen zamana nispetle halvetlerimizde, gezi çıkmalarımızda, av yahut sefer dönüşlerinde devlet işlerini tamamlayıp da aşk odamıza çekildiğimizde bana dokunuşları, kulağıma fısıltıları aşkın bir anda başlayıp biten bir şey olmadığını, hep yükselen ve yükselten bir şey olduğunu açıklıyordu.

Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun gibi hikâyeler dilden dile dolaşırdı İstanbul’daki bütün evlerde. Sadece İstanbul’da mı, mülk-i Osmani’nin her mıntıkasında…

Hoca Ahmet Yesevi hikmetlerinde hep aşkı anlatırdı.

Mevlâna “Mesnevi”sinde aşkı anlatırdı.

Saray geceleri bir mektep gibidir. Buraya geldiğime, -getirildiğime mi demeliydim- o kadar şükrediyorum ki her gece bir sır perdesi aralanıyor, insana dair bilinmezlikler keşfediliyor. İnsan her okuduğunda biteviye tazeleniyor, yeniden yeniden yaratılıyor. Hacı Bayram’ın “Beni dahi yaratuldum taşu toprağ arasında.” demesi boşuna değil. Burada Tanrı’yı daha doğru tanıdım. İnancımı kavi kıldım. Onun yaratmadaki esrarını çözdüm. Adalar kızıyken bana anlatılanların hepsi ondan uzakta, ezilmiş bir kulun çaresizliğiyle örülmüştü. Şimdi ben onda beni beni onda buldum. Âşığın maşukuna yönelmesi sadece başlangıç. Ben başlangıçtaymışım. Onun da bana yönelmesi, benim onda erimem, yok olmam ve hiçin sonsuz varlık muhasebesi hâlinde terkibe, gerçek Bir’e erişmesini ben haremde yaşadım.

Öyle bir saray ki bu, kapısı aşkla açılır, sofrasında ne varsa aşkla pişer, gül ve bülbül serencamıdır bahçesi…

Kapıları yatsı namazından sonra kapanırken Mülk Suresi ile kapanır. Sanki sarayda kandiller yanarken göğü kandillerle donatan Allah’ın kudretini tesbih ederler. “And olsun ki biz, göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.” Ölümü ve yaşamı yaratan Allah çok bağışlayıcıdır. Surenin sonunda da “Suyunuz çekilirse size kim su verecek?” diye sorar. O yüzden şifalı sular şükür niyazlarıyla küplere hazırlanır akşamdan. Ne kadar şükretsem az. Aşka doydum desem taşra düşerim aşktan diye korkarım. Öyle saray ki hükümdarları hep âşık… Bu şehri fetheden o Fatih’in babası Murad Han’ın şu beytini kendiliğinden aklıma yazmışım. Kim bilir ne kadar okundu civarda…

 
“Âşık olan kimsede nâmûs u âr etmez karar
Dökseler bir katre âbı mahv olur nâr üstüne.”
 

Onun oğlu ondan aşağı kalır mı? Şehri fâzıla şehrine dönüştürmek için fetheden o Fatih, aşkla onu payidar kılmaya duacı oldu.

 
“Aşk ile vîrân eden gönlünü ma’mûr istemez
Hâtırın mahzûn eden bir lahza mesrûr istemez.”
 

Her köşesinde zarafet, her odasında muhabbet, her mümininde aşk olan bu şehir, mayasında aşk olan bir hareketin, bir ebedî dönencenin yeryüzüne yansımasıdır sanki.

Aşkla kurdukları devletin savaşa dair söylemi de şiirdir.

Aynı Fatih, Karamanoğlu’na gönderdiği beyitte de şöyle demiş:

 
“Bizimle saltanat lâfın edermiş ol Karamanî
Hudâ fırsat verirse ger kara yire karam anı.”
 

Eğer Tanrı fırsat verirse onu kara yere karayım diyerek celal sıfatını da şairane gösteren hanların kurduğu ve yaşadığı iklimde yaşamak ne saadet! Nasıl da basit, sade ama güzelliğin bütün nazariyelerinin fevkinde bir bakış açısıyla kurduğu bu sarayda oturma fırsatı bile bulamamış Fatih’i yâd ederek burada nefes almak başlı başına aşk!

