Kitabı oku: «Lâ Havle – Lütfî Divânı»
Yazı tipi:
EYLÜL SENELERİ
BANA: “YAZ” DEDİ ÇAĞATAY, “12 EYLÜL’Ü…”
‘Her şey ne kadar da değişti’ gibi yaparken
Değişmek arzusunu dile getiren arkadaş,
Değişmek sence bu mu?
Bir çoban bile daha iyi değişir senden
Sürüyü otlatırken her gün farklı bakar mala, davara,
Kır çiçeklerine de…
Köylülükten kurtulmanın yollarını gösteren
Orta hâlli bir kasabanın orta hâlli yazarı,
Bize şehrimizi anlatmıyor da,
Şehrin kapılarını gecenin karanlığında istilacıya açanlar gibi
Arkadan vuruyor kardeşini üç kuruşa.
Anamızın yüzü nasıl da benzerdi şehrimizin yüzüne?!
Şehrimizi şimdi başka bir şeye benzetenler,
Aslında anamızı belliyorlar sinsice…
Anamızı ve doğal olarak kendi anasını da…
İki şey ancak ölümle unutulur diyordu Nâzım;
İki şey: Anamızın yüzü ve şehrimizin yüzü…
Bu gelen nasıl bir ölüm ki…
Bana yaz dedi Çağatay, on iki eylülü
Ne yazayım, o zaman yazdım, başkaları gibi değil
Şimdi değil otuz yıl sonra değil…
O zaman…
O zaman kaç kişiydik ki zâlimin karşısında susmayan?..
Şehir unuttu her şeyi,
Şimdi dönüp başka şehir kuruyorlar, başka mâziler edinip
‘Zalimin karşısında susan dilsiz şeytandır!’
O yüzden tam 12 Eylül’de vurdum 12 eylülü.
Kenan’a mektuplar döşendim uzun uzun.
Hapislerinde yattım, kafeslerinde…
Yazdım, söyledim, haykırdım, işkence gördüm, işsiz kaldım
Nereden bileceksin?
Sen benim ne çektiğimi nereden bileceksin?
Uzaktın ümmet kardeşliğinden…
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” bile diyemezdin delikanlıca.
Kaç yıl geçmiş; otuz mu, kırk mı?
Hâlâ karşıma çıkar durur her adımımda gençliğim
Geri dönüp duruyor yankıları sesimin…
Karşımda kendim… Yirmili yaşlardaki kendim…
O yüzden atamam yanlış bir adım,
yanlış,
yeni,
değişmiş…
Çok fırsatlar çıktı, başka şehirlerde çok anahtarlar…
Fakat yirmili yaşlardaki kendim, yirmili yaşlardaki kendim
Mesuliyet, sadakat, samimiyet, hürmetfve aşkın fikri
“Bizi kullanmışlar.” diyenlere inat
Elma yüzlü yirmili yaş yüzünden ka-ça-maz!
Ben korkmadım ki hiç…
Onlar korktular.
Korkuları postallarından belliydi.
Başları olmayan, apoletleri olan
Yüzleri, gözleri, kalpleri olmayan, miğferleri olan
Tertemiz üniformaları bir de…
Omuzları vardı, miğferleri vardı, postalları vardı
Ama başları yoktu… Gözlerinden mi anladım?
Başı olmayanın gözü mü olur?
Ama bildim korktular benden… “Korku postaldan belli olur mu?”
“Oluyor işte.”, korkuyorlardı…
Kaç yıl geçmiş Çağatay dostum, hesap kitap ettin mi?
Kim derse ki “kullandılar” bil ki, bugün de kullanılıyor o
İnsan bir kere kullanılmaya görsün Çağatay,
Bir kere kullanılmaya görsün…
Korkup kaçanı tanırım ben
Sesinden tanırım, postalından tanıdığım gibi
Tanırım milletine sırtını döneni, şehrini kirleteni
Anasını satanları…
Şu dünyada üç şey vardır yenilir: Biri elma, biri ayva, biri nar
Öyle ya ardından belli yâr diyeceği…
Muz diyebilmek için bütün bunlar dostum.
Anlayacağın değişen bir şey var; yâr…
Ben biliyordum böyle olacağını…
Kızların isimlerinin değişeceğini:
“Elif, Döne, Emine… Yaylada pınarsınız, bereket siz varsınız.”
Karakoç’un Mihriban’ı da hayal, Akbaş’ın kızları da…
Ayrılık hep masamın üstündeydi, yapamadım.
Hep masamın üstündeydi, izmaritlerdeydi…
Ayrılık çöplükleri ayıklayan, didikleyen,
Yahut kim kemik verirse bir parça
Ona koşan başıboş itlerdeydi.
