Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Cengiz Han», sayfa 4

Yazı tipi:

Papaz, İsa dinine sokmak istediği şu çöl beyinin dinler arasında yaptığı mukayeseden şaşırıp kalmıştı. Bir aralık “ilahların çokluğu” akidesiyle “bir tanrı” akidesini karşılaştırmak ve birincinin akla uygun düşmeyeceğini ileri sürmek istedi. Fakat Temuçin buna da cevap verdi:

“Bizde sağ kol, sol kol tanrıları vardır. Yersular, civiler vardır. Bay Ülgenlerimiz, oganımız vardır. Yaz tanrımız, kış tanrımız vardır. Fakat ulu Tanrı birdir, iki olamaz. Siz de biri üç, üçü bir yapıyorsunuz ve sonunda bir Allah var diyorsunuz.”

Ve birdenbire bahsi değiştirdi:

“Toprağın altına, üstünde yaşadıktan sonra gidiliyor. Demek ki yerin altından evvel üstünü düşünmek gerek. Yerin üstü ise düz değil. Deresi var, çukuru var, tepesi var. Onun için insan güçlü, kuvvetli bulunmalıdır. Arıklar, cılızlar çabuk sendeler. Güçlüler güçsüzlerin ağzından lokmalarını, başlarından kürklerini alırlar. Dinler ve din uluları cılızlara güç, güçlülere acıyış verir mi? Sen diyeceksin ki biz, Tanrı’nın ululuğunu, ölümden sonraki cenneti, cehennemi anlatıp insanların birbirine saldırmalarının önüne geçeceğiz. Bu, kuruntudur. Sizin kendi arpağcınızı (İsa’yı demek istiyor.) bile sallandırıvermişler. Eğer onun tatlı dili kadar acı yumruğu, keskin bıçağı ve başında bir ordusu olsaydı ipe çıkmazdı.”

Temuçin, dinler hakkındaki düşüncesini bu suretle ve bu sureti andırır diğer şekillerle anlattıktan sonra papaza şu teklifi yaptı:

“Sizin dininize bel bağlayan Türk yok değil. Fakat onlar da her şeyden evvel öz yurtlarını, öz dillerini ve öz türelerini severler. Onun için sizin buralarda taban tepip dolaşmanız boştur. Yarın önünüze kurt çıkar, tepenize kartal iner. Dağlarda, derelerde Kazaklar, Kırgızlar da var. Bunlar, adam avlamayı da severler, sizi görürlerse aman vermezler. Onun için gelin, başıboş dolaşmaktan vazgeçin, benim yanımda kalın. Ben kendi yurdumda size otağ veririm, aş veririm, post ve postal (kundura) veririm. Dilinize, dininize de karışmam. Gününüzü hoş geçirip gidersiniz.”

Bu muhaverenin sonu tam bir anlaşmak oldu. Papaz, Temuçin’in kim olduğunu ve Naymanlar diyarına niçin gittiğini anladıktan sonra din propagandasını bıraktı. Köşlük Han’dan öç almak için Moğol beyiyle birleşti.

Temuçin’in planı evvelce “şahsi teşebbüs”e istinat ediyordu ve bu teşebbüsün mutlaka neticelenebilmesi için de hayli tedbirler alınmıştı. Papazla konuşup anlaştıktan sonra planda bazı değişiklikler yapıldı, papaz da Köşlük Han’ın yanında bırakılacak seyisler arasına katıldı. Onun en büyük vazifesi, Güncü Hatun’la Temuçin arasında münasebet tesis etmeye çalışmaktı. Bunun için de Köşlük Han’ın dairesinde çalışan oldukça mutaassıp ve Hristiyan dinine candan bağlı bir kadından istifade etmeyi umuyordu. Onun bu kadınla ilk temasını gördük, şimdi maceranın alt tarafını görelim.

Hizmetçi kadın, vaktiyle dizine kapanıp ruhani istiğraklar ve tatlı rüyalı uzun uykular geçirdiği papazın mırıldandığı dört beş kelimeyi duyar duymaz iliğine kadar titremişti. Uşaklar, onu koltuklayıp ahırlara doğru götürürken o titreyiş, acı veren ruhi bir sarsıntı hâlini aldı. Kadın, kendi yüreği ve kendi imanı sürükleniyormuş gibi azap ve ızdırap içinde kaldı, ihtiyarsız ağlamaya koyuldu.

Güncü Hatun, henüz kendini toplamış değildi. O salyalı ağız, o sıkılmış yumruklar, o acı acı kıvranışlar hâlâ gözünün önünde dolaşıyordu. Böyle bir sırada hizmetçilerden birinin hüngür hüngür ağlamaya başladığını görünce büsbütün sıkıldı.

“Ne o kız!” dedi. “Nen var? Çöp yutmuş cırtlak (karga) gibi ne inliyorsun?”

“A kadınım, ulu kadınım! Şu cılız tatın (yabancı) kıvranışı yüreğime dokundu.”

“Benim de dokundu amma ağlamıyorum.”

“Sen ağlayacağına gök ağlasın, gün ağlasın, yer ağlasın. Yazık değil mi güzel gözlerine!”

“Ey, sen bir yabancı için ne diye ağlıyorsun?”

“Biz kapı kuluyuz, bulaşık suyu döker gibi gözyaşı da dökeriz. Ne değeri var?”

“Anladım amma niçin ağlıyorsun?”

“Acıdım herife işte.”

“Nesine acıdın?”

“Düşündüm: Onun da bir yurdu vardır, onun da anası vardır, çoluğu çocuğu vardır. Yurdundan, evinden, eşinden, yavrusundan uzak, yarı giyimli, yarı çıplak, yarı tok, yarı aç at uşaklığı ediyor. Üstelik oğanların (ilahların) sillesini yiyor, sayro oluyor. Bakanı yok, emcisi (hekimi, bakıcısı) yok, elinden tutanı yok. Acınmaz mı hiç?”

Şimdi Güncü Hatun’un da yüreği o adama acır olmuştu. Bir hizmetçinin galeyan eden merhameti yanında bir han karısının kayıtsız kalması da zaten biçimsizdi. Bu sebeple bir el işareti yaparak gizli din taşıyan hizmetçiyi susturdu.

“Yeter, yeter, benim de içime acı düştü. Hani söz olmayacağını bilsem şimdi kalkar, ahıra giderdim, adamcağıza kımız sunardım.”

“Ayağına yazık kadınım. Bin tat senin bastığın toprağın bir tutamına değmez. Fakat buyruğun olursa ben giderim, herife aş götürürüm, senin de kendisine acıdığını söylerim. Bu sözüm onu sevindirir, diriltir.”

“Peki, yap, adamcağızı görüp gönlünü al.”

Hizmetçi, büyük bir sevinç içinde dışarı fırlarken Güncü Hatun seslendi:

“Temuçin’den gelen tutsaklardan birine aş götürüp de öbürlerini boşlamak doğru değil. Hepsini gözetmek gerek. Sen de öyle yap.”

Güncü, pek tabii olan bu noktayı hatırlarken en ziyade o sarışın genci düşünmüştü. Alelade bir tutsak, değersiz bir at uşağı olmakla beraber bu sarı bıyıklı, beyaz tenli, demir yapılı delikanlı Güncü’nün zihnine nasılsa yol bulup girmişti. Naymanlar kraliçesi, istemeye istemeye bu genci düşünüyordu ve adını ağzına almadan ona “han mutfağından” yemek ve kımız gönderiyordu.

Masallarda olduğu gibi Güncü Hatun, bir görüşte bu yarı çıplak at uşağına gönül mü vermişti?.. Hayır!.. Fakat o, dili bile anlaşılmayan bu gençte bir hususiyet seziyordu. Onun bakışını pek yüksek, yapılışını pek müstesna bulmuştu. Hele kirler içinde göze çarpan o beyaz benler, büsbütün merakını uyandırmıştı. Kabil olsa herifi suya sokup bir iyi yıkatacak ve onun taşıdığı kir tabakası altındaki beyaz kostümü açığa çıkaracaktı.

Güncü, sırf bir sezinti ve sırf bir merak ile alelade bir at uşağına zihninde yer veriyordu. Kadın değil mi ya? İşte renksiz ve temelsiz düşünceler üzerinde -kısa bir lahza süren- gülünç bir hülya bile kurmuştu. Bu tahayyül, o delikanlıyı kirden kurtardıktan sonra beyler gibi giyindirmeyi düşünmekten ibaretti. Güncü’nün, pek az devam eden, bu kuruntusuna göre Sardoğan, o sarı genç, iyi ve temiz bir kostüm içinde bambaşka bir hüviyet alacaktı!

Bununla beraber Güncü, tabii vaziyete geçmekte gecikmedi ve Moğol diplomatlarını huzuruna getirterek ciddi bir çehre ile münakaşaya girişti. İlk sözler, Moğol ve Nayman orukları arasında yapılacak barışmanın Merkitlerle Oyratlara da teşmil edilmesi üzerinde idi. Elçiler dün olduğu gibi bugün de o cihete yanaşmıyorlardı.

Güncü Hatun ise kocasının dileğini yerine getirebilmek fikriyle bu noktada ısrar gösteriyordu. Elçilerin başı, nihayet son sözü söyledi:

“Beyimizin eşini kaçıran Merkitlerle barışmayı biz ağza bile alamayız. Siz isterseniz Temuçin’e adam gönderin. Bu teklifi yapın. Biz, ondan karşılık gelinceye kadar burada konuk kalalım.”

Güncü, bu mülahazayı kabul etti, kocasını kandıracağını kuvvetle umduğu için elçilere muvafakat cevabı vermekte de mahzur görmedi. Şu suretle siyasi müzakere tam müspet bir netice vermemiş olsa bile menfi neticeye de varmış olmuyordu. Henüz ip kopmamıştı. İleride gene anlaşılabilirdi. Bu sebeple kraliçe ve elçiler başka mevzular üzerinde dostça konuşabilirlerdi.

Güncü Hatun, işte bu imkândan istifade ederek sözü Temuçin’in üzerine getirdi:

“Dün…” dedi. “zevcimle konuşurken dikkat ettim, beyinizi çok yüksek gördüğünüzü sezdim. Anladım ki ona candan bağlısınız. Bunun için sizi alkışlarım. Fakat sevmek ve saymak, sevilen ve sayılan adamı herkesten üstün görmek demek değildir. Hâlbuki siz, Temuçin’i enikonu Tanrılaştırdınız. Bu, doğru bir iş mi?”

Başelçi cevap verdi:

“Temuçin, bizim anlayışımızdan da üstündür. Biz onun büyüklüğünü anlayamayız ve anlayamadık. Söyledikleriniz çok eksiktir. O, bir sudur ki, henüz taşmadı. Taştığı gün yeryüzünü kaplayacaktır. O, bir gündür ki, doğmadı. Doğduğu gün, bu kara toprağın her yanı ışık içinde kalacaktır. Biz yalnız bu kadar biliyoruz, bu kadar seziyoruz. Daha ilerisini kısa aklımızla anlayamayız.”

“Temuçin’i benim eşim ulu Köşlük, Altaysu kıyısında kıskıvrak yakalıyordu, nasılsa elden kaçırdı. Onun için kendisini göremedik. Boylu boslu bir adam mıdır?”

“Yıldızların ışığına bakılır, boyuna değil. Sularına akışına bakılır, enine değil. Fakat Temuçin, oğanlardan sağlamdır; su yerlerinden kuvvetlidir, Ülker’den güzeldir.”

“Kumral mı, kunur (esmer) mu?”

“Ne kumral ne kunur, sarı. Bu ton (renk), yer tanrısının tonudur.”

“Tonu sarı olunca gövdesi de beyaz olacak. Öyle değil mi?”

Güncü Hatun, Temuçin’den armağan olarak gelen kesik sarı bıyıklı at uşağını düşünerek bu sözü söylüyordu. Başelçi de Naymanlar yanında seyis rolü yapan kudretli Temuçin’i göz önüne getirerek cevap verdi:

“Evet, gövdesi sütten aktır, alnı ak olduğu gibi!”

“Beyinizi görmek isterdim. Fakat ürküyorum. Çünkü onun da kendisini, sizin gibi, yüksek gördüğünü sanıyorum.”

“O, yüksektir. Fakat bir Güncü Hatun önünde alçalmayı bilir.”

“Kaçırılan karısına da alçalır mıydı?”

“Onu sayardı, fakat bıyığının kıllarını saydırmazdı.”

“Demek ki Börta ulus işlerine karışmazdı.”

“Ev işinden başını kurtaramazdı ki karışsın!”

Güncü, iğrendiğini gösterir gibi bir işaret yaptı:

“Yüksek erkek, kadını yücelten erkektir. Sizin beyinizin bunu yapmadığı anlaşılıyor. Hâlbuki dün, Temuçin’in otağına düşecek kadınlara altın hakan sarayındaki hanımların saygı göstereceğini söylüyordunuz. O hanımlar, Temuçin’in aşevine (mutfak) gidip de mi bu saygıyı gösterecekler?..”

“Temuçin, eşini henüz bulmadı: Nasıl ki Türk eli de güneşini henüz bulmadı. O eş ve o güneş birlikte doğacak!”

“Güneş dediğiniz Temuçin Bey olmalı, onun eşi kim ola?”

“Türk elinin en güzel kadını.”

“Adını, yurdunu söyleyin de bilinmez hangi gün, Çin hakanının kızlarına ayak öptürecek olan bu kutlu kadını öğrenmiş olayım.”

“Onu, görüştüğünüz gün, Temuçin’e sorunuz!”

“Sizin beyinizle bizim görüşmemizin üç yolu var: Ya o bize gelir ya biz ona gideriz. Şimdilik bu iki yol kapalıdır. Üçüncü yol, savaş yolu Altaysu kıyısında olduğu gibi erimle gene karşılaşırsa ve erim bu sefer gevşeklik göstermezse belki beyinizi otağımızda konuk yaparız. Görüşmek için başka yol göremiyorum.”

Başelçi gülümsedi, manalı bir bakışla Güncü Hatun’u süzdü:

“Ulu kadın!” dedi. “Temuçin sizi görmek istemeye dursun. Rüzgâr olur otağınıza dolar. Ses olur kulağınıza akar. Gün ışığı olur, derinizi yakar. Temuçin için güçlük yoktur, engel yoktur. Her yeri aşar ve istediği yüreğe mutlaka girer.”

Güncü, sürekli bir kahkaha savurdu:

“Aman ağa, çok gülünç oluyorsun, şu Temuçin’in erkekleşmiş Ayzit olduğuna inanacağım geliyor. Her yerde var ve her yerde bulunur bir adam!.. Sizin gibi gülünç olmaktan çekinmesem ‘Gel, Temuçin, boyunu görelim!’ diye bağıracağım.”

“Aman ulu kadın, bağırmayın. Çünkü bizim bey, on yedinci kat gökte adı çağırılsa duyar ve bir yol bulup oraya da çıkar.”

“Belki oraya çıkar. Fakat buraya giremez. Çünkü burası Köşlük Han’ın yurdudur. Böyle de olmasa biz her gün ardıç ağacıyla yuvamızı tütsüleriz. Temuçin değil, öz cin de olsa aramıza sokulamaz.”

Güncü, bu bahis üzerinde biraz daha durduğu takdirde haysiyetinden bir şeyler kaybedeceğini sezerek başelçiye ağız açmak için zaman bırakmadı ve sözü değiştirdi:

“Hayli çene çaldık, hayli de güldük. Beyinizi candan sevdiğiniz için sizi çok beğendim. Barış işini ben omzuma aldım, hanla görüşürüm. Şimdi siz yerinize gidin, dinlenin, eğlenin.”

Bu emir üzerine elçiler, reverans yapıp çıktılar, Güncü Hatun’u otağında yalnız bıraktılar. O, enikonu dalgındı. Açık gözle karışık bir rüya görüyor gibi idi. Yarı çıplak seyisler, demir yapılı, beyaz benlerle dolu, kirli tenli bir genç ve sonra aylara sesini duyuran, rüzgârlara salık koyup uzak yerlere uçuran Temuçin bazen silik, bazen müşahhas şekillerle göz bebeklerinde geçit resmi yapıyorlardı.

Bunlar, bu şekiller niçin kendisini sarıyorlardı?.. Güncü, bu noktayı düşünmüyordu, fakat o şekilleri de bir türlü kovamıyordu. Kesik sarı bıyıklı Sardoğan nesine lazımdı? Temuçin’le ne alakası vardı?.. İçinden kopup gelen sorgulara cevap bulamıyordu, o yabancıları da bir sert hamle ile kafasından atamıyordu.

İşte bu vaziyette bocalayıp dururken Temuçin’den gelme at uşaklarına kendi namına aş ve kımız götüren kadın içeri girdi.

“Aman kadınım…” dedi. “o cılız tat, yaman bir Böke!.. Beni güya ağırlamak için koynundan bir yat taşı çıkardı. Neler söyledi, neler!”

“Bu çok görülmez. Çünkü Boğueli’nden geliyor. Bökelerle düşe kalka yat da öğrenmiştir, yalvı da! Hele sen gördüğünü anlat.”

“Nasıl anlatayım bilemem ki…”

“Gördüğünü unutmadın ya kız, birer birer söyle.”

“Seyislere bir tepsi dolusu geyik eti, üç bakraç da kımız götürdüm, çok sevindiler, kapışa kapışa yediler, kurak arığı sığır gibi de kımıza saldırdılar.”

“Sardoğan de yiyip içti mi?”

“Sardoğan hangisi, bilmiyorum ki…”

“Şu kesik sarı bıyıklı, geniş alınlı, biraz yan bakışlı, yapısı biçimli genç yok mu? Onun adı Sardoğan’mış.”

“Tanıdım, kadınım, tanıdım. O, bir köşeye çekilmişti, dalgın dalgın düşünüyordu. Ne aşa el vurdu ne kımıza dudak sürdü.”

“Karnı tokmuş demek. Hele sen gördüklerini söyle.”

“Burada düşüp bayılan adam, enikonu iyileşmişti. İnlemesi, minlemesi yoktu. Güzel güzel yedi, harıl harıl içti, sonra ağzını sildi, yanıma geldi. ‘Ey yerde dolaşan Çolpu! Bizi doyurdun, kımızla içimizi sulayıp serinlendirdin. Ben de sana nereden gelip nereye gittiğini göstereyim. Şu sevimli baş, yarın hangi er koluna dayanacak? Şu göğüs üstünde hangi bahadır yüreği çarpacak? Bunları sana bildireyim, ister misin?’ dedi. Kızarıp bozardım, tepsiyi, bakraçları koltuklayıp savuşmak istedim. Beceremedim, oracıkta dinelip kaldım. Çelimsiz dilmaç (tercüman), koynundan bir yat taşı çıkardı. Okuyup üfledi, sonra o taşı başıma sürdü, yüreğime değdirdi ve birdenbire köpürdü, köpürdü, geviş getiren bir yaban öküzü gibi ağzı köpük içinde kaldı, homur homur homurdandı. ‘Kız, gözüme bak!’ dedi. Korka korka, titreye titreye baktım. Aman kadınım, nasıl söyleyeyim? O göz değil, sanki bir gözgü (ayna) idi, büyülü bir gözgü. Ben bu gözgü içinde neler gördüm, neler?”

Merak ve heyecan içinde çırpınan Güncü Hatun bağırdı:

“Uzatma cırlak kız! Ne gördüğünü söyle!”

“İlkin anamı, babamı gördüm. Beni okşayıp seviyorlardı, sonra at sırtında buraya getirildiğimi gördüm. Artık büyük han, yüce eriniz, kapı yoldaşlarım, birer birer bu gözgüden geçiyordu, sen de güzel bir su gibi oradan akıp geçtin. Derken bir delikanlı boy gösterdi. Tanımadığım bir genç. Başında bir Uygur börkü, sırtında ceylan derisi, belinde yaldızlı bıçak, elinde iyi bir yay vardı. Bu delikanlının yanı başında kendimi gördüm, şaşırıp kaldım.”

“Ey, neye durdun, bitirsene!”

“Utanıyorum kadınım, içime ter basıyor.”

“Yat işinden utanılır mı hiç? Bitir sözünü.”

“O delikanlı bir şeyler söyledi. Anlamadığım bir dille konuşuyor gibiydi. Fakat ağzından sanki bal akıyordu, yüreğime de tatlı bir ezginlik geliyordu. Bir aralık gözgüdeki gölgemin de konuştuğunu gördüm. Gölgem, kızara kızara bir şeyler söylüyordu, o genç de gülerek dinliyordu. Sonra bir şeyler oldu. Gözgü duman içinde kaldı. Ben alık alık bakarken o duman sıyrıldı, gözgü parladı. Şimdi birçok adamlar, davullar, zurnalar görüyordum. Atlar, develer görüyordum. Bu, bir düğündü.”

“Düğün mü, kimin düğünü?”

Kıpkırmızı kesilen kadın, mırıldandı:

“Benim düğünüm. Gözgüde gölgemle o Uygur kılıklı delikanlı evleniyorlardı. Bizim avluda her çadır tüyle donanmıştı. Siz de orada idiniz. Başınızda pırıl pırıl parlayan bir şey vardı, bilmediğim bir başlık. Yanınızda da çok çalımlı, çok alımlı bir genç oturuyordu.”

“Erim olacak.”

“Hayır. Ulu han değildi, başka bir adam.”

“Bir konuk olmalı.”

“Konuğa benzemiyordu. Çünkü ara sıra saçınızı eliyle düzeltiyordu, yol bulunca da kimseye sezdirmeden elinizi öpüyordu!..”

Güncü Hatun, kısa bir dalgınlık geçirdikten sonra sordu:

“Bu adamın yüzü nasıldı, kılığı nasıldı?”

“Yüzü çok beyazdı, sarı saçlı idi, gözleri bizim er kişilerin gözüne benzemiyordu. Bakışlarında hem saydıran hem sevdiren bir derinlik vardı.”

“Sonra?”

“Sonra gözgü ortadan silindi, karşımda büyücü adamın küçücük gözleri daldı!”

Güncü Hatun gülümsedi:

“Adamcağız saygı biliyormuş. Senin elinden aş yedi, kımız içti ya, bu iyiliğin altında kalmamak için sana tatlı bir düş göstermiş. Sonu iyi olsun.”

Ve bir nebze düşündükten sonra ilave etti:

“Şu adamı ben de bir sınamak isterim. Bakalım bana da açık gözle bir düş gösterebilir mi?”

“Gösterir kadınım, gösterir.”

“Göstersin, ben de göreyim. Fakat kimse duymamalı. Erim şöyle dursun, senin kapı yoldaşların bile sezmemeli.”

“Sen nasıl dilersen öyle olur. İstersen herifi, gün battıktan sonra gizlice alıp buraya getireyim.”

“Olmaz, sezerler.”

“Senin kılığını değiştirelim, birlikte ahıra gidelim.”

“Bu hiç olmaz.”

“Ben başka bir yol düşünemiyorum. Buyruk senindir.”

Güncü, başını ellerinin içine alıp uzun uzun düşündü:

“Yarın…” dedi. “bir at gezintisi yapayım, Temuçin’in yolladığı atlardan birine bineyim, senin büyücüyü de seyis diye yanıma alayım, yol üstünde sırasını düşürürüm, ona yat taşını çıkartarak eğlenirim. Bu, daha iyi değil mi?”

“Sen bilirsin kadınım, göreceksin ki bu çelimsiz tat, çok iyi yat biliyor.”

“Peki, peki görürüz.”

Aziz okuyucular, şu hizmetçi kadının, at uşağı kılığındaki papazdan aldığı talimat üzerine böyle bir masal uydurduğunu anlamışlardır. Kadın, ne sihre tutulmuştu ne böyle bir düş görmüştü. Bunlar hep Temuçin’le papazın tertip ettikleri plan numaralarından idi. Onlar, Naymanlara Hristiyanlığın menedilmesine rağmen, o dine sadakatini muhafaza eden ve vaktiyle dizinde rüyalı istiğraklar geçirdiği papaza da yürekten bağlı olan şu hizmetçi kadın vasıtasıyla güzel Güncü’yü meraka düşürmek ve kendi emellerine uygun bir sahne vücuda getirmek istiyorlardı.

Güncü, onların umduklarından daha çabuk oyuna düşmüştü ve hizmetçi kadın, hanımının yanından çıkar çıkmaz ahıra koşup muvaffakiyeti müjdelemişti. Şimdi onlar, baş başa verip kendi hesapları haricinde tahaddüs ediveren vaziyetten nasıl istifade edileceğini düşünmeye koyulmuşlardı. Kendilerinin evvelce düşündükleri şey, Güncü Hatun’u Temuçin’le alakadar etmekti. Eğer bu alakayı herhangi bir suretle temin ederlerse kendisini Temuçin’le görüşmeye teşvik edeceklerdi ve bunun için de Temuçin’i Nayman yurduna yakın bir yere getirmeyi müteahhit olacaklardı. Güncü, böyle gizli ve siyasi bir görüşmeye muvafakat ederse onu kaçırmak kolaydı. Kocasından çekinip reddederse yahut o mülakatın kocası da hazır bulunmak şartıyla vukusunu isterse ona göre tedbirler alınacaktı.

Fakat Güncü, umulmaz bir saflıkla bunların kucağına düşmeyi kabul ediyordu. Artık kafa yormaya, hileler düşünmeye lüzum kalmıyor gibiydi. Bu sebeple papaz da Temuçin de sevinç içinde idi. Ertesi gün yapılacak gezintiyi esas tutarak son ve kati hamlenin şeklini kararlaştırmaya savaşıyorlardı.

Beride Güncü Hatun da tasavvur ettiği gezinti gününü iple çekiyordu. Hizmetçi kadının gördüğü şeyler, hele kendi yanında oturup da ara sıra elini öptüğünü söylediği sarışın ve şehla bakışlı genç, bir türlü zihninden çıkmıyordu. Hatta güçlükle uyuduğu vakit rüyasını da o genç doldurmuştu.

Uykuya yatmazdan evvel kocasını görmüş, görüşmüş ve Yilon Buldok’a bir elçi gönderilmesini kabul ettirmişti. Bu, Moğol elçilerine verdiği sözü yerine getirmekten ibaret, sade bir iş ise de kendisini çok üzmüştü. Çünkü Köşlük Han, kolaylıkla “Peki!” dememiş ve bu bir tek sözü ağzından çıkarmak için güzel Güncü’den mufassal rüşvetler almıştı.

Baş başa kalan kadınla erkek arasında alınıp verilecek rüşvet, ancak aşktır. Köşlük Han da en muhteris bir ısrar ve en koyu bir iştahla bu aşkı istemişti, avuç avuç da almıştı. Başka günlerde ve başka gecelerde ödenmesi pek müşkül olmayan bu aşk cizyesi, bu kadınlık fidyesi, o gece Güncü Hatun’a can vergisi vermek kadar ağır gelmişti. Kocasının bakışlarından gözü yanıyordu. Okşayışlarından bir sille azabı duyuyordu. En ağırı, kendi eriyle baş başa ve yan yana bulunurken o kesik sarı bıyıklı çıplak at uşağını ve onun arkasından da yüksek endamlı, saydıran ve sevdiren bakışlı, güzel giyimli Temuçin Bay’ın bu aşk alışverişini seyrettiklerini tevehhüm etmesi idi.

Güzel Güncü, uzun bir saat bu üzüntüye göğüs gerdi, kocasının hummalı bir iştiyak içinde ödenmesini istediği rüşveti verdi, tepelerinde durduklarını sandığı o yabancı adamlara karşı bu vaziyetini mestur14 tutmak için, için için çırpındı ve nihayet serbest kalıp uyudu. Rüyaları gene onlarla dolu idi, sabaha kadar onlarla meşgul olmuştu.

İlk ışık, Nayman payitahtını hayata çağırırken Güncü Hanım ayakta idi. Koyunlardan, atlardan, develerden evvel gözünü açan güzel kadın, ak keçe üzerinde yamçısına bürünüp uyuyan kocasına şöyle bir göz atar atmaz gene Temuçin’i ve onun gönderdiği seyisleri düşündü, yeni baştan sinir buhranları geçirmeye başladı. Yüzünü görmediği hâlde kendisine hayalinde bir çehre ve endam çizdiği Moğol beyini ve kırpık bıyıklı at uşağını böyle hiç durmadan düşünmek canını sıkıyordu. Fakat bu sıkıntıda garip bir tat da vardı. İşte bu tattır ki o can sıkıntısını hoş gösteriyordu.

Güncü Hatun, Çin ülkesinden getirilme bir ayna karşısında saçlarını tararken yine o hayalleri göz bebeklerinde taşıyordu ve bu sefer kendi yüzü onların yüzü ile yan yana gelmiş, gene kendi saçı onların başında altın telli bir taç hâlini almış bulunuyordu. Birbirine hem benzeyen hem benzemeyen iki hayali müşterek bir taç altında birleştirmek ve bu hayallere kendi yüzünü de karıştırmak genç kadının hoşuna gidiyordu. Eğer Köşlük Han uyanıp da onu “Gel güzel eşim, çakşırımı getir.” emriyle yanına çağırmasa bu muhayyel tablo önünde belki saatler geçirecekti.

Fakat bu amir davet üzerine gene hayal âleminden sıyrıldı, saçlarını derleyip topladı, kocasının börkünü, kürkünü, çizmesini verdi ve kendisince mukarrer15 gezintiyi de bildirdi.

“Ben biraz dolaşmak istiyorum. Moğol beyinden gelen atları sınamış, biraz da hava almış olurum.”

“Ne yana gideceksin?”

“Gündoğuya doğru.”

“İyi olur ama çok açılma, obalardan ırağa düşme.”

“Uzaklarda işim ne? Şöyle üç beş saatlik bir gezinti.”

“Temuçin’e gönderilecek elçiyi yola vurduktan sonra belki ben de kıra çıkarım, sana erişirim. Haydi, yolun açık olsun.”

Bu muhavere üzerine lazım gelen emirler verildi, atlar hazırlandı. Güncü Hatun Naymanlar merkezinden ayrıldı. Yanında mahut hizmetçi kadınla gözü ağrılıklı sihirbaz seyis ve Sardoğan vardı. Bunlardan birincisi kendi bindiği atın, Sardoğan da hizmetçiyi taşıyan hayvanın izinde ve süvari olarak yürüyorlardı. Köşlük Han, beraberinde beş on atlı bulunmasında ısrar ettiği hâlde Güncü kabul etmemişti, “Ben düğüne gitmiyorum, sürgün avına da çıkmıyorum, bu kadar kalabalığa ne lüzum var?” deyip o iki yabancı seyisten ve bir de hizmetçisinden başkasını yanına almamıştı. Köşlük, çelimsiz iki at uşağına bir tavşan kadar bile ehemmiyet vermediği için karısını zorlamamıştı, kendisini istediği gibi atlanıp gezmeye çıkmakta serbest bırakmıştı.

Güncü’nün bindiği at, Temuçin’den armağan gelen hayvanların en iyisi idi. Hizmetçi kadının altına da gene o armağanlardan bir iyisi çekilmişti. Tutsak seyisler, Nayman atlarına binmişlerdi. Başta Köşlük Han olmak üzere oymak halkı hep sıralanarak Moğol atlarının yürüyüş kabiliyetini seyre hazırlanmışlardı. Elçiler de han karısının bu gezintisini getirdikleri armağanların makbul görüldüğüne burhan16 saydıkları için çadırlarından dışarı fırlamışlardı, Güncü’nün önünde ulcaşarak teşekkür etmişlerdi.

Güzel kadın, bu tezahürat arasında atı mahmuzladı, çadırlar arasından son süratle yola fırladı. At yürük, süvari mahir olduğundan bu çıkış yaman bir çıkış oldu, seyirciler arasında müthiş bir alkış koptu ve biraz sonra atlılar toz duman içinde göze görünmemeye başladı.

Kırlar ıssızdı. Yeni bir avula veya oymaya tesadüf olununcaya kadar bu ıssızlık devam edecekti. Dört atlı, bu sonsuz görünen boşluk içinde âdeta gayritabii görünüyorlardı. Hareketsiz gök, hareketsiz toprak, hareketsiz kayalar, hareketsiz çalılar arasında durmadan koşan, durmadan ilerleyen bu dört at, gözlere aykırı görünen bir şey oluyordu. Şu sakin ve durgun sahneye yakışan, hareketsizlikti. Atlar ve süvariler, bir efsunla birdenbire dursalar ve taş kesilseler, o hareketsizliğe yakışan birer heykel hâlini alacaklardı. Fakat böyle bir efsun olamazdı ve onlar durmadan yürüyorlardı.

Güncü, zihnine yapışan hayalleri ve hayaletleri sanki şu sessiz kırın kırışık göğsüne zerre zerre saçarak sıkıntıdan kurtulmak istiyormuş gibi çala mahmuz koşuyordu. Bir saat, iki saat bu gezintiyi niçin yaptığını âdeta hatırlamadı, esen rüzgârla at uçuşundan doğan sert bir yeli birbirine karıştırdı ve bu karışıklığın yarattığı kasırga içinde koştu, ardındakileri de koşturdu. Lakin hizmetçisiyle ve seyislerle bir kelime konuşmadı.

Berikiler, öbür kadınla iki erkek, han karısının izinden geri kalmamak için bindikleri hayvanları zorluyorlardı. Biraz gerilemenin büyük bir hürmetsizlik olacağı mülahazasıyla atları ter ve köpük içinde bırakıyorlardı. Fakat seyisler, bu korkunç uçuş arasında da gene fırsat buluyorlardı, birbiriyle üç beş kelime fısıldaşıyorlardı.

Nihayet atlar yoruldu, böğürlerinde mahmuzlardan açılan yaralara rağmen artık koşmuyorlardı, koşamıyorlardı. Sessiz bir isyan içinde ayaklarını zaruri bir sükûnete doğru çeviren hayvanların bu azmini, neden sonra sezen Güncü Hatun, rüzgârların yelpazelediği hayalî uykusundan uyandı, atın başını çekti, dört tarafına bakındı.

Oh! Manzara ne kadar güzeldi! Gök ve yer, ufkun kapandığı yere kadar aynı lekesizlikle uzanıp gidiyordu. Biri yukarıda, biri aşağıda uzanan bu göz kapıcı enginlik, müştak ve mütehassir göğüslerini birbirine açan iki sevgiliye benziyorlardı. Bir mavi, biri sarı bir güzellik taşıyan bu sevgililer, şu derin sessizlik içinde neler ve neler söylüyorlardı…

Güncü Hatun, ne hizmetçisiyle konuştu ne seyislere bir söz söyledi. Tabiatın sevgi ve saygı ilham eden azameti önünde derin derin düşünmeye daldı. O, gözlerini dayanılmaz bir cazibe ile kendi enginliğine çeken göğe ve yere bakarken Altay Türklerinin bir efsanesini hatırlıyordu.

Bu efsaneye göre yer yokken, gök yokken, insan ve hayvan yokken, hiçbir şey yokken yalnız iki şey vardı: Kara Han, su!.. Kara Han’dan başka gören, sudan başka da görünen yoktu. Kara Han, yıllarca ve yıllarca bu yalnızlığa dayandı, sonra usandı. Kendisi gibi gören, bilen, yapabilen bir şey yaratmak istedi, bir “er kişi” yaptı. Şimdi ikisi, Kara Han’la bu yeni adam, iki kara kaz gibi suyun üzerinde uçuşuyorlardı, dolaşıyorlardı. Fakat yeni adam, kanatsızdı. Kara Han’dan daha yüksek yerlere fırlamak, daha hızlı uçmak istiyordu. Kara Han, yarattığı adamın bu arsız dileğini anladı, onun yersiz bir gurura kapıldığını sezdi, kendisini cezalandırmayı kararlaştırdı ve ona verdiği bilmek kudretini, uçmak kuvvetini geri aldı. Şimdi o, bir taş parçasına benzemişti. Ne takati vardı ne kuvveti. Baş döndürücü bir hızla suyun dibine doğru batıyordu.

Asi ve günahkâr adam, işin fenalaştığını pek çabuk anladı, yanık yanık tövbe etmeye başladı, suçunun bağışlanması için yalvarmaya girişti. Kara Han ona acıdı. Kendisine bilmek ve toprak üzerinde yaşamak kudretini verdi. Fakat uçmak iktidarını artık vermedi. Şimdi onun yaşayabilmesi için toprak lazımdı. Kara Han, suyun altından bir yıldız yükseltti, suçunu bağışladığı adama o yıldızdan bir avuç toprak alarak suyun yüzüne çıkmasını emretti. Adam, bu bir avuç toprağı alırken kendisi için gizli bir dünya yaratmayı düşünerek ayrıca bir parça toprak daha aldı, ağzında gizledi!.. Yukarı gelince Kara Han “Elindeki toprağı suyun yüzüne at!” dedi. Adam, bu emri yerine getirdi. Kara Han da toprağa “Büyü!” emrini verdi. Aynı zamanda adamın ağzındaki toprak da büyüyordu.

Eğer Kara Han, bu yeni günahın da farkında olarak ve gene ona acıyarak “Tükür!” demeseydi adamın ağzı parça parça olacaktı. Tamahkâr adam, bu emir üzerine tükürdü ve bu tükürükten dağlar, dereler vücuda geldi.

Kara Han, yarattığı büyük adayı boş bırakmamak için adanın ortasında bir çam ağacı yükseltti. Bu ağacın dokuz dalı vardı. Kara han, her dalın altında bir yeni adam yarattı. Bu dokuz adamdan insanların dokuz ırkı üredi. Kara Han, insanlara kılavuzluk etmek üzere Yayık adlı bir melek gönderdi. Yayık insanları, doğru yola götürmeye çalışırken ilk yaratılan kişi, onları baştan çıkarmaya, türlü türlü eğlencelere alıştırmaya uğraşıyordu. Kara Han, bu ahmak insanlara kızdı. Yeryüzünü darmadağın etmesini Yayık’a emretti. Yayık, mızrağının ucu ile yeryüzünün altını üstüne getirdi. Yeryüzündeki delikler, deşikler bu suretle vücut buldu. Kara Han, asi kişiyi de yer altına yolladı ve adını Erlik Han koydu.

Kara Han, yeryüzünü kendi hâline bıraktıktan sonra on yedi kat göğü yarattı, kendisi en sonuncu kata çekildi. Oğlu Bay Ülgen’i on altıncı kat gökte bir altın tahta oturttu, kendisini sulhun ve adaletin allahı yaptı. Öbür göklerin her birine bir allah yarattı. Yedinci kata Gün Ana’yı, altıncı kata Ay Ata’yı yerleştirdi. Üçüncü katta cennet, Sürve Dağı, Süt Gölü vardır. İyilik, melekleri olan yayıcılar, onların başı Yayık, namus ve güzellik ilahesi Ayzit, hep buradadır.

Kara Han, yukarıda bu işleri yaparken Erlik Han da yerin altında kara bir güneş yarattı, orasını bu kara güneşin kara ışığıyla aydınlattı. Kendisi kara bir taht üzerine oturdu. Körmüz, Karauzut, Ötker denilen melekleri, cinleri, şeytanları vücuda getirdi. Bu suretle Bay Ülgen’in mükâfat allahı olmasına karşı o, mücazat17 allahı sıfatını takındı. Dünyanın yaratılışında böyle çarpışmalar, kavgalar oldu. Sonunda da Erlik Han’la Yayık arasında mücadeleler, korkunç muharebeler olacak ve kıyamet kopacak!..

Güncü Hatun, bu efsaneyi düşünürken içine bir ezgi geldi, gözlerine bir bulantı yapıştı. Şu Kara Han’ın, şu Bay Ülgen’in, şu Yayık’ın gökten yere inmelerini, kendisine “Dile benden ne dilersin?” demelerini ister gibi oldu. Böyle bir mucize zuhur etse ilk dilek olarak mutlaka zihnindeki hayallerden kurtulmasını isteyecekti. Çünkü onlar, Temuçin’le Sardoğan, kendisini bu ıssız kırda da tatlı tatlı rahatsız ediyorlardı.

Güzel kraliçe, uzun bir lahza bu dalgınlıkta, bu hülyalar içinde kaldıktan sonra içini çekti, hizmetçisine döndü.

“Kız!” dedi. “Şu yat bilen tatla konuşayım mı?”

“Sen bilirsin hanımım.”

“Bana da bir şey gösterebilir mi dersin?”

“Bir değil, bin şey gösterir. O, çok yaman kişi!”

14.Mestur: Örtülü, kapalı, gizli. (e.n.)
15.Mukarrer: Kararlaşmış, kararlaştırılmış. (e.n.)
16.Burhan: Kanıt, delil. (e.n.)
17.Mücazat: İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺35,93