Kitabı oku: «Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-»
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
Kara Süleyman, sızılı dizlerini bir yün sıcaklığı ve bir pamuk yumuşaklığıyla ovuşturan karısı Seher’in alnında -bu sürekli zahmet saatinin saniyelerini tespit eden bir dizi nokta gibi- ter taneleri sıralandığını görünce insafa geldi.
“Yeter.” dedi. “Yoruldun. Cezveyi mangala sür de kahve pişir. Karşılıklı höpürdetelim. Biraz çene çalalım.”
Seher, tombul ellerini kalın ve kıllı bacaklardan çekti, mangalın kenarına çömeldi, çift gözlü ceviz kutudan bakır cezveye iki kaşık kahve attı, ateşe sürülü minimini güğümden su doldurdu, kısa bir lahza içinde kocasının emrini yerine getirdi, iki kulpsuz tiryaki fincanına boşalttığı köpüklü kahveden birini ona sunup birini kendi aldı ve kilimin üzerine bağdaş kurarak dalgın dalgın içmeye koyuldu.
Kocasının bakışları onun koyu kumral saçları üzerinde dolaşıyor ve ara sıra bu bakışlar -yuvalarını dar bularak geniş bir ufuk arayan avare kuşlar gibi- daha aşağılara süzülüyordu. Kadın, tepeden tırnağa kadar kendini saran bu iştahlı bakışları sezmiyor gibiydi. Gözlerini kara ve sıcak bir gözeceği andıran fincandan buğulu bir nefes hafifliğiyle yükselen cılız dumanlara kaptırmıştı ve onları yudum yudum içmekten ılık bir zevk alarak dudaklarını şapırdatıp duruyordu.
Kara Süleyman, uzunca bir lahza, genç ve dinç eşinin kumral, kara, kırmızı ve beyaz renklerden her birine bir köşe ayıran güzel vücudunu seyrettikten sonra, bir höpürdetişte fincanını boşalttı.
“Ölmüşlerinin…” dedi. “Canına değsin. Yahşi pişirmişsin. Zaten sen ne yaparsın da iyi olmaz.”
Seher’in kara gözleri, kumral saçlarının altında mahzun bir uyanıklık gösterir gibi oldu, uzun kirpiklerinin gölgesi kırmızı yanaklarına halecanlı çizgiler çizdi, beyaz dişlerinde inciden bir tebessüm resmi belirdi ve bu resimden billur bir ses döküldü:
“Gene dilbazlığa başladın kişi!.. Gecenin sözünü gündüz konuşuyorsun. Yersiz ötmeyi bırak da dereden tepeden söz aç.”
Kara Süleyman gevrek gevrek güldü:
“Leb demeden leblebiyi anlıyorsun. Ne keskin ferasetin var.”
“Görünen köye kılavuz istemez ki.”
“Demek köy görünüyor. Nerede bu konak yeri?”
“Gözlerinde!..”
“Hay aklınla yaşayasın. Öyleyse gel, bu konak yerinde konuk ol!”
Seher, bu çapkın merama ram olmadı, fincanları alıp odadan uzaklaşmaya hazırlandı. Dizlerinin sızısı tazelenen altmışlık hovardada eşini kovalayacak derman yoktu. Oturduğu yerden ağız bombardımanı yapmakla iktifa ediyordu.
Genç kadın, bir bulut rolü oynamak isteyen kocasının bir damla yağmur dökemeyeceğini bildiği için telaş göstermiyordu, dar entari içinde hür bir inkişaf iştiyakıyla dalgalanan tenine bedii bir irtifa çize çize kapıya doğru yürüyordu. Eşiğin önünde, hatırına bir şey gelmiş gibi durdu, tepsi ile fincanı bir yana bırakarak geri döndü.
“Kişi!” dedi. “Tophane yangını yaman olmuş diyorlar. Sahih mi?”
Kara Süleyman, yüzünü ekşite ekşite doğruldu, diz üstü oturdu ve sızılarına eşinin güzelliğinden deva arar gibi uzun uzun bakındıktan sonra cevap verdi:
“Karşıma doğ da anlatayım.”
Seher gülümsedi:
“Doğdum işte. Doya doya bak. Tatlı tatlı anlat.”
İhtiyar erkek, önünde kümelenen genç güzellikten aldığı yanık ilhamla belki ateşten kelimeler bulmaya çalışacak ve tutam tutam sıhhat fışkıran karısına gönül yangınlarını anlatacaktı.
Fakat onun latifeye, manasız gevezeliğe ve yersiz dil sarkıntılığına müsamaha etmeyeceğini durumundan anladığı için bu emelini yendi, Seher’in merakını gidermek yoluna girdi:
“Yangın…” dedi. “Gerçekten yamandı. Firuzağa Camii’nin yanı başından çıktı, iki kola ayrılarak bir kral ülkesi kadar yer yaktı. Ben dün sadrazam efendimizin emriyle Tophane’ye gittim, yanan yerleri gözümle gördüm. On yedi saatte belki on yedi bin ev küle dönmüş. O koca topçu kışlasının, o koca arabacı kışlasının, o koca dökümhanenin yerinde şimdi yeller esiyor. Cihangir Camii bile kurtarılamadı.”