İpini koparmış kayıklar gibiyim
Yüzüyorum başıboş sokaklardan sokaklara
Düşmanı ilk görüp de haber verememenin acısını duyuyorum
Ne kadar turuncu bakıyor minareleri camilerin
Ne kadar ölçüsüz, hadnaşinas, sipsivri
Neden üç şerefeli yaparlar, dört minareli
Kubbesi tabak kadar mahalle camilerini?
Görmezler mi ecdâdın merhamet kokan camilerini?
Ben ne anlatıyorum, onlar ne anlıyor?
Özgürlük sanıyorlar esaretlerini.
Beni atın o hâlde ırmaklardan birine!
Belki biri çekip çıkarır ileride…
Ne balığa benzerim ne ayakkabı eskisine.
Atlantik’in sularına erişmek istiyor ırmaklar…
Atlantik’in suları çalkanıyor.
Hırıltısı, hışırtısı, kızıltısı derinlerin…
Atlantik’in suları çalkanıyor.
Kendimi gördüm suyun dibinde;
Elma yüzümü gördüm kırk yıl evvelinin,
Kendimi gördüm bir elma gibi yüzü,
Atlantik’in dibinde.
Gündüzü mü kovalıyorum, geceyi mi?
Atlantik’in altında işim ne?
12 Eylül’de bıraktım her şeyimi… Martıların ürkütücü sesini duyuyorum. İstanbul’un saadetini anlatıyorlar;
“Gak gak ediyorlar, vak vak ediyorlar.”
Tehlikeden habersiz huzuru paylaşıyorlar;
Küçük, geçici didişmeler yetiyor onlara.
Atlantik’in dibinde İstanbul’u dinliyorum.
Yeni istilacılarına ne kadar da hürmetkâr;
Yaşasın bunlar ne kadar da demokrat!
Alacaklar postalların çiğnediği kaldırımlardan
İntikamlarını…
“Geç oldu biliyorum.” diyor Üsküdar’daki kardeş
“Sen ki mağduruydun değil mi Eylüllerin?”
Hayır diyorum, gak gak ediyorum, vak vak ediyorum
Kimse beni edemez mağdur!
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim…
Mavidir tozlarım, mavi nurdan bir ırmak gibi uçuşur.
Medeniyet dirilişçiliğinin intikamla işi yok!
Unuttun mu Topçu’nun söylediğini def’aten?
“Hiç olur mu bir arada dinle kin?”
Leküm diniküm veliye din.
Herkes anayasasını alsın da gelsin…
EYLÜL SENELERİ 1
Bir uzak iklimdir yaşanan
Güneş yerine ufukta görünen
Bir kan okyanusudur şimdi
Bu nedir gözlerimin önüne dolan
Kaldirin perdeleri artik aradan
Ne zaman bitecek hasretliğim
Yolunu şaşirir mi hiç rehber
Nerede dağ-bayir gezdirdiklerim
Dokuzyüzelliyedili çocuklar, ya onlar
Onlar yaşamadilar, yoktular
Ne yârlerini buldular ne yerlerini
Bir beton kafaste bin çocuk unutuldular
… Bin sevda yüklüydü gönlü
Bir kan okyanusudur şimdi…
GÖLGELER 1 2
Gölgeler gördüm bugün
Âşina gölgeler
Yıllar öncesinden bakar gibiydiler
Gölgeler kovalıyor gölgemi
Gölgeler gölgeme vuruyorlar
Siyah fon kâğıdına yazı yazıyor
Siyah adamların tuttuğu siyah kalemler
Siyah mürekkepli
Gölgeler gölgemden korkuyorlar
Dağları gögede bırakan gölgeler
Gözyaşının bile gölgesi var
Ki hayatın tek kıymet-i harbiyesi
Gölgeme düşüyorlar
Gölgemi eziyor gözyaşları
Neşeden kedere, yeisten ümide kadar
Uzayıp giden meçhul ve âşikâr
ve ne kadar mücerret ve müşahhas
şeyler varsa hepsinin
bir damla ifadesi gözyaşlarının
da gölgesi var
Pamuktan hafif bulutların bile gölgesi sert kayalar olabilir
Sert kayaların gölgesi ıpılık bir göldür bazen
En korkusuzların gölgeleri bir mum aleviyle kaçışırlar oraya buraya
Beton duvarların gölgesi gölgemi yok ettiler
Gece de onları yok etti
Musikinin gölgesi hakikatte şiirdir
Ama bir türlü notaya dökülmez
Ruhumda kaynayan nâmeler
Hayatın gölgesi kapkaranlık ediverir mısraları
