Kitabı oku: «Hürrem Sultan», sayfa 7
“Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”
“Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”
“Beni avutuyorsunuz efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”
“Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”
“Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”
“Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”
“Buna inanamıyorum, korkuyorum efem?”
“Seni nasıl inandırayım? Onu da söyle, sıkılma.”
“Beni onlardan ayırt ederek!”
“İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”
“Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”
“Nasıl gösterelim bunu?”
“Kimseye yapmadığız lütfu bana yaparak.”
Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu:
“Beni ‘halayık’ adından kurtar efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”
Kız, kendini azat ettirmek istiyordu, halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek olan padişah, onun bu dileğine ulu orta muvafakat edemezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkisinde kalması kabil değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise -meşhur medrese tabirini kullanalım- istifraş edilmeleri caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.
Hünkâr, ya tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini reddedemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği takdirde yıllardan beri devam edegelen bir anane yıkılacak ve sarayda “hak” sahibi bir adam vücut bulacaktı!
Süleyman, bu vaziyette savsaklama yolunu tuttu, kendine aşkın bütün zevklerini vadeden kadını oyalamak istedi:
“Yavrum…” dedi. “Telaş etme, sabırlı ol. Her şeyin çıkar bir yolu vardır. Bir gün, hayırlısıyla, ana olursun, bana senin gibi güzel çocuklar yetiştirirsin. O vakit yakışık alır, dediğin kolayca yapılır.”
Hürrem, ayak dirediği hâlde hünkârı -hiç olmazsa- müteessir edeceğini sezdi ve onun ellerini bırakıp ayaklarına sarıldı:
“Sizi…” dedi. “Sınamak istemiştim. Şimdi inandım ki beni seviyorsunuz. Sözünüzde, haşa haşa, durmazsanız da gam değil. Bana sizin halayığınız olmak, başkalarına sultanlık yapmaktan çok daha şerefli bir nimettir.”
Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu tebliğlerde bulunuyordu:
“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız, sizden sonra sarayda söz Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”
Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu:
“Hürrem keşiğe de girecek mi?”
“Hayır valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”
“Ya Mahidevran?”
“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”
Hafsa gülümsedi:
“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o ‘kul cinsi’! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür aslanım.”
Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı:
“Valide…” dedi. “Sen Havva Ana’mızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem Baba’mızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”
Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden -yine kendi nüfuzu için- tehlike sezinsedi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu:
“Aman aslanım bu ne ateşleniş böyle. Sözlerini dinlerken içime korku çöküyor. Seni cennete sokan melek, bir gün beni senden ayrı düşürmek isterse hâlim nice olur?”
Hünkâr sürekli bir kahkaha savurdu, anasının omuzlarını okşadı:
“Melekler arasında gelinlik, kaynanalık yoktur valide. İkiniz kolay uyuşursunuz.”
Yirmi yedi yıl süren hasekilik hayatında eşi ve efendisi olan Yavuz Sultan Selim’in yüzünü belki yirmi yedi kere görmemiş ve hele oğlunun Hürrem’e gösterdiği alakanın binde birini o sert adamın ağzında bulmamış olan mütekait güzel Hafsa, hayran hayran bakınırken genç hükümdar yürüdü, salondan çıktı. Hasodabaşı İbrahim’i bulmaya ve saadetini ona da hikâye etmeye gidiyordu.
Şimdi Valide Sultan, emeklerinin mükâfatını Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına müyesser olabilecek saadetlerin en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu ihsas etmek ve aynı zamanda gözde olmakla Valide Sultan’a halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.
Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Kızıl Rusyalı halayığın daha evvel vuku bulan davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibesini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?
Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşırken ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi:
“Efem.” dedi. “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”
Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı, “İt dişi, domuz derisi.” diye yavaşça mırıldandı ve şu emri verdi:
“Sen koğuşa git, beni görmemiş ol, böyle kepazeliklerin duyulması, yapılmasından daha kötüdür.”