Bu aşk bahçesinden ayrılmak, cennetten kovulmak gibi bir şey…

Dinledim. Dinledikçe inledim. Cem Sultan’ın hikâyesini… Bu saray içre hayat şiir yazdırır insana, lakin buradan ayrı düşmek de daha beter eder insanı, daha dokunaklı yazdırır. Cem Sultan vatandan ayrı düşmeyi ne güzel tarif etmiş:

 
“Cem eşiğin talep eyler ki göre gün yüzünü
Ruşen oldu ki vatan sevgisi imandan imiş.”
 

O kadar çok şiirle bezemişler ki sarayın her yanını kapıların girişlerinde de o güzel yazılarla bezenmiş tezhip edilmiş hatlarla şiirler yazılmış. Her nereye baksan asude bir iklim ve her yerde ahengin, dengenin çizgileri var. Sadece sultanların yazdıkları yeter ama bir de öyle bir mazi var ki saltanatla yarış ediyor sanki. Hatta saltanat o maziyi, o halkı ve hislerini takip ediyor.

Yunus Emre aşkı sade bir dil ile anlatmış ama hepsine bedel.

 
“İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”
 

Gönül ile dil bu topraklarda aynı manayı kuşanmış. Yunus’un aşk dili dokunduğunu kendine benzetmiş. O yüzden bu dilin ruha işlemesi ile askerî fetihlerden daha ziyade gönüller fethedilmiş. Dava yerini seviye terk etmiş.

 
“Ben gelmedim dâvi için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmağa geldim.”
 

Gönül yapmak… Ahmed benim gönlümü yeniden yapmıştı.

Benim; yıkılmış, ümidini kaybetmiş ruhumu tamir etmiş, belki de gemicilerin eğlencesi olma ihtimaline ramak kalmış şansımı tersine çevirmişti.

Haremin bütün bu güzel cariyeleri mutlak güzelin ruh ikliminde fena makamına erişip tek Bir’de kayboluyorlardı.

Mahfiruz ile onu paylaşamazdım. O ruh ikliminde kaybolsam bile kendimi ona ram ederek onun da bende yok olmasını diledim hep. Aşkın dilini öğrenmiştim. Ne yapıp edecek sadece birbirimizin olacaktık.

Onu kendime ram ettim. Benden başkasını gözü görmedi.

Ne yapayım? Mahfiruz ile düşman olmak istemezdim. Hatta Osman’a annesinden daha yakındım.

Ama işte iktidar olmanın yolu entrikalar dünyasında ayakta kalabilecek asıl entrikanın sahibi olabilmekten geçermiş.

Ben aslında Osmanlı’nın unuttuğu büyük doğunun yeniden inşaası için seçilmiş biriydim. Rum, Türk, Türkmen, Ermeni, Çerkez, Abaza, Tatar, Kalmuk, Kıpçak, Arap, Kürt, Yahudi; dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bütün doğunun ortak paydasını temsil eden bir iktidar peşindeydim. Çocukluğumdan beri Bizans’a, diyar-ı Rum’a şu Batılıların, Latinlerin ne kadar zulüm yaptıklarını işiterek büyüdüm. Andronikos’un başına gelenler sadece bir devre ait yanlışlar değildi ki… Andronikos’tan sonra da Rumlara yapmadıkları kalmadı. İstanbul’u, Konstantinopolis’i nasıl da yağmaladılar. Hiçbir şey tesadüf değildi. Tamam, imparatorlar bazı yanlışlar yapmış olabilirler ama batının doğuya baştan beri yaptığı kesin bir ön yargının sonucuydu. Kötü yönetimler genellikle bahaneydi. Hele ki, haçlı seferlerinin dördüncüsünde yaptıkları?..

Bütün İstanbul’u yıktılar. Binlerce doğu kilisesini yaktılar. Konstantipolis’te yaşayan Müslümanlar için Galata’da bir cami vardı. Onu da yakıp yıktılar. Ayasofya’ya girdiler ve orada ağlaşmakta olan, dua eden ne kadar inanmış insan varsa hepsini katlettiler. Ayasofya’nın içi kan gölü oldu. Ayasofya’nın altınlarını çaldılar. Hatta dediler ki kendi aralarında, “Niçin Kudüs’e gidelim! İşte Kudüs burası… Bu bize yeter…” soydular ne var ne yok… Onların yaptığı zulmü doğudan gelen hiçbir kimse yapmamıştı.