Kaderini vaktin emrine terk etmiş gölgem
Sonsuzluğa erişir gecede
İlk ve son ışıklarda uzar ipince
Sonsuzluktan çekip çıkarıldım
Mesafem kısaldı
Tek boyutum vardı-binbir boyutta
Şaşakaldım
Gün ışığında
GÖLGELER 2 3
İpliğini mumlar saraç
Düğümünü atar cellad
Bakracını atar cadı
Yıldız gölgeleriyle dolu kuyuya
Damarı titretir kan
Ruh devşirir can bulur vücud
Damarı eritir kan
Ruh çekilir çürür vücud
Güneşi gölgeler mi bulut
Gölgeleeeer
Güneşi öldürür mü bulut
Öldürürse kul Tanrı’sını
Öldürür güneşi bulut
Ve sineğin gölgesi
Nemrut’un kendisini
Şiirin gölgesi şairi devirdi
Toprağa uzandılar
Gölgelenip asıllar
Zaman “an”da noktalandı
Kabına sığmayan zaman
Bulut bulut akıp gitti
Gayrilendi mevcudat
HER CANDA BİR DAMLA KANIM 4
Yıkılası dağlar ne göklere ulaşır
Ne geçit verir yoluma
Samanyolu uzar da efkarım gibi
Kuşatır muhayyelemi
Nabzı duyulur zamanın mor atlastan
Yerin altı çağırır sanki
Bir yanımız erer sırrına âlemin
Uzanarak Samanyolu’na
Ölümü yaşar bir yanımız hücre hücre
Karışarak toprağa
Her canda bir damla kanım
PARANTEZ İÇİNDE ŞİİR 5
Siz beni ne anlarsınız
Saatin tik-takı peryodlu çalar
Şairden tik-tak mısralar beklersiniz
zaman akıp gider
korkarız saniyelerin işleyişinden
Oysa saatlerin farkında değilizdir
Yıllar geçer de an gelir
İşte o an geçmez vakit
Bir ömür yaşanır bir günde
gecenin yarısını geçmişim
bekçi düdükleri ve gecenin yankısı
kulaklarımda bir ağrı
tepemde dolaşan bir sineğin vızıltısı
yorgun parmakların çıtırtısı
sonra kâğıt hışırtıları
Dizginle!
diye bir ses otoriter
der
Hizaya sok satırlarını
duygularını
Ben parantez içlerinde tutuklu
düşüncelerle varım
Bir şiirlik hürriyetim kaldı
Alın onu da benden
kalıplarınızda dondurun
Ne gecenin sesleri
Ne bendeki gölgeler
Sabahsız uykularıma dalmak istiyorum
DÖNER ZEYBEĞİN MOR CEPKENİ 6
Döner zeybeğin mor cepkeni
Döner de döner hey
Döner kürsüleri mahkemelerin
Döner de döner hey
Durdu sanılan devran durmaz
Döner de döner hey
Dönmemek üzre çıkan kervanlar gider ve
Döner de döner hey
Demir döner, su döner, un döner, yıldız döner
Döner de döner hey
Baş döner, ayak döner, yürek döner
Döner de döner hey
Bir dönülmez yolda gideriz düşe kalka
Herşey döner durur döner durur
Aşağıda
Yukarıda
Önümüzde
Arkamızda
Ve yanlarda ne varsa
Döner zeybeğin mor cepkeni
Döner zeybeğin mor cepkenindeki kalemler
Koyun cebindeki kâğıtlar, üstündeki yazılar
Döner zeybeğin belindeki kılıçlar
Başı döner zeybeğin, ayağı döner
Yüreği döner
Döner zeybeğin mor cepkeni
Döner de döner hey
HERKES OLMAYANLAR AĞLASIN 7
Ağladım gene… Gözyaşlarımı içime akıtarak
Bir mektup aldım mürşidimden
Çöplükte çırpınışlarımı sezmiş olmalı
Sezmiş olmalı ümitsizliğini
Arayışımın
Okudum saman kâğıdı üzerindeki el yazması dersimi
Çarpıldım, sendeledim
Yıkıldım her cümlesinden
Anladım neden kabul edilmediğimi divanına
Nasıl anlamak istediysem eskiden
Geç kalışın ağır hükmü uygulanacaktı gayrı
Artık duraklarda beklemenin faydası yok
Yayan uzanacağım yollarca
Tırnaklarımla arşınlayacağım eğrileri
Eğrileri ve dimdikleri -tırnaklarım sökülünceye
Acılı ruhum acıya doyuncaya dek çile çekecek
Ömür boyu yaram yaralar yeşertecek
Buğulu gözlerle bakacağım evrene