Ve birden kaşlarını çattı, sesine başka bir ahenk verdi:
“Yangın yamandı filan amma işin içinde bir yamanlık daha var. Bunu sadrazam efendimiz de duyunca şaşırdı, belki yüz kere ‘Garip şey, garip şey!’ dedi.”
Seher sabırsızlık göstererek sordu:
“Neymiş bu garip şey?”
“Evinden ateş çıkan eksik eteğin gördüğü düş!”
“Düş mü görmüş o hatuncağız?”
“Evet. Bütün mahalle halkı ant için tasdik ediyor, kadının kerametini söylüyor. Erkeğinden, dişisinden; gencinden, ihtiyarından dinledim. Ben de inandım.”
“Peki ağam, neymiş bu düş?”
“Dişilerden peygamber çıkmaz amma o eksik etek bu mucize ile nübüvvet taslasa başına hayli kalabalık toplar. Enikonu ümmet sahibi olur.”
“Canım şu düşü söylesene!”
“İçime ürperme geliyor da söyleyemiyorum.”
“Sen söyle ki, benim de söyleyeceğim var.”
“Sen de mi düş gördün?”
“Düşün âlâsını gördüm. Şimdi bile gözümü kapayınca gördüklerim tazeleniyor.”
“Hayırdır inşallah! Gördüğün düş Yusuf Aleyhisselam’ın rüyası gibi mübarek olsun. Anlat da dinleyeyim.”
“İlkin sen söyle.”
Uzun bir münakaşadan sonra Seher, kara gözlerinin ve kızıl dudaklarının yardımıyla kocasını yendi, evinden ateş çıkan Tophaneli kadının düşünü söyletti. Kara Süleyman’ın yağlandıra ballandıra anlattığına göre, bu kadıncağız rüyasında et pişirirken tencerenin devrildiğini, ateşin parlayarak ocağı sardığını görür. Ertesi gün bir parça et alıp ocağa koyar ve biraz sonra komşusunun kapısını çalarak “Bu gece şöyle korkunç bir düş gördüm. Şimdi de ateşe et koydum, ekmek almak için fırına gidiyorum. Sen zahmet et de bize git, ben gelinceye kadar ocağa mukayyet ol.” der. Komşu bu ricayı kabul ederek feracesini giyer, bitişik eve gider. Fakat kapıyı açar açmaz, tencerenin devrildiğini, ocaktaki kurumların tutuştuğunu görür. Arası çok geçmeden de ateş saçağı sarar.1
Kara Süleyman inana inana söylüyordu. Seher de inana inana dinliyordu. Erkek sözünü bitirince karısının ellerini tuttu, hiçbir şair kaleminden eşlerinin çıkmasına imkân olmayacak kadar mevzun2 birer gümüş mısra hâlinde sıralanan o güzel parmakları okşadı.
“Haydi…” dedi. “Sıra şimdi senin. Söyle gördüğün düşü!”
Seher’in yüzü belli belirsiz kızarmıştı, daha doğrusu yanaklarındaki yarı kırmızı, yarı beyaz renk yerine tam bir kızıllık gelmişti. Yüzündeki benler bu geniş kızıllık arasında minyatürleştirilmiş bir şafak üstüne serpilmiş gece kırıntılarını andırıyordu ve siyah kaşlar, aynı şafağa açılmış minimini iki zarif kemer gibi parlak görünüyordu.
Söylemek ihtiyacı yüreğinde, söylememek kaygısı kafasında şahlanarak birbirine saldırır gibi olduğundan kelimeler boğazında düğümleniyordu, garip bir iç meddücezri geçiriyordu. Nihayet kadınlığından imdat gördü, hızlı bir zihin ameliyesi yaptı, nakledeceği hikâyeden bir kısmını sır olarak kendine alıkoydu, üst tarafını kocasına dinletti:
“Rabb’im hayırlara tebdil etsin, düşümde seni gördüm. Telaşlıydın, sağa sola koşuyordun. Bir aralık sadrazam efendimiz ortaya çıktı. Sarığı dardağandı, kılığı perişandı. Dayak yemişe benziyordu. Yorgundu, bitkindi. Ağlar gibi bir sesle sana bir şeyler söyledi. Sonra duman olup uçtu. Sen yalnız kaldın. Biraz daha dolaştın. Sonunda yanıma geldin, ahlayıp pufladın. Ağlayıp sızladın. Benim yüreğim kabardı, içime hafakan bastı. Nefes alamıyordum. Sen bu sefer kendi derdini unuttun, beni elimden tutup bahçeye çıkardın. Bir ağaç altına oturttun. Yüzümü okşadın, parmaklarını taraklaştırıp saçlarımı düzelttin. O sırada, nasıl oldu bilmem. Bir yabancı peyda oldu. Altında oturduğumuz ağacın kökünü kazdı, koca bir küp çıkarıp önümüze koydu. Küpte sarı sarı altınlar, yeşilli kırmızılı taşlar, dizi dizi küpeler, bilezikler vardı. Sen de ben de sevinç içindeydik. Altınları, yakutları avuçlayıp duruyorduk. Fakat onlar ansızın canlanıverdi, kovandan fırlayan oğul arısı gibi vızlayarak uçtu, kayboldu. Sonra sen de uçtun, o adam da uçtu, bahçe de uçtu. Ben ıssızlıklar içinde yapayalnız kaldım. Titreye titreye uyandım. Şimdi bile söylerken titriyorum.”
Seher, rüyasından bir kısmını değiştiriyor ve bir kısmını saklıyordu. O, sihirli küpü yerden çıkaran adamın çok güzel bir delikanlı olduğunu ve altınlarla elmasların, yakutların, küpün, bahçenin, Kara Süleyman’ın uçup gidişinden sonra onunla baş başa kaldığını görmüştü. Uyanınca da delikanlının kendi yüreğine yaslanıp durduğunu sezmişti. Fakat bunları söylemeyerek sadece zihninden geçiriyordu ve kocasının yırık yırık olmuş porsuk yüzüne bakarken gene o delikanlıyı görerek iliğine kadar kızarıyordu. Geçip giden rüya, bu genç ve dinç kadın için şimdi silinmez bir hülya mevzusu olmuştu. Uyandığından beri onunla oyalanıyordu ve yüreğinde adını sanını bilmediği taze bir erkeğin sıcaklığını duyup boyuna terliyordu.
Kara Süleyman, Tophaneli kadının gördüğü rüyanın tesiri altında bulunduğundan adamakıllı heyecanlanmıştı, karısının sözlerini kelime kelime tartarak bir mana çıkarmaya savaşıyordu. O, rüyalara inanan bütün çağdaşları gibi, tabir denilen, rüyaya mana vermek keyfiyetinde beyazı kara, ölümü hayat, soğuğu sıcak olarak almak, yani düşte ne görülmüşse onun tersi çıkacağına hükmetmek lazım geldiğine kanaat besliyordu. Lakin Tophaneli kadının rüyası, tam bir hakikat hâlini aldığı için karısı tarafından görülmüş olan şu rüyanın da birtakım hadiselere işaret teşkil edebilmesi ihtimalini kabul etmek zorunda kalıyordu, için için üzülüyordu.
Bu üzüntü biraz sonra vesvese derecesine yükseldiğinden yerinde duramadı:
“Pirelendim Seher.” dedi. “Gördüğün düş, boşa benzemiyor. Beni giyindir de Babıali’ye gideyim, etrafı kollayayım. Belki bir değişiklik vardır.”
Kara Süleyman, Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın baştebdili idi. Bu unvan, o devirde muhtelif manalar ifade ederdi. Mesela tebdil hasekisi sözünden saray seyislerinin başı olan adam anlaşılırdı. Sadrazam tebdilleri ise şimdiki taharri memurları gibi bir şey olup icabında kılık değiştirerek vazife görürlerdi.
Yalnız şu var ki, Tanzimat Devri’ne kadar hükûmet memuriyetleri makama değil eşhasa bağlıydı. Söz gelimi sadrazam tebdilleri hükûmet memurları olmayıp kapısında çalıştıkları kimsenin adamları sayılırlardı. Çünkü devlet hazinesinden aylık almazlardı, efendilerinin verdiği para ile geçinirlerdi. Bundan ötürü de sadrazam değişince onların vazifeleri bitmiş olurdu.
Şu bakımdan Kara Süleyman’ın gösterdiği telaş yerindeydi. Karısının düşü doğru çıkıp da sadrazamın başına bir felaket gelirse kendisi açıkta kalacak ve yeni bir kapı buluncaya kadar sıkıntıya uğrayacaktı. Gerçi o, cebi deliklerden değildi, haylice dünyalık sahibiydi.
Fakat genç ve güzel Seher’e “sadrazam baştebdilinin karısı” denilmesindeki zevkin sönüp gitmesini istemiyordu. Bu sıfatı o, oynak ve kıvrak eşinin başına konmuş bir taç saymaktaydı. Bu tacın düşmesiyle o nefis başın biraz kel kalacağına inanıyordu. Onun için sadrazamın yerinde kalmasını gerekli buluyordu ve efendisinin bir kazaya uğraması ihtimalini düşündükçe hafakanlar geçiriyordu.
Bu karı koca Üsküdar’da eski Valide Camii’ne yakın bir sokakta oturuyorlardı. Evleri, içtimai seviyelerine uygun olup beş odalı ve bahçeliydi. Yuvalarına yabancı sokmak istemeyen kuşlar gibi onlar da aralarına hizmetçi almıyorlardı. Kadın bu yalnızlıktan muzdaripti, kendisini deveye eş olmuş ceylan yerine koyup hayıflanıyordu. Erkek, tabiatıyla bahtiyardı. Renk ve koku bakımından güle, şakraklık bakımından da bülbüle benzettiği karısıyla baş başa yaşamakta sonsuz bir saadet duyuyordu, dünyada cennet hayatı geçiriyordu.
Bu ömrün herhangi bir suretle lekeleneceğini düşünmek bile Kara Süleyman’ı çıldırtabilirdi. Onun için çarçabuk giyindi, yüreğine yapışan vesvese kurdunu bir ayak önce söküp atmak ihtiyacıyla kamçılana kamçılana kıyıya indi, bir kayığa atladı, üç akçe bahşiş vaadiyle kürekçiyi hırslandırarak kayığa azami hızı verdirdi ve karaya çıkar çıkmaz da sızılı dizlerinin tahammülünü düşünmeden tırısa kalkıp Babıali’ye ulaştı.
Felaket!.. Eşiğinde en cesur başların eğildiği, en gür seslerin kısıldığı o büyük daire acıklı bir kargaşalık, elemli bir vaveyla içindeydi. Katar katar atlar, küme küme insanlarla karışmıştı. Kimin kişneyip tepindiği, kimin ağlayıp sızladığı seçilemiyordu. Şurada bir adam, sandığını yükletecek hayvan; beride bir at, yularını tutacak insan arıyordu. Merdivenlerden inenler çıkanlarla göğüsleşiyor, sofalarda karamboller yapılıyor, eşya denkleri köşeden köşeye sürükleniyor, tasviri güç bir hercümerç Babıali’nin temelini sakfine3 ve sakfini temeline çıkarıp indiriyordu.
Kara Süleyman daha uzaktan, yıkılmış bir ikbalin ahuvahını sezdi, henüz üç beş saat önce her şey olan efendisinin şimdi bir hiçe munkalip olduğunu anladı, ruhi ıspazmozlar içinde yıkılıp kalkarak o canlı girdap içine girdi ve ilk rastladığı adama sordu:
“Ne var, ne oluyor?”
Dolgun bir heybeyi o kasırgalar âlemi arasından çekip kurtarmaya savaşan adam homurdandı:
“Deli Abdullah Paşa sürgüne gitti!”4
“Niçin?”
Herif omuzlarını silkti, yürüdü ve kalabalık arasında kayboldu. Kara Süleyman karısının hayaliyle baş başa kalmıştı ve öksüz bırakılan sualine o hayalin cevap verdiğini duyuyordu:
“Duman olup uçtu, duman olup uçtu!..”
Fakat o hayal yalnız bunu söylemiyordu, boyuna anlatıyordu:
“Sen de uçtun, bahçe de uçtu, ev de uçtu!..”
Mutlak bir hakikat ifade eder gibi sert ve inandırıcı bir sesle sersemleşmiş idrakine fısıldanan bu sözler Kara Süleyman’ın ruhunu sağırlaştırıyor, kalbini felce sürüklüyor, gözlerini yavaş yavaş perdeliyordu. Sadrazamın azledilip sürgüne gönderilmesiyle doğruluğu tahakkuk etmeye başlayan düşün son kısımlarını da gerçekleşmiş zannederek evinin ve… eşinin elden çıktığını kuruntulayarak için için yıkılıyordu.
Uzun ve pek uzun bir zaman sonra o iç yıkılışı durdu, gözlerindeki perde hafifledi, şuuru işlemeye başladı. Şimdi bir tesadüfün o düşe gerçeklik çeşnisi getirdiğini ve sadrazamın aradan kalkmasıyla düşün de hükmü kalmamış olacağını düşünüp kendini teselli etmeye savaşıyordu. Bununla beraber hakiki tesliyeti karısının gülen gözlerinde bulmak istedi. Tebdiller koğuşundaki eşyasını tesadüflere emanet ve daha doğrusu feda ederek Babıali’den ayrıldı.
Bir serap kovalayan çöl avareleri durumundaydı. Beyninde bir susayış, bir kavruluş duyarak ve uzak bir serap hâlinde benliğini çeken karısının billur endamını hedef tutarak şuursuz adımlarla koşuyordu. Sokağı görmüyordu, evleri fark etmiyordu, insanların geçişini sezmiyordu. Hummaya tutulmuş bir dimağın yangınını taşıyarak göz bebeklerinde beliren seraba doğru uçuyordu. Dizlerinin sızısı da sanki dinmişti. Beynindeki ateş o sızıya merhem olmuşa benziyordu.
Bu hâlle bahçe kapısına geldi ve burnuna deniz kokusu çarpınca yüreği ferahladı. Kovaladığı serap işte bu geniş suyun ortasındaydı; kendisi kuru, kupkuru bir kum deryasını aşar gibi denizi -yana yana-geçerek o seraba, hakiki suya kavuşacaktı. Bu düşünce ile adımlarını biraz daha genişletti, kayıkların bulunduğu yere doğru kıvrıldı.
Artık şuuru aydınlanıyordu, eşyayı ve eşhası seçebiliyordu. Serap, o muattar ve ilahi hedef gene göz bebeklerinde nazlı nazlı açılıp kapanmakla beraber biraz evvelki idrak durgunluğu ve körlük silinmişti. Düşünüyor, görüyor ve adımlarının nereye gittiğini biliyordu. İşte bu sırada kulağına genç bir ses çarptı:
“Uğurlar ola Süleyman Ağa. Ne bu dalgınlık?”
Mukaddes serabı kaybetmeden durdu, gözlerinin nurunu ve şuurunu o serabın şeffaflığı arasından geçirerek önüne dikilen adama baktı. Bu, on yedi on sekiz yaşlarında bir delikanlı olup genç irisi denilen soydandı. Ziyası bol, suyu bol topraklarda yetişen fidanlar gibi tabiatın çizdiği çerçeveyi ve zaman mefhumuna bağlı nispetleri aşarak yaşına sığmayan bir olgunluk elde etmişti. Boyu, omuzları, boynu kemale ermiş bir erkek kuvveti teressüm ettiriyor, fakat yüzünde masum bir gençliğin tatlı saffeti gülümsüyordu. Onda yazılmadan ciltlenmiş bir kitap hâli vardı. Kabına aldananların, kalın bir hacim taşıyan sahifelerini açınca beyaz bir boşluk görüp şaşmaları muhakkaktı.
Kara Süleyman, hummalı dimağına şifa verecek, ruhundaki susuzluğu giderecek seraba bir ayak evvel kavuşmak ihtiyacıyla için için kıvranmasına rağmen duralamaktan geri kalmadı:
“Sen misin Hüseyin?” dedi. “Ne işin var burada?”
“Dolaşıyorum, hava alıyorum.”
“Gene Gülhane’de misin?”
“Evet, oradayım.”
“Rahatsın, değil mi?”
“Rahatlığım yerinde amma gönül şen değil!”
“Neden?”
“Boyuna çapa sallıyorum, toprak belliyorum. Neredeyse ellerim nasırdan çorapsız ırgat tabanına dönecek.”
“Çalışmak iyi şeydir Hüseyin. Ya işsiz kalıp sürünsen niderdin?”
“Beni anam, Arnavut beli, bostan beli, sakız beli sallamak için doğurmadı ağa. Boğazımda binbir çeşit rüzgâr dizili duruyor. Ben, dinleyecek kulak bulursam, onları üfürmek, boyuna şarkı ırlamak isterim. Kör talih, sesimi boğazımda mahpus tutuyor, beni bahçe belletmekte kullanıyor.”
“Sesin o kadar güzel, öyle mi?”
“Bana öyle geliyor. Gülhane’de dinleyenler de aşka gelip karşımda göbek atıyor. Gelgelelim ki öttüğüm yer uşak koğuşu, dinleyicilerim saksağan.”
Kara Süleyman bir nebze dalgınlaştı, kaşlarını çatarak düşündü. Bu genç irisini iki yıl evvel Gülhane’ye yerleştiren kendisiydi. Onu kapı tokmaklarını çala çala iş ararken görmüş, gençliğine ve güzelliğine acıyarak bir dostuna tavsiye etmek suretiyle sürünmekten kurtarmıştı. Bu yüzden aralarında baba-oğul münasebetine yakın bir alaka vardı. Çocuğu böyle serpilip gelişmiş, bir aslan yavrusu hâlini almış görünce sevindiği gibi, onun şarkı ırlamak hevesiyle yanıp tutuşmasına da acımıştı.
Kendisi -altmış yaşına vardığı, bir düzine kadar kadın alıp boşadığı hâlde- henüz babalık zevkine ermiş değildi. Şimdi bu zevke karşı daha acıklı bir tahassür duyuyordu. Hüseyin’e kalbinde yer vermek ihtiyacına kapılıyordu. Aynı zamanda onun sesini de merak ediyordu ve efendisiyle işini kaybetmekten doğma elemini güzel karısıyla paylaşmaktan ise o elemi şu gencin tatlı terennümleriyle avutmak istiyordu.
Bu mülahazalar sonunda kararını verdi:
“Zabitlerin darılmazsa bize gidelim, bu geceyi beraber geçirelim. Zaten canım da sıkıntılı. Sadrazam sürüldüğü için işsiz kaldım. Evde kötü kötü düşüneceğime seni dinlerim, sesin iyi ise şevke gelip derdimi unuturum.”
Hüseyin, izinli olduğunu söylediğinden tereddüde yer kalmadı, genç ve ihtiyar yoldaşlar kol kola girdi, bir kayık tutuldu, konuşula konuşula Üsküdar’a ulaşıldı.
Seher, kocasının bir misafirle geldiğini görünce mutfağa kapanmıştı, düşüne ait haberleri orada bekliyordu. Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi.
“Tasalanma.” dedi. “Allah büyüktür. Bugün bir kapı kaparsa yarın bin kapı açar. Elverir ki, sen ve ben sağ olalım.”
Güzel kadın, o devrin tevekkül felsefesine candan bağlı olduğu için bu gibi sözleri dinlemekten müstağni idi. O sebeple kocasının sözünü kesti:
“Bir Köroğlu bir avradız, nasıl olsa geçiniriz. Köşemizde üç beş kuruşumuz da var. İlegüne yüzsuyu dökecek değiliz. Hiç üzülme, keyfine bak. Fakat biraz paça ile pilavdan başka yemeğimiz yok. Getirdiğin konuğa ne yedireceğiz?”
“Konuk dediğin, bizim Gülhane’deki Hüseyin’dir. Maşallah büyümüş, yiğit olmuş. Biraz ırlasın diye aldım, getirdim. Önüne ne koysak yer. Hazırdaki yemeklere bir de kaygana kat, hepimize yeter!”
Bir iki saat sonra Süleyman’la Hüseyin sofradan kalkmışlardı, birer mindere bağdaş kurup dertleşiyorlardı. Seher de ayaküstü üç beş lokma atıştırıp ve bulaşıkları yüzüstü bırakıp hırsız yürüyüşüyle sofaya çıkmıştı, gözünü anahtar deliğine uydurarak onları gözetliyor, sözlerini cankulağıyla dinliyordu.
O, garip bir heyecan içindeydi. Şu memnu5 temaşadan hem haz hem elem duyuyordu. Üç mumlu bir şamdanın aydınlatmaktan ziyade soluk gölgelerle beneklediği geniş oda içinde hasta bir hazan ile dipdiri bir baharın konuştuğunu görmekten haz alıyordu. O hazanın kendi koynunda yaşadığını düşünmüyordu. Yalnız ötekinin, o genç misafirin, kocasıyla karşılaşmak yüzünden bambaşka bir dirilik, bir tazelik ve güzellik tecelli ettirdiğini seyrederek mahzuz bir heyecana kapılıyordu. Fakat bir gece evvelki düş de kafasında canlanarak o tatlı heyecana elem katıyordu. Çünkü sadrazamın duman olup uçuşundan düşün doğruluğu seziliyordu. Şu konuğun da o rüyanın sonunu gerçekleştirmek için evlerine gelmiş olması, acaba muhtemel değil miydi?..
Gülhaneli Hüseyin, gerçi düşte gördüğü delikanlının aynı değildi, lakin onun gibi gençti, onun gibi güzeldi ve bilhassa onun gibi içine sarsıntı, iliklerine yanıklık veriyordu.
Seher, o günün sabahından beri yüreğinde erinip gerinen ve beynine tatlı bir karışıklık getiren hayalin o dakikada silindiğini, yerine Gülhaneli Hüseyin’in geçtiğini sezerek bir iç sarhoşluğuna uğrarken Kara Süleyman misafirine teklif etti:
“Irla artık. Söz tükendi, sıra sese geldi!”
Bu teklifi duyan Seher, hemen durumunu düzeltti, ellerini biraz daha sıkarak dizlerine perçinledi, gözünü tam bir intibakla deliğe yapıştırdı, nefesini kesti, dışarı fırlamasından korktuğu yüreğini hapis için dudaklarını sıktı, canlı bir bahar numunesi sayarak, tepeden tırnağa kadar her yerini beğendiği gencin sesine ruhunu açtı, dinlemeye koyuldu.
Hüseyin ne naz etti ne niyaz ettirdi. Kara Süleyman’ın ırla demesiyle beraber, başından börkünü attı, perişan kâküllerini bir el darbesiyle düzeltti.
“Benim bildiklerim…” dedi. “Hep çalıp kapmadır. Üstümde hoca hakkı yok. Onun için usulde kusur edersem hoş görün.”
Ve birden Derviş Ömer bestesi diye meşhur olan şu varsağıyı terennüme girişti:
Ağzıyla değil, ruhuyla ırlıyordu. Ses, hançeresinden değil, yüreğinden çıkıyordu. Bundan ötürü güfte dayanılmaz bir feryat, beste de gönüllere hercümerç veren bir fırtına oluyordu.
Süleyman, vect içinde sallanıyor, rüzgâra tutulmuş kalın bir dal gibi garip sesler çıkara çıkara kıvranıyordu. Fakat Seher ona nispetle yüz kat daha fazla heyecanlanmıştı. İdraki titreyerek, kalbi titreyerek ve bütün vücudu titreyerek eşiğin önünde gözyaşı döküyordu.
Hüseyin, başka bir âlemde bulunuyormuş ve yalnız duygularıyla baş başa kalmış gibi görünüyordu. Karşısında sallanıp duran adamı görmeyerek, gece veya gündüz içinde mi bulunduğunu sezmeyerek, muhitle ilgilenmeyerek, sanat aşkını terennümde devam ediyordu. Varsağıdan sonra, gene bir kayabaşı bestesiyle şu parçayı ırlamaya başlamıştı:
Sevdiğim cemalin çünkü göremem,
Çıkmasın hayalin dili şeydadan,
Eşiğine çünkü yüzler süremem,
Alayım kokunu bâdi sabadan!
Bu şiiri okurken göremediği, doya doya seyredemediği sevgiliyi odanın boşluklarında arar gibi yanık bir avarelikle gözlerini sağa sola çeviriyor ve ara sıra yetim bakışlarını eşiğe koşturarak görünmez bir hayalin izini araştırıyordu. Onun rüzgârlardan sevgiliye ait bir koku aradığını söylerken takındığı hasta vaziyet, bilhassa samimi idi. Kara Süleyman bile coşkun bir tahassüs içinde bulunmasına rağmen, o hâlin farkında oldu:
“Be oğlum!” dedi. “Tutkuna benziyorsun. Yalnız sesin değil, her yanın ağlıyor!”
Heyecanını damla damla gül yanaklarında şebnemleştiren Seher de Hüseyin’in boşluklarda avare avare dolaşan gözlerini, ara sıra eşiğe dökülen bakışlarını görerek buhranlar geçirmekte idi. İçinden yükselip gelen bir ses ona “Gir, odaya gir. Bu yetim bakışları okşa!” diyor ve kadınlığının bütün ihtirasları ayağa kalkarak kendisine çılgınlıklar teklif ediyor gibiydi.
Bu hâl, belki bir saat, belki iki saat sürdü. Hüseyin’in hançeresi yoruldu, sesine mecalsizlik geldi ve ırlama faslı kendiliğinden kesildi.
Kara Süleyman da karısı da uzun süren bir yürek kasırgasından kurtulmuş gibi, sersem bir haz ve mahzuz bir hayret içinde idraklerini toplamaya çalışıyorlardı. Yorgun yorgun, bulundukları yerde düşünüyorlardı. Süleyman, uzun bir sükûttan sonra, derlenip toplandı:
“Eh!” dedi. “Hakkın varmış. Sesin Davut Peygamber’inki kadar güzel. Hocalar o ırlarken demirin eridiğini söylüyorlar. Sen, adamın yüreğini eritiyorsun. Tanrı kem nazardan esirgesin. Bir gün bu sesle sen saraya meyzinbaşı olursun!”
Ve Hüseyin’in cevap vermesini beklemeden ilave etti:
“Beni şevke getirdin amma yoruldun. Döşeğini sereyim de yat. Yarın gene görüşürüz.”
Seher, yüreğini eşikte bırakarak ve genç misafirin hayalini kucaklayarak başka bir odaya kaçarken Hüseyin ev sahibine cevap verdi:
“Yatalım ağa. Uyumak, uyanık durmaktan iyi. Çünkü bahtı kara olanlar yalnız uyurken gülerler!”
Kara Süleyman, alık bir tebessüm içinde hayretini haykırdı:
“Neler de biliyorsun, neler, seni dinleyenler Gülhane’de bel sallayan toy bir delikanlı değil de güngörmüş müderrislerle konuştuklarını sanacaklar. Şu küçük ağıza bu büyük sözler hiç yakışmıyor!”
Biraz sonra güzel sesli misafir, temiz bir yatağın içinde mışıl mışıl uyuyor, Seher de kocasının horultuları arasında sevimli konuğun hayaline yüreğinin bestelediği ninnileri fısıldıyordu.
***
Seher, şafağı yüreğinde bularak uyandı, geceyi yatağında uyur bırakarak sofaya çıktı, ayağının ucuna basa basa beriki odanın eşiğine yanaştı, gözlerini mahut deliğe yapıştırdı, içeriyi görmeye çalıştı. Onun uykuda nasıl göründüğünü anlamak ve mehtabın yatağa nasıl uzandığını seyretmek istiyordu. Fakat misafiri uyanmış ve giyinip kuşanmış gördü. Telaşa düşerek hemen merdivene atıldı, koşar gibi inerek mutfağa girdi, bir sabah çorbası hazırlamaya koyuldu. Eli işte, kulağı kirişte, gözü ise hep onun hayalindeydi.
Sabahın serin beyazlığından bir göl okşayışı sezinsiyordu ve ruhunun bu gölde yıkandığını kuruntulayarak tatlı ürpermeler geçiriyordu. Fakat içinde anlaşılmaz bir kaynayış, bir yanış vardı. Ziyayla, seherî serinlikle yıkanmak, o iç ateşine sükûn veriyordu. Hüseyin’in, o genç kudretin kollarında sallana sallana serinlemek için dayanılmaz bir iştiyak duyuyordu.
Kocasının kalın sesi, bu dalaletli kuruntulardan onu çekip çıkardı. Herif, merdiven başından emirlerini haykırıyordu:
“Hu, küldöken.7 Sofrayı bahçeye kur. Biz bir ağaç altı sohbeti yapacağız.”
Yüreğini yakan güneşi doya doya seyredebilmek ümidiyle hırslanan kadın, bu emri çarçabuk yerine getirdi, bir badem ağacının altına iki minder koydu, Eyüp işi sofra altlığı üzerine siniyi yerleştirdi, uçları işlemeli kenar havlusunu fırdolayı siniye iliştirdi, un çorbasıyla baldan, kaymaktan ibaret olan kahvaltıyı ayrı bir tepsi içinde sofranın yanına bıraktı, kahve takımını ve küme küme ateş dolu mangalı bahçeye indirdi, sonra yukarı çıktı, kocasıyla konuğun oturdukları odanın önüne geldi, kapıya üç fiske vurdu. Bu, kadın sesinin yabancılara duyurulmasına müsaade edilmeyen bir devirde o sese vekâlet eden işaretlerdendi. Fakat Seher o gülünç âdete uyarak sofranın hazır bulunduğunu hafif üç fiske ile kocasına haber verirken tabii olmaktan çok uzaktı. Parmaklarının kapıya değil, genç misafirin tenine temas ettiğini zannederek titriyordu ve o işaretten bir gönül selamı sezinseneceğini kuruntulayarak mahzuz bir sarsıntı geçiriyordu.
Erkekler bahçeye inerken o, içine kapandığı odanın kapısını aralık bırakarak Hüseyin’i uzun uzun teşyi etti. Sonra kafesin arkasına oturup delikanlıyı -ferih ve fahur- temaşaya daldı. Sofrayı böyle bir seyre müsait olacak yere kurduğu için dilediği kadar ve doya doya genç konuğu tetkik edebiliyordu.
Onlar neşeli bir iştiha içinde çorbalarını içerken, genç ömrünü sızılı bir çift bacağa bakıcı yapmak felaketiyle iki üç yıldan beri inleyip duran kadın, karmakarışık düşünceler geçirip duruyordu. Güzelliklere alışıldığı gibi, çirkinliklerle de ülfet husule gelir. Seher, bu tabiat kaidesi dışında kalmış değildi. İlk izdivaç günlerinde tiksine tiksine yanına yaklaştığı geçkin ve hasta kocasına yavaş yavaş alışmış bulunuyordu. Evvelce onun sızılarını avuçlarında dindirmeye uğraşırken parmaklarının, kalbinin ve gözlerinin sızladığını hissederdi. Gene evvelce onun yorgun gözlerine bakarken içine elem dolar ve ömründen parça parça bir şeyler döküldüğünü sanarak ağlamak ihtiyacını duyardı. Sonraları bunlar, bu demlenmeler geçmiş ve kocasıyla münasebeti tabiileşmişti.
Fakat şimdi ilk günlerin tiksintileri, acıları -hem de toplu olarak-içinde şahlanıyordu. Hatta eşinin bacaklarındaki o dinmek bilmez sızıları da kendi parmaklarında -sabunla yıkanmaz, dağlanmakla çıkmaz bir kir gibi- kümelenmiş görüyordu.
Bu hissî değişikliği yapan, kocasıyla konuğunun yan yana bulunuşuydu. Seher, kendine tasarruf eden erkekle, kendisinin tasarruf etmek istediği erkeği mukayese ettikçe fenalaşıyor ve ömrünün nasıl heder olduğunu bütün fecaatiyle kavrayarak için için ağlıyordu.
Onu, en ziyade üzen ümitsizlikti. Düşünde görüp de ruhi bir ızdırapla kalbine geçirdiği erkeğin yerini şimdi şu delikanlıya vermişti. Lakin ona ne kucağında ne dudağında bir yer veremeyeceğini biliyordu. Biraz sonra genç adam, talihsiz bir kadın kalbinde nasıl bir yangın tutuşturduğunu sezmeden, hatta böyle bir kadın bulunduğunu anlamadan ayrılıp gidecekti ve o yanık kalp, gene beriki hasta adamın sızılı bacaklarına takılı kalacaktı.
Yusuf’u İsa şiyem Musa ağa kim tal’ati
Gün gibi bir şu’ledir gûya çırağı Tûr’dan
Tineti hâkinde yok asla kuduretten eser
Cismini halk eylemiş barî taalâ nur’dan
Böyle ziba suretü pakîze siret görmedim
Bir melektir gûyiya etmiş tevellüd Hûr’dan
Cebhei berrak ile ol gerdeni kâfûr – renk
Zahir oldukça giribani siyah sammûr’dan:
Seyreden kimse tulû etti kıyas eyler hemen
Âfitabı âlem ârâyi şebideye deycûr’dan!