Lanet olsun ki Osmanlı içinde de büyük doğuyu idrak edemeyen şapşallara şahit oldum, batıya kul köle olan akılsızları gördüm.

Kösem Sultan’ın Anastasya’nın İzini Sürmesidir

Andronikos, Fatih, Efram ve diğer büyük doğu rüyalarını bir kenara bırakıp bir an babası, Agios Nicolas zangocu Pierre Aretino’yu hatırladı Anastasya. Bir de aziz peder Kostas Vasilidis’i… Onu daha çok baba diye hatırlıyordu. Manevi babasıydı da. Hem babasına, hem kendisine tarih, felsefe, din öğretmişti. Tinos’tan ayrılmazdan birkaç gün evvel söyledikleri kulaklarından gitmiyordu. Öyle bir kızım deyişi vardı ki, Anastasya’nın aklına hep kötü, karmaşık şeyler getiriyordu bu. Biricik anası Tanya’yı hep güzel, saf ve temiz bir ruh olarak hatırlamak istemişti. Ama içinde depreşen cinler ona sanki başka şeyler söylüyordu. Olsun. İkisi de öz ve manevi babası idi. Hangisinin öz, hangisinin manevi olması niye önemli olsundu?

Adalar topluluğunun tam ortasında bir yerde yer alıyordu adası. Tinos adasının karşısında küçük, adı sanı olmayan bir adacıktı. Ama koca yarımadanın başkenti Atina gibi Athinos adında bir köyü vardı. Güneyde Vari, batıda Finikas… Agios Nicolas kilisesi tam da Tinos’a bakardı. Akşam olunca Tinos’un ışıkları görülürdü. Zaman zaman Tinos’taki kiliseye de giderlerdi.

Tinos’ta Hristiyanlığın iki mezhebi de vardı ve ikisi de güçlü taraftar kitlesine sahipti. Sık sık mezhep kavgaları olurdu. Küçücük ada aynı zamanda yeryüzünün bütün din ve mezheplerinin tartışıldığı entelektüel bir ortama sahipti. Bu kendiliğinden mi olmuştu, yoksa adaya gelen Finikeliler, Cenevizliler, Afrikalılar ve tabii Osmanlılar sayesinde mi; bilmiyordu.

Fakat Bizans’ın yaşadıkları, Hz. İsa ve Hz. Meryem meselleri, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Süleyman, Davut, ilk İslam akınları, Bizans imparatorlarının bazılarının batıyı değil de doğuyu tercih edişleri; Haçlı seferleri, “İstanbul’daki Latin baskını ve Ayasofya’nın içinde masum Hristiyanların Haçlı sürüsü tarafından katledilişi… Hep aklındaydı. Hatta “Konstantinopolis’te Latin serpuşu göreceğime Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” gibi sözler üzerinde yapılan sokak tartışmaları hep aklındaydı.

“Ah sevgili babacığım! Nasılsın, ne hâldesin? Sağ mı acaba?”

Ya Vasili Baba, ondan da hiçbir haber alamamıştı.

Babasının sağlığından ilk defa ciddi endişe duydu Sultan. Bundan böyle valide sultandı, ne yapıp edip babasını bulduracaktı. Hatta onu saraya aldıracaktı. Olur muydu?

Neden olmasın?

O artık üç kıtada at koşturan şanlı bir imparatorluğun, büyük doğu imparatorluğunun kraliçesi idi. Ne kraliçesi… Valide sultanıydı. Valide sultan demek kraliçelerden üstün olmak demekti.

Devlet işlerinde bir yeri vardı…

Devlet de bütün cihanın devletiydi.

Babasını bulduracak ve yanına aldıracaktı. Pierre Arentino’yu da, belki Leonardo’yu da… Evet, evet köyünü bile istese İstanbul’a taşıyabilirdi. İstese Vasilidis Baba’yı da…

Acı bir elemle yüzü gerildi. Vasilis Baba’yı getirtebilir miydi ki?

Hiç olacak iş mi?

Nasıl da unutur insan? Ama babasını buldurabilir ve belki vezirlik bile verirdi.

Prefekture’deki, Agio Nikolas’taki, Vari’deki, Tinos’daki, Gavrio’daki konuşmalarını hiç unutmuyordu.