Her şey körlüğümce karanlık görünecek
O’ndan duymak hem iyi, hem kötü
Anladığını anlamak iyi
Anladığını anlamak geç, kötü
Muhip acı çekerken hüznün harabe cennetinde
Mürşid ilkeli ve vakur, gerçeği biliyor gibi
Ya o ben
Ne uyuyabilmektedir savaştan
Ne okuyabilmektedir ocak ateşinden
Savaş sanki ebedî
Ve ocak sönmede sanki
-ah bir herkes gibi olabilseydim
Eşyanın parlaklığınca eşya
Hayatın doyumsuzluğuyla cıvıl cıvıl
Koskoca bir denizin dalgaları arasında
Bir aşk böceği gibi
Doğum ile ölüm arası bir nefestir hayat
Hayat ve görünen-duyulan her şey ikisi arası
Evrenin bu bir kısa anı için
Saadetin kadehini kaldırmak için
Sonluluğumla bağlansam sonlu olana
Ah bir olabilse
Hiçbir duygu ulaşmasa hedefine
Her şey yarı yolda kalsa
Ve gülsem küllere tomurcuk tomurcuk
Kahkahalar patlatsam sonra suratına sahtekârların
Bütün maskelerimi takınarak
-Yeter artık, yeter bu kadar
Bu denli ağlattığın kader
Benim de bir mutluluk güneşim olmasın mı idi
Gözyaşlarımı silecek bir el
Gölgesinde oturacağım bir ağaç
Yakıcı güneşe perde olabilecek bir bulut
Çok mu bana
Kadere başkaldırış bile kadere bir nevi bağlanıştır
Hayır, isyan sayfalarımı yırttım
İsyan değil, inkâr değil ama
Yazılana bir hırçınlık belki
Çeperleri kırma isteği
Hokkabaz, yapma bir bebek eli uzatmış
Kırık bir el
Gökten uzanmış güya
İstemiyorum artık
Sevgiler ve nefretler iç içe
Geçtiğimiz yollarda geriye dönüş yok
Ara sıra hissedilen bir sızı kalmış yalnız
Güneşin batma isteyişindeki uzun sabırsızlık örneği
Bir geç kalış hikâyesidir yaşanan
Güneş yerine ufukta görünen
Gözyaşı ve kan okyanusudur şimdi
Eskiden güneşin batmasını isterdim
Gecenin gelmesini hep
Karanlık bastırsın her yanı
Her şey sihrine bürünsün sonsuzluğun
İsterdim ki ay bulutların ardında kalsın
Kaynasın kara atlas neşeli kızlarla
Işıltılarında belirlensin mesafeler
ÖTELER SEMBOLLER TAKINSIN
RÜYALAR SABIR TAŞI OLABİLEN
TAŞ SABRIYLA BEKLEYEBİLECEK OLAN
SEVGİLİYE KASİDELER SÖYLESİN
Ve gerçek neyse öyle mantıklı
Öyle vakur ve somut
Zulmü yeşertsin
Dönüşü olmayan yollar bilirim
Gemilerimi yaktığım zamanlar oldu
Bazen hedefi 12’den vurdum
Vurulmam gerektiğinde açtım göğsümü
Tam hedef oldum arpacıklar için
Namlulara umarsız baktığım oldu
İki kaşımın ortasından
Ama bu sefer farklı
Bu girdiğim yolda yaşamak artık bir dönüş sanki
Dönüşü olmayan bir yol
Vaktin geç olduğu bir zaman
Ki artık ümit kalmamıştır yeşerecek
Yeşertilecek
Sonlu olanın kendi elleriyle hazırlanan
Aciz fakat kahramanca denilen bir başkaldırış sahnesi
Tekrarlanan bir dram nasıl komedi olursa
Öylesine güldürsün herkesi
Palyaçonun ölümü
Herkes olmayanlar ağlasın yalnızca
-Güçlü bir dram her an ağlatır
Ölümsüzleşir mazlumların kahramanlıkları
Fatihlerin fetih destanları unutulmaz
Tekerrür bile olsa-
KOĞUŞTA 8
Vıınnnnnnnn
Havayı yırtan otobüs sesleri
Ankara’ya gidenler
Ankara’dan gidenler
Bilen var mı hürriyet hasretini
Tekerlerin asfalta resmini çizdiğini
Koğuş uykuda
Ranza tahtaları uykuda
Kafes demirleri, soba, zuladaki resimler9
Ve şahsi kutulardaki bisküvitler
Nöbetçiler-düdükler
Tekmil uykuda
Esaret uykuda
Hürriyet uykuda
Adalet uykuda
SEHPA 10
Kapılarında dev sancılı atlar kişniyordu