Ve kız çıkarken sert bir sesle ilave etti:
“Onların dalaştığını benim duymuş olduğumu duyarsam dilini söktürür, köpeklere yediririm.”
Yalnız kalınca uzun uzun gülümsedi, hasekiyle Hürrem’in paylaşamadıkları erkeğin bu dalaşmalardan iğrenerek yüreğini ana kucağında barındırmak isteyeceğini düşünüyor ve seviniyordu. Fakat kaynanalık duygularının yanında kadınlık hisleri de kımıldanıp durduğundan kavganın nasıl başlayıp nasıl bir netice aldığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bununla beraber dişini sıktı ve dövüşün bitmiş olacağını hesapladıktan sonra bir halayık çağırdı:
“Git.” dedi. “Hürrem’e söyle yanıma gelsin!”
Haberci üç beş dakika sonra geri geldi, küçük gözdenin odasına kapandığını, kapıyı açmadığını söyledi. Hafsa Sultan hayret hiddet göstermeden kızı Mahidevran’ın dairesine yolladı, onu istetti lakin davete haseki de icabet etmedi, hasta olduğu cevabını gönderdi.
Valide Sultan bu durumda gururunu değil merakını tatmin etmeyi tercih etti, her iki kızın hadlerini bildirmeyi oğluyla yapacağı görüşmeye bırakarak hadisenin iç yüzünü öğrenmek çarelerini aradı ve Mahidevran’ın ağalarından Sümbül’ü çağırttı. Bu orta boylu, açık kaşlı, boğazı ve ellerinin üstü damgalı bir zenciydi. Validenin emrini alır almaz, siyahlığı beyaza çevirmiş gibi görünen bir yüzle koşarak geldi, etek öpüp divan durdu. Gözleri nemliydi, dudakları titriyordu. Hafsa Sultan, ilkin onun bu hâline ilgi gösterir gibi davrandı:
“Ne o Sümbül…” dedi. “Dayak mı yedin? Rengin bozuk, gözün yaşlı. Kim dövdü seni?”
Köle, hıçkıra hıçkıra cevap verdi:
“Keşke dövülseydim, keşke öldürülseydim de bu günü görmeseydim sultanım.”
“Beni de meraklandırdın herif, ne oldu, çabuk söyle!”
“Hürrem densizlik etti, haseki efendimizi kızdırdı.”
“Tasalandığın şeye bak. Aslanımın iki kedisi hırlaşmışsa kıyamet mi kopar? Varsınlar, dalaşsınlar. Yarın yine yalaşırlar, bir yalaktan su içerler.”
“Öyle deme sultanım. Kavga yaman oldu. İkisi boğaz boğaza geldi. Bir daha barışmazlar.”
“Vallahi tuhafıma gitti. Nasıl dalaştılar bu kızlar? Eksiksiz gediksiz anlat bana!”
Sümbül, pek mühim gördüğü vakayı, bir kitaptan okur gibi itinayla hikâyeye girişti:
“Bu sabah…” dedi. “Erkenden haseki efendimiz beni, Reyhan’ı, İsmail’i, Mercan’ı, Bosnalı Hüseyin’i, Frenk Rıdvan’ı huzuruna çağırttı. Gittik. Yanında Ehlidil, Çilsenem, Macar Ferahşad, Moskof Abide, Boşnak Pervane, Çerkez Emine, Abaza Hümayun, Bodur Zeynep, Kızıl Şakire, Pepe Kamer, Sırık Hurşit, Gökgözlü Dilrüba, Çakır Mehpeyker vardı. Biz de bu halayıkların karşısına sıralandık.
Haseki efendimiz çok titiz görünüyordu. Boyuna homurdanıyordu. Neden sonra yüzünü halayıklarla bize çevirdi
“Siz…” dedi. “Benimsiniz. Canınız elimdedir. Sizi istersem yaşatırım, istersem öldürürüm. Bunu düşününüz, soruma öyle cevap veriniz.”