Zangoç babası, Aziz Peder Vasilidis sayesinde neredeyse bir papaz kadar dinî bilgiye sahip olmuştu. Bir yandan babası, diğer yandan Aziz Vasilidis yaşıtlarından daha ileride bir bilgiye ve görüşe sahip olmasında ne kadar da büyük emek sahibiydiler. Onlara şükran duyuyordu. Belki de şimdi kraliçeliği, hayır hayır valide sultanlık bütün kraliçeliklerden daha üstün ve şerefli bir makamdı, valide sultanlığı hak etmesinde onların uzak görüşlülüklerinin ve tarih bilgilerinin büyük etkisi vardı.

Büyük doğu fikri, ta o zamanlardan Anastasya’nın aklına yerleşmişti ama şimdi daha iyi anlıyordu babasının ve aziz pederinin anlattıklarını…

O zamanlar Bizans imparatorlarının bir zaafı gibi görüyordu doğulu halklarla olan münasebetlerini… Ne kadar da haklıymışlar oysa…

Uzaktan balıkçılar ağlarını toplarken pazarcılar da üste kalan borçlarını ödüyorlardı. Güneş çoktan Monna Dağı’nın üstünde kaybolmuştu fakat akşamın ziyası iskeleyi aydınlatmaya yetiyordu. Yosun kokuları arasında ateşteki tavuğun kanatları kızardıkça çeviriyor ve önce sıcaklığını kontrol ediyor sonra Anastasya’ya bir parça uzatıyordu papaz…

Akşam yemeklerini yerken klasik eğitimini sürdürüyordu babası…

Bazı akşam yemeklerinde Vasili Baba da sofralarına konuk olurdu. Özellikle Vasili Baba geldiğinde, melek yüzlü Petlis Amca da gelirdi.

Anastasya iki elini yanaklarına koymuş ağzındaki kızarmış piliç kanadındaki deriyi çevirirken büyüklerin sohbetini merakla dinliyor, arada kendisi de lafa karışıyordu.

“Andronikos aslında Kral Manuel ile amcaoğlu idi Anastasya’m.”

“Bizans tarihinin en renkli siması idi. Çapkın, maceralı aşk hayatını seven bir kişiliği vardı. Ama aynı zamanda savaşçı, cesur görünürdü. İyi de eğitim almıştı. Gençliğinde parmakla gösterilen parlak bir sima…”

“Fakat Manuel’i kıskanmakla geçti ömrü.”

“Bir türlü kral olamamıştı.”

“İşte Manuel’in ölümünden sonra ortaya çıkan karışıklık Andronikos’un işine yarayan bir süreci başlattı.”

“Nasıl?”

“Manuel’in ölümünden sonra on iki yaşındaki oğlu Aleksios tahta çıktı. Dul imparatoriçe ise yetkisini kullanıyordu. Antakyalı Maria niyabeti üzerindeydi.”

Petlis, Vasili’ye soru sorarken gözü Anastasya’da idi.

“Aziz Vasili, Aleksios şu Bizans’ı yeniden dirilten hükümdar değil mi?”

“Hayır sevgili dostum, o Birinci Aleksios. Birinci Aleksios’tan sonra Manuel, ondan sonra gelen de İkinci Aleksios. Bu dönemde başka bir Aleksios devlet idaresinin başına getirildi. Aleksios Kommenos. Bu değersiz ve kendini bilmez adama Kommenos ailesinin diğer üyeleri karşı çıktılar. Aleksios Kommenos ile onun gözdesi Maria’nın yapıp ettikleri halkın öfkesini üzerlerinde topladı kısa sürede. Zaten Latinlere karşı bir nefret vardı öteden beri. Batılı siyasetler Bizans halkında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine sebep oldu. İtalyan tüccarlar kollanıyor, batıdan gelen ücretli askerler ayrıcalıklı bir hayat sürüyorlardı. Latinlerin Kostantinopolis’i sıklıkla nasıl yağmaladığı unutulmamıştı ki… Zaten birçok masum, dindar, kendi hâlindeki Bizanslıya göre; Bizans’ın batısındaki sözde Hristiyanlar, dini başka gayeleri için araçsallaştıran fırsatçılardı. Dindar olanları bile din kisvesi ardında kendi menfaatini düşünen egoistlerdi…

Kommenos ailesi yönetimi alaşağı etmek için gizli toplantılar tertip ettiler. İstanbul’daki muhalefetin bir başı yoktu ne yazık ki… O sırada Trabzon’da vali olan Andronikos, Kommenosların en gözde şikisi ve Manuel döneminin muhalifi olarak göze çarptı. Kommenoslar artık muhalefeti sürükleyecek bir önder bulmuşlardı.”