Şehsuvârını kaybetmiş küheylanlar
Yusufiye medreselerinin
Yıldızlar akıyordu omuzbaşlarından
Toprağa göklerin selâmı gibi
Sefih ve mağlub
Zebaniler bayram ediyorlardı ellerinde zil
Ellerinde hürriyetin tokmağı
Zebaniler adalet kusuyorlardı
Çiçek tozları savruk savruktu
Yeni gelinler erkek çocuk düşlüyorlardı
Geceler mum ışığı kadardı
Heykeller şarkı söylüyorlardı
Betondan, bronzdan, tunçtan
Alkış tutuyordu sular
Lokmalar kırık kırıktı
Gözyaşı damar damar kan
Boynuna halat geçirdiler mâsumun
Boynu ıpılıktı
Kalbi buzdan
YÜREK 11
Sağır renk bir duyguyle unutur sevgiyi yürek
Çağısalar şüphe duyar kalender sofrasına
İcazet bekler vurmaya kötülerin üstüne
Nihani bir cenge girer kendi kendine bilek
Bir inkılap değirmeninde öğütür kanını
Nankör saplarına cumhurun herek olur yürek
İlmü-ledûn deryasına dalar da boğulmaz
Bir katresinde cebrin şaşırıp kalır yürek
İKİNDİ 12
O gün gelse yine gözbebeklerinde boğulsam
O gün gelse atsız pusatsız koştursam yeniden
Yatsı sonu vakitlerinde seni koynuma alsam
Kucak dolusu ülkülerimiz olsa yeniden
Sabaha nurtopu gibi çocuklarımız olsa
İkindi vakitlerini yaşasalar erkenden
Akşam bütün hüznüyle fakir soframıza dolsa
Bütün hüznüyle sevmek yatağına çekilirken
O gün gelse ve ben eritsem buz tutmuş bir kalbi
Aşk mağlubu kahraman soyunsa korkularından
Bir evcik bulsam ki ben nice sarayların sahibi
Bir sığınak, aşkın o harç tutmaz tuğlalarından
O gün gelse, evet o gün gelse de diyorum
Dağ başlarında yine pembe dumanlar yer etse
Bütün zamanlara hakkımı helal ediyorum
YÜRÜYÜŞ KARARI 13
Zil çaldı mı yatalım mı
Sabah erken kalkalım mı
Birden yüze sayalım mı
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Şu zamanı durduralım
Hangi boya vurduralım
Saya saya kuduralım
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Bu marş böyle söylenmezdi
Gönül böyle gücenmezdi
Sevda böyle tükenmezdi
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Yârdan mektup bekleyene
Baba evi gözleyene
Zulada aşk gizleyene
Bağırttılar; bir ki üç dört
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Ey adalet üstünü ört
Ayazda kaldı hürriyet
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
İÇERDE 1 14
Yer beton, emirler beton, ekmek de öyle
Şefkat lugatlerden silinmiş gibidir
Manasız komutların ardından süngülendim
Karşı duramam ölmeye
Ama bu el, bu beni vuran el
Elin değil ki
İÇERDE 2
Bu yükü ne vakit yüklendim söyleyin
Söyleyin bu yarayı kim açtı kalbe
Bu perişan hâlimi ona demeyin
Bu yağmur böyle tesir etmezdi
Dalgalar böyle vurmazdı sahillere
Hani duvarlar üstüne üstüne gelir
Ruhunda kafesten bir kuş uçar gibi olur ya
Akşam biner ya gün aydınlığının üstüne
Ey gönül, bu kederi nereden kaptın
Baktığım yerlere bulanan bu duman nereden
İÇERDE – DIŞARDA
Yapılacak işler mi var
Çözülmemiş düğümler mi
Bu sevdâya gönlümüz dar
Bizi beklemeyin şimdi
Çağırdınız gittik geldik
Ölüm tattık hayat boyu
İstediniz hep biz verdik
Arzunuz bir dipsiz kuyu
Avuçtaki şiş inmedi
Hatırdadır olan biten
Gözlerimde yaş dinmedi
Batırdınız güle diken
Artık beklemeyin bizi
Hiç gelmeyiz yolunuza
Suçlarınız dizi dizi
Nişan taktık kolunuza
Elleriniz elleriniz
Copa benzer elleriniz
Belli ki kuvvetlisiniz
Biz olmadan da varsınız
Vatanı koruyasınız
DIŞARDA
Şiir gibi bir yalnızlıktır
Çektiğim
Bir sigara dumanında toplarım
Mısralarımı
Ve onların kaderi nefesimle
Uçar gider
Hayattan ne aldığımı bilirim
Ne verdiğimi
Can sıkıntısı sarmış benliğimi
Artık abestir her şey
Her şey ve aşk
Şimdi yoluma topuk sürür giderim
Bilmem nereyedir
TUTUKLULUĞUN 146. GÜNÜ
EVE MEKTUP
Yağmur çiseliyor dışarıda
Mazgal deliklerinden görüyorum
Oh… Hayat hâlâ güzel
Ve ümit ne tükenmez rahmet
Yağmur göklerin toprağa muhabbeti
Düşen damlalarca seviyorum
Evdekileri
Bir serçecik
Cik cik
Şarkısını söyleyecek
Bıraksalar
Hürriyetin
Tam şuramda
Kafes içinde
Bir serçecik
Yağmur yağıyor üşüyorum
Tam şuramda
Kafes içinde
Bir sıcaklık duyuyorum
Bozkır kültürüme uymayan şeyler söylüyorum
Artık söylemeliyim
“Seviyorum”
Damlalarca seviyorum yağmurlarca
Yüreğim o damlalar kadar atıyor
O damlalar kadar varım
Sonsuzu tutuklamış, sonsuza tutuklu
Sevginizle ayaktayım
İşte bir ziyası süzülüp gelmiş güneşin
Dün gece ise bir yıldızla konuştum
Ve ayın hilal şeklinde olduğu
Görüş günlerini bilirim
Yaslanmak niye
Siz orada varsınız ben burada
Varlığımız sevgimizle
Varsın çatık kaşlı duvarlar kaplasın her yanımı
Varsın beyazlarla karalar karışsın birbirine
Yeşermesin varsın başaklar ayrık otları arasından
Kim kapatabilir yüreğimi size, sonsuza
Yüreğimi kim mahkûm edebilir
Yüreğim evren kadar büyük
Bir o kadar sevginizle ayakta
DURDURUN ÇAĞI 15
Artık yeter ey koca kent
Ey karman çorman binalar
Ey beynime dikili taşlar
Duvarlar, vitrinler ve lambalar
Neden her intiharın
Her sonu gelmez sevdanın
Sebebinde siz varsınız
Ve neden
Açlığın, susuzluğun ve terin
Sebebi hep siz
-Güneş yanıklarıyla dolu
Güneş ışınlarıyla çatlamış
Güneşe hasret alınlardaki
Gözyaşlarının-
Ey taşlar, taş binalar
Ey insanlar, taş insanlar
Durdurun bu cinayeti
Bu gün ortasında işlenen
ANNEM 16
Ömrün boyunca hep koşturdun durdun
Evlatların için ordan oraya
Mamak yollarında çile doldurdun
Kıymet vermedin hiç pula paraya
Allah’a zikrinle ne kadar yakın
İblis’ten ne kadar uzaksın annem
Kar demedin geldin, ayaz demedin
Mevsimler tükendi, yıllar tükendi
Sabırlar tükendi, sen tükenmedin
Geldin de kırıldı zalimin bendi
Cennetteki yerin hazır olmalı
Topuğun çiğnesin kalbimi annem
KUCAĞINA DÖNMEK ANNEMİN 17
Küçüktüm
Ellerim kocaman görünürdü gözlerime
Küçüktüm
Annemin kucağını anca doldururdum
Annemin çilesi dudaklarımda bir tad
Emeğin şarkısı – annemin ninnisi
Kolay vazgeçmemişim anne sütünden
Gözleri güzeldi annemin
Farkına varamamışım bunca senedir
Farkına varamamışım bunca kırışıklığın
Ve yaşlandığını annemin
Anne
Bilirsin ne ayrılıklarda
Bir satır mektubu esirgedim senden
Uzanıp ne mısralar indirdim mâveradan
Sundum buse buse sevgili gözlerine
Ben bunalmış sıkkın
Hayata öyle ürkek baktığım gecelerde
Nefesinle yıkanırdım
Rüzgâra verip yüzümü
Hayır dualarını fısıldardı melekler
Omuz başlarımdan
Beni çiğnerken zorbalar
Acısını sen duyardın
Yüz geri edildiğim aşklardan
Senin bağrın yanardı
Büyük işler başarmaktan döndüğüm
O gece yarılarında
Yıldızlar uykuya dalardı bulut artlarında
Sen uyumazdın
Küçülsem küçülsem de anne
Yeniden alır mı kucağın beni
Kucağında uyusam
Vatan diye kucağını bilsem
Sen ölmeden ben ölsem
KADER
Her gece yıldızların ardından seni görürüm
Kaçarım mazgallardan ranzama seni görürüm
Yirmi beş adımdır avlumuz duvardan duvara
Her adımımda hep seni, hep seni düşünürüm
Bir yerlerde olduğunu bilmek yeter bana
Sen olmasan ey kalem-i kudret mutlak ölürüm18
Evvel çizilmiş düz bir çizgidir yaşanan hayat
Kıvrımlarını böyle gecelerde ben görürüm
E Mİ
Şafak sökerken sen yanımda ol
Hem şafak sökerken hem gün batarken
Saçların boynuma dolansın e mi
Soluğunu hissedeyim bir de
Ellerin arasın ellerimi
Gözlerin bir de
Ellerim neden soğuk anla
Ve gözlerimde bu hüzün niye
Sonra güzel sözler söyle bana
Güzel bildiğin her şeyi
Ve ben göğsüne yaslanıp ağlıyayım
Sen de ağlar gibi yap
Yan yana oturup çimenler üstünde
Uzakta bir yere beraber bakalım
Yahut yan yana uzanıp sırtüstü
Göğümüzde bir yıldız arayalım
AKADEMİLİ
Sen güzeldin
Senin kadar
Bu şehir de küçük ve güzeldi
Akademiyi bitirdin sonra
Bu şehirde de nice akademiler açıldı
Sonra büyüdün, büyüdün
Önce bakışların değişti, tavrın
Sonra sözlerin, her şeyin de
Makyaj takımı edindin, tuvalet masası filan
Çoğaldı taklavatın, kırışıklığın
Bir gün hepten kayboldu güzelliğin
Bu şehrin de
BİR YÜREK SERGİLENİYOR 19
Bir kız ağlıyordu bir tavan arasında
Bin hıçkırık koptu bulutlar arkasında
İri ayaklarıyla bir küçük böcek
Daha küçük bir böceği parçalıyordu
Solgun yüzlü bir genç bir avuç kanını
Ufuk çizgisine fırlatıyordu
Kimse görmüyordu, kimse bilmiyordu
Bir devran kan kırmızı dönüyordu
Bir yürek bir fuarda sergileniyor
Nikotinsiz bir göğüs nefes alamıyordu
Kalın dudaklı takma kirpikli kadınlar
Pazarlıksız bir emekle pazarlık ediyordu
Işıksız, kitap kokan odalarda
Bir düşünce mahpusluğunu hürriyet sanıyordu
Bir âşık düşünce gibi yaşıyor
Bir kız bir tavan arasında ağlıyordu
1.“Doğuş Edebiyat”ta 1982’de yayımlandı. Arakesitin ardından… Beton kafes, Mamak Askerî Cezaevi ve A Blok içindeki kafes… Dokuzyüzelliyedi doğumlu tutukluların oranı diğerlerinden daha fazla… “Eylül Seneleri” 12 Eylül 1980 İhtilali ile birlikte yaşanan arakesit iklimini anlatıyor. Eylül ki hazan mevsimi artık birkaç seneyi kuşatmıştır. 80 sonrası hep Eylül’dür.
2.“Gölgeler 1”, Atatürk Site Yurdu’ndaki odamızda yazıldı. O oda, üç yataklı bir oda idi. Gecenin bir vaktinde girdiğimiz ve yataklardan boş bulduğumuza ceset hâline gelmiş bedenimizi bıraktığımız bir yurt odası… Bazen Burhan, bazen Naci, bazen Mümtaz’er, bazen Haşim ya da genel merkezden başka bir arkadaş sızmıştır diğer yataklarda… Gecenin bir vaktinde uyandığında yahut sabah ezanında Burhan’ın dürtmeleriyle gözlerini açtığında göreceğin gölgeler hakkındadır…
3.“Gölgeler 2”, Yüksek Öğretmen Yurdu’ndaki odada yazıldı. Kül tablaları, sigara dumanları, kitap kokuları, genç dimağımızdan salınan kavramlar arasında bir yanda mücadele trafiği, toprağa verdiklerimiz, topraktan katılanlarla diğer yanda henüz yirmili yaş başlarının kavramsal inşası… İkisi de “Nizam-ı Alem”de yayımlandı; Derviş Edip müstearıyla…
4.12 Eylül öncesi atmosferini yansıtan bu şiirin, müsvedde hâlinde dururken farkına varıldı. “Kardeş Kalemler”in 2009 yılındaki sayılarından birinde yayımlandı.
5.Muhtemelen edebiyat dergileriyle ilk karşılaşma yıllarında yazıldı. Şair ağabeylerden alınan birtakım öğütlere karşılık gelen düşünceleri kapsıyor. Aslında kendine mahsus oluşun ilk kıvılcımları…
6.Muhatabımızın N. Kemal Zeybek olduğu anlaşılıyor hemencecik… Muhtemelen 1988 sularıdır. Zeybek, kültür bakanı olmuş. ANAP’ta siyasi hayatını sürdürmektedir. Kenan Evren’le aynı sahneyi paylaşmaktadır. Yoksa daha önce mi yazıldı? Mesela, Avukatlar Bürosu’nda Alparslan Türkeş’in de bulunduğu son toplantı sonrasında… Hasan Celal mi Ayvaz Gökdemir mi daha milliyetçi? Ara seçimde Gaziantep’te hangisi için çalışmalı? Artık ceketlerimiz ve koyun cebindeki kâğıtların üzerindeki isimler değişmiştir. Yeni dostlar, yeni çevreler… Ama mahkeme sıraları aklımızdan bir türlü çıkmaz… Anılar… Kervanlar ve devranlar…
7.12 Eylül öncesi (1978) çıkardığımız “Divan” dergisinin ilk sayısında Derviş Edip müstearıyla yayımlandı. Bir genç niçin intiharı düşünür? Veyl mağluplara! Fatih olabilmenin yolu ne? Tirajik bir aşkın üçüncü, hayır dördüncü şahsın sahneye girmesiyle trajikomik hâle gelmesi…
8.Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…
9.Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…
10.Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edildiği gece yazıldı.
11.“Doğuş Edebiyat” dergisinde yayımlandı. 12 Eylül sonrası… Yürekler inkılap(!) ardından şaşkın, ürkek, şüpheci, şüpheli… “Doğuş”ta zaman zaman sohbet ediyoruz. Ama bir şey kopmuş… Bir şey… Ne o?
12.Nerede yayımlandı, unuttum. Bu da Eylül şiirlerinden biri… İkindi bir şifre… Akşam, yani kıyametimiz yakındır ve biz derin sohbeti onda ederiz. Günümüzdür ikindi, yaşadığımızdır. Hüzün, aşk ve sanki evlilik mevzubahis… Oysa baştan aşağı dava şiiri… Tükenmeye yüz tutan davanın dirilişi ümidi…
13.Mapushaneden çıkınca yazıldı. Naci’ye ithaf olundu. Aynı koğuşu paylaştık uzunca bir müddet. Naci “Yıldızlar” şiirini yazmıştı sevgilisine… Zulada fotoğraf saklayan kimler yoktu ki?.. B Blok 7. Koğuş’tan bir arkadaşın da iki fotoğrafı vardı zulasında… Biri sevgili karısı -ki yeni evlenmişti- diğeri kamyonu… O kamyon şoförünün ne kadar da naif bir kalbi vardı…
14.“İçerde”, “İçerde – Dışarda”, “Dışarda” bu sürecin -Eylül süreci- şiirleri… Kuş kafesten çıkmıştır ama nereye gideceğini bilmiyor…
15.“Hareket”(1977) sayı 8
16.Mamak 1982. İki yıla yaklaşan süre içinde, gelmediği görüş günü yok. Karda kışta, ayazda, temmuzun sıcağında zorla okutulan İstiklal Marşlarından sonra yüzünü tel kafeslerin ve kirli kalın camların arkasından seçmeye çalıştığım annem için…
17.İstanbul’a tayin olmuştuk. Yıl 1968. 68 kuşağında ilkokul sıralarındayım. Kadıköy Ziverbey’de evimiz. Sabah vakti. Dört bir yandan sabah ezanı duyuluyor. Gurbetteki çocuk, elemle uyanıyor. Annesi de… Onun kucağında ezanı dinliyorum. Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş ve koca şehre alışmaya çalışan küçük kalp titriyor…
18.Yahya Kemal şöyle dua ederdi: “Allah’ım bana söz kudreti ver!” Kudretin kalemi olduğu içindir ki mazlum olmanın dayanılabilir ağırlığına katlanabiliyoruz. Mapusane! Her taraf duvar. Sadece yukarıdaki gökyüzü sonsuzluğu hatırlatıyor. Avlu yirmi beş adım tamı tamına…
19.“Doğuş” 83… Nihat Genç’le bir yayınevi kurmuştuk. Kitapçı dükkânımız da var… Kitap satıyorduk. Fuara katıldık. Zarar ettik. Bizi icraya verdiler. Işıksız kitap kokan odalarda hürriyetimizi yaşıyorduk. En azından içeride değildik. Şiirdeki “bir” ne kadar da çok… Sonraları Atatürk Kültür Merkezi’nin başkanı olan Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, dergimiz müdavimlerinden. Ne kadar da şenlikliydi eskiden… Oturmuş “bir”leri saymış… Ne anlattığımı hiç kimse anlamadı…
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023ISBN:
978-605-121-929-5Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap