Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Cengiz Han»

Yazı tipi:

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı

Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek içiny eniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebîdergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarınıny akalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali ReşitAkif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplikgörevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlıkgörevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçev e tarih öğretmenliği yaptı.

Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleriil e girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyetdevrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

Oğlunuandı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihîromanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihîroman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihîroman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışıgözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

1

Savaş kızışmış, iki ordu boğaz boğaza gelmişti. Uzun mızraklar, keskin kargılar artık işlemiyordu. Eğri kılıçlar, kuvvetli bileklerde birer şimşek olup eritecek can arıyordu. Kaynamış gönden (deri) yapılma hafif zırhlar değil, koyak denilen demir ağ zırhlar bile bu şimşeklerin alevine dayanamıyordu, her lahzada birçok insan sessizce can verip toprağa uzanıyordu. Atlar, taşıdıkları cenk erleri kadar heyecanlı görünen atlar, bu düşüp ölen insanları çiğniyorlar, tanılmaz bir kılığa sokuyorlardı.

“Altaysu” Çayı, sanki doya doya kan içmek istiyormuş gibi akışını yavaşlatmıştı, savaşa doğru dudağını uzatmıştı. Onun iki kıyısı uzaktan, susamış açık bir ağzı andırıyordu. Berideki orman, bir felakete acıyıp da dua için kollarını göğe kaldıran bir insan yığınına benziyordu, o kadar canlı görünüyordu.

Sarı saçlı, şehla bakışlı, beyaz tenli bir genç, bu ölüm pazarının sağ kenarında can alıp can verenleri seyre dalmıştı. İki elini, koyun postu mantosunun koynuna sokmuştu, uzunca bıyıklarını titizlene titizlene çiğneyerek manzarayı âdeta emiyordu.

Bir aralık gözlerini geriye, Altaysu kıyılarına çevirdi, hayli uzak bir noktada kümelenen çadırlara baktı. Bunlar, bu çadırlar, birer iri siyah gölge gibi görünüyorlardı, savaş yerlerinden çok geri bulundukları bir bakışta anlaşılamıyordu. Fakat şehla bakışlı genç, o gölgeler arasında bir şeyler, haz ve heyecan veren bir şeyler görmüş olacak ki gülümsedi, yanı başında duran yarı çıplak bir adama döndü.

“Ulu Gökçe!” dedi. “Anam, bugün sevinecek!”

Ve sesini biraz yavaşlatarak ilave etti:

“Börta Fuçin de!..”

Yarı çıplak adam, şehla bakışlı gencin yüzüne bakmadan mırıldandı:

“Her işin sonunu Tanrı bilir. Hele dur, sabırsız olma!”

Gencin yüzü ekşidi, kaşları çatıldı, sert sert söylendi:

“Görünen köye kılavuz istemez! Bizim kurtların nasıl saldırdığını görmüyor musun?”

O, gene kayıtsız cevap verdi:

“Dedim ya, sonuna bak.”

“Başı iyi giden bir savaşın sonu da iyi olur. Gün doğarken sağa bakıp gök kurt, sola bakıp ak kaplan gören sendin, bugün yapılacak savaşta uğur vardır, diyen sendin. Moğol yavrularının, Konkratların, Konkmarların yay üstüne nasıl atıldıklarını da işte görüyorsun. Naymanlar sallanıyor, Merkitler karışıyor. Oyratlar kaçmaya davranıyor. Tanrı, bütün bu iyi görünüşleri kötüye mi çevirecek?”

Çıplak adam, işitmiyor gibi davrandı, bir şey söylemedi. Belki de söylenen sözleri duymamıştı. Çünkü uzun, pek uzun ve o nispette de kirli saçlarının gölgelediği açık mavi gözleri ufkun çok uzak bir köşesindeki bulut parçasına dikilmişti, tunç bir levhayı andıran yüzünde de derin bir endişe dolaşıyordu.

Şehla bakışlı genç, kirli saçlı ve yarı çıplak adamın bir bulut parçasıyla meşgul olduğunu ne görüyor ne seziyordu. Sözlerinin karşılıksız kaldığını görünce gözlerini gene savaş sahnesine çevirmişti, gene bıyıklarını kemirmeye girişmişti.

Sahne, o kanlı sahne bu genci heyecanlı bir sevinç içinde bırakacak safhalar taşıyordu. Kendi şerefini, kendi adını ve kendi bayrağını yükseltmek için bu ölüm pazarına koşup gelmiş olan şu Konkmarlar, şu Konkratlar, şu Moğollar; o şerefi, o adı, o bayrağı çamura bulamak azmiyle aynı pazarda can verip can alan Naymanları, Oyratları, Merkitleri fena hâlde hırpalıyorlardı. Çıplak adamın söylediği gibi görünen köye kılavuz istemezdi. Zafer, kendi ordusuna kollarını açmıştı, biraz sonra öbür tarafın darmadağın olması muhakkak görünüyordu.

Sarışın genç, bu görünüşün sevinciyle döndü, dilsiz bir yoldaş gibi başıboş arkasında duran atının alnını okşadı.