Petlis yüzünü buruşturup araya girdi:

“Ne önder ama!”

Vasili cevabı yapıştırdı:

“Ne olacaktı yani, o devirde? Reform bazı insanların başının ezilmesini gerektiriyorsa?..”

“Ben bilmem dostum, hiçbir iktidar, hiçbir düzen masumların kanı üzerinde payidar olamaz.”

“Masum mu? Onlar niye masummuş? Latinlerin yardakçıları…”

Petlis elini havaya doğru sallayıp kadehinden bir yudum şarap içip, koca bir lokmayı ağzına attı.

Anastasya asıl sorulması gereken soruyu bulmuştu:

“Yani sebep doğu batı çatışması mı?”

Vasili gururla cevap verdi:

“Aferin Anya kızım, işte sorulacak soru bu Petlis. Sen işin teferruatındasın.”

Petlis’e doğru sağ eliyle küçük daireler çizdikten sonra Anastasya’ya döndü:

“Tam öyle değil tabii. Ama görünen olayların arka planında genellikle bu çelişki yatıyor aslında.”

Anastasya: “Andronikos batıya karşı mıydı?”

Vasili Baba: “Andronikos batıya karşıydı canımın içi… Hem de nasıl! Sadece Müslüman saraylarında serbestçe gezinmesi, misafir edilmesi yahut doğudaki bir başka güç olan Rus prensleriyle düşüp kalkması değildi bunun kaynağı… Temel bir görüş ayrılığı vardı iki Kommenos arasında. Andronikos feodalizme de karşıydı. Aristokrasiye… Toprak sahibi olup da bunu tanrısal bir iktidar gibi sunanlara… Batıya dönük tüm siyasetin can düşmanıydı. Latin dostu niyabeti düşürebilmek için Andronikos’tan başkasının peşinden gidilemezdi. Bütün gözler ona dönmüş, onu bekliyor, onu arıyordu.”

Petlis de bu konuda bilgili olduğunu gösterdi ve ekledi:

“İstanbul doğudan gelecek tehdidin korkulu rüyalarını görürken Andronikos Kalkedon’da (Kadıköy) karargâhını kurmuştu bile…”

“Boğazın Anatolia yakası…”

“Aynen öyle…”

Vasili sözü toparladı:

“Protosebastos yani Aleksios, boğazı kapatarak Andronikos’un karşıya geçmesini önlemeyi düşündü. Bizans deniz kuvvetleri başkomutanına talimat verdi. Fakat başkomutan megas duks yani Kontostefanos karşı tarafı tercih etti. Böylece Andronikos’un önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oldu. Onu İstanbul’a sokmayacak hiçbir kuvvet kalmamıştı. Aleksios yakalanıp gözleri oyuldu. İstanbul’da bir Latin katliamı başladı.”

Anastasya tarihe meraklıydı. Zira bir saraya kraliçe olmak isteyen biri mutlaka tarih bilmeliydi. Tarihte neler olmuşsa onları iyi bilmek gelecekte hataya düşmeyi önleyebilirdi. Tabii gerekli ders çıkarılırsa…

Bizans’ın başına gelenleri merakla dinleyen Anastasya, Aziz Vasili Baba’nın tam karşısında diz üstünde duruyordu. Vasili devam etti.

“Batılıların evleri yağmalandı. Kaçamayanlar zalimce öldürüldü. Ahalinin sevinç gösterileri arasında Andronikos İstanbul’a girdi Fatih olarak…”

Vasili o an, bir imparator gibi ayağa kalkıp yürür gibi yaptı.

“Suçlular bir gecede yakalandı, hapishanelere kondu. Ana imparatoriçe ve Maria darağacında sallandırıldılar.”

Anastasya o sırada babasını gördü. Nasıl da masum Vasili Baba’yı dinliyordu. Anastasya babasının o hâline acıdı. Gidip kucağına oturdu. Vasili, kızın kendisini kıskandırır gibi babasının kucağına oturmasını göz ucuyla seyretti. İçi burkuldu. Kalbi acıdı. Ama belli etmedi bir şey. Anastasya’nın eğitimine katkı için buradaydı. Hem kızın üstünde başkaca ne hak iddia edebilirdi ki?..

“Saraydakiler toplandı, ruhaniler onların yanında yer aldı ve Andronikos da güya onları kırmayarak tevazu gösterileri içinde erguvani imparator elbisesini giymek zorunda kaldı.

Böylece hükümdarlığı küçük Aleksios ile birlikte götüreceklerdi. Fakat iki ay sonra küçük imparator Andronikos’un adamları tarafından boğuldu ve cesedi denize atıldı. Deniz küçük çocuğun cesedini yuttu, dalgalar arasında kayboldu Aleksios..”

Vasili kalktı, şarap kadehi sol elindeydi. Yürüdü, kameriyenin denizi daha iyi gören yerinden ufka doğru baktı. Deniz sakindi. Yakamozların kıpırtısı onun bir resim olmadığını, canlılığını ortaya koyuyordu.

Vasili, bir süre dalgın dalgın denize baktı, baktı, baktı; neden sonra Anastasya’nın sesini duyunca kendine geldi.

Anastasya da yerinden kalkmış yanına gelmişti. Bir müddettir ona sesleniyordu ama Vasili onu galiba duymamıştı.

“Vasili Baba! Daldınız iyiden iyiye. Beni duyuyor musun?”

“Ha evet dalmıştım.”

“Neden daldınız?”

“Şeyi hatırladım. Deniz, Aleksios’un cesedini dalgalarının arasından uzaklara götürdü de Andronikos’unkini götürmedi.”

“Andronikos da mı aynı akıbetle karşılaştı?”

Vasili’nin eski bir kitabı açıp sayfaları arasından okuyarak anlattıklarını hatırladı zangoç:

“Ya işte asıl heyecanlı hikâye bu… Şifre burada… Lanet, Bizans’ın üstünden eksilmeyecek lanet burada…”

Nihayet meraklı kızın zangoç babası da söze karışmıştı. Demek ki bu seanslar evvelce de olmuş diye düşündü Anastasya. Babasının da öğreticiliğe iştirak etmesi sevindirmişti kızını… Sevindirmiş miydi, yoksa bir acıma hissi mi?

“Nasıl?”

Anastasya daha çok merak etmeye başladı bu taht kavgalarını… Bizans oyunlarını…

Vasili anlatmaya devam etti:

“O sırada altmış yaşına gelmişti Andronikos. Buna rağmen Aleksios’un dul karısı -ki o da Aleksios’tan bir yaş büyüktü- on üç yaşındaki Anna ile evlendi. Anna, Fransa Kralı Lui’nin -yedincisi oluyor galiba- kızıydı. Meşru bir haktı bu onun için.”

Anastasya on iki yaşındaydı. Neredeyse kendisi kadar bir kız evleniyordu. Anna on üç, Anastasya on iki…

On üç yaş için bir yıl var. Demek ki evlenebilmesi, büyük bir saraya kraliçe olarak gitmesi için bir yıl var.

Kafasında binbir çelişki kol geziyordu. Bir yandan evlilik heyecanı duyuyor, kendisini de gelinlik içinde farz ediyor, dünyanın en büyük salonlarında düğününü izliyordu. Diğer yandan köyünden, babasından uzakta nasıl yaşayabileceğinin korkuları birbiri ardına aklına takılıyordu.

Anastasya babasının yanına gitti yine.

“Hayır, ben evlenmem…”

Zangoç: “Nereden çıktı şimdi bu?”

Anastasya: “Ben seni bırakıp da evlenmem baba…”

Babası Anastasya’nın itirazlarını anlıyordu. Arkadaşı Pizarro’nun oğluna kızını verecekti. Planı buydu ama ne zaman bu konu açılsa yaramaz kızı deli fişek oluyor oradan oraya zıplıyor, büyümediğini, evlilik çağına henüz gelmediğini göstermek istiyordu.

“Neyse Tanrı kime yazdıysa kızım.”

“O zamanlar gerçi şimdi de öyle ya, kızlar daha küçük yaşlarda bakire iken saraylara verilirlerdi. Gözleri açılmasın, iktidarına leke sürülmesin alacak kişinin vesaire…”

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-990-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre