Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Krallar Avlayan Türk», sayfa 5

Yazı tipi:

Kara Abdurrahman bu konuşmayı sessizce dinliyordu. Kumandanın kapıyı açamayacağını anlayınca kaşlarını çattı.

“Çekilin madam.” dedi. “Bana yol verin. Zevceniz, odalarına izinsiz de girilebileceğini galiba bilmiyorlar.”

Ve kuvvetli omuzlarını, içeriden sürmeli kapıya dayadı, şöyle bir zorladı. Mari, kocasını da korkusunu da unutmuştu, esmer delikanlının gergin adalelerinin çatırdattığı kapıya ve o çatırdamaları yaratan demir vücuda bakıyordu.

Kısa, çok kısa bir zaman içinde sürgü söküldü, kapı açıldı. Aynı zamanda kumandan cenapları da yarı çıplak, yatağından fırladı, bağırmaya başladı:

“Odama zorla giriyorsunuz ha? Demek, bana karşı suikastınız var!”

Onun bu haykırışı hiddetten değil, korkudandı. Koca prens, kapının zorla açılması ve karısıyla bahçıvan yamağının içeri girmesi üzerine, azametini, çalımını ve kudretine itimadını unutup Bizans tarihinin kanlı sayfalarını hatırlamıştı ve bu hatırlayış onu, korku denilen karanlık âlemin en derin noktalarına sürüklüyordu.

Dimetoka tekfuru, Bizanslılığın aslını ve geçirdiği değişiklikleri belki bilmezdi. Lakin saray tarihini satır satır bellemişti. Edirne köylerinin birinde doğup ormanlarda çalı toplaya toplaya büyüyen Vasil isimli genç bir Ermeni’nin yolunu bularak saraya girdikten sonra İmparator Mihail’in kız kardeşi Nekla’yı nasıl baştan çıkardığını ve onun yardımıyla Mihail’i öldürüp nasıl tahta çıktığını pek iyi biliyordu. Yine o sarayda İmparatoriçe Teofano’nun Zimiskes adlı bir gençle sevişerek İmparator Fokas’ı ne acıklı şekilde öldürdüğüne de vâkıftı. Karısıyla Dimitriyos’un kapıları kırarak odaya girmeleriyle beraber ilk düşündüğü, düşünebildiği şey, işte bu vakıalardı. Bir bahçıvan yamağının böyle bir cüret gösterebilmesi de başka suretle tefsir olunmazdı. Demek ki Mari, bir Nekla veya bir Teofano’ydu. Dimitriyos da bu güzel yılanın sevki, idaresi altında bir Vasil, bir Zimiskes rolü oynuyordu. O hâlde kendisine İmparator Mihail’in ve Fokas’ın korkunç akıbetleri nasip olacaktı.

Prens cenapları bir lahzada bunları düşündü ve bu mukayeseleri yaptı. Ondan sonra da karısıyla bahçıvan yamağına tuz ve ekmek hakkından, velinimetlerini öldürenlerin felah bulmadıklarından ve bulamayacaklarından bahse başladı. Ağlamıyordu, fakat sesinde ağlayan gözlerin ızdırabı titriyordu. Yalvarmıyordu, lakin sözlerinde en elemli yalvarışların mahzun ahengi yaşıyordu.

Zavallı adam, gerçekten perişandı. Daha yirmi saat evvel evine aldığı şu köylü delikanlının kısa bir zaman içinde karısıyla uyuşuvermesini harika sayıyordu. Karısının da bir bahçıvan yamağına bir lahzada gönül vermesini ve uğursuz aşk yüzünden kendisini öldürmeye kadar cüretlenmesini ilahi bir musibet telakki ederek iliğine kadar eza duyuyordu.

Onun, duvara asılı şık kamçısı, elmaslarla süslü kılıçları vardı. Lakin onlara el sürmek, odasına girenlere saldırmak hatırına gelmiyordu. Yalnız, ulu orta söyleniyordu. Haktan, hukuktan, dünya mesuliyetlerinden, ahiret cezalarından dem vuruyordu.

Mari, küçük dağları yaratmış gibi davranmaya alışkın kocasının, vaziyeti anlamadan gösterdiği bu gülünç telaşa hayret ediyordu. Fakat Kara Abdurrahman’ın hâli o telaştan da ziyade kendini şaşkınlığa sürüklüyordu. Yırtık gömlekli, çıplak ayaklı delikanlı, bu sahnede ne kadar güzel ve ne kadar heybetli görünüyordu!.. Biraz önce ona, sahte prens, donsuz asilzade filan demişti. Şimdi onun, hakiki prens ve küçük bir kral olan kendi kocasının yanında yükselişine şahit olarak o sözleri söylediğinden dolayı utanç duyuyordu. Bahçıvan yamağı gerçekten muhteşem bir şahsiyet temsil ediyordu: Omuzları, koca bir ülkeyi taşıyacak kadar kavi, gözleri, çelikleri eritecek kadar ateşli, hele endamı, dağlara boyun kırdıracak kadar yüksekti. Mari o kuvvete, o ateşe ve o yüksekliğe karşı ruhunda bir pervane serseriliği seziyordu, kocasının, bu mehabet önünde bütün çıplaklığıyla beliren miskinliğindense iğreniyordu.

