Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hürrem Sultan», sayfa 2

Yazı tipi:

ATEŞ HATTINDA AŞK

Sadrazam Piri Paşa, yeri öpüp geri çekildi. Hünkârın yüzünü biraz solgun gördüğü için endişelenmişti, önüne bakar gibi davranarak gizlice bu soluk çehrenin sakladığı düşünceleri araştırıyordu. Süleyman, uzunca bir lahza sessiz kaldıktan sonra eliyle, odanın bir kenarında serili duran Bursa ihramını gösterdi:

“Otur lala.” dedi. “Ayakta durma.”

Piri Paşa, yere kadar eğildi ve telaşla cevap verdi:

“Estağfurullah efendim. Kul haddini bilir.”

“Uzun etme lala otur. Çünkü konuşmamız hayli uzun sürecek. Yorulur, rahatsız olursun.”

Sadrazam bu sefer, “El’emrü fevkaledeb.”7 dedi, işaret olunan yere oturdu ve hünkârın sorduğu soru üzerine anlatmaya koyuldu:

“Kurtoğlu, Rodos işini dilinden düşürmez oldu, hakkı da yok değil. Mısır’a gidip gelecek gemilerimizin emniyeti için adanın alınması gerek.”

Hünkâr, sadrazamın sözünü kesti:

“Eski hıncı çıkarmak için de bu işi başarmak lazım.”

“Doğrudur şevketli hünkâr. Hınç meselesi de var. Fakat biz öç almak için değil, Akdeniz’i de Türk yapmak için Rodos’a el atmak isteriz. Şövalyeler yolkesenlik ediyorlar, şu koyda, bu koyda pusu kurup silahsız yolcuları yakalıyorlar, küreğe koyuyorlar. Hainlerin elinde binden fazla tutsak bulunduğunu sanıyorum. Onlar, bizim yardıma koşmamızı bekliyorlar.”

“İyi ya, hemen yürüyelim. Ne bekliyoruz böyle?”

“Kurtoğlu kulun da öyle diyor, Vezir Mustafa kölense oturamaz oldu, elinden gelse tek başına Rodos’a koşacak. ”8

Hünkârın kaşları çatıldı:

“Ben de telaş içindeyim, bir ayak önce savaşa girişmek istiyorum. Fakat sen, yalnız sen, bıyık falından ayrılmıyorsun.”

“Merhamet buyur hünkârım, celallenme. Maslahat büyüktür, düşünmek ve çok düşünmek ister. Makamı cennet olsun, pederiniz merhum gibi bir sahipkıran Rodos üzerine yürümekte teenni gösterdi, acele eylemedi. Ben kulun o zaman Kurtoğlu gibi, Mustafa Paşa gibi davranıyordum, hemen yürüyelim diyordum. Merhumdan tekdir işittim. Lakin o haklıydı, biz kısa düşünüyorduk.”

Ve mühim bir hatıranın zihninde kımıldanmasıyla vecde gelmiş gibi sesi değişe değişe anlattı:

“Rahmetli efendimin emriyle yüz elli gemi yapmaya başlamıştık. Yüz kadırga da hazırdı, hünkârın küçük bir işaretini bekliyordu, orduyu da hemen sefere çıkacak hâle koymuştuk. Merhum, bu durumda bir gün bizi huzuruna çağırttı, sordu:

‘Beni Rodos’a götürmek istiyorsunuz, değil mi?’ Ben, sevine sevine cevap verdim:

‘İznin olursa öyle hünkârım.’

‘Peki, ne kadar barutunuz var?’

‘Dört ay sürecek bir muhasaraya yeter miktarda!’

‘Bu kadar barutla Rodos alınmaz. Siz ata gemsiz binen, yola azıksız çıkan gafillersiniz. Benim de alnıma kir süreceksiniz. İlkin tedarikinizi görün, sonra orduyu sefere sürün.’ ”

Piri Paşa, Yavuz’la yapılan bu muhavereyi naklettikten sonra -o günün hâlâ yaşayan hicabını silmek ister gibi- elini alnına götürdü:

“İşte…” dedi. “Bu söz bana ders oldu. Bol gemi, bol barut, bol azık tedarik etmedikçe, adayı alacağımıza inanç getirmedikçe bu yaman işe el vurmayı doğru bulmuyorum.”

Süleyman sinirlenmişti, ihtiyar vezirin teenni ve ihtiyat tavsiye eden sözlerinden huylanmıştı. Onun Rodos işini başarılması çok güç bir maslahat şeklinde tasvir etmesi, aynı zamanda, gururuna da dokunuyordu. Bu sebeple hırçınlaştı:

“Kanın…” dedi. “Sulanmış, eski ataklığın kalmamış. Fakat ben henüz gencim, atılganım. Böyle de olmasam Rodos’un Belgrat’tan daha sarp olmadığını biliyorum. Orada Macarları nasıl yendiysem burada da şövalyeleri berbat edeceğime eminim.”

Ve yerinden fırladı, Piri Paşa’yı da sıçrattı:

“Rodos’ta binden fazla Türk’ün küreğe konulduğunu söyleyen sensin. Onların daha birçok günler inlemesini isteyen yine sensin. Bu ne hâldir, ne çirkin duygusuzluktur? Bin Türk zincirde inlesin de sen sarayında güle güle yatasın, öyle mi? Ayıp lala, ayıp!

Sana yakışan küreğe konulmuş Türklerin her biri için bir Rodos yıkmaktır. Şövalyelerin Rodos’unu korumak değil.”

Oda içinde geziniyor, homurdanıyor, eliyle koluyla birtakım işaretler yapıyordu. Piri Paşa, Fatih’in mağlup olduğu ve Yavuz’un gitmek istemediği bir yere esaslı ve etraflı hazırlıklar yapmadan koşmak temayülü gösteren genç hünkârın sinirlerini yatıştırmak için ter döke döke bir çare araştırırken o, ansızın durdu:

“Belgrat dönüşünde ve yan yolda oğlum Murat’ın öldüğünü duydum, İstanbul’a yaklaşınca bir kızımın toprağa verildiğini işittim, saraya adım atınca büyük şehzadem Mahmut’un cenazesiyle karşılaştım. Fakat bu üç ölüm senin şu durumun kadar yüreğimi yaralamadı. Sen bana bu kafayla mı hizmet edeceksin?”

Piri Paşa, kekeledi:

“Maslahatı inceleyelim demek istedim. Yanlış anlamayın hünkârım.”

“Maslahatı incelemek mi? Sen yalnız korkak değilsin ahmaksın da. Çünkü benim ulu orta hareket ettiğimi sanıyorsun. Acaba ben çürük tahtaya basar mıyım, benden evvelkilerin başaramadıkları bir işe el vururken körce davranır mıyım? Senin inceleyelim dediğin maslahatı ben didik didik ettim, özüne kadar inceledim. Rodos’a gitmek istiyorsam kazanacağımı bildiğimdendir: Kale beni bekliyor!”

Piri Paşa, bu sözlerin neye delalet ettiğini anlamaya savaşırken hünkâr, koynundan bir tomar kâğıt çıkardı:

“Bak!” dedi. “Hekim Salamon’la Almaral ne yazıyorlar?”

Sadrazam şaşkın bir tehalükle kâğıtlara el uzattı ve korkak korkak mırıldandı:

“Bu adamları ben kulun tanımıyorum, adlarını yeni duyuyorum.”

“Çünkü uyuyorsun, çünkü seferin yalnız barut işi olduğuna inanmışsın.”

Ve çok şeyler bilen bir adam gururuyla anlattı:

“Salamon, Rodos’un gözü açık, kulağı delik hekimlerindendir. Almaral, şövalye tarikatının başkançılarıdır, asıl adı Andre’dir ama Almaral diye anılıyor. Bunlar, benim Rodos’u şövalyelere bağışlamayacağımı, senden daha iyi anladıkları için hizmetime can atıyorlar, kale hakkında mükemmel malumat veriyorlar ve oraya bir ayak önce varmam için yalvarıyorlar. Sen de gitmeyeyim diye yalvarıyorsun. Anla durumun ne olduğunu!”

Vesikalar gerçekten mühimdi, adanın en ücra noktasına kadar tespit olunmuş haritasını, kalenin planlarını da ihtiva eden bu dosyada şövalyeler elindeki kuvvetin kemiyet ve keyfiyeti, cephane ve zahire miktarı ayrı ayrı mukayyeddi ve her iki muhbir, adaya hücum için en münasip zamanın hulul etmiş olduğunu söylemekte müttefikti.

Piri Paşa, İtalyanca asıllarına Türkçe tercümeleri iliştirilmiş olan bu mühim vesikaları dikkatle gözden geçirdi ve tecrübeli bir vezir gibi davranarak onların ne dereceye kadar itimada layık olduklarını anlamak istedi:

“Kerem buyur, küstahlığımı hoş gör padişahım. Bir noktayı öğrenmek isterim: Bu kâğıtları kim getirdi size?”

“Mısırlı Pir Ali Reis!”

“Efendimi de gördü mü bu Pir Ali?”

“Hayır, bizim Hasodabaşı İbrahim’i tanır o.”

“Demek İbrahim Ağa bu yazıp çizme işini idare ediyor. Ben kuluna da haber vermeye lüzum görmüyor.”

“Vay kıskandın mı İbrahim’i?”

“Kıskanmadım, kıskanmam da. Fakat padişahımın birinci hizmetkârı benim. Devleti harbe götürecek işleri herkesten önce benim bilmem icap eder. Bugün İbrahim, yarın Ahmet, öbür gün Hüseyin devlet işlerine perde arkasından parmak uzatırlarsa düzen bozulur. Efendime bu ciheti arz etmek istedim.”

Süleyman, mahcup ettiğini sandığı ihtiyar vezirin birden taarruza ve tarize geçtiğini görünce kızmıştı fakat onu yerinde ve zamanında cezalandırmayı daha uygun bularak hiddetini yendi, sesini biraz tatlılaştırdı:

“Senden saklı bir iş yapılmış değildir. İşte kâğıtlar hep elinde. Sonra düşün ki İbrahim’in maksadı bana ve devletime hizmettir. Eğer o, adadaki Rum kızlarından biriyle Denizci Mahmut Reis’in seviştiğini haber almasa, Pir Ali Reis’ten de istifade etmeyi düşünmese biz ne Hekim Salamon’u ne Almaral’ı elde edemezdik.”

Piri Paşa, bariz bir hayretle sordu:

“Arada bir Rum kızı da mı var?”

“Evet, var. Bu kız, genç şövalyenin kapatmasıdır. Herifi sever görünür ama bizim Mahmut Reis’ten iki piç kazanmıştır. Şövalye bu çocukları kendinin sanıyor. Varsın, yine öyle sansın. Orası bize gerekmez.”

“Gerçekten kocamışım, bunamışım padişahım. Şu kıssadan bir şey anlamadım.”

“Dur anlatayım lala, kıssa çok nefistir. Mahmut Reis, iyi Rumca bilir. Bizim İbrahim’in de dostu. İbrahim onu Moralı kılığına koydu, bezirgânmış gibi birkaç kere Rodos’a yolladı. O, mal alıp satmak bahanesiyle orada bize casusluk edecek adamlar arıyordu. İlkin bu kızla tanıştı, çarçabuk sevişti, iki yıl içinde onu iki kere ana yaptı. Bir yandan da kılavuzlukta kullanıp Hekim Salamon’la Almaral’ı elde etti.”

“Pir Ali Reis nereden çıktı?”

“Mahmut Reis adadan ayrılışlarında İstanbul’a gelmiyor, hep Mora’ya gidiyor. Çünkü şövalyelerin de İstanbul’da casusları var. Onun için ihtiyat etmek lazım. Pir Ali Reis ise İbrahim vasıtasıyla benden aldığı emir üzerine Mora sularında dolaşıyor, Mahmut Reis döndükçe kendisiyle görüşüyor, getirdiği kâğıtları alıp buraya yolluyor.”

“Şu hâlde kale içinden alınmış demektir. Ferman buyurursanız harekete geçelim.”

“Kabilse şimdi!”

Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da dul bir kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı:

“Sadrazam…” dedi. “Rodos’a seferin vakti geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vakti geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”

O, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı:

“Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”

***

Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman, hareme girmedi, kadınlarla temas etmedi, hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyordu. Harp hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı, kendisi zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık padişahın ağzında efsunlu bir meze bir çerez mahiyeti almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.

Yalnız şarap değil, saz da Hürrem’i anmak ve andırmak için vesile olup gidiyordu. İbrahim, yaya el vurup sazının tellerini:

 
Beni senden sanema kimse cüda eyleyemez
Meğer ol gün ki gele, canı yerinden ayıra
 

diye yanık yanık söyletince, Süleyman padişahlık vakarından sıyrılır gibi oluyordu:

“Öyledir İbrahim öyle. Teller doğru söylüyor.” diye inim inim inliyordu. Bazen yüreğinde alevlenen aşkın ibramiyle çılgına döner, İbrahim’in terennüm ettiği besteyi yarım bıraktırarak haykırırdı:

“Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım ‘kelamı’ oku.”

Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:

 
Dağı gamin ki mihrü muhabbet nişânıdır
Sinemde saklarım ki saadet nişânıdır
 

Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı:

“Sana bir değil, bin değil, yüz bin can feda, niye gam çekersin. Çekil halvete, dilediğin kâmı al. Önünde engel mi var?”

O vakit hünkâr, acı acı gülümserdi:

“Bu bir sırdır, ruh sırrıdır. Ben ona başka türlü âşığım. ‘Gel!’ desem geleceğini bilirim, hatta ‘Öl!’ desem öleceğini bilirim. Çünkü ben padişahım, o bir halayıktır. Fakat bu, kaziyenin dış yüzüdür. İçyüzüne gelince yerlerimiz değişiyor. O sultan oluyor, kölelik bana düşüyor. Böyle olunca da gel demek, öl demek onun hakkı!”

“Siz işaret buyurun, o ‘gel’ demekten çekinmez, çünkü haddine düşmez hünkârım.”

“Çekinmez, belki. Fakat âşıklar mezhebinde teklife cevaz yoktur. Maşuk, zamanında merhamet eder, âşığı ölümden kurtarır.”

Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir misal gösterdi:

“Biz, rahmetli pederimizle elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne cebbar, ne de kahharız. Hâlbuki aşk o gerçekten yavuz kişiyi de nâleden nâle (çöp demektir) çevirmiş, zârü nizar etmişti.

 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
 

diyen babam değil miydi?”

Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi:

“Haklısın hünkârım.” derdi. “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın azametinden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat: Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka/Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”

İbrahim, çok zeki bir gençti. Kürenin yarısını elinde tutan, öbür yarısını da haşmetinin velvelesiyle sersemleştiren şu tâcidar âşığın ruhunu kavramıştı. Huyunu bütün incelikleriyle öğrenmişti. Kendi vazifesi onun nabzına göre şerbet vermekti. Çünkü yarı kürenin -Süleyman’dan sonra- en kudretli adamı olmak için böyle davranmak gerekti. Lakin nabza göre şerbet vermek, hakikatlerden tegafül etmek değildi. O, vereceği şerbetin şekerini sezdiği hakikatin rengine ve mahiyetine nazaran tayin etmeyi de gerekli bulurdu.

Aşk işinde de bu yolu tutmuştu. Padişahın mizacındaki feveranı gözeterek dil kullanıyordu. Yoksa tahtın güzellik önünde hasıra çevrilmeyeceğini, yerlerde sürünmeyeceğini biliyordu. Taç, bir küme altın saç önünde belki eğilir, fakat bu eğiliş o saçı kendine tuğ yapmak içindir! Taht da müstesna bir güzelliğe karşı duygu gösterir, incizap gösterir ve açılır. Lakin maksadı o güzelliği içine atmak ve eritmektir.

İbrahim bütün bu hakikatleri biliyordu hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya da kadir olan bu genç hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması başkalarını hayrete düşürse bile hasodabaşıya taaccüp vermezdi. Zira o, padişahın hudutsuz bir kudretten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, ızdıraba teşne kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin kanaatine göre padişahın Hürrem’e yanıp yakılması ve hele onu hemen kendine mal etmeyerek uzakta bulundurmak suretiyle ortaya suni bir hicran koyması hep o ruhi sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen vazife padişahın bu ruhi hâletini okşamak, muhayyel elemlerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.

İbrahim, kendi ikbalini ve istikbalini düşünerek nedimlik vazifesini ince bir maharetle yaparken Sultan Süleyman’ın arızi ve gelip geçici temayüllerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne saz o özü, uzun müddet sarhoş tutamazdı. Aşk da -şimdi görünen marazi şekilde de olsa- o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim, bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına hasıl oldukça, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük maslahatı olan Rodos seferine intikal ettiriyordu.

Sultan Süleyman, savaş için ata bineceği güne kadar Hürrem’in hayaliyle oyalanmak, yakınlık içinde halk olunmuş şu hicran âleminin üzücü zevkine benliğini vakfetmek istemekle beraber nediminin temas ettiği mevzulara alaka göstermekten geri kalmaz ve hemen tasavvurlarını, kararlarını sıralamaya koyardı. Fakat o halvet demlerinde bu çeşit musahabeler, iki kadeh arasındaki fasıla kadar kısa sürerdi ve söz yine saza verilerek mevzu hızla değiştirilirdi.

Bir hayli günler işte bu biçimde geçti, genç tâcidar genç nedimiyle uzun bir halvet âlemi yaşadı, yüreğini bütün genişliğiyle kendisine verdiği kız, yanı başındayken onu görmedi, fakat adını da dilinden düşürmedi. Emeli uçar bir pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta hâlinde ona yaklaşmak ve bu muhtazır ruhu sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.

Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu vaziyette hünkâra haber verdi:

“Padişahım.” dedi. “Üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”

O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhi zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını tebliğ etti:

“Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”

Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın.” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı:

“Hürrem’i bir kez görmek istemez misin aslanım?”

“O yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar’a geç, Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”

Ve annesinin kulağına eğildi:

“Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık olarak tanımasını isterim. Bu zahmet de sana düşer.”

Ve Haseki Mahidevran başta olmak üzere birkaç saraylıyla konuşmadı, oğlu Mustafa’yla da ancak bir saniye oyalandı, doğru kıyıya indi, kayığa bindi. Bu inişte ve binişte, saraydan kaçış gibi bariz bir istical seziliyordu. Mahidevran, yüreğini bastıra bastıra, şehzade Mustafa nemli gözlerini aça aça bu hâle hayretini izhar ediyorlardı. Yalnız Hürrem, Valide Sultan dairesinin bir köşesinde onu, kayıtsız gibi görünen bakışlarla, takip ve teşyi eden Hürrem, şu kaçışa benzeyen uzaklaşıştaki sırrı apaçık görüyordu. Henüz on yedi yaşında bulunan esir, bu kudretli erkeğin kendisiyle karşılaşmaktan korktuğunu anlamıştı ve için için gülmüştü. Çünkü aşktan kaçanların maşuklarını daha çabuk bulmak için koştuklarını, her kadın gibi o da biliyordu.

Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten, bütün manasıyla, korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vadeden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık vakarına yakışmaz tenezzül irtikâp etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.

Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyordu, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı sanki bir refrefti, onun benliğini berkî bir hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.9

Bu değişiklik ve bu hissî yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında; sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı gök demire bürünmüş alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selamlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.

Daha ötede filo, renk renk alay bayraklarına sarılarak selam vaziyetinde kendisinin geçmesini bekliyordu. Baştarda, Türk gücünün harekete geçişini seyir için ölçülmez derinliklerin böğründen fırlayıp ortaya çıkmış bir deniz perisi gibi göz alıcı bir ihtişam içinde nazlı nazlı sallanıyor; kapudaneler, patronalar, riyalalar bu sallanışı yelpazeler gibi zarif bir ahenkle yavaş yavaş kımıldanıyordu. Güneş, bu azametli filoyu yakında görmek ve onun bağrından genç tâcidarın köpüklerle bezenmiş yoluna dökülen alkışları yakından duymak için sanki yere ağıyor ve kamaşmış bir göz gibi sahnenin üzerinde yanıyordu.10

Miğferler, zırhlar, kalkanlar, mızraklar, altın ve gümüş kitabeler, renk renk bayraklar, çeşit çeşit fenerler Türk donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmetin ve bu heybetin içine getirdiği inşirah içinde hakiki bir miraç zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve mağrur bir itimatla gülümseyerek için için söylendi:

“Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”

Donanma toplarının velvelesiyle teşyi olunarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.

Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileri, hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa, Salacık semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saray mirî binalardandı.

Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.

Sultan Süleyman yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından geçerek otağına ulaştı ve ilk emir olarak sadrazama şu tebliğde bulundu:

“Validem gelecek. Rikâbında bulun, menzile ilet, kendisini iyi gözet. Zinhar sıkılmasın.”

Onun sıkılmamasını istediği mahluk, anası değil, Hürrem’di. Fakat ötekini zikredip berikini kastediyordu ve bu mahrem tahatturdan ayrıca bir zevk alıyordu. Bununla beraber oraya Hürrem’le meşgul olmak için gelmediğini de unutmuyordu. O sebeple Piri Paşa’yı savdıktan sonra iki Mustafalar dediği paşaları yanına çağırttı.

Bunlardan biri vezirdi ve kendisinin eniştesiydi, öbürü henüz vezir değilse de paşa unvanını almış bir yiğitti, Yaylak lakabıyla anılıyordu.

Süleyman, yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi:

“Bak paşa…” dedi. “Bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük ceddim Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan, bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”

Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü:

“Serasker paşa, hem adaşın hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”

Onlar el ve yer öpüp filoya iltihak etmek üzere ayrıldıktan sonra huzura Hasodabaşı İbrahim girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir tebessümle soruyordu:

“Sofra kurulsun, etraf çevrilsin mi efendim?”

Süleyman bu soruya cevap vermeden kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Bunlar, menzil cetveliyle Mahmut Reis’ten en son gelen raporlardı. Rodos’ta kalbini ele geçirdiği Rum kızının yardımıyla çok önemli bilgiler toplayan cesur denizci bu sefer, kırk iki yıl önce yapılan Rodos muhasarasına ait krokileri, planları yollamış ve o muhasarada Türklere casusluk edip sonunda birer suretle felakete uğrayanların hatıralarından Hekim Salamon’la Almaral’ın endişeye düştüklerini, kendilerinin dile ve ele verilmemesi için yalvardıklarını da uzun bir mektupla bildirmişti.11

Hasodabaşı İbrahim, hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı:

“Mahmut Reis’in…” dedi. “Hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır faş olursa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”

Süleyman, bu mülahazanın tamamıyla zıddını ileri sürdü:

“Bence…” dedi. “Bu değersiz bir maslahattır. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir.12 Bu gibilerin ademi, vücudundan evladır.

Zaruret hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur lakin eli öpülmez, casusların da hizmeti ödenir fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri lazım, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”

Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi:

“Kırk günde mi?” dedi. “Marmaris’e varacağız. Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”

Hasodabaşı, harp yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lazım gelen hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı:

“Sultanım…” dedi. “Sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla teşrif buyurulsaydı Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz, halkın derdi varsa dinleyeceksiniz ve her gün geriden haber alacaksınız. Valide hazretleri elbette gün başına bir ulak çıkarır, İstanbul ahvalinden size haber ulaştırır.”

Zeki nedim, parmağını hünkârın yüreğindeki sırra basmıştı. O, yolun uzunluğunu ileri sürmekle sarayda kalan Hürrem’den günlerce uzaklaşmanın elemini açığa vurmuştu. Hasodabaşı da, kara yolculuğunda gerilerden sık sık haber alacağını söylemekle o elemin merhemini müjdelemiş oluyordu. Hünkâr, bu ince düşünüşten haz aldı ve nedimini minnettar bir bakışla okşadıktan sonra en büyük takdir kelimesini sarf etti:

“Aferin!”

Şimdi sefere taalluk eden şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu:

“Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”

“Eski bozgunluğun hıncını almak!”

“Bu, görünen sebep, sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”

“Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması icap eder.”

“Bu da herkesin bildiği bir şey. Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle.”

“Başka bir sebep bulamıyorum.”

Hünkâr yerinden kalkmıştı, otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi:

“Babam…” dedi. “Yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, ‘İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım.’ derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”

Ve kulağına fısıldar gibi davrandı:

“Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben, onun gibi hareket etmek istemedim, yılanı saklandığı kovukta yakalamayı kurdum.”

Hasodabaşı, herkes tarafından bilinip de kimse tarafından ağza alınmayan bu sırrı yeni duyuyormuş gibi davrandı, biraz da telaş gösterdi:

“Ya şövalyeler amcanızın oğlunu kaçırırlarsa?”

“Bunu yapmazlar, yapamazlar. Çünkü bana yenileceklerini anlayınca konuklarını adayla değişmek isteyeceklerdir. Kendisini şimdiye kadar alıkoymaları, beslemeleri de hep bu düşünce yüzündendir. Onlar, amcamın oğlunun başını adaya tercih edeceğime inanırlar. Yarın bunun doğru olmadığını anlayacaklar, çünkü ada da, amcamın oğlu da elime geçecek!”

Ve birden sözü değiştirdi:

“Haydi git, validemin Üsküdar’a geçip geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”

İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultan’ın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini “müjde”ledi. Müjde diyoruz, çünkü hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir beşaret olarak telakki ediyordu. Nitekim haber alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı kuvvetlenen gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti, havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.

Hasodabaşı, onun Hürrem’den şemme aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i yaşar görmekte olduğunu sezdi.

“Valide hazretlerine…” dedi. “Selam yollamak gerekmez mi?”

O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi:

“Hele Piri Paşa gelsin, Valide’den haber getirsin. Sonra biz vazifemizi yaparız. Sen, telleri söyle de gör.”

O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti, Valide Sultan’dan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu, efendiyle köle baş başa kaldı, kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, feverandan otağa sığmaz hâle gelen hünkâr tarafından Valide Sultan’a uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu, Hafsa Sultan’ın himayesine bırakmaktan ibaret kalıyordu. Mektubu götürmeye memur edilen hasodabaşı, üç sırmalı bohça dolusu armağanı da Doğancılar Sarayı’na taşımak emrini almıştı.

Midesini şarapla şişirmiş, kafasını dumana boğmuş, sinirlerini gerginlikten rehavete ve rehavetten gerginliğe geçirerek harap etmiş olmasına rağmen hünkâr, gün doğmadan önce ayaktaydı, gecesini yatakta sakin bir uykuyla geçirmiş gibi zinde görünüyordu. Otağ kapısına geldikleri haber verilen devlet ricalini huzuruna sokmadan iradeleriyle karşılaştırdı, ordunun hareket ettirilmesini ve kendi atının da hazırlanmasını emretti.

Biraz sonra pırıltılı bir mahşer uğultulu bir akışla harekete geçmişti, çadırlı ordugâh inanılmaz bir hız içinde atlı ve yaya fırkalara inkılap ederek Maltepe istikametinde yol almaya başlamıştı.

Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı, İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha peyda olmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla teşyi ediyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir tınnat aksettiriyordu.

İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi, başka ve çok başka bir varlık olup ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de mübalağa sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.

Hünkâr, henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse hünkârı aramıyordu, aramaya lüzum görmüyordu. Çünkü her nefer, bir hünkârdı. Bu hakikat eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir kudretle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir numunesi olduklarında şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.

Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek; bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere ve enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşünü temaşaya dalarken Sultan Süleyman da çadırından çıktı, sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların vücuda getirdiği bin renkli müteharrik hale içinde orduyu takibe başladı. Atlı, yaya yüz bin, hünkârın yürüyüşünü seyrederek vecde düşmüş olan halk, bütün kudretini yine o ordudan alan padişahın da geçişini alkışlıyordu. Bu alkışlar, uzaklaşmış olan orduya yollanan son selamlardı ve hünkârın şahsına ait olmaktan ziyade önde giden yüz bini hünkârın izlerine dökülüyordu.

7.El’emrü fevkaledeb: Emir, edepten üstündür. (e.n.)
8.Kurtoğlu o sırada donanma amirali olup Sultan Süleyman’ın tahta çıkar çıkmaz başını kestirttiği Cafer Bey’in yerine bu işe tayin olunmuştu.
9.Refref, İslam ananelerine göre Peygamber Muhammet’in göğe çıkışında binmiş olduğu ilahi mahmildir, cennetten gelmiştir.
10.Eski Türk donanmasında başamiral gemisine baştarda ve onu takip eden birinci, ikinci, üçüncü amiral gemilerine kapitana, patrona, reale denirdi.
11.Fatih Sultan Mehmet’in son saltanat yıllarında yapılan Rodos muhasarasında Antuvan Meligalo adlı bir İtalyan’la Usta Jorj isimli bir Alman, Türklere casusluk etmişlerdi. Meligalo, ayağında çıkan bir yaranın kangren olmasıyla, Usta Jorj da Rodos’ta şövalyeler tarafından başının kesilmesiyle can verip gitmişlerdi.
12.Süleyman’ın “bizim kanunname” dediği, o sırada muteber tutulan ve Fatih tarafından tedvin olunan kanundur. Orada köftehor kelimesi şu ibarede görülüyor:
  “Zina eden avradı eri kabul ederse köftehor kanlığı yüz akçe alına. Eğer yoksa elli akçe alına…”
₺34,67