Kitabı oku: «Viyana Dönüşü»
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
“Viyana Dönüşü”, Viyana’da yüksek tahsilini bitirip dönen Bay Nadir Nadi’nin teveccühkâr telkini ve teşviki ile yazıldı. Bundan dolayı eserimi kendisine ithaf ediyorum.
M. Turhan Tan
1
BİR GÜLLENİN TARİHİ
Serçeşme Deli Murat, yanık yanık yalvardı:
“Di gel, naz etme, anlat. Nice attıydın o gülleyi?”
Kara Mehmet, yataklı bıyıklarını uzun uzun sıvazladı, dalgın dalgın mırıldandı:
“On beş yıllık hikâyeyi söyletip nideceksin? O bir işti oldu, bugün unutuldu!”
Beriki ayak diredi, ant verdi, yemin verdi ve sonunda arkadaşını yumuşattı, yola getirdi. Belki bu kadar ısrara lüzum yoktu. Kara Mehmet, o hatıranın küllenmeyen ateşiyle zaten tutuşmuş gibiydi. Dudakları susarken gözleri konuşuyordu. Fakat ruhunu ansızın şahlandıran bu tahatturun1 zevkini gene içinde tutmak istediğinden dilsiz bir belagate bürünüp kalmayı tercih ediyordu, candan sevdiği Serçeşme’nin zorlaması üzerine bu dilsizliği bıraktı, gözlerinde tutuşan ateşi dudaklarına da geçirdi, anlatmaya başladı:
“Tam on beş yıl oldu Murat, on beş yıl! Ben Akdeniz Boğazı’nda topçuydum, Kumburnu’nda bulunuyordum. Ne gecemiz geceydi ne gündüzümüz gündüz. Metristen2 bir yere ayrılamıyorduk, top kundağını yastık yapıp uyku kestiriyorduk. Limni’yi, Bozcaada’yı alan Venedik donanması Kepez önünde dolaşıyordu. Bizi bir gafil avlasa boğazı aşacaktı, İstanbul’a ulaşacaktı. İşte biz bu kara günü görmeyelim diye uykusuz kalıyorduk, gözümüzü denizden ayırmıyorduk.
Koca bir ramazan böyle geçti, bayram gelip çattı. İstanbul’da herkes şenlik yaparken biz gene metriste şekersiz kuru peksimet çiğneyip düşman gözlüyorduk. O sırada bir gün karşı yakada bir kaynaşma oldu, alay alay asker göründü, arkasından donanmamız belirdi. Eh, bizim de bayramımız geldi demekti.
Hakkımız da vardı, kaç aydır boğazın şu köşesinde unutulmuştuk. Ne hâlimizi soran çıkıyordu ne yardımımıza gelen. Hâlbuki düşman gün başına imdat alıyordu, bol yem bulan domuzlar gibi boyuna semirip şişiyordu. Ot yüzü görmeyen biz kurbanlık koyunlar ise her gün biraz daha eriyip dermansızlaşıyorduk. Büyüye tutulmuş, kötürümleşmiş gibi bir türlü Beşiktaş önünden ayrılamayan donanmamızın ansızın görünmesi, Rumeli yakasına asker gelişi, birden içimize ferahlık verdi, hepimizi sevinçten ağlattı.
Sen de bilirsin ya. Orduyu boğaza getiren, donanmayı da kötürümlükten kurtaran Köprülü Mehmet Paşa idi. Seksenlik koca vezir, binlerce gence kılavuzluk ediyordu, aslanlara yol gösteren yaşlı bir kurt gibi en önde yürüyordu. Bu dinç koca, Rumeli yakasında çok durmadı. Soğanlıdere’ye toplar yerleştirdikten sonra bizim yakaya geçti, Küçükkepez’de otağ kurdurdu ve bayram ayının beşinci günü savaş emrini verdi.”
Kara Mehmet durdu, hafızasındaki sahneleri sıralamak ister gibi uzun bir lahza düşündü ve sonra heyecan içinde söze başladı:
“Venedik donanması Kâfirbucağı ile Büyükkepez arasında duruyordu. İki yakadan da onlara top ulaştırmak güçtü. Onun için savaşı gemiler yapacaktı. Koca vezir, bizim donanmaya başbuğ seçilen Çerkez Osman Paşa’ya hücum emri verir vermez gemiler yürüdü. Kalyon kalyona, çektirme çektirmeye, mavna mavnaya çatmak gerekti. Biz metrislerimizden fırlamıştık, düşmana doğru süzülen gemilerimizin köpüklerine gözlerimizi sararak bu yürüyüşü seyrediyorduk. Ne göğü görüyorduk ne yeri. Yüreklerimiz durmuş gibiydi. Hepimiz titriyorduk. Çünkü İstanbul’un sonu bu savaşa bağlıydı. Venedikliyi yenip kaçıramazsak İstanbul elden gitmiş olacaktı. Koca vezirin getirdiği donanma, bizim tersanenin son kırıntılarıydı. Bozguna uğrarsak yeniden kalyon düzmek belki de mümkün olamayacaktı. Çünkü hazine tamtakırdı, işler bozuktu, vezirler hayırsızdı. Düşman da fırsat kaçıracak soydan değildi. Savaşı kazanır kazanmaz İstanbul’a ağıverecekti.
Biz bunu bildiğimiz için tepeden tırnağa kadar göz kesilmiştik, gemilerimizin yüz aklığı göstermelerini bekliyorduk. Derken ilk çatışma oldu. Ömer Kaptan’ın mavnası bir Venedik mavnasına saldırdı. Arkadan Süleyman Kaptan’la Halil Kaptan’ın mavnaları yetişti, Venedik gemisi üç yandan sarıldı, sıkı bir ateşten sonra düşman bayrağı alaşağı edildi, yaradan, bereden iler tutar yeri kalmayan mavna, yedeğe alındı.
Artık bizdeki sevinci sorma. Bu ilk kazancı uğur sayıyorduk, savaş sonunun hayırlı çıkacağını umuyorduk. Meğer aldanıyormuşuz, meğer bizim gemilerde gizli düzenler kuruluymuş.”
Gene sustu, gamlı gamlı düşündü ve ağlayan bir sesle anlattı:
“Venedikli, kale içeriden alınır diye saman altından altın yürütüp bizim gemicilerin çoğunu fesada vermişmiş. Bunu biraz sonra anladık. Çünkü Ömer Kaptan’la arkadaşları düşman mavnasını yedeğe alırken otuz pare çektirmemiz, başta Kaptan Paşa baştardası olduğu hâlde umulmaz bir manevra yapmaya başladı, Kâfirbucağı’na doğru dümen kırdı. Düşman berideydi, dövüşen mavnalar ortada yapyalnızdı, bizim donanma kaçıyordu!..
Bu nasıl iş demeye kalmadı, beş altı Venedikli gemisi bizim şanlı mavnalarımıza saldırdı, ilk hamlede tutsak gemi elden çıktı, ardından Halil Kaptan’ın mavnası ateş alarak çırpına çırpına battı, Süleyman Kaptan’ınki zincire vurulup sürüklendi. Yalnız Ömer Kaptan, turna sürüsü ortasında kalan yaralı bir şahin gibi pençeleşe pençeleşe sıyrıldı, bizim topların gölgesine sığındı. Fakat içindeki üç yüz serdengeçtiden otuzu ancak sağdı, üst tarafı ölüp gitmişti.
Şimdi gene ağlıyorduk, hem de çocuklar gibi dövünerek ağlıyorduk. Gözümüzün önünde mavnaların yok olup gitmesi, bütün donanmanın tek gülle atmadan bir bucağa büzülüp kapanması gücümüze gidiyordu. Elimizden gelse toplara binip denize atılacaktık. Ne yazık ki toplar denizde yürümüyordu, güllelerimiz de düşmana ulaşamıyordu.
İşte biz böyle dövünüp dururken kıyının bir yanından üç kayık göründü. Beşer kürekli üç kayık ki iri boylu birer karabatak gibi denizi sıyırarak düşman mavnalarına doğru uçuyorlardı.”
Serçeşme Deli Murat, Allah’ın yeni bir adını daha öğrenmek isteyen bir mümin iştiyakıyla sordu:
“Kimdi onların başındaki adam?”
“Alaiye Sancak Beyi Küçük Mehmet!”
“Şimdi vezir olan yiğit asker!”
“Evet, ta kendisi. Bizim toplarımızı denizde yürütemediğimize karşı o, üç kayığı suya salmıştı, esir edilen mavnamızı kurtarmaya koşuyordu. Düşman, mavnalara kayıkla hücum edileceğini hatırına bile getiremediği için önce duraladı, ateş açmadı. Belki de onları bir elçi kayığı filan sandı. Lakin kayıkların biraz yanaşır yanaşmaz ok atmaya başladıklarını görünce kızgınlıktan kudurdu, toplarını işletmeye koyuldu. Fakat iş işten geçmişti, kayıklar Süleyman Kaptan’ın tutsak mavnasına yanaşmışlar ve yiğitler bir kılıç balığı kümesi gibi güverteye sıçrayarak içindeki düşmanla boğaz boğaza gelmişlerdi.
Biz, kaçan çektirmeleri unutarak Mehmet Bey takımının boğuşmasını seyrediyorduk. Aramız hayli açıktı, öyleyken mavna içindeki boğazlaşmayı burnumuzun dibindeymiş gibi apaçık görebiliyorduk. Böyle sıralarda kulak sağır oluyor, dil duruyor, yürek susuyor, yalnız göz işliyor. Bizim de gözlerimiz keskin birer dürbün olmuştu. En uzağı görüyorduk.
Baştardenin bucak bucak saklandığı, mavnalarımızın harap olduğu bir sırada bütün bir düşman filosuna saldırmak isteyen bu üç kayık, şüphe yok, çılgınlar eline düşmüş olacaktı.
Fakat o kayıklarda ölüm sevgisiyle titreşip duran altmış yiğit, hiç de çıldırmış değillerdi. Yalnız Türk’ün alnına sürülmek istenen kara lekeyi görmektense denizin beyaz kucağında kirsiz bir ölüme kavuşmak isteyen kahramanlardı.”
Serçeşmeli Deli Murat, sabırsızlık gösterdi:
“Sonra?”
“Küçük Mehmet’le yoldaşları, bir koyunun kesilip yüzülmesi için gerekli olan zaman kadar bile uğraşmadılar, Türk mavnasına dolan yüz elli düşmanı doğradılar, gemiyi yedekten aldılar, ok ve tüfek ateşleri içinde yürüterek kıyıya getirdiler.
İki kıyıdaki asker alkış çekiyordu. Ellerin çıkardığı ses deniz gürültüsünü bastırıyordu, koca vezir de ağlıyordu. Türk kayığı Venedik mavnalarını yenmişti; Türk yumruğu düşman toplarını yenmişti, Türk kılıcı küçük bir filoyu kaçırmıştı. Fakat sevincimiz gene yarı kaldı. Çünkü Küçük Mehmet’in üç kayıkla paçavraya çevirdiği dört Venedik mavnası büyük gemilerine doğru süklüm püklüm sürüklenip giderken bizim kalyonlar da rüzgârdan yardım görüp Sakız’a doğru dörtnala savuşuyorlardı. Artık düşman önünde biz gemisiz kalmıştık ve Venedikli boğazı zorlarsa çürük toplarla onu durdurmaya savaşacaktık!..”
Bağdaş kurup oturmakta olan Serçeşme, dizüstü geldi, yumruklarını kasıklarına dayadı, homurdandı:
“Sonra?”
“Venedik ve Malta çektirileri, ‘Ver elini Sakız!’ diye boğazdan açılan bizim gemileri önlemeye, çevirmeye koşuyorlardı. Biz onların meramını sezince gene tek bir göz gibi benliğimizi denize vermiştik, nemli bir bakışla iki donanmayı süzüyorduk. Çerkez Osman’ın savaştan kaçındığı belli idi. Fakat düşmanın zoru önünde utanıp er meydanına döneceğini umuyorduk. Meğer gene aldanmışız. Korkak amiral, can kurtarmaktan gayri bir şey düşünmüyormuş. Bunu biraz sonra anladık. Çünkü düşman, bizimkilerin önünü kesiverince Çerkez Osman ileri atılacak yerde geri döndü, düşünde ürküp yorganına büzülen ödlek çocuklar gibi karışık bir durum aldı, Kâfirbucağı’na sığındı. Bu kaçış sırasında yeniçeri kâhyasının yedek gemisi elden çıktı, on beş kadırga karaya vurdu, içinde bulunan derme çatma asker, aylıklı asker denize döküldü.”
“Koca vezir tınmıyor muydu, salt bakıp duruyor muydu?”
“Tınmaz olur mu hiç? Yerinde duramıyordu, fırıl fırıl dönüyor ve boyuna dövünüyordu. Gemilerin Büyükkepez’e doğru kepazece dağıldıklarını görünce hemen bir kayığa atladı, Rumeli yakasına geçti, Türk olmadıkları hâlde Türk donanmasına kürekçi ve cenkçi yazılıp bu edepsizliği yapan korkak gidileri karşılamaya koştu. Kadırgalardan denize dökülen ödsüzlerden yüzme bilmeyenler zaten boğulup gitmişlerdi, canlarını kurtarıp karaya ulaşanlar da ıslak tavuklar gibi adım attıkları yerde pinekleyip duruyorlardı. Koca vezir öbür yakaya çıkar çıkmaz askere emir verdi, Türk namusuna kir bulaştıran namert kaçakları kılıçtan geçirtti. Ödlek kürekçiler, korkak cenkçiler bulutu görünce yağmur yağar diye kaçmışlardı, koca vezir onları doluya tutturdu, birer birer kestirdi.”
“Hay toprağı nur, yeri cennet olsun!”
“Fakat durum nazikti. Büyükkepez’de karaya vuran üç mavna ile on çektirmemizin, Kâfirbucağı’nda üst üste yığılan kadırgaların düşman tarafından yakılacağına yahut yakalanıp götürüleceğine şüphe yoktu. Artık gayret bize düşüyordu. Gemilerimize saldırılırsa biz toplarımızı işletecektik. Onun için elimiz fitillerde bekliyorduk.”
“Düşman ne yapıyordu?”
“Ne yapacaktı, şenlik topları ata ata boğaza geliyordu. İki yıl önce Sarı Kenan Paşa’yı yenip adalarımızdan çoğunu zapt eden Kör Kaptan3 baştardasını kılavuz yapmıştı, ardına taktığı dağ gibi kalyonlarla, düzine düzine çektirmelerle, alay alay mavnalarla üzerimize yürüyordu.”
Biraz durdu, bıyıklarını okşadı, imanlı bir sesle tefelsüf etti:4
“Biliyor musun Murat, kendini büyük görenleri Allah, çabucak küçültüveriyor. Bu Kör Kaptan, son yıllarda denizlerin firavunu kesilmişti. Kabına sığmıyordu. Karaları ulu Tanrı yaratmışsa denizleri sanki o yaratmıştı. O kadar gururu vardı. O gün de öyle davranıyordu. Ne gemilerimize değer veriyordu ne toplarımızı sayıyordu. Herifin gelişinde düşman üzerine yürüyen bir gemici hâli yoktu, serçe üstüne atılan bir köpek çalımı vardı. Sözün kısası bizi adamdan saymıyordu.
Ya gemisi? O bir baştarda değil, bir gelin odası, bir düğün sofası idi. Baştan başa çuhalar, şallar, ipekli kumaşlarla süslenmişti, topların üstüne bile İngiliz kadifeleri örtülmüştü.
Kör Kaptan bunları gösteriş için yapıyordu. Kumanda ettiği yetmiş iki buçuk millet içinden toplanma gemicilere kendince yürek pekliği aşılamak istiyordu. Yavaş yavaş bizim güllelerin ulaşma sınırı içine girdiği hâlde çalımını bozmuyordu. Kendisi güvertedeydi, yanında yedi ünlü kaptan vardı. Hep birlikte şarap içiyorlardı. Ben, içinde bulunduğum metristen, Kör Kaptan’a kadeh sunan keklik yapılı genç oğlancıkları bile görüyordum.
Düşman işte bu çalımla geldi, geldi, bizim metrislerin önünden karşı yakadaki baştardamıza doğru akmaya başladı. Sürüden ayrı düşmüş kuzuyu kurt nasıl güle güle, eğlene eğlene kaparsa Kör Kaptan da bizim baştardayı o biçimde alıp götürecekti. Çünkü gemiciler hep karaya dökülmüştü. Koca vezirin kılıcından kurtulanlar dağlara, kırlara dağılmıştı. Bastardayı koruyacak değil, dümenini tutacak tek adam yoktu.
Bu durumda kara askerimiz ağlaşıyordu, birbirleriyle kucaklaşıp gözyaşı döküyordu. Onlar, ellerinden gelse denize atılacaklardı, palalarını dişlerine takıp düşman gemilerine saldıracaklardı. Fakat deniz, hain deniz, yol vermiyordu, yiğit ayakları karaya mıhlıyordu.
Ben de ağlıyordum, fakat gözümle değil kalbimle. Çünkü gözüm benden ayrılmış gibiydi, Kör Kaptan’ın gemisindeydi. Bizim baştardayı, koca koynundan alınan bir geline çevirmek isteyen bu uğursuz herif, benim de gözümü esir etmişe benziyordu. Bir türlü sağıma, soluma bakamıyordum, hep onu görüyordum. Bu büyülü bakış ne kadar sürdü, bilmem. Lakin bir aralık onunla âdeta karşı karşıya geldiğimi gördüm. Ona parmağımla dokunabileceğimi sanıyordum ve herifi kendime o kadar yakın buluyordum. İşte bu sırada gözüm, evinden çıkacakmış gibi büyüdü, yüreğim ağzıma geldi, ta içimden bir ses yükseldi: Ateş!..
Bu emri bana veren gene bendim. Lakin başkasından, büyük bir zabitimden emir alıyormuşum gibi titredim, gözümü Kör Kaptan’dan ayırmaksızın fitili ateşledim. Eh, nişanı melekler almış olacak. Güllem, ateş olmuş Türk yumruğu gibi topun ağzından fırladı, Venedik baştardasına ulaştı ve tam cephaneliğin ortasına düştü.
Kaç saatten beri büyülü olan gözümün büyüden kurtulup açıldığını duydum ve Venedik bastardasının alevler içinde kaldığını gördüm. Gemi yana yana batıyordu, Kör Kaptan’la arkadaşlarının, binden artık kürekçinin, cenkçinin parçalanmış cesetleri gökyüzünde uçuşuyordu. Biraz sonra amiral gemisine yakın olan kalyonlar ateş aldı, bu ateşten mavnalar alevlendi. Deniz dalga dalga cehennem oldu, düşmanı lokma lokma eritmeye koyuldu. Türk’ün namusu kurtulmuştu!”
Serçeşme Deli Murat, bir Kur’an suresi dinledikten sonra içten gelen bir hayraniyetle sadakallahülazîm diyen mutekit Müslümanlar gibi haykırdı:
“Var ol Kara Mehmet, elin dert görmesin Kara Mehmet.
Ve sonra ilave etti:
“Sen o güllenle Türklüğün başına kümelenen talihsizlik bulutunu da dağıttın. O gün, bugün işlerimiz iyi gidiyor. Şimdi kime sorsan devlete koca Köprülü ile oğlu düzen verdi derler. Kara Mehmet’in güllesini dile almazlar. Hâlbuki sen o gülleyi atmasaydın ne koca vezir yerinde kalırdı ne hünkâr. Belki İstanbul da elden çıkardı. Ne yazık ki kimse senin kadrini bilmiyor. Bak, bugün gene yetmiş akçeli bir sipahisin. Ne tuğun ne otağın var!”