Kara Abdurrahman, şaşkın kumandanın manasız gevezeliklerini bir müddet dinledi ve sonra elini kaldırdı.

“Efendi!” dedi. “Dırdırı bırakınız, yere diz çökünüz, beni dinleyiniz!”

Ve Madam Mari’ye döndü:

“Siz de madam, kocanızın yanında yer alınız, istavroz çıkararak sözlerime kulak veriniz.”

Kumandan, kudretli uşağın verdiği emri zorla yaptıracağını, odaya giriş tarzından anladığı için tereddüt göstermedi, çıplak dizlerini halıya koydu, karısıyla beraber bir sürü istavroz çıkardı ve ölüm ilanı dinlemeye hazırlanan bir mahkûm heyecanıyla yapılacak tebliği dinlemeye hazırlandı.

Kara Abdurrahman, uçurumların böğrünü dolduran bir şelale gibi gürlüyordu:

“Aya Yani Hazretleri bizim kulübeye geldiler, usta Yani’ye, Meryem Ana’nın yarın Dimetokalılara görüneceğini müjdelediler. O, Aya Yani’nin emrini size bildirmeye memurdu. Sizden çekindi, onun üzerine evliya hazretleri ve arkadaşları, kendisini bu vazifeyi görmek şerefinden mahrum ettiler, beni o şerefe layık gördüler. İşte ben vazifemi yapıyorum. Hemen kalkacaksın, giyineceksin, kiliselerde çan çaldırarak, sokaklarda tellal gezdirerek Meryem Ana’nın yarın tam öğleüstü kale dışındaki meydanlıkta tecelli edeceğini halka ilan edeceksin. Meryem Ana, Dimetoka’nın en güzel çocuğuyla konuşacaktır. O çocuğu da hemen seçeceksin, süsleyeceksin, iki donanmış atla meydana götüreceksin!”

Ve sözlerini bitirdikten sonra sordu:

“Efendi, inandın mı?”

“…”

“Dilini çöz de cevap ver be herif! Anladın mı?”

“Anladım ve anlıyorum.”

“O hâlde, ben gidiyorum. Artık burada yerim ve işim yoktur.

Kumandan, tevehhüm ettiği suikastın mevcut olmadığını görünce geniş bir nefes aldı, hatta biraz da çalımlaştı. Fakat bahçıvan yamağının gür sesinden ve kuvvetli omuzlarından ürktüğü için bir şey söylemedi, onun uzaklaşmasını bekledi. Kendisine küstahça emirler veren ve manasız vazifeler gösteren uşağın ayrılmasıyla beraber giyinecek, askerlerinin yanına gidecek ve dolgun mevcutlu bir müfrezeyle eve dönüp Dimitriyos denilen bu deli uşağı çarmıha gerdirecekti. Aya Yani’nin gelişi onun nazarında maskaralıktan başka bir şey değildi ve Meryem Ana’nın tecellisi işi de gülünç bir delilikti. Lakin o dakikada sözü uzatmak işine gelmiyordu, iri yarı delikanlıdan korkuyordu.

Kara Abdurrahman kapıya kadar yürüdükten sonra döndü.

“Hatırıma…” dedi. “bir şey geldi. Buraya girişim biraz tuhaf oldu. Sözlerim de sertti. Fakat bana kapıyı kırdıran, sözlerimi sertleştiren Aya Yani’dir. Ben onun kolunu kullandım, onun ağzıyla konuştum. Affımı dilerim.”

Mari de kocası da yeni bir hayret geçirdiler. Zira Dimitriyos büyük bir değişiklik içindeydi. Duruşu, bakışı ve sesi başkalaşmıştı. Bu değişikliği, Mari, evliyaların onu bırakıp savuştuklarına, kocasıysa delilik nöbetinin geçtiğine hamlediyordu. Mari, deminki edayı ve sadayı arayarak mahzunlaşırken kumandan neşelendi.

“Peki peki.” dedi. “Sen kulübene git, gün doğduktan sonra konuşuruz.”

Abdurrahman, çıplak ayaklarını sürüyerek çıkarken odanın ortasından bir nida yükseldi:

“Dimitriyos’la değil, Meryem Ana’yla görüşmeye hazırlan!”

Kumandan, ayağının dibinde bir bulut parçalanmış gibi şaşırdı, sersemledi ve ihtiyarsız, istavroz çıkararak kekeledi:

“Mari, ne oluyor?”

Korkusu tazelenmekle beraber kocasına nispetle soğukkanlı kalan güzel kadın cevap verdi:

“Ne olacak, evliyadan azar işitiyoruz.”

“Ne evliyası, ne azarı?”

Mari, bir hamlede bütün bildiklerini anlattı:

“Eğer…” dedi. “Dimitriyos’u evliyalar himaye etmese beni ve seni uykudan nasıl uyandırabilirdi? Hele o mızmız oğlan, oda kapısını ne cüretle ve ne kuvvetle omuzlardı? Belli ki büyük bir hadisenin arifesindeyiz. Yanlış adım atarsak mahvoluruz.”

Prens cenapları uzun uzun düşündükten sonra mırıldandı:

“Demek ki iş ciddi?”

“Öyle!”