Biz susuyorduk. O hepimizi ayrı ayrı süzdükten sonra sordu:
“Bir düşmanım var, onu boğmak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?”
Kimimiz tınmadı, duymamazlığa geldi. Kimimizin ağzından isteksiz bir “evet” çıktı. Fakat o, kendini dinliyordu, bizim iç yüzümüzü görecek, sesimizi duyacak hâlde değildi. Onun için sık dokuyup ince elemedi, Bodur Zeynep’e emir verdi, Hürrem’i çağırttı.
Hafsa heyecan gösterdi:
“Sonra?”
“Sonra sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Lakin ne geliş! Cenabın da görse dayanamazdı, celallenirdin.”
“Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”
“Salına salına!”
“Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”
“Yalnız salınmıyordu sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki efendimizi mühimsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”
“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”
“Evet sultanım. Hürrem, sanki haseki efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin?’ dedi.”
“Sahih böyle mi dedi Sümbül?”
“Evet, sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”
“Mahidevran ne yaptı?”
“O da ilkin belinledi, bön bön bakındı, sonra gazaba geldi, köpürdü, ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun? Gözünü iyi aç terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”
“Hürrem ne dedi ona?”
“Ne diyecekti sultanım. Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin!’ dedi. ‘Hoşt murdar!’ dedi. ‘Halt etmişsin kepaze!’ dedi, ağzına geleni söyledi.”
“Sonra?”
“Sonra sultanım. Haseki efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nara savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”
“Siz, put gibi duruyor muydunuz?”
“Hürrem, haseki efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi sultanım.”
“Haseki, dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”
“Dövülmedi amma sövüldü sultanım.”
“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”
Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı:
“Haydi git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı faş etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”
Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi:
“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”
Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirdi, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.
***
Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi bahtiyarlığını kısa bir cümleyle müjdeledi:
“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”
Ve şu cümlenin delalet ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir tahayyül dakikası geçirdi. Sonra şen bir tebessümle başını doğrulttu:
“Şimdi.” dedi. “Sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”
Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu:
“İran elçisi Üsküdar’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”
“Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”
“Evet padişahım!”
“Bir sulh mektubunu, bir dost selamını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın, başka ne var?”
“Şirvan Şahı’ndan name!”
“Cülusumuzu mu kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”
“Moskova Knezi bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle ittifak etmek istediğini söylemiş.”
“İttifak mı? Neye iyi bu?”
“Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”
“Gülünç bir teklif, lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Knez Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”
“İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”
“Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”
“Keramet buyurdunuz padişahım, öyle yapıyor.”
“Ne diyor?”
“Cennetmekân pederiniz Mısır’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”
“Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”
“Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”
“Bu da ‘malumu ilam’ değil mi ya? Adaya gitmezden önce lalamla konuşan benim. Herifceğiz, gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, iyi gördün diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”
“Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”
“Başka ne diyor o?”
“Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, lalanız hayli çimleniyormuş!”
“İşte bu, yeni bir iftira, taze bir bühtan. Fakat sükûtla geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa maslahatı incelesin, sonunu bana bildirsin.”
Ve birden deli gibi gülmeye başladı, İbrahim mütehayyirdi, efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemişti. Bön bön bakıyordu. Hünkâr, uzun bir müddet güldükten sonra sert bir çehre aldı.
“Bre İbrahim!” dedi. “Kendi kendimizi niçin aldatıyoruz? Daha Manisa’da bulunurken sana söz vermiştim, tahta çıkar çıkmaz seni vezir edineceğimi söylemiştim. Rodos’a gitmeden önce teklif ettim, erkendir dedin temkin gösterdin. Şimdi acele ediyorsun, sözümü yerine getirtmek istiyorsun. Fakat beni haksızlıktan güya korumak kaygısını da atamıyorsun. Ahmet kepazesinin yalanlarını ele alıp lalamı kündeden attırmaya çalışıyorsun. Hâlbuki bunlar boş şeyler, Piri Paşa ben padişah olmadan azle mahkûm edilmişti. Bu hüküm şimdi yerine getirilecek sadrazamlık sana verilecektir. Lakin açık olalım, adamcağızı hem mesnedinden, hem şerefinden mahrum etmeye çalışmayalım. Fenarizade kılı kırk yarsa dahi, göreceksin ki lalama töhmet bulaştıramayacaktır. Hiç Yavuz gibi bir padişaha bir buçuk yıl sadrazamlık yapan adam, kolay kolay tuzağa düşer mi?”
Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir ızdırapla kekeledi:
“O hâlde lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın efendimiz.”
“Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lazımdır. Yalnız aramızda riya istemem. İkimiz de lalamı niçin feda ettiğimizi biliyoruz. Bildiğimizi bilmez görünmek neye iyi?”
Ve adalete çok mail olan vicdanını susturmak için tefelsüf etti:
“Ahmet, lalamı düşürüp kendisi sadrazam olmak istiyor iftiralar düzüyor. Kötü maksatla yapılmak istenilen iyilikler bile kötüdür. Bu sebeple Ahmet gözümden düşmüştür. Mevkisinden de düşecektir. Lalama gelince: Ona acımıyor değilim lakin benim vezirim olarak kalmasına imkân yok. Yavuz’un beğendiği bir adamda Yavuz’u biraz olsun andıran huylar ve görünüşler bulunması tabiidir. Nitekim ben lalamda bu varlıkları seziyorum ve babamı görmüş gibi karşısında küçülüyorum. Onu azletmek isteyişimin hakiki sebebi işte bu küçülüşten kurtulmak kaygısıdır. Tahtın hakkı yalnız azamet, yalnız ceberuttur İbrahim, veyl bu hakkı bilerek bilmeyerek tanımayanlara!”
Nediminin bu felsefeyi tamamıyla kavramadığını zannederek izaha girişti:
“Lalamda babama benzer görünüşler bulduğumu söylerken şaşırdın, değil mi? Hâlbuki şaşılacak bir şey yoktur. Ben insanların ancak kendilerine benzeyenleri, benzer görünenleri ve hiç olmazsa benzeyecek olanları sevdiklerine, sevebileceklerine inanırım. Fikir uygunluğu denilen hâlet de bundan başka bir şey değildir. Eğer babam kendi düşüncelerinin, kendi duygularının birçoğunu Piri Paşa’da bulup sezmeseydi onu vezir edinmezdi ve hele kafasını koparmadan yıllarca yanında bulundurmazdı. Ben de senin şahsında bana biraz benzerlik bulmasam nedim olmak şerefini sana vermezdim, sadrazamlığı da omzuna yükletmeyi düşünmezdim.”
İltifat büyüktü, bunu İbrahim kadar Süleyman da kavradı ve tadile lüzum gördü:
“Senin bana benzerliğin yaş bakımındandır. İkimiz yaşıtız ve bu seni bana yaklaştırıyor: İhtiyarlığın lalamı benden uzaklaştırması gibi!”
Hasodabaşı kıymeti büyük mikyasta küçültülmüş olmakla beraber yine cihan değer bir mahiyette kalmış olan şu iltifattan dolayı şükranını sunmak istedi, efendisinin ayaklarına kapandı:
“Ben…” dedi. “Senin kölenim, azat kabul etmez kölenim. Emrinle, lütfunla yedi düvele birden hükümdar olsam eşiğinde hizmetkâr olmaktaki saadeti bulamam, yine kapından ayrılmam.”