Kara Mehmet, bu sözlerden hoşlanmadığını göstermek ister gibi sert bir hareket yaptı.
“Yok, yok!” dedi. “Öyle deme. Topu ben ateşledim ama nişanı alan, Türk’ün ulu bahtıdır. Başka türlü o gülle bu işi yapamazdı. Sonra mükâfat da görmedim değil. Koca vezir, bütün ordunun önünde beni çağırttı, alnımdan öptü, ‘Yediğin ekmek helal olsun!’ dedi, sipahilik verdi, yüz altın da bahşiş sundu. Daha ne ummalıydım?”
Deli Murat, acı acı gülümsedi:
“Ne mi ummalıydın?.. Bir ev, bir can yoldaşı!.. Baksana, yaşın kırka vardı. Henüz evin yok, eşin yok!”
Kara Mehmet gülümsedi:
“Sen de benim gibisin Murat. Göğe çıksan yerde pabucun kalmayacak. Bana acıyacağına kendine çekidüzen versene.”
Ve birden ciddileşti, iki elini arkadaşının kalın omuzlarına koydu:
“Eski günleri dile getirdin, bana gülle kıssasını söylettin. Sende şu Uyvar’a gidişi anlat. Çünkü taşıdığın ün o savaştan başlar.”
Şimdi nazlanır gibi görünen Deli Murat’tı, ant verip onu zorlayan Kara Mehmet’ti. Nihayet dost hatırı, mahviyet arzusundan üstün çıktı. Deli Murat da ömrünün unutulmaz hatırasını hikâyeye girişti.
“Senin bir gülle ile Venedik donanmasını tutuşturduğun günden elifi elifine yedi yıl sonra idi. Şimdiki Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, babasının yerine geçip Nemse’ye harp açmıştı. Ben deli dolu bir leventtim, kendiliğimden sefere aşıyordum. Estergon önünde Nem-seli Furgaç’la küçük bir savaş yapıldığı gün, ben bilmiyorum ya, yüz aklığı göstermişim, atılgan görünmüşüm. Genç sadrazamın yanına çağrıldım, Bayrakağası yapıldım, Erdel Kralı Apafi’ye mektup götürmek emrini aldım.
O güne kadar kralların yalnız adını duyuyordum, yüzlerini gördüğüm yoktu. Ne çeşit adamlara kral diyorlarmış diye merak içinde yola çıktım. Üç konaklık yolu bir günde alıp Erdel’e ulaştım. Apafi ile buluştum. Belki tuhaf bulacaksın ama doğru söylüyorum, onunla ilk yüzleştiğim gün gülesim gelmişti. Hani erkekliğe aykırı düşmese kasıklarımı tuta tuta gülecektim. Herifin ne sorgucu vardı ne tuğu. Bizim Boğdan voyvodaları gibi giyinmişti. Miğferi bile yoktu. Fakat çalımı yerindeydi. Sadrazamın mektubunu, kendi ayarında bir çulsuzdan gelme kâğıtmış gibi mühimsemeyerek aldı, parmaklarının ucuyla tercümana uzattı, kendi diline çevirterek dinledi. Meğer Fazıl Ahmet Paşa, kralı yanına çağırıyormuş. Herif bu çağrılıştan kuşkulanıp pirelendi mi yoksa krallık çalımı deprenerek sinirlendi mi bilmem, birden taht diye üstünde oturduğu kadife iskemleden fırladı, birkaç söz haykırdı.
Onun, sunduğum mektubu öpüp başına koymamasından, bana güler yüz göstermemesinden zaten huylanmıştım. Böyle sert sert bağırması üzerine büsbütün kızdım. Gözlerimi belerterek tercümana sordum:
‘Ne diyor bu adam?’
‘Krallar, kimsenin ayağına gitmezler, buyuruyor.’ ‘Öyle ise anlat kendisine. Türkler, ayaklarına getirmek istedikleri kralları nasıl yürütebileceklerini bilirler.’
Bu sefer tercüman belinledi,5 alık alık sordu.
‘Ne yaparsınız elçi bey!’
Herifle eğlendim:
‘Ben elçi değilim çorbacı! Levendim. Elçi olsaydım yüzüme haykıran kralınızı elimin tersiyle susturuverirdim. Buraya ulak gibi geldiğim için pot kırmak istemiyorum. Fakat çelebi kral bilmelidir ki ona ‘Yanıma gel!’ diyen ağız çok kuvvetlidir.’
Tercüman, ne söyledi anlamadım. Lakin kral, artık haykırmıyordu, yaptığı suçu diliyle temizleyen ispinoz gibi kötü kötü düşünüyordu. Biraz sonra nemlenen gözlerini bana çevirdi, yalvarır gibi bir şeyler söyledi. Tercümanın yardımıyla anladım ki sadrazamdan korkuyormuş, kendisini öldürür diye çekiniyormuş.
Şimdi içime bir acıyış gelmişti. Taç sahibi, ülke sahibi, ordu sahibi bir kralın bu kadar korkak oluşuna acıyordum. Tatlı dil döktüm, vahşetini giderdim, benimle bile yola çıkmaya kandırdım. Zavallı kral, iki elime sarılıyordu, tercüman ağzıyla yalvarıp duruyordu:
‘Şart olsun, der misin, nikâhına ant içer misin?’
Herif benim bekâr olduğumu bilmiyordu yahut her Türk’ün mutlaka evli olacağını sanıyordu. Ondan ötürü boyuna şart etmekliğimi istiyordu.
Dileğini yerine getirdim. Adı sanı olmayan karılarımın üstüne şart koştum. Kralı tasadan kurtardım.”
Serçeşme Deli Murat, çapkın bir gülüşle, sözüne ara verdi:
“Uyvar Savaşı’nı söylemeden bu kral kıssasını niçin dile aldığımı sonra anlarsın. Sana evlen deyişimle, hatta bugün seni buluşumla bu kıssa arasında büyük bir bağlılık var!”
Ve Kara Mehmet’in karşılık vermesini beklemeden hikâyesine geçti:
“Kral, bizim orduya gelip sadrazamla görüşmeye karar vermiş olmakla beraber şanına layık hazırlıklarda bulunmak için biraz mühlet istiyordu. Leventçe davrandım, bu mühleti verdim. Sonra karşı karşıya oturduk, birkaç kadeh şarap yuvarladık. Onun ne zaman yola çıkmasının uygun düşeceğini kararlaştırdık. Şimdilik ben bir mektupla dönecektim, kralın gelmek üzere bulunduğunu Fazıl Ahmet Paşa’ya bildirecektim. Sırası gelince de onu karşılamaya gelecektim. Kral, sadrazamla buluşurken benim de mutlaka yanında bulunmaklığımı istiyordu.
Her ne ise… İki gün Erdel Sarayı’nda kaldım, mektubu alıp orduya döndüm, görüp duyduklarımı birer birer vezire anlattım. Genç sadrazam bıyık altından güldü:
‘Bekâra avrat boşamak kolaydır. Hiç düşünmeden şart etmişsin. Fakat merak etme, korkak krala kötülük edecek değilim. Yalnız yanımda bulunmasını istiyorum. Haydi, dinlen. Yorgunluğunu gider. Yarın Uyvar’a varacağız. Kral gelip bizi buluncaya kadar biz o kaleyi devirelim.’
İşte Uyvar’a böyle gittik, yaman bir savaşa giriştik. Bizim Estergon’da yendiğimiz Furgaç bu kaleye kapanmıştı, canını dişine alıp dayanıyordu. Biz de metrisler kurarak, sıçan yolları açarak, lağımlar yürüterek, top işleterek çalışıyorduk, hemen her gün yürüyüşe geçip kaleyi sarsıyorduk. Horozlardan önce toplarımız uyanıyordu, gün batıncaya kadar kumbaralar, civan taşları atılıyordu. Uyvar, birçok geceler semendere benziyordu, kıpkızıl görünüyordu.6 Fakat kaleye adamakıllı yanaşamıyorduk. Nihayet mehtaplı bir gece ansızın ay tutuldu, her taraf zifirî siyah kesildi, asker de fırsatı kaçırmadı, metrisleri ilerletti, sıçan yollarını genişletti, lağımları çoğalttı. Artık duvarları yıkabilecektik, hücuma kalkmaktan çekinmeyecektik.
Fazıl Ahmet Paşa, hazırlıkların tamam olduğunu görünce hücum emrini verdi, bütün ordu yaydan fırlamış ok gibi kaleye atıldı. En önde Erzurumlu Abbas gidiyordu. O, eşi az bulunur yiğitlerdendi. Oklar arasına katılmış yağlı kurşuna benziyordu, bütün orduyu geride bırakarak uçuyordu. Kale bedenine ilk çıkan da o oldu. Düşman, alay alay askerimizi bir yana koymuştu, bütün hıncını Abbas’tan çıkarmaya savaşıyordu. Fakat yiğit Erzurumlu, yıldırımlar arasında dolaşan bir bulut gibi pervasızdı, tırmandığı yerden ayrılmıyordu, elindeki bayrağı sallayarak Türk ordusunu yanına çağırıyordu. Bu yaman işarete ilk koşan bir yeniçeri oldu, kale bedenindeki Türk bayrağı ikileşti. Onun birini düşüremeyen düşman, şimdi büsbütün kudurmuştu. Abbas’la arkadaşını kurşun sağanağına tutmuştu, işte o sırada üçüncü bir bayrak, resimsiz, nakışsız bir bayrak daha yükseldi, Abbas’ın yardımcıları ikileşti.”
Deli Murat’ın sesi yavaşladı, diline bir utanç geldi ve fısıldar gibi konuştu:
“Bu üçüncü bayrağı ben diktim!”
Kara Mehmet, kuvvetli yumruğunu arkadaşının omzuna indirdi:
“Yaşa Deli Murat!” dedi. “Yaptığın iş çok yaman!”
O, başını salladı:
“Seninki kadar değil. Bir donanmayı tek bir gülle ile ateşe vermek nerede, bir kale bedenine üçüncü olarak çıkmak nerede?”
“Hayır. Senin yaptığın iş daha büyük. Çünkü ben karadan gülle savurdum. Sen, gülleler, kurşunlar içinde yürüyerek o işi yaptın.”
İkisi de yiğitlikte üstünlük şerefini birbirine bağışlamak istiyordu. Çünkü ikisi de Türk’tü, bir faziletin hakkını vermeyi bu haysiyetle borç tanıyorlardı. Yaşça biraz daha ileri olan Deli Murat, arkadaşının alçak gönüllülükte ayak dirediğini görünce sertlendi:
“Boş lafı koy be adam!” dedi. “İki kere iki beş etmez. Sen, Kumkale’den o mübarek gülleyi savurup da Venedik donanmasını tutuşturmasaydın İstanbul elden giderdi. Biz Uyvar’ı almasak ne olurdu?..”
Ve dostunu şu hükümle susturduğundan ileri gelme bir gülüş içinde pos bıyıklarını büktü:
“Hikâyeye de…” dedi. “Apdest verdirme. Sözümü bitireyim ki meramımı açığa vurmaya aman bulayım. Nerede kaldıktı? Ha… Uyvar Kalesi’ne çıktığımı söylüyordum, değil mi?.. Evet. Abbas’tan, onun izinde yükselen yeniçeriden sonra kale bedenine ben bayrak diktim.7 Asker de ardımdan harıl harıl tırmanıyordu. Düşman, bu yükselen akın üzerine teslim işareti çekti, Uyvar bizim oldu. Ben, yaptığım işin içime verdiği sarhoşluğu gidermeden bir çavuş geldi, sadrazamın beni istediğini söyledi. Bir merdivene çıkar gibi hiç güçlük sezinsemeyerek tırmandığım kaleden dik ve kaygan bir bayır iner gibi sendeleye sendeleye indim, serdarın otağına gittim. Genç vezir, Uyvar’daki Macar kilisesinin hünkâr, Nemse kilisesinin valide sultan, Tot kilisesinin de haseki sultan adına mescide çevrilmesi için emir veriyordu. Kendisini selamladım, durdum. Yeniçeri ağasına, defterdara, vezirlere diyeceklerini bitirdikten sonra yüzünü bana çevirdi.
‘Kaleye…’ dedi. ‘ilkin kim çıktı?’
‘Erzurumlu Abbas!’
‘Öyle ise turnayı gözünden o vurdu, elli akçelik sipahi tımarını da o kazandı. Sen yaya kaldın Deli Mehmet. Bu geriliği örtbas etmek için hemen tabanları yala, Erdel yoluna koş. Kralla buluş, yüreğini hoplatmadan herifi buraya getir.’
Otağdan utana utana çıktım. Kaleye bayrak dikişte üçüncü kalışımdan enikonu utanıyordum, bir suç işlemiş gibi sıkılıyordum. Ardımdan bir vezir ağası yetişti. Bir bohça kumaşla üç yüz altın getirdi.
‘Devletlü vezir…’ dedi. ‘selam ediyor. Bunları gönderiyor, Önümüzde alınacak kale çoktur, gam yemesin, elbette birinden birine ilk bayrağı Deli Murat diker! buyuruyor.’
Bu söz utancımı giderdi, kumaşı çadırımda bıraktım, altınları koynuma koydum, atlanıp yola düzüldüm, üç gün sonra Kral Apafi ile karşılaştım. Yanında beş bin kadanalı Saz Macarı, beş bin Sikel atlısı, üç bin Haydoşak süvarisi vardı. Erdel’deki yedi yüz elli altı pare kalenin hâkimi de dev gibi kadanalara binmişlerdi, kralın ardında yürüyorlardı. Kral, sarayda gördüğüm çulsuz adam değildi, başkalaşmıştı. Tepeden tırnağa kadar gök demir içindeydi. Kâkülleri dağınık beş yüz genç uşağın ortasında at sürüyordu. Satırları, tüfekçileri, mataracıları öndeydi. Mehterhanesi de durmadan ötüyordu.
Kral beni görünce babasına kavuşan hasretli bir çocuk gibi sevindi, oğlancıklarını bir yana çektirdi, mehterhanesini susturdu, at üstünden elini uzatıp elime yapıştı, tercüman ağzıyla yanık yanık sordu:
‘Nasıl, şartın şart değil mi?.. Kılıma zarar gelirse karıların boş olacak.’
Güldüm:
‘Üçten dokuza, hatta doksan dokuza kadar şart olsun. Güler yüzden, tatlı dilden gayri bir şey görmeyeceksin!’
Benim bu sözüm üzerine gözleri parladı, yüzü açıldı ve beni sağına alarak yürüyüş emri verdi. Konuşa konuşa, gülüşe gülüşe konakları aştık, Uyvar önünde bizim orduya ulaştık. Biz gelinceye kadar Eflak beyi, Boğdan beyi, Kırım hanının oğlu da gelmişlermiş. O iki beyle divan çavuşları krala karşı çıktılar, hazırlanan otağa götürdüler, konuk ettiler. Ertesi gün sadrazam, alay kurdurdu. Bütün konukları huzuruna getirtti.
Ben, aldığım emre uyup sadrazam otağının bir köşesinde duruyordum. Bütün töreni gözümle gördüm. Şimdi de gözümü kapayınca o günkü işler beynimde canlanıyor, yüreğime çarpıntı geliyor. Neydi o azamet, neydi o kudret! Ben Türklüğün bir cihan, nurdan bir cihan olduğunu o gün anlamıştım.”
Deli Murat, gerçekten heyecan içindeydi. Sekiz yıl önce gördüğü muhteşem sahneleri hatırlamak onun kanına ateş, gözlerine kıvılcımlı bir ışık, diline tatlı bir tutukluk getirmiş gibiydi. Söyleyemiyordu. Kelimelerden çok beliğ bir sükût içinde kıvranıyordu.
Aynı heyecana kapılan Kara Mehmet’in yalvaran bir sesle “Sonra?” demesi üzerine şöyle bir silkindi:
“Evet!” dedi. “O gün yepyeni bir imana erdim, Türk’ün yeryüzünde en üstün bir varlık olduğuna inandım.”
“Nasıl?”
“Acele etme yoldaş, sabırlı ol! Kendimi bir iyi toplayayım da anlatayım: İlkin otağa Kırım Şehzadesi Ahmet Giray girdi. O kırk bin Tatar’la ve yüz elli bin yedek atla ordugâha gelmişti. On beş yaşında ya vardı ya yoktu. Fakat yetişkindi, genç irisiydi. Sırmalı kadife giyinmişti, elmaslı kılıç kuşanmıştı. Otağa girer girmez eğildi, veziri selamladı, üç adım sonra bir daha ve üç adım sonunda bir daha iki büklüm olup selamını tazeledi.”
“Vezir ne yapıyordu?”
“Onun sarığı gözlerine kadar inmişti, arkasına giydiği kürkün kalkık yakası yüzünü yarı örtüyordu. Ayaklarını birbiri üzerine atarak oturuyordu, iki eliyle dizlerini tutuyordu. Elleri o kadar sıkı bağlıydı ki mıhlanmış sanılırdı. Ne kımıldıyordu ne ayrılıyordu. Kırım şehzadesine derin derin baktıktan sonra gözlerini süzdü, ‘Hoş geldin buyur otur.’ dedi, sağındaki sandalyeyi gösterdi. Ahmet Giray, hemen yere kapaklandı, vezirin eteğini öptü, gösterilen yere ilişti, iki dakika sonra otağa Erdel Kralı Apafi girdi, eşikte beni görünce sevinir gibi oldu, gözleriyle şartımı hatırlatmaya çalıştı. Ben de başımı yavaşça salladım, korkmamasını anlattım. O, benim verdiğim yürek pekliğiyle ilerledi, dizüstü çökerek ipekli halıyı öpüp kalktı. Her üç adımda bu işi yaparak yürüdü, sadrazamın önüne gelince gene yere kapandı, vezirin sağ ve sol ayaklarını, eteğini ayrı ayrı öptü, geri geri çekildi, el pençe divan durdu, beklemeye koyuldu.
Fazıl Ahmet Paşa, gene eski durumdaydı. Ne başını kımıldatıyordu ne dizlerine kilitlediği ellerini kıpırdatıyordu, ben için için titriyordum. Bu azamet, bu kudret gözlerimi kamaştırmıştı. Ayakta duran krala baktıkça bütün Erdel ülkesi dağıyla, taşıyla, bağıyla, bahçesiyle, yirmi kere yüz bin halkıyla küçülüp küçülüp gelmiş, şu otağa girmiş ve köle biçimine bürünmüş sanıyordum. Yirmi kere yüz bin insan bu kralın ayağını öpüyordu, yedi yüz altmış kalede onun bayrağı sallanıyordu, binlerce kişilik ordu onun emri altında bulunuyordu. O bir kraldı, fermanlar çıkarıyordu, kelleler düşürüyordu ve her dileğini yaptırabiliyordu. Fakat burada bir hiçti, bir Türk vezirinin işte ayağını öpüyordu.
Semender, Sümbüloğlu Vehbi’nin Tuhfesinde “Ateşte o hayvan ki gezer adı semender.” demesinden de anlaşıldığı üzere yanmadığına inanılan bir mevhum hayvanın adıdır.
Sultan Mehmet, bu anlatış üzerine kahraman Abbas’ı yanına getirtti. Muharebenin şanlı menkıbelerini ona da söyletti, sonra kendi eliyle başına çifte çelenk taktı. Erzurum gümrüğü malından dolgun aylık bağladı, bol ihsanlar verdi. (Cevahirüttevarih)