“O hâlde tertibat alalım. Bahçıvanı da dinleyip işin nasıl başladığını öğrenelim.”

O, azametine indirilen silleyi bir türlü hazmedemiyordu. Bahçıvan yamağının oda kapısını kırması, kendisine en ağır kelimelerle hitap etmesi, hele şimdi, sinirlerini altüst ediyordu. Gerçi işitilen ses ve Mari’nin hikâyesi, Dimitriyos’un evliya namına hareket ettiğini gösteriyordu. Buna rağmen çok kızgındı.

Nefislerine karşı mahcup kalanların bu iç utancını gidermek için başkalarına kızdıkları ekseriya görülür. Dimetoka kumandanı da suikasta uğradığını sanarak Dimitriyos’a yalvardığından dolayı utanıyordu ve bu utanmanın hıncını yine Dimitriyos’tan çıkarmak istiyordu. Fakat düşüne düşüne, adımını tarta tarta hareket etmeyi de unutmuyordu. Çünkü ortada bir evliya meselesi vardı ve bu mesele üzerinde durmak zaruriydi. O, hurafelere bel bağlamak âdetini seve seve muhafaza eden bir milletin elebaşlarından bulunmak sıfatıyla evliya hikâyelerine değer vermezlik yapamazdı. Ters bir iş görüp de onların yahut onları benimseyen halkın hışmına uğramak işine gelmiyordu.

İşte bu sebeple ilkin bahçıvanı görmeye karar verdi. Eğer ihtiyar aynı şeyi söylerse ve Dimitriyos’un evliya tarafından gönderildiğini teyit ederse sinirleri biraz yerine gelecekti. Zira o vaziyette Dimitriyos’un yaptığı kaba ve küstah iş hakaret olmaktan çıkacaktı. Şayet bahçıvan yamağının sözü, kendi rivayetinden ibaret kalırsa o vakit asacaktı, kesecekti!

Herifçeğiz pek fazla sersemleştiği ve aynı zamanda sinirlendiği için mülahazalarındaki sakatlığın farkında değildi. Öyle ya, Bahçıvan Yani, maceradan habersiz görünmekle, karısının ve bizzat kendisinin işittiği heybetli sesler kıymetini mi kaybedecekti? Sırrın anahtarı asıl bu seslerdeydi. Fakat o, zorla odasına giren ve bir imparator çalımıyla konuşan bahçıvan yamağından öç almak hırsıyla ne düşündüğünü bilmiyordu. Hele yarı çıplak delikanlının önünde titrediğini, diz çöktüğünü ve yalvardığını hatırladıkça düşüncelerindeki dardağanlık büsbütün ziyadeleşiyordu.

Mari, kocasının kafasındaki fırtınalarla ilgili değildi. Dalgındı, yürekçe bir hercümerç içindeydi. O, gelip geçici bir aşka layık gördüğü sayısız erkek gibi Dimitriyos’u da şöyle bir okşayıp unutacaktı. Lakin delikanlının, ilahi himayeler altında, yüzüne gelen asil ifadeleri, endamında beliren ihtişamı, sesinde tebellür eden mehabeti düşündükçe içine sönmez bir aşk dolduğunu seziyordu ve ömründe ilk defa olarak bir erkek hayalinin göz bebeklerinde taht kurduğunu görüyordu. Bu sezişin ve görüşün acıklı bir cephesi de vardı. Çünkü o, yine ilk defa olarak bir erkeğin kendisine yüz vermediğine şahit oluyordu. Bu hâl, onun ruhunu mihverinden koparıp uzaklara, Dimitriyos’un basit kulübesine götürüyordu ve kendisi, ruhunu bekleyen bir ceset gibi hareketsiz duruyordu.

Kadın için muamma diyen mütefekkirler vardır. Tabiat kanunlarının özünü teşkil eden teselsül gayesi dişideki cazibe himayesiyle temin olunduğuna, yani tabiat, bütün canlı mahluklarını, istifalar, istihaleler içinde de olsa, çoğalta çoğalta yaşatmak düşüncesini dişiler vasıtasıyla yürütebildiğine göre, kadın, hiç de muamma değildir. Onun anlaşılmaması, anlaşılmak istenmemesindendir. Çünkü taşıdığı başka kuvvetler, başka kudretler izafe edildiğinden o apaçık hayat, tekâmül etmiş mahlukların en mükemmeli olan insanların dişisi bir muamma durumuna düşürülmüştür ve tabiatın o pek şeffaf sayfası yine bu yüzden kapalı yahut karışık sanılmıştır.

Kadını ne muamma ne de sır dolu bir cihan olarak tetkik etmemelidir. Gülden renk ve koku, rüzgârdan ses ve hareket, güneşten ışık ve sıcaklık beklediğimiz gibi, kadından da ancak cazibe ve incizap bekleyebiliriz! Hâlbuki erkekler ve hele şairler, muharrirler kadında yıldız dolu gökleriyle, binbir çiçek çeşitli bahçeleriyle, mehtaplı veya fırtınalı mevsimleriyle, şelaleleriyle ve kumsallarıyla engin bir cihan bulmak isterler. O derecede ki, hayati hazanların bünyelere getirdiği uyuşukluğu ve buruşukluğu bir kadın bakışının silivermesini beklerler. Ruhi sağırlıklarını kadın sesiyle tedavi etmeye yeltenen hastalar da vardır. Lakin kadın, ne ihtiyarlığı gençliğe çevirecek bir serumdur ne de körlere göz nuru verecek tutiyadır. O, tabiatın kendine yüklediği vazifeyi ifa için dünyaya gelir. Bu yolda muvaffak olmak için de tek bir silaha maliktir: Cazibe!.. Bu ezelî silahı mühimsemeyen erkek, onun en ince hissine, gururuna taarruz etmiş olur. Bu sebeple sevilmeyen değil, fakat güzelliğine, dişilik haklarına hürmet olunmayan kadın, canlı bir tehlikedir. Erkekler işte bu tehlikeden hazer etmelidir!19

Abdurrahman, yaratılışındaki temizlik dolayısıyla Mari’ye karşı kayıtsız kalmıştı. Bu kayıtsızlığın en açık ifadesi, o güzel kadının cazibesini inkâr etmekti. Mari, bütün kadınlar gibi bu ifadenin zalim belagatini anlıyordu. O hâlde, müteessir olması, Abdurrahman için tehlike teşkil edecek bir vaziyet alması icap ederdi. Bunu niçin yapmıyordu ve beğenilmeyen her kadın gibi niçin isyan etmiyordu, feveran göstermiyordu? Hatta sakin kalmakla iktifa etmeyerek bahçıvan yamağını niçin iştiyakla düşünüyordu?

Bu, Abdurrahman’ın kayıtsızlığını, kendi gururunu okşayacak surette tefsir etmesinden ileri geliyordu. Onun zu’münce20 evliyaların müdahalesi olmasa Abdurrahman da bütün selefleri gibi mutlaka ayaklarına kapanacaktı, topuklarını bayıla bayıla koklayacaktı. Bunu yapmaması, yapamaması, hep evliyaların yüzündendi. Mari, işte bu düşünceyle, hiddetini, kinini evliyalara tevcih ediyordu ve Abdurrahman’ın gönül gıcıklayan bakışlarını düşünürken evliyalara lanet okuyordu.

Prens cenapları yüzünü yıkamadan giyinmişti, karısına veda etmeye hazırlanıyordu. Mari’nin çok dalgın olduğunu görünce duraladı, o güzel çehreye yayılan elem gölgelerini seyretti. Acaba karısının fasit düşünceler geçirdiğini seziyor muydu?.. Bu her erkek için esefle söylemek lazım, mukadder olmayan bir saadettir. Erkekler, başka çehreleri düşünerek dalgınlaşan kadın gözlerinde kendi yüzlerini görecek kadar gafillerdir. Fakat Dimetoka kumandanı, her erkekten de fazla bir şeydi. Bu sıfatla karısının göz bebeklerinde bir düzine erkeğin halkalandığını görse telaş etmezdi. O günse müstesna bir vaziyet taşıyordu, kafası karmakarışıktı. Bu sebeple karısının dalgınlığını şu veya bu sebeple affetmedi, sadece seyretti ve sonra elini onun omzuna koydu.

“Ben…” dedi. “bahçeye iniyorum. Dimitriyos’un dedikleri sahih çıkarsa halkı hazırlatacağım. Sen de ona göre davran, bakalım ne göreceğiz.”

Bahçıvan, bire on katarak, bildiklerini söyledi. Kendisine köpek muamelesi yapan efendisinin köpekleştiğini görmek geveze ihtiyar için yüksek bir haz vesilesi oluyordu. Çapaklı gözlerini yumarak, salyalı ağzını açarak, Eksenofon masallarını kıymetsiz bırakacak bir talakatle gördüklerini anlatıyordu.

“Gördüklerini” diyoruz. Çünkü bahçıvan, evliyaların yalnız seslerini işittiğini söylemiyordu, kendileriyle yüz yüze geldiğini iddia ediyordu. Onun hikâyesine göre, evliyalar, nurani kaftanlar içinde düpedüz kendisine görünmüşlerdi.

Hepsinin boyu birdi, aralarında uzunluk ve kısalık yoktu. Fakat sesleri ve pabuçları başkaydı.

İhtiyar, efendisinin sersemliğinden aldığı hazla, istihzasını biraz daha ileri götürerek evliyaların gökten atla indiklerini söylüyordu ve kulübenin dışında bu atların kişnediğine yemin edip duruyordu. O, bir hayli uzun süren yalanlarını bitirdikten sonra kollarını kavuşturdu.

“Çok yalvardım…” dedi. “Aya Yani’nin elini bırakıp ayağını öptüm. Aya Mari’nin pabuçlarına yüz sürdüm. Zatıalinizi gece yarısı rahatsız etmemelerini, gündüz teşrif etmelerini rica ettim. Dinlemediler. Hele Aya Teodozya’yla Teofano âdeta hırçınlaştılar, ‘İlla efendiyi uyandıracaksın!’ diye tepindiler.21 Eh, evliya da olsalar yine kadındırlar. Belki zatıalinizle ayrıca mahrem şeyler de konuşacaklardı. Onun için daha ileri gidemedim.”