Süleyman, gerçekten beğenip takdir ettiği kölesinin sözlerini bariz bir kayıtsızlıkla dinliyordu. Çünkü topuklarına kasideler işlenmesini ve eteğine neşideler asılmasını kanıksamıştı. Aynı zamanda zihnini Piri Paşa meselesi işgal ediyordu. Onu azletmekte kendince ıztırar vardı. Fakat adalet bakımından bu işi mazur gösterecek sebep yoktu. İleri sürmek istediği “ihtiyarlık” sudan bir bahane oluyordu. Çünkü zekâsı yerinde, sıhhati yerinde, çalışma kudreti yerinde olan bir adamı, hele bir veziri ihtiyarlık yüzünden atmak, yaş olgunluğunu ulu orta suç saymak akidesine yol açacaktı. Bu akidenin umumileşmesi hâlinde bir gün kendisini de tahttan atmak isteyenlerin çıkmayacağını kim temin edebilirdi?
Hünkâr, işte bu mülahazaları zihninden geçiriyor ve nediminin sözlerini duymuyordu. Neden sonra kendini topladı:
“Teşekküre lüzum yok.” dedi. “Kader böyle istiyor. Yeni idareye yeni adamlar gerek.”
Bunu söylerken Hürrem’i hatırlamaktan geri kalmadı ve tatlı bir heyecan geçirdi. O da şüphe yok ki, gönül bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Demek ki taht üzerinde vukuya gelen değişiklik teselsül edip gidiyordu ve bu kaderin cilvesinden başka bir şey değildi.
Süleyman, bu kuruntuyla vicdanında kımıldayan teessürü giderdi, kararını katileştirdi. Tahtta kendisi, kalbinde Hürrem, Kubbealtı’nda İbrahim, yeniliğin timsali olacaklardı ve bu suretle her şey yeni bir kuvvet, yeni bir kudret, yeni bir macera alacaktı. O, zihninde canlanan bu yenileşme sahnesinin mesut neticelere varacağına da kanaat getirdiğinden neşelenmişti, nedimine yeni baştan iltifat ediyordu.
“Bana sadakatle hizmet edeceğine, devletime yarar bir vezir olacağına kuşkum yoktur. İyi ve akil bir vezir, kuvvetli bir ayak demektir. Hükümdar o ayakla yorulmadan yürür, durmadan yol alır.”
Ve İbrahim’in yine bir şükran kasidesi okumasına meydan vermeden kapıyı gösterdi:
“Sen git, dediklerimi yap. Ben de biraz kitap okuyup eğleneyim. Akşama doğru yine gelirsin, sazını bile getirirsin.”
Biraz sonra eline bir mecmua almıştı, dalgın dalgın sayfaları çeviriyordu. Gözünün önünde hep Hürrem dolaştığı için kimi kırmızı, kimi siyah mürekkeple yazılmış, kimi de yaldızlanmış satırlar, hiçbir şey ifade etmeden silik bir akışla yapraklar arasından süzülüp geçiyorlardı. Fakat sık sık tekerrür eden bir kelime hünkârın dalgın bakışlarına bir uyanıklık getirdi ve gözü bir sayfa üzerinde dikili kaldı. Piri Paşa adının birkaç yerde yazılı bulunması bu uyanıklığı yapmıştı.
Süleyman, göz bebeklerinde alevlenip duran Hürrem’in hayaline bile tahakküm eden şu arsız kelimeyi ulu orta geçemedi ve mecmuaya ünlü vezirin olmak üzere kaydedilmiş olan şiirleri dikkatle okumaya koyuldu. Bunlar, âşıkane yazılmış gazeller olup şimdi padişahın hoşuna gidiyor ve her mısra, dudaklarında besteli bir ahenk alıyordu.
O güne kadar şairliğine hiç de değer vermediği sadrazamın yanık yazar bir ehlidil olduğunu anlamak Süleyman’ı âdeta sevindirdi, kıymetli birkaç elmas elde etmiş gibi hazla bu şiirleri tetkike koyuldu. Gazelin birisi şöyleydi:
Şebi zülfünde kalanlar zulûmat ile yürür
Erişen lebleri âbine hayat ile yürür
Zâhidi hasreti mey şöyle zayıf eyledi kim
Elde tesbihü asâsı salevat ile yürür
Remziya! Kaddine benzer nice serv ola ki ol
Salınır şiveler ile, harekât ile yürür 22
Süleyman bu gazeli birkaç kere okudu ve birkaç kere içini çekti:
“Herif…” dedi. “Âşık. Öyle olmasa böyle söylenmez, söylenemez.”
Yine Piri Paşa’nın olmak kaydıyla mecmuaya geçirilen şu beyti daha çok beğendi:
Ney yine feryada başlar her nefes
Var iken la’lin gibi feryâd-res!
Şimdi, azletmek istediği, ihtiyar vezir için yüreğinde bir acı duyuyordu, onu incitmemek ve yerinde bırakmak arzusuna kapılıyordu. Lakin mecmuayı kapayıp da düşünmeye dalınca o dilek söndü, eski azmi tazelendi ve dudaklarında bir felsefe belirdi:
“İhtiyar kadın dudağında tebessüm ne ise kocamış şair ağzında da şiir odur. Biri gözü, biri de kulağı incitir. Ben gencim ve yanımdakileri de genç isterim. Koca Piri’ye yakışan bir köşeye çekilmek, kendi kendini avutmaktır.”
***
Mufassal, hayli mufassal bir saz âleminden sonra hareme giren Süleyman, henüz gerdek görecek toy bir güvey gibi heyecan içindeydi. İbrahim’in yayı, o gece teller üzerinde değil onun yüreğinde kıvranmış ve bu yüreği inim inim inletmişti. Şimdi o iniltilerin yorgunluğunu Hürrem’in berrak sesiyle yıkamak istiyordu.
Özlemek haddini birden aşarak tahammül olunmaz bir iştiyak derecesi alan feveranlı bir halet içinde bulunduğu için anasını görmeyi ihmal etmişti, doğruca kendi dairesine girip Hürrem’i çağırtmıştı. Ellerini ovuşturarak odada dolaşıyor ve yâricanının eşikte görünmesiyle beraber söyleyeceği tahassür şiirinin temrinini yapıyordu. Hürrem’in bir gece evvel tattığı saadetin humarını taşıyarak, o gün nail olduğu şahane bahşişlerin şükranını terennüm ederek koşa koşa geleceğini kuruntuluyor ve onu konuşturmadan yeni bir haz âlemine sürüklemek için planlar hazırlıyordu.
Fakat beklenen güneş doğmadı. Hürrem gelmedi ve ona davet müjdesini götüren kadın, iliğine kadar işlemiş bir hayretin sersemliğini kekeleye kekeleye şu haberi getirdi:
“Küçük cariyeniz gelmiyor, gelemem diyor.”
Süleyman, yanlış duyduğunu sandı, alıklaşacak kadar şaşırdı ve kadının otuz iki dilime ayrılmış saçlarını yakalayarak haykırdı: “Gelmem mi diyor, gelemem mi diyor? Bir daha söyle bakayım melun, bir daha söyle.”
Kadıncağızın aklı birkaç bin zerreye ayrılmış ve her zerre bir katre ter olup saçlarından bir kılın dibine akmış gibiydi. Muzdarip ve perişan tekrar ediyordu.
“Gelmiyor, gelemem diyor.”
Hünkâr, bileğine doladığı otuz iyi örgüyü hırsla çekti, kadının başını insafsızca sarstı:
“Nasıl gelmez kâfir, nasıl gelemem der habis. Ona iftira edip kanına girmek istiyorsun, değil mi? Dur öyleyse sana iftiranın ne demek olduğunu öğreteyim.”
Gözü dönmüştü, belinden hançerini çıkarmaya savaşıyordu fakat kırılmış hülyalardan yüreğine ve sarsılmış sinirlerinden bütün benliğine bulaşan ızdırap sebebiyle eli ayağı titrediği için hançeri kınından çıkaramıyordu, gülünç bir telaş içinde bocalıyordu. Kadın, hayatının gerçekten tehlikeye düştüğünü sezerek ağlıyordu, yalvarmaya savaşıyordu.
İşte bu sırada Valide Sultan içeri girdi, delirmiş gibi görünen oğlunun hançer kabzasına yapışık elini yakaladı.
“Aman aslanım.” dedi. “Nedir bu hâl? Şimdi inmeye uğrayıp ayaklarının dibine yıkılacağım. Kendinden geçmişsin, sararıp solmuşsun. Cihan bir yana sen bir yana. Bu fani dünyada ne olabilir ki seni böyle zıvanadan çıkarsın, sağken hasta etsin.”
Süleyman, hızlı bir aksülamele kapıldı, aşkta uğradığı inkisarı ana şefkatiyle tamir etmek ıztırarına kapıldı, ölüm teri döküp duran kadının saçlarını bırakarak Hafsa Sultan’ın ellerine yapıştı:
“Buraya gelmesini söyletmiştim. Güya gelmem, gelemem demiş, hiç Hürrem bu haltı eder mi? Ben gel derim de koşarak gelmez mi? Şayet gelmezse başının kopacağını bilmez mi?”
Hafsa Sultan, gamlı gamlı başını salladı:
“Şu halayığın boş yere kalbini kırmışsın aslanım. Çünkü sana duyduğunu söylemiştir. Hürrem gelmez, gelemez!”
Süleyman, yeniden alevlenmek üzereyken Hafsa, yüzünü halayığa çevirdi:
“Hürrem, niçin gelemeyeceğini de söyledi mi?”
“Söyledi efem!”
“Ya sen aslanıma niçin söylemedin?”
“İzin vermediler, celallendiler efem.”
“Haydi ayak öp, suçunu bağışlat!”
Hünkâr, yürekleri altüst edecek bir sesle gürledi:
“Ben kabıma sığmıyorum, yerimde duramıyorum, sen edep, erkân sayıklıyorsun valide. Şimdi ayak öpmenin, öptürmenin sırası mı? Bırak şu uğursuzun yakasını. Ne bilirse söylesin, ben de ne yapacağımı bileyim.”
Kadıncağız, ölümden kaçar gibi bir telaşla anlattı:
“Hürrem kız, ‘Efendimizin huzuruna çıkacak yüzüm kalmadı. Ben satın alınmış et parçasıymışım. Öyleyse şevketli hünkârın yanında işim ne? Yüzüm, gözüm de yara içinde, bere içinde. Saçlarım yoluk kopuk. Bu biçimle efendimin yanına gitmekten utanırım. Mübarek gözlerini kanlı yüzümle, hırpalanmış saçlarımla niçin inciteyim?’ dedi.”
Padişah, hayretten ızdıraba, ızdıraptan hiddete geçiyordu. Bu sözleri dinlerken sararıp kızarıyor, kızarıp bozarıyordu. Hürrem’in ağır bir hakarete uğradığını artık anlamıştı. Müthiş bir kızgınlık buhranına istidat gösteriyordu. Fakat hakaretin derecesini henüz takdir edemediği için köpürüp coşmakta, ihtiyarsız bir teenni gösteriyordu. Zihninde zalim bir endişe de yüz göstermişti. Anasının davetsiz yanına gelişini, haberci kadını öldürmekten kurtarışını, Hürrem işini bilir görünüşünü düşünerek kendini zıvanadan çıkaracak olan vaziyette onun alakası bulunduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Eğer Hürrem’i döven, inciten ve ağlatan anasıysa ne yapacaktı!
Hünkâr bu çok zalim endişeden hızla kurtulmak istediğinden Hürrem’in ne suretle değil, kimin tarafından dövüldüğünü anlamayı tercih etti ve korka korka sordu:
“Onu kim dövdü valide?”
Alacağı cevabın kendisini bütün ömründe ve hatta ahirette bedbaht edecek bir şekilde olmasından ürktüğü için kulağını tıkayacak gibi davranıyordu ve bunu yapamayınca gözlerini kapamıştı. Valide Sultan’ın:
“Mahidevran!” demesi üzerine içi ferahladı ve dudaklarından bir sevinç sayhası fırladı:
“Oh, hele şükür.”
Artık kızmakta, dilediği gibi kızmakta hürdü. Hürrem’i inciten anası olmadıktan sonra tertip edeceği cezanın azametinden endişelenmeye mahal yoktu. Bu sebeple soğukkanlılığını ele aldı benliğindeki coşmak, taşmak ihtiyacını yendi, masum olduğu anlaşılan halayığın küçük bir tebessüm sadakasıyla yüreğini okşadıktan sonra şu emri verdi:
“Hürrem’e söyle, mutlaka gelsin!”
Fakat kadın çıkarken bir şey hatırlamış gibi davrandı, “Gel bre alık!” diye geri çağırdı. Sert ve pek sert bir ihtarda bulundu:
“Demin, Hürrem’e ‘Hürrem kız’ dediğin kulağıma çarptı. Bir daha bu haltı edersen dilini koparırım. Hürrem, kadın efendidir. Ona göre davran, yanına varınca da eteğini öpmeden konuşma. Anladın, değil mi? Haydi yürü!”
Beş on dakika sonra Kızıl Rusyalı fettan halayık eşiğin önünde göründü. Ne kılığını düzeltmişti, ne saçına başına düzen vermişti Yüzündeki tırmıklardan sızan kanları da yıkamadığı için semavi bir çarpışma sonunda berelenmiş, kızıl çizgilerle bezenmiş aya benziyordu. Fakat bu ay ağlıyordu da. Odaya girer girmez bir elini en yakın bulunduğu duvara dayamış, bir elini kalbine basmış, hıçkırıksız bir ağlayışla gözyaşı dökmeye başlamıştı. Kurumuş kanları sile sile dökülen yaşlar, o beyaz çehreye soluk mürekkeple yazılmış hazin bir arzuhâl biçimi veriyordu. Süleyman, felaketini takrir, uğradığı hareketin tamirini rica için en yüksek kâtipler kaleminden dahi çıkması imkânsız böyle beliğ bir arzuhâl sunan gözdesini kucaklamamak, göğsüne bastırmamak ve yaman bir belagatle derin bir mazlumiyet hikâye eden o seyyal incilerden yapılma satırları diliyle, damağıyla okumaya koşmamak için büyük bir iç zahmeti çekti, yerlere kapanmak isteyen iradesini üzüle üzüle zorladı:
“Gel bakalım Hürrem…” dedi. “Beri gel.”
Anasının ve henüz huzurunda bulunan davetçi kadının yanında bir âşık gibi değil, bir padişah gibi konuşmak istiyordu. Fakat sevgilisinin yüzüne baktıkça hele o sessiz gözyaşlarını gördükçe yüreği şahlanıyor, iradesi sarsılıyor ve benliğinde lavlarını püskürmeye müheyya bir yanardağ tekevvün etmeye başlıyordu. Hürrem’in dağınık saçları gibi onun da beyin hücreleri darmadağın olmak üzereydi ve kızın yüzündeki kızıl izlerin her biri yüreğinde kanayan bir eş yaratıyordu.
Bununla beraber nefsini, hayrete değer, bir ısrarla zorladı, metin ve mekin görünmekte devam etti, üç beş adım ilerleyerek karşısında divan duran sevgilisinin yoluk saçlarını okşamadı, yırtık yüzünü öpmedi, ağlayan gözlerini silmedi, gamlı bir sekinete bürünerek sordu:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.