“Akkaş!” dedi. “Bekle! Düşmanların topu birden sinlerine (mezarlarına) yuvarlanıyor. Sen artık onların yurdunda da kişneyeceksin, su içip otlayacaksın!..”

Ve başını gene gerilere, birer kara benek gibi görünen çadırlara doğru çevirdi, kendi kendine mırıldandı:

“Anam, bugünkü kazancımdan böbürlenecek, benim babamdan üstün savaş eri olduğuma inanacak, güzel Börta Fuçin de kocasını yüz kat daha fazla sevecek!..”

O, ordu ağırlıklarının bulunduğu tarafa gözlerini dikip anasını ve karısını düşünürken çıplak adam da ufuktaki kara bulut parçasının, bez üstüne düşen yağ katresi gibi, şaşırtıcı bir hızla genişleyip büyümesini seyrediyordu. Filhakika o minimini bulut, sanki durmadan doğuruyormuş gibi, kısa bir zaman içinde ufkun şark mailesini kaplamış ve o noktada kara, kapkara bir dağ silsilesi yaratmıştı.

Fakat bu kara dağ kümesi yürüyor, işgal ettiği maileden gökyüzünün mavi düzlüğüne doğru akıyordu. Onun akışı da doğuşu gibi efsunlu bir şeydi. Çünkü her ilerleyen parçanın yerini gene yeni bir küme tutuyordu. Bu suretle güneş örtülmüştü, hava kararmıştı, savaş yerinde bir gece esmerliği peyda olmuştu.

Şimdi şehla bakışlı genç de çıplak adam gibi gözlerini göğe dikmişti. Kara bulutların, iri birer dalga gibi birbirlerini kovalayışına bakıyordu. Harp edenler, esmer bir örtü ile sarıldıklarından habersiz gibi görünüyorlardı, gene boğaz boğaza gelip duruyorlardı. Belki o yarı karanlık içinde oynak ve kıvrak birer ziya hüzmesini andıran kılıç pırıldayışlarından şevke geliyorlardı.

Sarışın genç ve çıplak adam, bir aralık gözlerini gökten çevirdiler, birbirlerine bakıştılar. Gencin göz bebeklerinde “Ne umuyorsun?” diyen heyecanlı bir soruş, çıplak adamın bakışında endişeler haber veren bir yanış vardı.

Genç, o yanan bakıştan titizlendi:

“Yağmur, değil mi Ulu Gökçe?”

“Yıkım Temuçin, yıkım. Bu bulutlardan bize uğursuzluk dökülecek!..”

“Ağzını iyiye aç Gökçe. Kılıç, yağmurdan ıslanmaz. ‘Yersu’larımız da bizi boşlamaz.”1

“Tanrı, boy civilerinden de uludur. O, işte bulutlarla son sözünü söylüyor.”2

Adının Temuçin olduğunu öğrendiğimiz sarışın genç, bir şeyler söylemek isterken müthiş bir gürültü koptu; sanki demirden dağlar birbiriyle çarpışıyorlarmış gibi korkunç bir gürültü!..

Yüzü bembeyaz kesilen Temuçin, titrek dudaklarını güçlükle açtı, kekeledi:

“Gök gürlüyor!..”

Bu iki kelimeyi, yanı başındaki çıplak adama söylemişti yahut söylemek istemişti. Fakat o, yerinde yoktu. Bulutların ilk kopardıkları sayhayı duyar duymaz bir pire çevikliğiyle atın üzerine sıçramış, geriye doğru savuşmuştu.

Zavallı Temuçin, kulak zarlarını patlatacak kadar şiddetle devam edip giden gök gürlemelerinden duyduğu iç acısı arasında bu kaçışı ve kendi hayvanının da kaçırılışını sezememişti. Lakin ağzından bir zerre teselli beklediği çıplak adamı yanında göremeyince belinledi:

“Korkak!” dedi. “Kaçıyor, hem atımı çalarak kaçıyor!”

Şimdi gözlerini savaş yerine çeviriyordu. Fakat çekinerek, hale-canlara kapılarak! Çünkü şu dinmeyen, tükenmeyen gök gürültüsünden savaşa da uğursuzluk bulaştığını seziyordu. Ulu Gökçe’nin dediği gibi Tanrı, asıl Tanrı, son sözünü bu korkunç velvele ile söylemişse, savaşın istikameti değişmişse, galipler ansızın mağlup mevkisine düşmüşse ne olacaktı!

Temuçin’in nemli gözlerinde -tek bir lahza- anası ve karısı titredi, sonra o nemler kurudu, gözler -bütün keskinliğiyle- savaş sahnesi üzerinde dolaştı: Felaket!.. Zafer perisini kucaklamak üzere bulunan cesur ordunun sağ yanı boştu, bir fırka düşman bu boşluğa doğru koşarak orduyu çevirmeye savaşıyordu.

Temuçin, bir an içinde, vaziyeti kavradı, sağ cenahta çarpışan Moğol oruğunun gök gürlemesini duyar duymaz harpten el çektiğini, dinî bir ananeye uyup suya girdiğini anladı.

Filhakika Moğollar, bu münasebetsizliği yapmışlardı. Gökten dökülecek uğursuzluklardan güya korunmak için Altaysu Çayı’na dalmışlardı. Onlar, böyle bir vaziyette harp, zafer, yurt ve ceza düşünemeyecek kadar cahil adamlardı. Babalarından, dedelerinden kalma bir imanla gök gürlerken suya girmenin mutlaka lazım olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple, iki adım önlerinde bulunan zafer perisinin tebessümünü mühimsememişler, başbuğları Temuçin tarafından cezalandırılmak ihtimalini düşünmemişler ve ilk gök gürültüsü kulaklarına çarpar çarpmaz kılıçlarını atarak ve birbirini çiğneyerek suya koşmuşlar, atlarıyla beraber nehrin içine sıralanmışlardı.3

Temuçin, ne şaşmanın ne de kızmanın faydası olmadığını anladı, çarçabuk kendine bir yol çizdi: Savaşa atılmak!.. Alageyiğin alageyik torunu, Yesügey’in oğlu için yapılacak başka bir şey de olamazdı. Eğer o da şu suya giren ötsüzler gibi ortadan çekilirse, evliyalık tasladığı hâlde at çalıp savuşan Ulu Gökçe gibi kaçarsa anası, mutlaka yüzüne tükürecekti. Güzel karısı mutlaka yatağını ayıracaktı, bütün Türk orukları arasında maskara olacaktı.

O hâlde henüz boğuşan askerlerinin başına geçmesi, sonuna kadar vuruşması lazımdı. Temuçin, gözlerini kapayıp açıncaya kadar bunları düşündü ve uzun etekli koyun postu mantosunu bir tarafa attı, kılıcını çekti, “Dayanın kurtlarım, ben geliyorum!” narasıyla ileri atıldı.

Fakat bu hamle nihayet mertçe bir atılıştı, boşa giden bir cesur adımdı. Çünkü suya giren Moğol takımının açtığı gedik, iri ve yiyici bir yara gibi ordunun bir yanını harabeye çevirmişti, bir değil, yüz Temuçin bu yarayı kapayamazdı, vaziyeti düzeltemezdi.

Bununla beraber Temuçin, düşmanlara bile parmak ısırtacak kadar celadet gösterdi. Dört tarafa atıldı, insan kılığına girmiş bir ecel gibi boyuna ölüm saçtı. Onun gözüne ilişen, önüne düşen düşman, ne boyda ve ne kuvvette olursa olsun mutlaka ölüyordu.

Lakin gök gürültüsü şeklinde konuşan Tanrı, biraz evvel Temuçin’in bayrağına doğru ağan zafer yıldızını şimdi beri tarafın başına çevirmişti. Temuçin’in elinde kandan ter döken kılıç Tanrı’nın yaptığını bozamayacak kadar cılızdı!

Şehla bakışlı genç kumandan, belki böyle düşünmüyordu, kılıcının amansız işleyişiyle Tanrı’yı da utandıracağını, elden kaçmış görünen muzafferiyeti yeni baştan yakalayacağını umuyordu. Hâlbuki beri tarafta düşmanın çevirdiği çember, gittikçe sıklaşıyordu. Belki bir saat sonra Temuçin de savaş yerini hâlâ bırakmayan Konkratlarla Konkmarlar da ağa düşmüş balık sürüsü hâline gireceklerdi.

İşte bu sırada yirmi beş yaşlarında bir genç, yaya harp edip de atlılara ölüm dağıtan Temuçin’in yanına yaklaştı:

“Bey!” dedi. “Kapana giriyoruz. Kaçalım!”

Temuçin’in yüzü kıpkırmızı kesildi, avurdu birdenbire şişti, küçüldü ve ağzından iri bir tükürük parçası fırlayıp gencin yüzüne yapıştı, aynı zamanda haykırdı:

“Kaçmak mı! Beni anamın donuyla mı savaşa geldim sandın? Çekil önümden korkak! Yoksa canını alırım!”

Delikanlı, sükûnetle cevap verdi:

“Bugün kaybeden yarın kazanır. Sen de bir yıla varmaz yarağlanırsın,4 öç alırsın. Fakat burada ayak pergidip kalırsan tutsak olursun. Anana, çoluğuna çocuğuna, yurduna uzak kalırsın. Boğazına ip de dolarlar, uba uba gezdirirler. Gel, sözümü dinle, kaçalım!”

Temuçin’in gözünde anası ve güzel karısı belirdi, içinde bir yanış dolaştı. Fakat şu can pazarında hâlâ ve hâlâ kendi için savaşan erleri yüzüstü koyup kaçmayı bir türlü kabul edemedi, inledi:

“Söbütay! Yapamam, kurtlarımı bırakamam!”

Söbütay, gene dil dökmeye, Temuçin’i kaçmak için kandırmaya hazırlanırken yüzü al kan içinde bir genç atlı belirdi. Elindeki kılıç kırılmıştı, üstündeki kısa post ceket parça parça olmuştu, bindiği at duman püskürüyordu, ter içinde idi.

Henüz on sekiz yaşında bir delikanlı olan bu atlı, Temuçin’le Söbütay’ın yanına gelir gelmez haykırdı:

“Dört yanımız sarıldı, postunu kurtaran yiğittir, durmayalım, bir delik açıp savuşalım.”

Söbütay, Temuçin’i gösterdi:

“Bey söz dinlemiyor, yakalanıp ipe vurulmak istiyor. Biz onu nasıl bırakırız Cebe?”

Delikanlı, bu sözü duyar duymaz kaşlarını çattı:

“O gelmiyorsa biz götürürüz, göz göre göre başbuğumuzu tutsak mı yaptıracağız?”

Ve hemen eyer üzerinde eğilerek Temuçin’i belinden yakaladı, bir çocuk kaldırır gibi yerden yükseltti, atın üstüne aldı:

“Haydi Söbütay!” diye haykırdı. “Yürü, yol aç!”

Temuçin, bu umulmaz pazı oyununa karşı ağız açamamıştı, delikanlının kucağında uzanıp kalmıştı. Yalnız homurdanıyor, Cebe’ye ağız dolusu küfür savuruyordu. Fakat o yarı deli bir saldırışla atını sürüyor, Söbütay’ın kılıcıyla açtığı yolda ilerleyip gidiyordu.

Söbütay’la Cebe, kendi beylerini kendi ordularından bir müfreze arasında yakalamışlardı. Yapılan çevirme hareketi, cenah ve merkez gibi harp düzenini temin eden vaziyetleri altüst ettiği için dost ve düşman birbirine karışmıştı. Bu sebeple de Konkratlardan ve Konkmarlardan atı yürük, yüreği pek, kılıcı keskin beş on adam, Söbütay’ın ardına takılmıştı, onun yol açışına müessir5 surette yardım ediyorlardı.

Kaçanlar için hedef, gün batımı olmak gerekti. Zaten ordunun ağırlığı, Temuçin’in anasıyla karısı o tarafta idi. Moğol oruğunun büyük köyü Yilon Buldok’a da o yoldan gidilirdi. Fakat Söbütay, kargaşalık içinde ve hele Temuçin’i kurtarmak gibi çok yüksek bir vazifenin ağırlığı arasında gelişigüzel yürüyordu, bir delik açıp o ölüm kaynağından uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmüyordu.

Bu sebeple Moğol yurduna giden yol geride kalıyordu, şu bir avuç kaçak -savaş yerinin sağına düşen- ormana doğru gidiyordu. Sert fakat kısa bir çarpışmadan sonra onlar açığa, selamet yoluna düşmüşlerdi. Artık savaş yeri, adım başına biraz daha uzaklaşıyor ve büyük orman o nispette kendilerine yakınlaşıyordu.

Nihayet ormana geldiler, kovalanmadıklarını -dikkatli bir geri bakışıyla- anladıktan sonra atlarından indiler, Temuçin’i de indirdiler. O, on sekiz yaşında bir çocuğun kendisini eyere alıp buraya getirmesinden son derece müteessirdi, bu cüreti affolunmaz bir hakaret sayıyordu. Ayağını toprağa basar basmaz kollarını üç altın düğmeli ipek gömleğinin koynuna soktu:

“Cebe!” dedi. “Kutlu dağa taş attın.”

Delikanlı eğildi:

“Yurduma iyilik olsun dedim, sana el vurdum. Tek sen yaşa, ben sana değen eli güle güle keserim.”

“Etini didim didim didiklesem gene suçun ödenmiş olmaz!”

“Seni yâdlar elinde tutsak görmedim ya, var ocağımı söndür, uğruna kül olsun!”

“Beni kurtlarımdan ayırdın, ben de seni tatlı canından ayırmalıyım.”

“Kurtların için tasalanma. Biz bir avuç kişi, yol bulup o çemberden çıktıktan sonra Konkmar yiğitleri, Konkrat bahadırları hiç güçlük çekmezler, bir atılışta o çemberi kırarlar, yurtlarına yol bulup giderler.”

Temuçin gözlerini işlemeli meşin çakşırına, uzun konçlu çizmelerine dikti, ellerini koynundan çıkarıp altın tokalı kemerinin üzerinde gezdirdi, uzunca bir lahza dalgınlaştı, sonra içini çekti:

“Ulu Tanrı…” dedi. “bizi umdurdu, fakat undurmadı. Akan suda o, yeşeren otta o, yağan karda o, her şeyde o var. Yaratılmışların yaratanı yalnız odur… Kemiklerimiz üstünde et, başlarımızda saç bitiren, gözlerimize ışık, bileğimize güç veren gene odur. Bugünkü uğursuzluk da ondan. Boyun kırmaktan başka elimden ne gelir?”

Ve sonra ilave etti:

“Ey, burada çene mi çalacağız?”

Söbütay cevap verdi:

“Buyruk senin. Dilersen bir alan buluncaya kadar ormana girelim, biraz dinlenelim, kendimize yol çizelim.”

“İyi dedin, öyle yapalım.”

Şimdi Temuçin atlı, öbürleri hayvanları yedeklerinde yaya, orman içinde ilerliyorlardı. Sık ağaç dallarını ayıra ayıra bir hayli yürüdükten sonra kılavuzluk eden Söbütay bağırdı:

“İşte bir alan. Hem de cirit oynatılacak kadar geniş!”

Temuçin, attan yere atladı, kum yapraklardan vücut bulmuş olan hışırtılı bir sedir üzerine uzandı ve büyük bir saygı ile karşısında sıralanan silahşörlere emir verdi:

“Oturun, atları salın, otlasınlar.”

Hepsi yurda karşı aykırı düşen bu yoldan nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlardı. İleride Moğollara ve onlarla yürek birliği taşıyan Türk uluslarına düşman eller ve oymaklar vardı. Geride Nayman atlıları, Oyrat cengâverleri, Merkit silahşörleri dolaşıyordu. Bu vaziyette yurda yol bulmak çok güçtü. Fakat bu güçlüğe çare bulmadan evvel yapılacak bir iş daha vardı: Karın doyurmak!.. Bir hayli süren savaş, gene o nispette uzayan kaçış hepsinin midesinde bir ezginlik yaratmıştı. Otlara saldıran atların engin iştihası onların da ağzında koyu koyu sulanıyordu.

Söbütay, bu müşterek ihtiyacı kelime hâline koymakta önayak oldu:

“Bey!” dedi. “Karnımızı doyuralım.”

Temuçin, dalgın dalgın mırıldandı:

“Neyle?”

“Temiz yulafımız, bol kımızımız var. Bulamaç yapar, yeriz!”

“Olur!..”

Şimdi terkilerdeki kıl heybelerden yulaf unu dolu küçük torbalar, meşin tulumcuklarla kımızlar Temuçin’in önüne taşınıyor ve en genç atlılar bu unlarla kımızlardan bakır çamçaklar (maşrapa) içinde bulamaç yapıyorlardı. İlk çamçak beye sunuldu ve ona bir dolu kadeh de kımız verildi. Geri kalan çamçaklar, atlılar arasında kapışa kapışa paylaşıldı. Bu sade yemek, kuzu çevirmesi veya sülün kızartması gibi lezzetle yeniyordu. Kımızlar da -Pekin sarayından gelmiş şarap gibi- höpürtüle höpürtüle içiliyordu.

Bir felaket gününün şu muhtasar ziyafeti bittikten sonra Temuçin ayağa kalktı.

“Söbütay!” dedi. “Ne yapacağız, nereye gideceğiz?”

“Buyruk senindir, bey. Ben bu ormanda bir iki gün eğlenelim diyorum.”

“Bu odunluğu kendimize yurt mu edineceğiz?”

“Hayır. İki üç gün geçer geçmez yola çıkarız, yurdumuza doğru gideriz.”

“Düşmanlar, bugün yarın geri mi dönerler diyorsun?”

“Ben onların ‘Yilon Buldok’a, ‘Balcona Bulak’a (bu da bir köy) gideceklerini ummuyorum. Bizi yendiler, birkaç yüz tutsak aldılar ya, daha ilerisine gitmezler. Ulu Gökçe’den korkarlar!”

Temuçin’in ağzına kadar gelen büyük bir küfür, dişleri arasında kırıldı. Ulu Gökçe aleyhinde söyleyeceği küçük bir kelimenin, onu evliyadan sayan bu adamların yüreğinde büyük bir kırgınlık yaratacağını düşünmüştü. Fakat o adamın kendi atına binip savuşması gözünün önüne gelince dayanamadı:

“Ulu Gökçe’den…” dedi. “biz korkarız. Yüce bir arpağcı, ulu bir kamandır.6 Merkit dinsizleri Gökçe’yi kaça alır?”

“Öyle demeyin. Ulu Gökçe’yi bütün Türk eli, bütün Çin ve Maçin eli sayar.”

Temuçin yüzünü Cebe’ye çevirdi:

“Sen ne diyorsun delikanlı?”

“Gün batınca atlanalım, Altaysu kıyısınca yürüyelim, benim yurda, Çaydan’a gidelim. Geçit veren yerden suyu geçeriz, gene bizim Ciso avuluna doğru gideriz. Oradan Yilon Buldok’a kolay atlarız. Benim düşüncem bu!”

“Yahşi!.. Senin bileğin kadar taşıdığın akıl da sağlam. Böyle yapalım, suyu geçmeye savaşalım.”

Temuçin’in yahşi dediği bir fikre karşı o silahşörlerin ağız açmalarına imkân yoktu. Çünkü onların hepsi, bu genç bahadıra yürek bağlamışlardı. Kendisini candan seviyorlardı, uğrunda ölmeyi bir borç ve bir şeref biliyorlardı.

Niçin!.. Acaba Temuçin, babadan kalma bir hükümdarlık hakkıyla mı bunları böyle kendisine bağlıyordu ve hayatlarını bile küçük bir işaretine bağlı tutuyordu?.. Hayır! Temuçin, yüksek bir kan taşımakla beraber, koca koca ulusları yerinden oynatacak, korku nedir bilmeyen aslan yürekli babayiğitlere böyle boyun kırdıracak bir mevki sahibi değildi, sadece bir beydi. Moğol kabilesinin başında bulunuyordu.

Hâlbuki Moğollar o güne kadar büyük bir rol oynamamışlardı. Türk milletini teşkil eden Kanklılar, Kalaçlar, Kıpçaklar, Başkırlar, Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Alanlar, İskitler, Tacıklar, Toğmaklar, Hünler, Tatarlar, Mançular, Taycutlar, Merkitler, Naymanlar, Arolatlar, hatta Kırgızlar, şimdiye kadar çok işler görmüşlerdi. Bunların içinde Çin ve Maçin ülkesini, hatta bütün dünyayı altüst eden uluslar vardı. Moğol ismi, kimsenin anmadığı bir şeydi.

Öyle iken işte Söbütay gibi anlı şanlı beyler, genç olmasına rağmen kendi oymağında sözü dinlenen Cebe gibi değerli erler, Konkmarlar ve Konkratlar gibi kalabalık aşiretler Temuçin’in emrini dinliyorlar, ölüm pazarında kellelerini tehlikeye koyuyorlardı.

Neden!..

Bunun iki sebebi vardı. Biri Temuçin’in şahsındaki başkalıktı. O, temas ettiği her insana korku ve saygı aşılayan bir yaradılışta idi. Teni, bütün Türk elinde eşi görülmeyen bir derecede beyazdı. Yurttaşları arasında tunçlar içine karışmış gümüş parçasını andırıyordu. Burnu pek uzundu. Bu uzunluk onun yüzüne biçimsizlik değil, âdeta bir hususiyet veriyordu.

Fakat en mühim yerleri alnı ile gözleri idi. Alnı genişti. Gözleri, gene eşsiz büyüklükte ve çakır renkte idi. Bakışları, kimin üzerine dikilirse dikilsin, yüreğe kadar işlerdi. Onu gören ve yanına gelen herkes, bu gözlerin yalnız bakar değil, insanların içini de okur bir şey olduğuna iman ederdi. Türkiyat ile uğraşan Garp âlimlerinden Leon Kahun’un dediği gibi bu adamda göklerde fermanfermalık7 eden kartallar, kırlarda hüküm süren aslanlar gibi ağır, emin ve ürkütücü tavırlar vardı.

Yilon Buldok köyüne yakın yerlerde oturan oymakların onu sevip sözünü dinlemelerinde yapılışının tesiri olmakla beraber başka bir sebep de komşularını kendisine bağlıyordu. Bu sebep, Temuçin’in “Türk birliği” için yapmaya savaştığı propagandadır.

Evet! Bu genç adam, eski Koyonluların, Gök Türklerin, Orhonluların, Tupaların, Yueçilerin, Hünlerin birer efsane hâlini alan şerefli menkıbelerini -her temas ettiği duygulu gençlere- hikâye ederek Türk diyarında gene o şereflerin filizlenmesine, büyüyüp dal budak salmasına çalışılmasını tavsiye ediyordu.

O, her hikâyeyi mutlaka şu sözlerle bitirirdi:

“Eski Türkler, atalarımızın yaşadığı uluslar ‘Hiyong – No’ diye adlandıkları yahut Hünler bizim adını bile bilmediğimiz engin sular kıyısında avlandıkları günlerde bütün dünya silahlarımıza karşı tir tir titrerdi, seksen bir bin millet kara sancağımızın karşısında diz çökerdi. Şimdi ünsüz ve yarı çıplak birer göçebeden başka bir şey değiliz!”

Gene bu propaganda ve bazı oymakların Temuçin’e bel bağlaması yüzündendir ki Merkitler, Oyratlar, Naymanlar gibi mühimce kabileler ona düşman kesilmişlerdi, bir gün büyük bir ağaç olmak istidadını gösteren Temuçin’i henüz yeşermeden kurutmak istiyorlardı. Bugün yapılan savaş da işte bu sebeple patlak vermişti.

Temuçin, şahsının yaptığı tesiri biliyordu, “yahşi” der demez de münakaşanın kapanmış olacağına vâkıftı, bu sebeple sözü çevirdi:

“Gün batımına vakit var. Boşuna oturacağımıza eğlenelim.”

Ve birdenbire elini ileriye uzatarak ışıl ışıl parlayan bir çift göz gösterdi:

“Şurada bir saksağan ayısı var. Cebe, yaya el atsın!”

Cebe, hemen sadaktan yassı temrenli bir ok çıkardı, yayı yakaladı, bileziğini takındı, ayaklarını gönyevari açtı, sol kolunu gerdi, bileğini kıvırmaksızın sağ elinin iki parmağını kertik yerine koydu, kirişi çekti, müteakiben kiriş vızladı, yay titredi. Ok havayı yararak gitti ve ışıl ışıl parlayan bir çift göz, sanki bu ameliyeyi alkışlar gibi ağır bir ses çıkardı, sonra söndü. Saksağan ayısı tam alnından vurulmuştu!..

Temuçin gene “Yahşi!” derken öbür silahşörler “Yaşa Cebe!” sözleriyle genç nişancıyı alkışlıyorlardı. Söbütay, o sahnenin şerefini bir delikanlıya bağışlamayı istememiş olmalı ki alkışlar bittikten sonra Temuçin’e yaklaştı:

“İzin verirsen…” dedi. “dolaşalım, avlanalım, belki iyi bir şey vururuz da sana bir orman çevirmesi yediririz.”

“Olur amma gecikmeyin. Beni bekletmeyin. Gözüm geridedir. Çokluk duramam, tek başıma giderim!”

Bütün silahşörler, ağaçlar arasına dağıldıktan sonra Temuçin, otlar üzerine uzandı, derin bir hayale daldı. Gözünün önünde anası Ulun Hatun, karısı Börta, dört küçük kardeşi dolaşıyordu. O, anasını çıldırasıya severdi. Bu sevgide babasının ona gösterdiği büyük, çok büyük alakanın da tesiri vardı. Yesügey (Temuçin’in babası) bu kadına, bir kar borasında avlanırken rast gelmiş, âşık olmuştu. Kadın evli idi, Yesügey ne yapıp yapmıştı, sevgilisini kocasının elinden almıştı. Heyecansız bir hayattan aşkın yaptığı bir yuvaya geçen Ulun Hatun, değme erkeğin yapamayacağı işleri yapardı, herkese parmak ısırtırdı. Onun çadır önüne çömelip okla gökten kartal düşürdüğünü yahut uzun kamçısını şaklatarak birkaç yüz hayvanı kırdan önüne katıp getirdiğini gören Yesügey, ihtiyarsız haykırırdı:

“Bu kadından doğacak çocuk, eşsiz kahraman olur!..”

İşte bu aşk ve bu alaka, tamamıyla Temuçin’e intikal etmişti. Anası için sonsuz bir sevgi taşıyordu. Fakat karısı Börta için beslediği sevgi de engindi, derindi. Yaşça kendisinden büyük olan bu kız, bütün benliğinde yaşayan bir ateşti. Temuçin ancak bu ateşle ısınıyordu.

Bunlar, bu aziz sevgililer, acaba şimdi nerede idiler?.. Anasını Yilon Buldok’ta, Ulu Gökçe’nin babası Minigilik İçige’nin manevi himayesi atında bırakmıştı. Savaşı kazanan Naymanlarla müttefikleri ta oraya kadar akın etmemişlerse onun için bir tehlike yoktu. Fakat Börta’yı beraber getirmişti, ağırlıkların yanına yerleştirmişti. Bozgundan sonra kadın, acaba atlanıp Yilon Buldok’a savuşmuş muydu?.. Temuçin, kuvvetle bunu umuyordu ve kendi atını alıp savuşan Ulu Gökçe’nin, Börta’yı mutlaka yurda götürdüğüne hükmediyordu. Bununla beraber içinde anası, karısı ve kardeşleri için bir yanış vardı; onları düşündükçe burnu sızlıyordu.

O, kendi yüreğini dolduran sevgilerin kaynaklarına göz bebeklerinde hasretli birer köşe verirken gün de batmıştı. Söbütay’la arkadaşları geri dönmüşlerdi. Harp yorgunu silahşörler, çok kısa bir zaman içinde, kementle iki kurt yakalamışlardı, okla üç ceylan vurmuşlardı. Temuçin onları takdir ettikten sonra emir verdi:

“Atlanalım!”

Hepsi on iki kişi idiler. Fakat on bir atları vardı. Temuçin, atını kendine veren Cebe’ye işaretle terkisini gösterdi:

“Bin de ödeşelim. Beni getiren sendin, seni götüren de ben olayım!”

Cebe, kıpkırmızı kesildi. Bu kızarış, sevinçten ve aynı zamanda utanmaktan ileri geliyordu. Genç Türk, Temuçin gibi bir adamın terkisine binmeyi şeref biliyor ve bu şerefi kendine layık bulmuyordu. Ormanda kalmaya, yaya yürüyüp yurdunu bulmaya razı idi. Bu yükselişe girişemiyordu. Fakat Temuçin’in bir bakışı, onun tereddütlerini giderdi, sanki zorla bindiriliyormuş gibi, ihtiyarsız terkiye sıçradı.

Gidiş, bütün umuşlara rağmen, tehlikesiz oldu. Altaysu kenarına kadar tek bir adam önlerine çıkmadı, suyun berisi ise dost toprağı idi. Konkmarlar, Konkratlar ve Söbütay’la Cebe’nin avulları hep orada oturuyorlardı. Temuçin, ilkin atlılara izin verdi:

“Haydi avullarınıza gidin, yorgunluk çıkarın. Tanrı uludur, çok sürmez öcümüzü alırız.”

Onlar, ayrılmamak ve Temuçin’i Yilon Buldok’a kadar götürmek istediler. Fakat genç bey, itaat telkin eden bir tavırla şu sözleri söyledi:

“Sizi de bekleyenler, tasalananlar var. Geç kalmak doğru değil. Varın yolunuza gidin.”

Bir gün sonra Söbütay’ı, en sonra da Cebe’yi aynı suretle obalarına gönderdi, yalnız kalınca atını mahmuzladı, hızlı hızlı söylendi:

“İşte geliyorum ana, işte geliyorum Börta!”

O, bir gece yarısı kendi öz yurduna gelmişti. Kulübeler, ağıllar ve bunlardan daha çok olan kara çadırlar, daha uzaktan gözlerini okşamış, yüreğine heyecan doldurmuştu. Gerdeğe girecek toy bir delikanlı gibi iç çarpıntısı geçiriyordu.

Köpekler, at ayağı sesini daha uzaktan havlamalarıyla karşılamışlardı, biraz sonra bu havlamaya ağıllardaki köstekli atların tepinmeleri, develerin homurdanmaları karıştı.

Böyle bir gürültü, sağır toprağı bile harekete getirebilirdi. Zaten kulakları kirişte olan Yilon Buldoklular ise ilk köpek havlamasında ayağa kalkmışlardı, erkekler -ellerinde yay ve kılıç- çadırlarının kapısına çıkmışlardı, arkalarında -silahlı birer gölge gibi- kadın vücutları seziliyordu.

Temuçin atını ileriye, Yilon Buldok tepesinin eteğinde kurulu kendi çadırlarına doğru sürdü. Köpekler, sanki onu tanıyorlarmış gibi birdenbire susmuşlardı, onların susmasıyla ağıllardaki tepinmeler, böğürmeler, melemeler, homurdanmalar da kesilmişti. Çadır ağızlarında beliren erkekler ise gözlerini göğe kaldırmışlar, “Tanrı onu korumuş, gözümüz aydın olsun!” diye mırıldanarak yarım kalan uykularını tamamlamaya dönmüşlerdi.

Temuçin, atının başını anasının çadırı önünde çekti. Orada bağlı duran iki köpek, boyunlarındaki iplerin müsaadesi nispetinde sıçrayarak şen şen havlayarak yaltaklanıyorlardı. Kendi dilleriyle “Hoş geldin!” diyorlardı. Temuçin kırbacının ucuyla onları okşadı, çadırdan içeri girdi.

Bir çam çırasının isli isli ışıklattığı bu büyük çadır, ak keçe ile döşenmişti. Bir köşede, dört beş keçenin üst üste konulmasıyla yüksekçe bir yatak yapılmıştı. Ulun Hatun, Temuçin’in anası bu yatağın üstüne uzanmıştı, derin bir uykuya dalmıştı. Ayağının ucunda iki kat kıvrılmış bir keçeye başını koyarak horul horul uyuyan bir erkek vardı. Ulun Hatun da ak sakallı erkek de bütün Yilon Buldok’u ayağa kaldıran deminki havlamaları, melemeleri değil, çadır kapısındaki köpeklerin neşeli havlayışlarını da işitmemişlerdi. Hatta çadıra bir adam girdiğini duymuyorlar, uykularını bozmuyorlardı.

O sırada Ulun Hatun henüz kırk yaşına girmemişti, vaktiyle Yesügey’i çıldırtan güzelliklerini gene muhafaza ediyor gibiydi. Hele şu yatış vaziyeti bu güzelliklere başka bir inkişaf, başka bir enginlik veriyordu.

Temuçin, çadırın kapısı önünde duraklamıştı, sapsarı bir çehre ile uyuyanlara bakıyordu. Gözünün önüne küçüklüğünde gördüğü, görebildiği bazı sahneler geliyordu. Vaktiyle gene bu çadırda idraksiz gözlerine çarpan ve masum yüreğine tuhaf bir sevinç dolduran o sahnelerle şimdi gözlerini yakan, yüreğini bulandıran şu manzara arasında ne büyük bir benzeyiş vardı. Eğer, yerde ve anasının dizleri dibinde yatan şu ihtiyarın yerine babası Yesügey konsa küçüklüğünde gördüğü sahneler yeniden ve hemen hemen aynen vücut bulmuş olacaktı. Aradaki fark babasının yerinde şu ihtiyarın, Minigilik İçige’nin bulunmasından ibaretti.

1.Eski Türklerde ilahlar, içtimai zümrelerin timsalleri idi. Bunlara “Yersu” denilirdi. (y.n.)
2.Civi yahut çiği, her kabilenin hususi ilahının adıdır. İki kabilenin harp edecekleri günden evvelki gece, civiler boy ölçüşürlerdi ve hangisi kazanırsa yapılacak savaştaki zafer de onun himaye ettiği kabileye nasip olurdu!.. (y.n.)
3.Cengiz’in bilahare tertip ettiği yasaya “Gök gürlerken suya girmek yasaktır.”diye bir madde koyması işte bu savaşın yüreğinde bıraktığı elemdendir. Büyük cihangir, bütün ömründe bu rezaleti unutmamıştı! (y.n.)
4.Yarağlanmak: Hazırlanmak. (e.n.)
5.Müessir: Etkili. (e.n.)
6.Arpağcı, efsuncu, büyücü ve sihirbaz demektir. Kaman, eski Türk dininde ruhani reis demektir. Saman kelimesi gibi Oğuzlar’daki ozan da kamandan gelme veya bozmadır. (y.n.)
7.Fermanferma: Hüküm süren, emir veren, emir buyuran, hüküm ferma. (e.n.)
₺35,12