Kumandan, bu garip mevzuyu güya büsbütün aydınlatmak isteyerek kendince mühim gördüğü noktaya temas etti.

“İyi ama…” dedi. “Evliyalardan bana haber getiren sen değilsin. Dimitriyos’tur!”

“Aman efendim. Bendeniz güngörmüş, dünyayı sınamış bir ihtiyarım. Dört buçuk evliyanın değil, bizzat Mesih’in emriyle de olsa gelip sizi rahatsız edemezdim. Benim efendim, onlar değil sizsiniz. Ben onların bahçesinde bulunmuyorum, sizin bahçıvanlığınızı yapıyorum. Onun için çarpılmayı, köstebeğe çevrilmeyi göze alıp son sözü söyledim: ‘Beni efendime karşı terbiyesiz mevkisine koymayınız. Burası yeryüzüdür. Göğe benzemez. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmelidir.’ dedim. Aya Andirya beni silleleyecek, zorla yanınıza gönderecek oldu. Fakat sizden, fazla bir hararetle bahseden dişi evliyalar, şefaat ettiler, evliya sillesi yemekliğimin önüne geçtiler. Nihayet uzlaştık, sizi uyandırmak vazifesini Dimitriyos’a yükledik!”

“O da evliyalarla yüz yüze geldi mi?”

“Hayır. Evliya efendiler ve evliya hanımlar onunla perde arkasında konuştular!”

Prens, Eski Yunan masallarından bir parça dinliyormuş gibi hayran hayran bu sözlere kulak verdi ve ihtiyar susunca düşünmeye daldı. Vehmî veya mürettep bir hadiseyle karşılaşmış olsa dahi halkın yüreğini pekleştirmek, Türk korkusuyla için için titreyen Dimetokalılara manevi bir kuvvet aşılamak için iyi bir fırsat elde ettiğini sezinliyordu. Şu hikâyelere inanmakta mahzur yoktu, fayda vardı. Hatta inanmamaktan tehlike çıkabilirdi. Bu sebeple o da inanmayı yahut inanmış görünmeyi tercih etti. İşin içinde bir düzen varsa ilk fırsatta meydana çıkarmak şartıyla evliya güruhuna külah sallamayı tasarladı.

Yalnız bir nokta zihnini gıcıklıyordu: Tellallarla, kilise çanlarıyla halka verilecek şu mühim haber, sonunda yalan çıkarsa ne olacaktı?.. Halkın yüreğini kuvvetlendirmek, kasabaya bir emniyet havası getirmek için Meryem’in geleceğini söylemek kolaydı. Cahil Dimetokalılar bu müjdeye ve bir sürü evliyanın kumandanla görüştüğüne inanmakta tereddüt göstermeyeceklerdi. Fakat Meryem gelmezse?.. Prens cenapları bir müddet de maslahatın bu cephesini gözden geçirdi ve kendini tatmin edecek bir neticeye varamayınca sinirlendi. “Aman sen de! Meryem gelmeyecek olursa ‘İşi çıktı, özür diledi.’ deriz, sürüyü kasabaya çeviririz!” dedi, hızlı hızlı yürüdü, kulübeden uzaklaştı. İhtiyar bahçıvan, çalımı yüzde doksan eksilmiş olan efendisinin arkasından mırıldanıyordu:

“Şu işe o da inandı, ben de inanıyorum. Lakin Türk atlarının sesi işitilen yerlerde Bizans evliyası nasıl dolaşır? İşte burayı anlayamıyorum!”

Yarım saat sonra Dimetoka’nın dişisi erkeği, çoluğu çocuğu büyük kiliseye dolmuşlardı. Prens, minimini kartal resimleriyle süslü mavi harmanisini, aynı resimlerle bezenen mavi pabuçlarını giyerek, başına küçük hacimde bir taç geçirerek ön safta yer almıştı. Mari, şık bir tuvaletle, fakat düşünceli bir yüzle kocasına refakat ediyordu. Sevindik’le küçük prens Emanoel de onların yanı başlarında bulunuyorlardı.

Papazlar, muhterem kumandanın söylediklerine tereddüt göstermeden inanmışlardı. Onlar için din her şeydi ve din uluları her şey yapabilirlerdi. Zaten vazifeleri bu boş kanaati yaşatmak, ölülerin dirilere hâkim olduklarını halka kabul ettirmeye çalışmaktı.

Ellerine, kilisenin tahakkümünü kuvvetlendirecek yeni bir fırsat geçince ve hükûmetin de kendi saflarında yer aldığını görünce hemen şevke gelmişlerdi, paçaları sıvamışlardı, çanları öttürerek ve eteklerine ıslık çaldırarak nutka hazırlanıyorlardı.

Büyük kilise, bir katre daha alamayacak kadar dolan bir kâseye benzedikten sonra başpapaz ayağa kalktı, söze başladı:

“Allah, Beni İsrail’e gazap ettiği gün Amos Peygamber’in ağzıyla şöyle buyurdu: ‘Kurban sofrasının üzerindeki boynuzlar yere atılacak, mazgallı saray yıkılacak, fildişi tahtlar parçalanacak!.. Bayramınızdan iğreniyorum, kurbanlarınızdan iğreniyorum, ilahilerinizden iğreniyorum. Artık sazlarınızı işitmek istemiyorum. Sesinizi duymak istemiyorum, yüzünüzü görmek istemiyorum. Akıbetiniz erişmiştir. Cezanızı vereceğim ve gazabımın size eriştiği gün mabetlerinizin kubbelerinde yalnız feryat çınlayacaktır!’ Ey Dimetokalılar!.. Siz de günahkârsınız. Siz de Rabb’inizi unuttunuz, kiliseye hürmet etmez oldunuz. Yanımıza gelmiyorsunuz, ayağımıza kapanıp mağrifet dilenmiyorsunuz. Fısk içinde, fücur içinde, gaflet içinde yüzüyorsunuz. Ben de size Amos Peygamber’in sözlerini tekrar edecektim. Çünkü tehlike yaklaşıyordu. Lakin içinizde masumlar da var. Baba, Oğul, Ruhülkudüs işte o masumlara acıdılar, Dimetoka’yı himaye altına aldılar. Dün gece Aya Andriya’yı, Aya Sergiyos’u, Aya Lavzariyos’u, Aya Nikola’yı, Aya Yani’yi, Aya Teklis’i, Aya Anastasya’yı, Aya Teodozya’yı, Aya Ofani’yi, Aya Marya’yı şehrimize gönderdiler. Hristiyanlığın bu dokuz azizi, dinimizin bu dokuz ulusu, cennet ahırlarından seçtikleri atlara binerek sevgili prensimizin bahçesine geldiler, kendisiyle uzun uzun görüştüler. Sizin himayeye layık olduğunuzu prens hazretleri de lütfen teyit ettikleri için, yine göğe çıkıp icap edenleri gördüler ve sonra döndüler. Meryem’in bugün tam zeval vakti Dimetoka önündeki büyük tarlayı teşrif edeceğini müjdelediler. Biz bu gece kilisemizde birtakım ışıklar, gölgeler dolaştığını görmüştük. Meğer evliya efendiler ve evliya kadınlar kasabayı şereflendiriyorlarmış. İşte size de haber veriyoruz: İki üç saat sonra gözlerinizle Meryem’i göreceksiniz, kulaklarınızla onun sesini işiteceksiniz!”

Üstü altını tutmayan bu nutuk üzerine halkın gösterdiği coşkun sevinç gerçekten hayrete değer bir şeydi. Kadınlar “Anamız geliyor!” feryadıyla erkeklerin boynuna sarılıyorlardı. Delikanlılar “Ne bahtiyarlık ya Rabbi!” naralarıyla kızları kucaklıyorlardı. Koca kilise buse şakırtısı içinde inliyordu. Öpmeyen dudak ve öpülmeyen yanak yoktu.

Papazlar bu çılgın sahneyi, imrene imrene bir müddet seyrettiler. Sonra halkı sükûta davet için el çırptılar, çan çaldılar, avaz avaz haykırdılar. Fakat halk, Meryem’in teşrifi müjdesini, İsa’yla bütün azizlerin resimleri önünde, prensle karısının ve papazların karşısında, alabildiğine tesit edip gidiyordu. Nihayet yoruldular ve başpapazı dinlemeye razı oldular.

Rahip efendi, halkın sevincine bol öpüşler alıp vermek suretiyle iştirak edemediğinden dolayı biraz sinirliydi ve sesine sitemli bir eda bulaşmıştı.

“Kızlar, delikanlılar! Kadınlar, erkekler!” diyordu. “Meryem Ana böyle karşılanmaz. Müjdemi işitir işitmez istavroz çıkaracaktınız, yüzünüzü yerlere sürecektiniz, şükran yaşları dökecektiniz. Hâlbuki siz, kiliseyi düğün evine çevirdiniz. Bunu ben beğenmedim, Meryem de beğenmeyecektir. Onun için nedamet getiriniz, diz çöküp secde ediniz, af dileyiniz.”

Halk, “Meryem, Meryem!” sayhasıyla yerlere kapandılar, yanık yanık hırladılar, hatta ağladılar. Bu gözyaşları deminki çılgınlığın yüzlerde, dudaklarda bıraktığı izleri silen bir su oldu, çehreler tabii rengini aldı, kulaklar tekrar başpapaza dikildi. O, hikâyesine devam etti:

“Biliyorsunuz ki bir Türk akını vardır. Bu tehlike ırmağı ne set tanıyor ne duvar. Köyleri, kasabaları, şehirleri birer birer yıkıyor. Dağlar bile bu alev dalgalı ırmağın önünde boyun kırıyor, yol veriyor. Bizler, biz papazlar, Mesih’in sadık hizmetkârları, yıllardan beri fal açıyoruz, murakabe geçiriyoruz. Türk’ün akıbetini ve bizim akıbetimizi anlamaya çalışıyoruz. Ayasofya patriği de dâhil olduğu hâlde kilise mensuplarının şimdiye kadar elde ettikleri iki keşif vardır. Bunlardan biri, sizce de malum olduğu üzere, Türklerin Boğameydanı’nda ceza göreceklerine dairdi.22 İkinci keşif de bir melek tarafından getirilecek kılıca aitti. Bu keşfe göre bir gün o melek, elindeki semavi kılıçla İstanbul sokaklarını dolaşarak Konstantin sütununa gidecek ve sütun dibinde oturan bir gence kılıç vererek, ‘Yürü, korkma!’ diyecekti. İlahi ümmetin (Bizanslılar demek istiyor.) intikamını almaya memur edilen o delikanlı da Türklere hücum edip onları İran hudutlarına kadar sürecekti.23 Bu iki keşifte de şeref, kiliseyi kurtarmak şerefi, Bizans şehrine veriliyor. Fakat bugün o şeref Dimetoka şehrine intikal ediyor!.. Şüphe yok ki yanımıza gelecek Meryem, bir kadeh şarap içmek için bu zahmeti ihtiyar etmiyor. Bize vereceği emirler vardır ve bu emirler, kiliseyi nasıl kurtaracağımızı tespit edecektir. Demek ki Dimetoka, imparatorluğun hamisi vaziyetine girmek üzeredir. Biz, bu şerefi kutlayalım, yeni baştan secdeye kapanalım.”

Bu emir de yerine getirildikten sonra prens cenapları ayağa kalktı, yüksek bir sıranın üstüne çıktı, yüzünü halka çevirdi, şöyle bir tavsiyede bulundu:

“Muhterem piskopos efendi, ne mühim bir gün geçirmeye namzet olduğumuzu söylediler. Bütün Hristiyanlık tarihinde böyle bir günün eşi yoktur. İsa göğe çıktıktan sonra anası da görünmez oldu. Bin üç yüz küsur seneden beri o aziz kadın ilk defa olarak Allah’ın ve oğlunun yanındaki iskemlesini bırakıyor, yere iniyor ve bunu da bizimle görüşmek için yapıyor. Evliyaların bana söylediklerine göre Meryem Ana’yı karşılarken birtakım hazırlıklarda bulunmak lazımdır. Gökte yaşayanların teşrifatı bizim teşrifatımıza uygun değildir. Onlar, bambaşka şeyler istiyorlar. Mesela Meryem Ana, Dimetoka’nın en güzel çocuğu tarafından karşılanmak arzusundadır. Ben onun yerinde olsam birkaç düzine kız tarafından istikbal olunmayı tercih ederdim. Bununla beraber biz onun emrine göre hareket etmek mecburiyetindeyiz. Programda değişiklik yapamayız. Sonra iki at, iki de keskin kılıç lazım!.. Bunları ben hazırlatırım ama çocuğu kendiliğimden seçmek istemem. Gürültü etmeden düşününüz, kasabanın en güzel çocuğu kimse haber veriniz.”

Prens cenapları bu sözleri söylemekle meşgulken Sevindik ve Emanoel yavaş yavaş yürümüşlerdi, herifin sağını solunu işgal etmişlerdi. Sevindik, hakiki bir melek gibi pırıl pırıl parlıyordu ve halkın gözünü kendi üstüne çekiyordu. Nutuk biter bitmez yüzlerce insan ağzından aynı cümle fırladı:

“Dilsiz İlya, dilsiz İlya, Dimetoka’nın en güzel çocuğu odur.”

Sevindik’in bir gün önce gösterdiği hünerden husule gelen heyecan bütün yüreklerde tazeliğini muhafaza ediyordu. Güzelliğiyse o dakikada Dimetokalıları âdeta cezbelendiriyordu. Prens cenapları bu umumi dil birliği üzerine gözlerini Sevindik’e çevirdi ve dudaklarını ısırdı. Evet, halkın hakkı vardı. Kasabanın ve belki bütün Bizans ülkesinin en güzel çocuğu dilsiz İlya’ydı. Lakin soyu sopu belirsiz bir dilsizi, yüzü güzel diye, Meryem Ana’nın karşısına çıkarmak kumandanın azametine dokunuyordu. Onun fikrince güzellik asaletle birleşince bir mana ifade edebilirdi. Asil olmayan güzel, iyi yapılmış bir çanaktan başka bir şey değildi.

Prens cenapları, Sevindik hakkında böyle düşündü. Lakin halkın intihabını reddetmeyi göze alamadı, düşünmeye daldı ve nihayet bir hal sureti buldu.

“Bizim İlya…” dedi. “gerçekten güzeldir, fakat dilsizdir. Meryem Ana’yla konuşamaz. Hem bu mahzurun önüne geçme hem de Mesih’in anasını kendi dileğinden fazla bir itinayla karşılamış olmak için veliahdım Emanoel’i de bu işe memur ediyorum. Oğlum ve soytarısı birlikte Meryem Ana’yı istikbal edeceklerdir.”

Halk, prensin kendi çocuğunu da ortaya atmasına ses çıkarmadı. Çünkü istenilen şey, kasabanın en güzel çocuğunu seçmekti ve onlar bu işi dil birliğiyle yapmışlardı. Meryem Ana, dilsiz İlya’yı görecek olduktan sonra yanında bir veya iki çocuk daha bulunmasının ehemmiyeti yoktu. İsa’nın anası bu tufeylilere isterse iltifat ederdi, istemezse etmezdi. Lakin dilsiz İlya’yla alakalanacağı muhakkaktı.

Prens, küçük Emanoel’in de istikbale gönderilmesine ilişik edilmediğini görünce son emirlerini söyledi:

“Şimdi evinize gidiniz, temizleniniz, süsleniniz, kokular sürünüz, zevale yarım saat kala büyük tarlaya geliniz. Ben askerlerimle, kilise erkânıyla ve çocuklarla aynı zamanda oraya gelmiş bulunacağım. Meryem Ana, bütün Dimetoka halkını orada görmelidir. Hastalar bile sedyelerle tarlaya getirilecektir. Kasabada kalanların burnunu keserim!”

***

Manzara, her bakımdan, tasvire değer. Her bakımdan diyoruz. Çünkü sahnenin ruhiyatla olduğu kadar şiirle de alakası vardır. Bir taraftan da tarihe temas ediyor. Ruhi cephe, Dimetokalıların o geniş tarlada aldıkları vaziyettir. Dişi ve erkek, genç ve ihtiyar birkaç bin kişinin derin bir sessizlik içinde gök kapılarını beklemeleri kolay kolay tesadüf olunabilir hadiselerden değildir. O gün bu birkaç bin vücut tek bir yürek hâlindeydi. Zengin ve yoksul, aç ve tok herkes aynı emeli taşıyordu, aynı ümide bağlanmıştı, aynı şeyi bekliyordu. Güneş, öğle güneşi, bu gafil insanların boş beyinlerini yakından görmek ister gibi biraz alçalmıştı, ateşten istihzalarını bütün kalabalığa püskürüyordu. Herkes ter içindeydi. İhtiyarlar göğüslerini açarak, gençler gömleklerinin yakalarını kıvırarak serinlemeye çalışıyorlardı.

Sahnenin şiir tarafı, bu renk renk insanların tek bir göz gibi göğe gönül açmalarındaydı. Evet, orada semalara açılmış bir yürek manzarası vardı. Bu yürek, hadiselerin kendisinden esirgediği neşeyi gökten bekliyordu. Gerçi beşer dediğimiz fâni zümre, sık sık göğe el kaldırmaktan geri kalmamıştır. Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı.

Muhterem okuyucular arasında “gök kapısının açılması” hurafesini bilenler elbette çoktur. Senenin bir gününde gök kapısının açılacağına, vaktiyle inanılırdı. O gün, her hurafede bulunması şart olan terdid kaidesi mucibince, sarih olarak belli değildi. Filan ayda bir gün!.. Efsaneye inananlar, işte o ayın birçok gecelerinde uyumazlardı, sabaha kadar gözlerini göğe dikip beklerlerdi. Gök kapısının açıldığını görebilecek olanlar, bütün dileklerini elde etmekle mübeşşer24 idiler. Bu sebeple binlerce ve binlerce insan, bu semavi hadiseye şahit olmak, sonunda da hazinelere ve her şeye kavuşmak hırsıyla uykularını feda edip yüksekteki boşluğa gözlerini hapsederlerdi. Eğer onlar, sema denilen ve sayısız âlemlere cevelan sahası teşkil eden o hudutsuz boşluğun mahiyetini bilselerdi elbette bu manasız imana kapılmazlardı. Fennî hakikatleri bilmedikleri için bu gülünç akideyi besliyorlardı ve yeryüzündeki tek bir adamın gök kapısını açık görmüş olmamasına rağmen akidelerini muhafazada ısrar ediyorlardı.

Dimetokalılar da yaşayanlar için ölümün mukadder olduğunu, ölenlerin toprağa münkalip olacaklarını ve hiçbir ölünün gömüldüğü yerden, etiyle, buduyla göklere çıkmasına imkân bulunmadığını bilselerdi, Meryem Ana’yı istikbale elbet çıkmazlardı. Fakat onlar ölünün dirileceğine ve dirildiğine inandıkları gibi, gökten yere adam ineceğine de iman beslemekten geri kalmıyorlardı.

Dimetokalılar, zevalden yarım saat evvel tarlaya gelmişlerdi. Prensle karısı, başpapazla maiyeti, şehrin nüfuzlu aileleri, elli altmış kişilik bir grup hâlinde halktan ayrı bir mevki almışlardı. Bu gruba dâhil olanlar Meryem Ana’nın huzurunda da halkla bir seviyede bulunmak istemiyorlardı.

19.Hazer etmek: Çekinmek, sakınmak, uzak durmak. (e.n.)
20.Z’um: Batıl zan, şüphe, yanlış zan. (e.n.)
21.Efendinin Rumcadan Türkçeye geçtiğini unutmamak lazımdır. Aslında sahip, malik, rab manasını taşırdı. Türkçede okuryazarlara verilen bir unvan olarak kullanıldı, bir müddet şehzadelere, fakat tazim kastıyla, efendi denildi.
22.Boğameydanı, bizim İstanbul’umuzun Tavukpazarı’dır. Bizanslılar, Türklerin İstanbul’a da gireceklerine, fakat o meydanda ihata olunarak imha edileceklerine, papazların kehanetiyle, iman getirmişlerdi. Yıllarca devam edip İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıyla kofluğu tahakkuk eden bu itikadı, o devrin meşhur tarihçilerinden Kalkondil uzun uzun anlatır. (y.n.)
23.Bu gülünç akideyi de yine Bizans müverrihlerinden Ducas yazar. (y.n.)
24.Mübeşşer: Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-68-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu